- 2100 Okunma
- 24 Yorum
- 0 Beğeni
DÖRT KADIN BİR ADAM
Bugün ölmek için ne kadar da uygunsuz bir gün. Yağmur yağmıyor dışarıda. Kollarını havaya kaldırıp sağa sola kaykılarak dua eden ağaçlar yok. Karanlık bulutlar yok. Bütün bunların aksine, pırıl pırıl bir güneş var dışarıda. Göremiyorum ama öyle olduğundan eminim. Necla Hanımın sıkı sıkıya kapattığı kalın kadife perdelerin arasından sızan kalın bir ışık huzmesi yanıbaşımdaki sürahiye çarpıp param parça oluyor. Işığın bu kadarı bile insan ruhunu diri tutmaya kafi. Fakat ruhumun aksine, bedenimin yaşaması için karanlığa muhtacım.
“Adil Bey, benim işim bitti. Saat sekizde yine geleceğim. O zamana kadar kendinize iyi bakın.”
Her gün saat beşte bu cümleyi kurar Necla Hanım. Giderken onu bir daha göremeyeceğimi düşünürüm hep. Benden belki de yirmi yaş küçük fakat bu onu annem gibi görmeme mani değil. Neyse ki söz verdiği gibi sekizde başucumda olur daima.
Yattığım yerden mantosunu giyişini izliyorum. Bu kadın gittikçe irileşiyor. Her geçen hafta biraz daha uzun sürüyor mantosunu giyinmesi.
Gitti.
Saatin sesi…
Koridorda geniş zamanlı bir yılgınlık var. Sanki biri ya da bir şey sessizce, elini eşyalara süre süre dolaşıyor her yanı. Ne zamandan beri algılarım bu kadar açık, hatırlamıyorum. Duvardaki uzun bacaklı örümceklerin ayak sesleri bile, Paris’teki Notre Dame Katedralinin çanları gibi çınlıyor kulaklarımda. Aslında hafızamdaki en kalın ses anneme ait. Fakat onu bugünlerde hiçbir şeyle eş tutamıyorum. Hayalini bir şey için sakladığım ve daha zor anlarımda kullanabilmek için gereksiz yere tüketmek istemediğim kesin. Her ne kadar annemden uzun bir ömür yaşamış olsam da, biliyorum ki, o her zaman benden tecrübeli olacak.
Uykum var. Bu aralar çok sık uykum geliyor. Yavaşça değil hem de. Aniden. Zaman daraldı. O sebeple içindeki herşey daha sıkışık, ya da bazıları yok artık. Daha sık yemek ve ilaç yiyorum, daha sık akıbetimi düşünüyorum, daha sık insan görmek istiyorum. Daralan zamanın dışında kalanlar ise, yürümek, deniz kenarında bir banka sığınıp elimdeki gazeteyi okuyormuş gibi yapmak, aşık olmak, sevilmek…Bunlar olmadan da yaşanabiliyormuş. Gençliğimdeki gibi, gözlerimi birkaç kere açıp kapayarak, uykunun geniş kollarına girmeyi özledim. Bir şey aniden ihtiyar gözkapaklarımı kapatıyor.
***
“Adil!”
Yeşil bir kuyu…Dibindeyim. Yukarı doğru bakıyorum. Keskin bir yuvarlak. Yeşil. Suyun yüzünde geniş bacaklı su böcekleri var. Ayaklarındaki baloncukları görebiliyorum.
Su titriyor. Yanıbaşımda bir yengeç, telaşla kuyunun dip çamurunu bulandırıp içine saklanıyor. Çürümüş yosunlarla kaplı yaşlı duvara tutunarak ayağa kalkıyorum. Saçlarım ne güzel benim. Ellerim ne güzel. Rab, gencelmem için buraya koydu beni.
“Adil!”
Tanıyorum bu sesi. Natali. Sesi hala ağlıyormuş gibi. Hep böyleydi. Onunla konuşmaya korkardım bu yüzden. Topuk seslerini duyuyorum. Yeşil rugan bir ayakkabı giymiş olmalı. Bir sandalye çekiyor kuyunun başına. Sandalyeyi sürütürken halının kenarına takılıyor topuğu. Sendeliyor ama düşmüyor.
Onu Louvre Müzesinde eski ve başsız bir heykele bakarken görmüştüm ilk kez. Bakışlarındaki derinlik dikkatimi çekmişti. Bir heykele değil de, ölmüş babasının yüzüne bakar gibiydi. Birlikte geldiği grup çoktan diğer bölümlere geçtiği halde, o heykelin başında kala kalmıştı. Dikkatle ona baktığımı hissetmiş olmalı ki, elini heykelin bulunduğu camdan çekip bana uzattı.
“Ben Natali.”
“ Şey, ben de Adil.”
Böyle tanışmaların yalnızca mecmualardaki aşk romanlarında olduğunu sanırdım. Yabancı bir ülkede, tanıdığım tek bir yüz bile yokken, onun hayatıma girmesi mucize gibi bir şeydi. Onunla Sorbonne sokaklarında iki meczup gibi dolaşırken, ne Arsin, ne de doğduğum ağaç ev vardı aklımda.
İmtihanı kazandığımı ve Paris’e gönderilecek yirmi gencin arasında olduğumu öğrendiğim vakit, sevinçten çok, müthiş bir ağlama isteği sarmıştı ruhumu. Ben Kaleköy’lü Adil. Elinden gelen yegane çalım, fındık çubuğundan sepet dokumak olan zavallı Adil, Paris Üniversitesinde Sanat Tarihi okumaya hak kazanmıştım.
