"BİR GECENİN ÖLÜMÜNE ŞAHİT OLDUN MU?"
"BİR GECENİN ÖLÜMÜNE ŞAHİT OLDUN MU"
Bir “ gecenin” ölümüne şahit oldun mu? Olmayı denemedin değil mi?
Koşup gitmişti zaman, avuçlarına; doğum günlerinin üflenip, kokularını salıp, bir dahaki yıla tekrar yakılmaları için buzdolabına koyulup saklanan mumlar şimdi tek tek geliyordu geri. Çizgileri üzerinde yürüyemeyecek kadar sarhoş olarak, avuçlarının içinde.
Ve en az zaman dede kadar eskiydi ev… Her sabah penceresini açıp, gül kokuları almak yerine; kül kokan havayı çekerdi içine, hiç ağlamadığı gibi hiç mutlu da olmazdı.
Yalnız yediği yemeklerinde masayı şenlendirecek cariyeleri, onu güldürecek palyaçoları, üstüne içecek çayı da olmazdı. Islak tuğlalarının ortasına sığınırken hiç üşümediğini hissederdi. Yıllar önce ellerini bıraktığı ufak bir sevgisi vardı; üzülerek kalbini deşelerken yırtıldıkça pişmanlıklar göğsünden diz kapaklarına doğru akar, titreyen elleri daha fazla, daha fazla titrer, ayaklarına köleleşirdi.
Bir duraktan izleniyordu, ne hayalleri ne düşleri ne de kifayetsizce salıverdiği cümleleri; kırık sevgicikleri tarafından izleniyordu. Saat ansızın 00.00 da durdu. Görmesi, tatması, dokunması, yaşaması için; rüzgar külleri uçurup, zemini kel ve fakir bir halde bıraktı. Gürültüler başladı.” Zavallı yavrucağım, nasılda üzgün duruyor, ne kadar güzel oysa, ne kadar güçlü ve kuvvetliydi oysa” bitmeyen aksine yükseldikçe; milyonlarca yakınını kaybeden insanın, feryat ve umutsuz isyanları haline dönüşüyordu. Neydi sahte olan? Kendisi mi yoksa yıllarca onu örtmüş, direnmiş, yağmurdan sonra dahi erimemiş aksine katılaşmış umut sıvalarımı?
Şimdi yolunu bulma vaktiydi...
Islaktı sokak; inceden inceden gitar sesleri duyuluyordu. Hayat durmamış aksine şimdi başlamıştı. Tertemizdi şehir yeni yıkanmış gibi tertemizdi. Yeni çizilen bir gökyüzü gibi. Üç boyutlu yıldızlar, sağa sola omuz atan mutlu ay. Dağ etekleri çocukları, çoktan öpülüp uyutulmuş, sabah olup da; altını zeytinlerle yağlayıp kaykaylarıyla dağın az üstüne çıkıp kaymak için sabırsızlanan, naylon sandaletlerini çok severken, ayak tırnaklarına toprak dolup hiç aldırmayan çocuklar. Bekleyenlerden sadece bir kısmıydı.
Boş bir bank bulup, gözlerindeki pencereleri açıp bir bir dışarı çıkarttı kirli, utanç verici hatalarını. Kurabildiği en asil cümleleri kurdu; özür dilerken bile hala affedilmeyecek olduğunu düşünüyordu. Az bir zamanı kalmıştı. Bu geceyi öldürecekti, bütün utanç veren hatalarını da bir bohça yapıp içine atıp öldürecekti. Kelimeler çıktıkça, ay surat astı, yıldızlar küçüldü, karanlık bile öfkesini saklayamayarak kırmızıya dönüşüyordu yer yer. Ağlamak üzgün olduğunu pişman olduğu anlatmaya yetmeyecek kadar basitleşmişti artık.
Bıraktığı sevgicik koca bir kadın olmuştu, elleri olmadan ama. Bırakılan ellerinin değersizliğine inanarak omzundan kesip atmıştı onları...
Bütün hataları çıkıp uçuyordu gökyüzüne ve oradan hala el sallıyorlardı. Olsun sabaha az çok az kalmıştı. Dua ettiğinde affedilecekti nasıl olsa. Her şeyin bir güzelliği yok muydu?
Hüznü boynuna asmış geliyordu küçük sevgisi, dengeli o kadar emin görünüyordu ki yürürken; çok bir zarar vermemiş olduğunu düşünerek, ayağa kalkıp gülümsedi. Öyle ya zaten affetmese de bir şey değişmeyecekti. Toparlayabildiği tüm gücünü toparlayarak “ özledim” dedi. Ellerini uzattığı an ise fark etti; kimse yoktu, sallanan ay gitmiş, yıldızlar gitmiş, sevgi gitmişti. Öldürmeyi başarmıştı geceyi ve bütün pişmanlıklarını.
Unuttuğu bir şeyle kül dolu bahçesine, çok eski evine dönüyordu. Henüz ölmemişti. Yaşadıkça; her gece, geceler dirilip kapısına gelip “beni öldür” diye yalvaracaklardı. Adım attıkça büyüyüp gidecekti pişmanlıkları da. Tıpkı gölgesi gibi, onlara da dokunamayacaktı.
Gece çok olmuştu öleli, ölülerin şahitliğinde. Ve tüm ruhlar ölene dek şahit olamayacaklardı buna...