Natali, onun sayesinde tanıdığım diğer bütün Latin kızlar gibi çok güzeldi. Sorbonne’da ailesiyle birlikte yaşıyordu. Yaşadığı mahalle sıradan bir Anadolu mahallesinden pek de farklı değildi. Gösterişli Paris sokaklarının arkasında böyle bir mahalle olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bakkalları, demircileri, fırınları, sokakta oynayan yoksul çocukları, çöplerin etrafında mırıldanan kedileri bana sanki doğduğumdan beri orada yaşıyormuşum hissini vermişti. İnsanları sıcak kanlıydı. Bu yüzden aralarında hiç yabancılık çekmedim. Bir tek kilisenin soğuk çan sesine alışamamıştım.
“Adil!”
Kuyunun ağzı bir kez daha nazikçe dalgalandı. Bu kez üşüdüğümü hissettim. Kemiklerimin yerinde buzdan değnekler varmış gibi. Ayak parmaklarıma bakıyorum. Baş parmağımı yetmiş üç yıldır sevmiyorum. Haddinden fazla iriler ve diğer parmaklarımın üzerine doğru eğrilmişler. Çürümeye evvela onlardan başlamak ne güzel olurdu.
Yukarıya doğru bakıyorum. Bir bulut geçse şimdi üzerimizden. Hatta geçmese, öyle dursa kuyunun üzerinde. Genişleyip sıkışsa. Gittikçe kararsa. Sonra bir damla düşse kuyuya…Kuyunun suyuna hiç bulaşmadan yanağıma inse. Aylar var ki ağlamadım. Bu da melun hastalığımın bir nişanesiymiş. Ağlıyor gibi olsam hiç değilse. Kuyunun ağzı ayna olsa. Neye benzediğimi görsem. Necla Hanım tıraşımı bitirir bitirmez aynayı saklıyor. Ne zaman suretimi hatırlamaya çalışsam, köpükle kaplı yüzümün ve rengi uçmuş gözlerimin resmi beliriyor hafızamda. Rüyalarımda kendimi görüyorum, ama tanıyamıyorum. Biri adımı çağırmasa, sürekli koşturup duran o ihtiyarın ben olduğunu bilemeyeceğim. Şükür ki, rüyalarımda en çok adım geçer.
“Adil!”
Yine az önceki ses. Ebru bu.
Natali’yle hayat güzeldi. Fakat bir şey vardı eksik olan. Ne kadar birbirimize benzesek de, aynı ışığın altında bile gölgelerimiz farklı taraflara düşüyordu. Bunu anlamam uzun sürdü. Anladığım vakit ise, Natali çoktan bana aşık olmuştu. Anlattığı masalsı Sorbonne hikayeleri yerini öznesi daima ben olan cümlelere bırakmıştı. O an anladım ki, bilmediğim şeyler anlattığı için Natali’yi seviyordum. Beni benden uzaklaştıracak hikayelere, insanlara, manzaralara ihtiyacım vardı. Natali bunu başardı. Ben artık eski Adil değildim.
Sudan bir bahaneyle Natali’yi ektiğim bir gün, üniversitenin bahçesinde Türkçe konuşan iki kişi gördüm. Biri orta yaşlarda bir kadın, diğeri güzel sayılabilecek bir genç kızdı. Sebebini bilmediğim bir konu hakkında tartışıyorlardı. Sonunda, ilerleyen zamanlarda annesi olduğunu öğrendiğim kadın galip geldi ve genç kızı kolundan çeke çeke ilerideki taksi durağına götürdü. Arkalarından yürüdüm. Beni buna iten sebep neydi bilmiyorum. Kız taksiye binerken başını kaldırıp benden yana baktı. Ben bana baktığını düşünüyordum ki arkamdan kuvvetli bir ses “Onları dinleme!” diye bağırdı. Arkama döndüm. Genç bir adam ağlıyordu. Diline bakılırsa Fransız olmalıydı.
Genç adam ağlaya ağlaya kampüse döndü ve çayırların üzerine uzandı. Ardından gittim. Yakınlarında bir yere oturup eski Paris saraylarını tanıtan broşürü cebimden çıkarttım. Okuyor gibi yaptım. Genç adam bir süre sonra duruldu, doğrulup oturdu. Gözleri şişmişti. İçimden bir ses onunla konuşmam gerektiğini söylüyordu. O kıza ulaşabilmemin tek yolu bu genç adamdı. Tam yanına gideceğim sırada eliyle göğsünü sıvazlamaya başladı. Sonra yüzünün rengi değişti. Olduğu yerde kasıldı kaldı. Elimdeki broşürü fırlatıp yanına koştum. Etraftan yetişen birkaç kişinin de yardımıyla onu okulun revirine götürdük. Doktor genci görür görmez tanıdı.
“ Chance yine mi sen?”
Chance gülümsemeye çalıştı. Doktorun yaptığı iğneden sonra rengi yerine geldi. Bir saat sonra Chance’ın yurttaki odasındaydık. Birkaç kez yardıma ihtiyacı olmadığını söylemesine rağmen onu bırakmadım. Çok geçmeden uyudu. Yanındaki sandalyeye oturup onu seyre daldım. Kendimce ona dair hikayeler uydurdum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, oturduğum eski ahşap sandalyede uyumuşum. Chance’ın inlemesiyle uyandığımda akşam olmak üzereydi. Sürekli “Ebru” diye sayıklıyordu. Alnı ve göğsü ter içinde kalmıştı. Onu uyandırdım. Metal komidinin üzerinde duran kirli sürahiden, ondan daha kirli olan bardağa su dolduruyordum ki, eliyle beni durdurdu.
“Dolabı aç. Anahtar havlunun altında.”
Dediğini yaptım. Dolabı açtım. Alt raftaki şişeyi işaret etti.
“Dostum, pastis içecek durumda değilsin, biliyorsun.”
“Vermeyeceksen kendim de alabilirim.”
Şişeyi ona uzattım. Suyu işaret ettim. Başıyla hayır dedi. Her yudumda yüzünü ekşitti. Bir yandan göğsünü sıvazlıyordu. Sonunda şişe bitti. Yeniden yatağına uzandı ve ağlamaya başladı. Biraz sonra dili çözüldü.
“Adımı annem koymuş. Chance! Şans…Dostum ben çok şanslı bir adamım.”
Ne demeli bilemedim. Fakat ilgisiz görünmek de istemiyordum.
“Evet, şanslısın. Ülkenin en iyi okulunda okuyorsun.”
Öksürükler içinde bir kahkaha attı.
“Sen de Türk’sün.”
Cevap vermedim. Konunun yavaş yavaş Ebru’ya geleceğini hissetmiştim.
“Sizin önyargılarınız ayaklarınızdan önce gider hep. Gerçeği olayın içine girip, geri çekildiğinizde idrak edebilirsiniz ancak. O da canınız isterse.”
Felsefe okuyor olmalıydı. Daha önce tanıştığım birkaç felsefe öğrencisinden bu tip anlaşılmaz ama fiyakalı duran sözler işitmiştim.
Chance gittikçe fenalaştı. Sürekli öksürüyordu. Duvardaki telefondan yurt görevlilerini arayıp gelmelerini istedim.
Chance eliyle dolabı işaret etti.
“Bir şişe daha mı? Yok artık!”
Yüzünde derin bir acının aksi vardı. Konuşamadı. Eliyle işaret etmeye devam etti. Dolaba baktım. İçki değilse ne istiyor olabilirdi? Sonunda ders kitaplarının üzerindeki lacivert kadife kaplı defteri gördüm. Bu tür romantik adamlar böyle defterler tutarlardı. Defteri aldım ve ona uzattım. Eliyle defteri itti. Son bir güçle konuştu:
“Şimdi görevliler seni dışarı atacak. Bu defteri Ebru’ya ver. Sosyoloji üçte…Ebru…Lütfen!”
Bayılmıştı. Dediği gibi görevliler beni dışarı çıkardılar.
Ertesi gün ilk iş olarak Sosyoloji Bölüm binasına gittim. Ebru gelmedi. Akşama kadar bekledim. O arada sıkılıp, defteri okumaya başladım. Chance gün gün Ebru’ya olan aşkını yazmıştı. Öleceğini bildiği için ona bu defteri tutmuştu. Kaldığım yere döndüğümde kapıda Natali’yi gördüm. Üzgündü. Selam bile vermeden odama geçtim. O gece kabuslar içinde uyudum. Chance, Natali, Ebru, annesi ve doktor Acel üzerime üzerime yürüyordu. Günün ilk ışıklarıyla uyandım. Yağmur yağıyordu. Masamın üzerindeki defteri aldım ve son sayfasını açtım.
“Ebru, ben üç gün sonra Lyon’a döneceğim. Sana bunu kendim söylemek isterdim. Fakat biliyorum ki konuşmak için son bir fırsatımız olmayacak. Talihim yaver giderse ameliyattan sonra yeniden döneceğim. Hiç ağlama. Kalbim acıyor sen ağlayınca.”
O gün Ebru’yu buldum. Ama ona defterden söz etmedim. Chance’ın Lyon’a gittiğini ve artık onu düşünmek istemediğini söyledim. İnanmadı. Ona cebimden çıkarttığım kağıdı uzattım. Okuyunca ağlamaya başladı.
“Bu Chance’ın el yazısı. Doğruymuş…”
Sabah planımı yapmış, defterin son sayfasındaki notun Chance’ın ameliyatıyla ve döneceğiyle ilgili kısmını kesip attıktan sonra, geri kalan bölümü özenle yırtıp cebime koydum. Kızın bana inanmayacağı kesindi. O vakit bu nota ihtiyacım olacaktı. Tahmin ettiğim gibi çok üzülmüştü ve teselli etmek bana düşüyordu. Sık sık Ebru’yla buluşup konuşuyorduk. Bana Chance soruyordu. Uydurduğum yalanın haddi hesabı yoktu. Zaman asla onun yarasına iyi gelmedi. Ne kadar uğraştımsa beni sevmedi. Chance aramızda kristal bir gölge gibi durdu hep. Günün birinde tesadüfen Chance’ın öldüğü öğrendim. Üstelik Sorbonne’da ölmüştü. Söylenene göre trenden iner inmez fenalaşmış ve kaldırıldığı hastanede ölmüştü. Genç adam sözünü tutmuş, Ebru için geri dönmüştü. Çok geçmeden Ebru da onun öldüğünü öğrendi. Dahası benim bunu bildiğimi ve ondan gizlediğimi de. Gizlediklerimin tamamını Chance’ın dolabından aldığım bir şişe pastisi içtikten sonra kendim itiraf etmişim. Ebru benden nefret etti. Chance haklıydı. Biz Türkler olayın manasını içindeyken kavrayamıyorduk. Ebru onu sevdiğim için böyle bir şeye tenezzül ettiğimi anlayamadı. O günden sonra hayatım hiç tahmin edemeyeceğim şekilde değişti.
“Adil!”
Artık ayak parmaklarımı göremiyorum. Çamura batıyor olmalıyım. Kuyunun iki yanına tutunup kendimi yukarı çekmeye çalışıyorum. Ama nafile. Duvarlar kaygan. Oturmalıyım. Diz kapağıma doğru bir şey tırmanıyor. Kara bir sülük! Oturmalıyım. Bütün vücudumu kat edişini hissetmek istemiyorum. Mesafesi kısalırsa, çarçabuk başıma çıkar.
Su artık daha yeşil. Daha kalın. Ebru da bir sandalye çekip Natali’nin karşısına oturuyor.
“Adil!”
Tanrım, Sharon da mı? Onun sesi yağmur gibi dökülüyor kuyunun ağzına. Kırmızı pelerininin sudaki kırılmalarını görüyorum. Sülük dizimde şu an. Çocukluk yaralarımı emiyor. Gittikçe küçülüyorum.
Ebru’nun nefret dolu varlığından uzaklaşmak için, daha doğrusu içimdeki vicdandan kurtulabilmek ümidiyle okulu dondurup Londra’ya gitmekte olan bir gezgin gruba katıldım. Bu sandığım kadar kolay olmadı tabi. Para lazımdı. Arsin’e telgraf çekip babamdan para istedim. Beni hiç bekletmediler. Oğulları yurt dışında okuyordu ve çok yakın bir zamanda maharetli bir doktor olarak geri dönecekti. Onları mektuplarımda böyle kandırıyordum. Sanat Tarihi okuduğumu bilselerdi, kahırlarından ölürlerdi. Vicdan azabı çekmiyordum çünkü onlara verdiğim teselli ömürlerinin sonuna kadar bahtiyar yaşamalarına yetecek kadar büyüktü.
Parayı çeker çekmez grupla birlikte yola koyuldum. Grupta pek çok milletten kadın ve erkek vardı. Farklı dinler, ırklar, dinsizler hepsi bir aradaydı. Onların artık tek bir inancı vardı: Özgürlük! Bisikletle oradan oraya sürüklendik. Bu arada Sharon ile dostluğumuz aşka dönüşmüştü. Arkamızda bıraktığımız her şehirle Natali ve Ebru’nun içimdeki izleri silinip gitti. Fakat Chance’ı hiç unutmadım.
Avrupa’nın pek çok şehrini bisikletle arkamızda bıraktık. Yarı aç, yarı tok yaşıyor, uğradığımız şehirlerde günübirlik işler yapıp para kazanıyor, kazandığımız paranın bir kısmını bisikletlerimizin bakımına harcıyorduk. Sharon çok güzel şarkı söylüyordu. Grupta enstrüman çalabilen birkaç genç erkek ona eşlik ediyordu. En çok parayı onlar sayesinde kazanıyorduk. Fakat günün birinde bütün düzenimizi bozan bir haber aldık. Sharon hamileydi. Bunu ilk öğrendiğimde korkudan titrediğimi hatırlıyorum. Korkmuştum. Ben baba olamazdım. Sharon da anne olmamalıydı. Şoku atlattıktan sonra oturup konuştuk. O artık bir yere yerleşmek aile kurmak istiyordu. Strasbourg’a onun doğduğu yere yerleşip yeni bir hayat kurmamız için bana gözyaşları içinde yalvardı. Bütün itirazlarıma mantıklı cevaplar vererek beni ikna etmeye çalıştı. Teklifini kabul ettim. O gece herkes, terk etmek üzere olduğumuz şehrin eteklerinde bir çayırlıkta tulumlarına bürünmüş uyurken, bir not bile bırakmadan bisikletime atladım ve günler süren bir yolculuktan sonra Paris’e geri döndüm. Sharon’dan bir daha hiç haber almadım. Ebru ve Natali’yle arada karşılaştık. Fakat artık onlar da bıraktığım kızlar değillerdi. Herkes kendine yeni bir yol çizmiş, yaşamaya çalışıyordu. Kaydımı dondurduğum için, birkaç ay boştaydım. Bu süre içinde çalışmaya karar verdim. Şehrin içinde orta halli bir lokanta da garson olarak işe girdim. Patronum iyi bir insandı. Dürüst ve insancıldı. Ondan pek çok şey öğrendim. Hayatıma ilk defa “erdem” kelimesi onunla girdi. Yaza doğru annemin öldüğünü haber veren bir telgraf aldım. Benim güzel annem ölmüştü. Son görüşmemizde belinin çok ağrıdığını söylemişti. Ben dinler gibi yapmıştım. Oysa o, ağrıyan yanlarını anlatmayı sever, bunun karşılığında karşısındakinden ilgi beklerdi. Ona cevap vermediğim için üzülmüştü mutlaka.
Artık bir düzenim vardı. Kendi paramı kazanıyordum. O günün şartlarında gayet güzel yaşıyordum. Okul dönemi başladığında ani bir kararla bölüm değiştirme sınavlarına girdim ve Tıp Fakültesine kaydımı yapmaya hak kazandım. Bu istediğim bir iş değildi. Ama babam bunu hak ediyordu.
“Adil!”
Su çekiliyor. Yavaş yavaş buharlaşıp uçuyor kuyunun ağzından. Sülük göğsümde. Tam kalbimin üzerinde. Tepede aydınlık bir gölge var. Sharon usulca diğerlerinin yanına oturuyor.
Sülük canımı yakmaya başladı. Kalbimin üzerinde gittikçe semirdiğini hissediyorum. Ağırlaşıyor. Şeffaf karnında binlerce kara bilye yüzüyor. Benden topladı onları. Benim moleküllerim simsiyah!
“Adil!”
Ah Marina! Sen mi geldin? Fakat nasıl? Benim güzel kadınım…Kuyunun ağzındaki aydınlığım.
Marina benimle aynı lokantada çalışıyordu. Babası Sorbonne’un birkaç kilometre dışında yaşayan fakir bir sanatkardı. Adamın resimden heykele pek çok sanata kabiliyeti vardı. Sorbonne sokaklarında yaptığı resimleri Les Halles pazarında satarak ailesini geçindirmeye çalışıyordu. Marina sık sık lokantaya babasının tablolarını getirir, onları patrona satabilmek için dil dökerdi. Bir haftalığım karşılığında aldığım ağlayan kadın portresi hala yatağımın başucundadır. Bu Marina’nın ta kendisiydi çünkü.
Hey gidi Marina! Güzel Marina…Onu hiç üzmedim. Bilakis o beni üzdü. Evlendikten üç yıl sonra sarıhummaya yakalanarak öldü. Artık bir doktordum. Ama ilmim onu kurtarmaya yetmedi. O ölünce doğduğum topraklara geri döndüm.
“Adil!”
Artık hiçbir yerim ağrımıyor. Sülük sert sakallarımda karnını patlatıp, içindeki kara bilyeleri suya döktükten sonra kulağımdan içeri girdi. Bilyeler kuyunun suyunu birer sünger gibi emiyor. Şimdi gözümün önünde binlerce kara leke var.
Kuyunun suyu tamamen çekildi. Yukarıdan güçlü bir aydınlık yağıyor. Yavaş yavaş bütün lekeler kayboluyor. İşte daima en sona sakladığım şeyin tam sırası. Artık korunağım kalmadı. Biliyorum, ölüyor olduğumu. Çünkü annem geldi. Kuyunun başındaki aydınlık o. Şimdi hatırlıyorum sesini. “Adil” derken sesi, koca bir ağacın devrilirken çıkarttığı sese benziyor. Annem hep güçlü kalmış gittiği yerde.
Şimdi biri yanıma yaklaşıp son isteğimi sormayacak mı?
Annem kuyuya eğiliyor. O çok güzel. Çünkü annem. Avuçlarına bakarak fısıldıyor: “Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.”*
Sonra yüzüme üflüyor. Defne kokuyor kuyunun içi.
“Adil Bey, iyi misiniz?”
Yatağım, tavan, Necla Hanım…Kuyu nerede? Annem? Fakat konuşamıyorum. Marina başucumdan bana bakıyor. Sharon, Ebru ve Natali hemen karşımdaki sandalyelerde. Hepsinin gözünde kin var. Yalnız Marina mahzun. Necla Hanım, odanın bütün perdelerini açmış. İçerisi aydınlık artık. Ve artık güneş bana hiç bir şey yapamıyor.
...ENGİNDENİZ...
İsimler ve öykü konusu için sayın İlhan Kemal’e teşekkürler.
YORUMLAR
Aynur Engindeniz
Sizler de iyi ki varsınız. Sağ olun.
Saygılar.
Natali’yle hayat güzeldi. Fakat bir şey vardı eksik olan. Ne kadar birbirimize benzesek de, aynı ışığın altında bile gölgelerimiz farklı taraflara düşüyordu. Bunu anlamam uzun sürdü. Anladığım vakit ise, Natali çoktan bana aşık olmuştu. Anlattığı masalsı Sorbonne hikayeleri yerini öznesi daima ben olan cümlelere bırakmıştı. O an anladım ki, bilmediğim şeyler anlattığı için Natali’yi seviyordum. Beni benden uzaklaştıracak hikayelere, insanlara, manzaralara ihtiyacım vardı. Natali bunu başardı. Ben artık eski Adil değildim.
Biz işimize gelmeyen şeylere hikaye deriz, oysa hikaye sizde derin bir hayat demekti...
Yürekten kutladım..Selam,saygı...
Aynur Engindeniz
Evet Adil kuyunun içinde kendisiyle cebelleşen ve bu savaşa bulaşan bütün ademoğulları gibi yenik düşen bir adam:)
Tekrar teşekkür ediyorum.
Ve birşey için daha size minnettarım. Hakikaten şahsına münhasır bir insansınız. Ve o hareketiniz beni çok duygulandırdı. Teşekkürler. Bu sözlerin nedenini siz biliyorsunuz.
Çok çok sevgiler ve saygılar.
Aynur Hanım, sizi öncelikle bu denli yazı hakimiyetiniz ve bu denli güzel kurgunuz için tebrik etmek istiyorum. Sizin yazılarınızı okumak beni çok eğlendiriyor ve ayrıca etkiliyor da. Siz bu alanda epey yol almışsınız, hikayelerinizin girişi, gelişim ve sonuç bölümleri tam bir profosönellik örneği içinde.. Elbette yazabilmek kabiliyet gerektiriken bilgi birikimide isteyen bir meziyet ve sizde bunlardan bolca var.. Size başarılar diliyorum.
Aynur Engindeniz
Çok teşekkür ediyorum sevgili İnci Hanım. Okuma zevkinizi biliyor ve güveniyorum. Siz de daha sık yazmalısnız.
Sevgilerim size.
Yalnız kahramanın ismi çok manidar:D
"Adil"
:))
Çok güzeldi ...
İlhan Kemal'in şiirini okumuştum:)
Hikaye ye de şöyle bir tıklamış fakat tamamını okuyamamıştım.
Ağyar ın yorumu görünce hatırladım :)
Sahiden üzüldü mü acaba Marina?
Ah Adil Ahhhh
Sevgilerimle canım yazarım
Aynur Engindeniz
Canım yazarım, sevgiler.
“Bugün ölmek için ne kadar da uygunsuz bir gün”
A aa size de gün beğendiremiyoruz. Nesi varmış Pazartesinin, yağmur yağıyor diye. Hem Salı giden sallanır, Çarşambaya kalan çarşafa dolanır, Perşembe giden perişan olur. Cuma adı üstünde zaten Cuma, imam efendiler yoğun. Cumartesi Pazar desen tatil. Ama çaktırmadan bir ellilik toka edersiniz sizi önümüzdeki Kadir gecesine kaydırabiliriz, hah ne dersiniz Adil bey… Fesuphanallah
**************
“Uykum var. Bu aralar çok sık uykum geliyor.”
Bu aralar mı? Hangi bu aralar, hilafsız son otuz yazının yirmi dokuzunda ya uykun var ya uyuyorsun. Pardon kahramanlarımızı kastetmiştim yani. Gerçi ben hepsini hayra yoruyorum “ammâ u lâkin” (İbrâhîmî Feyzullah Yalçın’ın kulakları çınlasın 17) gördükleri hep kâbus, hep karabasan. Hani nerdeyse abdestsiz okuyamıyorum (korkumdan)
*************
“Daha sık yemek ve ilaç yiyorum”
İlaç yiyorum, nasıl yani, Allah Allah! İlginç!
Bak bizim Karadeniz’in yöresel ilaçları da pek lezzetlidir haa, tavsiye ederim bir dene. Mesela sabahları sahanda bol tereyağına dökeceksin bir kutu "aspirini", hımm yeme de yanında yat. Kızarmış mis gibi ekmeğe de süreceksin "teramisini" hımmm hım. Ha bir de bol soğanlı "kompensan" kebabını tavsiye ederim, öksürük şurubu ile harika gidiyor.
**************
“Arkama döndüm. Genç bir adam ağlıyordu. Diline bakılırsa Fransız olmalıydı. “
Bir insanın ağlamasından uyruğu nasıl anlaşılır. Dur, tahmin edeyim;
Tahmin 1- Bildiğim kadarı ile Türkçe de genellikle kısaca hüngür, hüngür ağlanır. Halk arasında bu uzatılarak “hühühühühühü” şeklini alır. Adam Fransız olduğuna muhtemelen “vüvüvüvüvüvü” diye ağlıyordu. Adam şayet Alman olsaydı “ğüğüğüğüğüğü” diye, Rus olsaydı “vu vu vu vu vu” diye ağlayacaktı
Tahmin 2- Sizinde dediğiniz gibi direk “diline bakılarak”
Şöyle ki; Adamın yanına gidilir, kibarca ağzınızı açar mısınız denir ve diline bakılır. Fransızlar genellikle ya pabuç ya da çatal dilli olur.
************
Natali, Marina, Ebru, Sharon… Adil de Fransa da dişi sinek bırakmamış maşallah. Ayran gönüllü sergüzeşt, maymun iştahlı köftehor. Bir ara Osmanlının son zamanlarındaki Jön Türkleri çağrıştırdı bana, “şıpsevdi pzvnk :- )”. Ekmek elden, su gölden, çorap parizyen. Vallahi bu Adil sanmam ki Necla Hanımı boş geçsin.
Bilmem ki ne desem keretaya, Arsin’in(*) medarı iftiharı mı desem yoksa yüzkarası mı? Azucuk hemşerim olur da :- )
Tebrikler, selamlar, saygılar
Arsin(*) Trabzon ilinin şirin bir sahil ilçesi...
Aynur Engindeniz
Adamın Fransız olduğunu kızın arkasından çağırmasından dolayı anlamıştı. Orayı da bana kabahat bulma aşkıyla atlatmışisın abi ya:)) Hem bu adam uyumadı, rüya görmedi, ölüyor yahu:) Ne deseydim başka. Konsept böyle. İlhan Beyin şiirinden hareketle yazılmış bir öykü. Orada adam ölüm döşeğinde :))
Biliyorum, dişimi kırmayayım diye elinden geleni yapıyorsun :))) Çok merak ediyorum kimleri okuyorsun. Kesin kitaplarla dövüşüyorsundur sen:)) Dur ama sen bir daha yazı eklersin, o zaman görüşürüz abi bey :))
Teşekkürler çokça. Eksik olma inşallah:))
Dört artı bir, toplamda beş öykü söz konusu olunca anlatım (Giriş bölümü dışında) ister istemez tasvirlerden arındırılmış, hafifletilmiş. Anladığım kadarıyla bu da yazarda bir olmamışlık duygusu yaratmış. Bu duygu gereksiz. Gayet güzel, kıvamında olmuş. Bir tek Sharon'ın hikayesi civarlarında yazarın bitirmek için acele ettiği hissine kapıldım, belki benim algılamam öyledir.
Olay anlatmasanız da anlatım belirli bir sadeliği taşıyabilir. İki nokta var. İlki bir paragraf süslü bir şekilde yazılabilir ama bunu bütün metine yaydığınızda elinizde hantal bir anlatı olur. Belirli noktalarda böyle süslemeler renk getirirken, her adımda bunun tekrarlanması metni de, okuyucuyu da yorar. İkincisi ise bu denli süslü anlatıma girmeden de hangi duygu hedefleniyorsa onun okuyucuya daha sade bir anlatımla verilmesi mümkün.
Bu öyküde o ikinci noktayı sıkça görüyorum. Sharon karnında çocukla bırakılıp gidilmesi ya da Marina'yı Fransa'da toprağa verip bir daha mezarını ziyaret etmemek üzere terkedilmesi gayet kısa bir anlatımla verilmiş. Bence bu denli kısa olması da Adil'e bir umursamazlık katmış, iyi olmuş.
Yazarın alıştığı tarzın (evinin, güvenli kalesinin) dışına çıkması çok olumlu ve cesurca bir davranış. Darısı hepimizin başına diyorum. Basit bir fikirden güzel bir hikaye çıkarmışsınız; takdirlerimi ve saygılarımı sunarım.
Aynur Engindeniz
Mekan hakkında hiç bir fikrim yoktu. Araştırma yapmam gerekti. Öğrendiklerimle hayalimdekileri sentezledim. İnanın kent isimlerinin teffuzlarını bile bilmiyorum.
Sarıhumma hastalığının Avrupa'da en son ne zaman görüldüğünü dahi araştırdım. Fakat bir tek şeyi atlattığıma pişmanım. 68 kuşağına biraz daha değinmeliydim. Çünkü benim zihnimdeki kahraman Paris'teydi.
Kısacası evet içime pek sinmedi. Ama çok şey öğrendiğimi ve kendimi birazcık revüze etmem gerektiğini anladım. Eğer ideali yazmaksa bir insanın, kotası ya da kalıpları olmamalı.
Bunun için size teşekkür borçluyum. Yeniden deneyeceğimden ve daha başarılı olacağımdan emin olabilirsiniz. Fakat bunun için yine sizin fikirlerinize ihtiyacım olacak. Yani sizi can-ı gönülden okumaya ve yelpazeyi geniş tutmaya devam.
ÇOK TEŞEKKÜRLER.
SAYGILAR.
alışılmışın dışında hareket etmek kısaca denemek ve görücüye çıkmak...kendine güvenin bir yoklaması... yazmanın emeğin yanında yüreğinde ortaya konması...ayrı bir etki....nereye kadar... denilebilirmi....bu farklı kalem olaylardaki birleşim. hallerini ortaya koyarken en zor olanı bile kolaylaştırıyor...yani yeterki bir kelime ona yetiyor bin işlem anında...yazına çok yazanlar olmuş kavi kalem hepsinde var... keşfedilmemişleride cabası...seni okumak ayrı bir tat erilşilmez bir tutkudur...saygılar
Aynur Engindeniz
Okuyup değerlendirdiğin için sonsuz teşekkürler.
Saygılar, selamlar.
meselciye aynen katılıyorum meleğim
söyleyecek çok fazla bir şey yok artık
Mimar sultanımız vardı şükür bir de M/İmar sultanımız oldu artık.
dağarcığım mı yoksunlaştı ne?(:
harikkasın Engindeniz
koyların beni serinletiyor...
kocaman sevgimle ve tebessüm canım.
Lavi_(n)_Su tarafından 3/5/2012 6:02:18 PM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Teşekkürler canım benim.
Güzellikler seninle olsun.
Sevgilerimle.
Aynur Engindeniz
İlerisi içinse inşallah
Sana maşallah
ve eyvallah meselci.
Teşekkür ederim.
Aynur Engindeniz
Kısa cümlelerin tenine yüklelen derin anlamlar ve öykü sandığından cömertçe sunulan soluklar...
Öykünün kapısını birgün açabilir miyim bilmiyorum ama onun kağısını en iyi açanlardan birisin ve yazılarını okumak büyük şans hepimiz için...
Kutluyorum Aynur değerli kalemini ...
Sevgimle...
Aynur Engindeniz
Herkese hayırlı başarılar versin Allah. Ben de burada olduğum için şanslıyım.
Teşekkürler ve sevgiler.
Yine konuşmuş yürek ve onu nakşeden kalem...ne kadar naif anlatıyorsunuz..En ince ayrıntılar bile dans ediyor cümlelerde...Böylesi kaliteli yazılar ufkumuzu açıyor...Tebrik ederim şimdiden günün yazısını...selamlar
Aynur Engindeniz
hakkın sesi nin dediği gibi adil isminin tekrarı beni iğneler gibi oldu..
yaşananlar ile adilin ruh hali paralelliğinde ordan oraya savrulduğumu hissettim.
imgeler ile yalın anlatım savaşır gibiydi.
duru anlatım taraftarı olduğumdan imgeler beni hep boğmuştur..
neyse farklı bir çalışmaydı..
kaleminize alışkanlığınıza biraz zıt..
dediğiniz gibi alıştırma..
yanlız paris tasvirleri harıkaydı..
sevgilerimle..
Aynur Engindeniz
Aslında öyküyü tarif etmeyecektim ama, bu konu ikinci kez açılınca birşeyler söylemek farz oldu:) "Adil" tekrarının da bir anlamı var aslında. Hepsi bir örüntünün zinciri. Tabiki okurum sıkıcı dediyse, benim düşünmem lazım. Bir dahakine bunları gözönünde bulunduracağım.
Benim öykülerimde aksiyon göremezsiniz. Ya da sizi müthiş heyecanlandıracak birşeyler. "Görmeyene fotoğraflar" derim çalışmalarıma. Bu öykü de hem imge hem sade anlatım vardı. Çünkü sıfır imge, eseri yavan kılar. Aşırısı da okurun kimyasıı bozar:) Kararı iyidir. İmge sevmeyen bir insan olduğum için fazla abarttığımı düşünmüyorum.
İçtenlikli eleştirilerin hep benimle olsun. Çünkü bunlar işime yarıyor sevgili Sevilay.
Sevgiler çokça...
Aynur Engindeniz
Şans ve Adil uymuş gerçekten :)
Sevgiler öyküsatıcısı.
Davidoff
Şans eseri kazanılan para yine şans eseri gider. Unutma.
:)
Aynur Engindeniz
Ben de senin için yanı şeyleri diliyorum.
Sevgiler.
Bir öykü değil bir kurguda dört öykü yazmışsınız adeta. Bitirdiğim zaman değişik şeyler düşündüm ama en çok aklıma takılan soru "benim yeşil kuyumun başında kimler dikilecek?" sorusu oldu.
Örümceklerin ayaksesleri, ihtiyarın kendi yüzünü unutması çok güzel ifadelerdi. Lokantadaki patron ve erdem hakkında daha fazla şeyler duyacak mydık yoksa pişmanlıklar uzadı iyilikler kasten kısa mı kesildi bu ömrün son filminde?
Yine çok güzeldi. Konusu açısından da okuruna ağır yükler yükleyen bir öyküydü. Ellerinize sağlık.
Aynur Engindeniz
Patron ve erdem dediğiniz gibi kısa kesildi. Çünkü öykü haddinden fazla uzadı. Ebru ve Chance çok zaman çaldı öyküden:) Öte yandan bir erkeğin ağzından yazmak da hiç kolay olmadı. Bir de işin içine hiç görmediğim memleketler girince iyice kapana sıkışmış gibi hissettim kendimi.
Yani tuhaf bir şey oldu ben de anlayamadım :))
Ama şunu anladım, yeni şeyler keşfetmeli, farklı yollar da denemeli insan.
Sevgiler ve teşekkürler destek için değerli yazarım.
Aynur Engindeniz
Gözlerine sağlık.
Aynur Engindeniz
Sevgiler.
Öykü başlarında 1. Tekil anlatımdakine göre kendisinden küçük olana anne deme benzetmesi var, büyük mü olacak orası, yoksa ben mi kavrayamadım.
Bu öyküye isim olarak değil, Fenafilin ruhu bile işlemiş. Meslek değişimi kısmında geçmiş Fenafil hatıratlarındanmışçasına. Paris kısmına gerçekten iyi çalışılmış. Hani fakültenin mermerlerinde bozuk para ile parmak gol çalışması yapılıyor hissi bile verilebilmiş.
Yalnız ben öyküyü okurken, 'Adil' tekrarı ile sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Belki de bir metal gibi, insan duygusunun defalarce aksi gibi bu yansıma kelime. Sayıklamaktan ziyade sona kadar tutulan nefes gibi. Ama ben sevmedim, ne yalan söyleyeyim. Öykü bütünlüğüne şahsen böyle şeyler zarar veriyor. Bunu siz de çokça gördüğüm için aslında alıştım böyle seslenmelere, fakar tarzı tutturan yamaya ben de eksiklik hissettiriyor. Olsun, önemli olan sonuna kadar bütünü korumak. Bu da otobiyografik olarak mevcut.
Yazılacak çok şey var da, başkasına diyelim ablacım..
Saygılar..
Aynur Engindeniz
Değerli dost öyle güzel anlatıyorsunuz ki suyun üzerindeki böceğin ayağındaki baloncukları, yengecin çamuru bulandırıp içine saklanmasını, Parisin arka sokaklarındaki fırınları, demircileri, sokak çocuklarını ve kedilerini, kirli bir sürahi ve ondan daha kirli bardakları görebiliyorum.
Öyküyü yazarken araya fotoğraflar da serpiştiriyorsunuz sanki.
Ve etkileyici bir hikâye, bir insan bu kadar hatayı ardarda nasıl yapar (öykü karhamanından bahsediyorum, Adilden) ve sonuç vicdan azâbı.
Ve sanırım finâlde duyulan bir rûhun sesi, Adilin rûhunun:)
Emeği ve yüreği kutlarım.
Selam ve sevgimle.
Aynur Engindeniz
Tarzımın çok dışına çıktım. Çok denemediğim bir anlatım şekli kullandım. Biraz içime sinmedi. Belki alışkın olmadığım içindir. Yani ben çok beğenmedim. Ama bütün bunalr birer alıştırma. Yaza yaza daha güzel eserler ortaya çıkartabileceğimize inanıyorum.
Teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğiniz için.
Saygılar çokça.
Aynur Engindeniz
Sevgiler güzel dostum:)
Tebrikler Aynur...
Bu öyküleri okurken kuvvetle hissettiğim bir şey var;
Kahramanların geçtiği yollar bile gözümün önünde.i
O konuda ayrıntıcı olduğunu düşünüyorum bu da okuyucunun, sanırım hani şu film karelerini dimağında canlandırmasına yardımcı oluyor...
:)
(( Seçil Nimet )) tarafından 3/5/2012 12:20:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
Aynur Engindeniz
Fotoğraflarla öyküler ne kadar benziyor birbirine değil mi?
Hala o sarmaşıklı evin hikayesini bekliyorum, bilgine.
Sevgiler ve teşekkürler.
(( Seçil Nimet ))
Ouuuuvvvv!!!
Fotoğraflarımı beğendiğine sevindim...
O ev !
O ev çok gizemli be Aynur...
İnşaallah... :)
Aynur Engindeniz
Ayrıca fotoğraflarını beğendiğimi bizzat yerinde söyledim ya sana :)
Hadi inşallah bakalım.
(( Seçil Nimet ))
Aslında facebook değil fotoğraflarımın yeri...
Burası;
"fotoğrafdefteri.com"
:)
Aynur Engindeniz
:)
(( Seçil Nimet ))
Kardeş sitemiz Aynur...
Edebiyat defterinin kardeşi... :)
bu güzelliğe.... sabah zinde halimle okuyup yorumumu yazacağım...saygılar usta