- 1036 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KAHRAMANIM
Dışarıda çok şiddetli bir fırtına vardı. Annemin üzerini daha sıkı örttüm. Son zamanlarda öksürükleri artmış, ağrıları dayanılmaz dereceye ulaşmıştı. En acı olanı, güneş doğduğunda eriyen çiğ taneleri gibi gözümün önünde yavaş yavaş erimesiydi. İlaçları ateş pahası. Cebimdeki son parayı da bu sabah eczacı Zeki amcaya verdim. “Bu seferlik vermesen olur kızım” dedi “Olmaz” dedim. Şimdi ödemesem de birkaç gün sonra yine ilaç almam gerekecekti yeniden kapısına gitmeye, anneme daha başka ilaçlar almaya yüzüm olmalıydı. Canımın sıkkın olduğunu anlamış olmalı ki “Neyin var güzel kızım? “ diye sordu annem. “Bir şeyim yok” dedim geçiştirmek ister gibi. Üstelemedi. Bir şeyim yok dediğim zaman üzerime gelinmesinden hoşlanmadığımı iyi bilirdi.
Yağmur damlaları cama vurdukça hoş bir senfoni oluşturuyordu kulaklarda sonra gökyüzü sanki suç işlemişler gibi bağırıp çağırıyordu onlara…Ne kadar da öfkeli diye düşündüm. Kim bilir neye kızdı. İyi ama yağmur damlalarının ne günahı var burada? Onlar işlerini kusursuz yapıyorlar.Ağaçlara serinlik, çiçeklere can veriyorlar. Yamaçlardan akıp nehirlere, nehirlerden denizlere karışıyorlar, yeniden toprağa düşüyorlar. Bu kadar kızmanın anlamı ne diye sordum gökyüzüne. Bırak da yağmur rahat rahat yapsın işini. Yok! O illa ki tepelerine dikilip dört bir yana öfke, korku saçacak. Yoksa içi rahat etmez! Bizim ustabaşı Saliha da öyle. Başını kaldırdın kabahat, saçını düzelttin kabahat… gürleyip duruyor bütün gün tepemizde. Hani şeytan diyor indir makinenin kolunu bas git! Dolaş dağ tepe. Huzurun tadını çıkar. Sök at ayağındaki prangaları. İyi ama nasıl?
Bunları düşünürken dönüp anneme baktım. Kim bilir kaç zamandır kalkamadığı yataktan güç bela doğrulmuş, pencereden hülyalı gözlerle dışarıyı seyrediyordu. Saçları olgunluğunu gösterecek kadar beyazdı.Çektiği her acıda daha da beyazlıyordu. Yüzünde keskin çizgiler vardı. Hastalıktan iyice zayıflamış olduğu için elmacık kemikleri iyiden iyiye belirginleşmişti. Dudakları çatlamış, yüzüne hiç yakışmayan bir hüzün yerleşmişti.
Göğsünde kavuşturduğu ellerine baktım sonra. Elleri… nice sultanları gölgede bırakacak kadar güzeldi. Elleri… Koca bir orduya hayat verecek kadar eşsizdi. Parmakları ince, zarif ve uzundu. Bir zamanlar dokunduğu her notayla başka başka alemlerin kapısını açan o parmaklar, şimdi ilaç şişesinin kapağını bile zor açıyorlardı.
Annem bir zamanların en iyi piyanistlerinden biriydi. Herkes onun şarkılarını dinlemek için dört bir yandan gelirdi. Küçük parmaklarımla piyanonun başına her oturduğumda annem gülümser “ Sende bir gün benim kadar iyi çalacaksın hatta ünün benden fazla olacak, dünyaya yayılacak” derdi. Babam her akşam annemden piyano çalmasını isterdi. Müziğimizi dinlemeden, annemin büyülü şarkılarında kaybolmadan yemeğimizi yemezdik.
Birbirlerine deli gibi aşıktılar. Her zaman gözlerinin içine sevgiyle bakarak konuşurlardı. –insanların gözlerine dikkatle bakarak konuşmak onlardan bana geçmiş özelliklerden biridir- Çok nadir tartışırlardı. Genelde tartışma konusu hep ben olurdum. Benim tahsilim konusunda bir türlü anlaşamazlardı. Annem kendisi gibi bir müzisyen olmamı isterdi. Babamsa bana en çok öğretmenliğin yakışacağını, dilersem öğretmenlik yaparken müzikle de ilgilenebileceğimi söylerdi. Bense çocukluğumun vermiş olduğu hayalperestlik ile büyüdüğüm zaman kaşif olacağımı söylerdim.Ormanlara, uçsuz bucaksız çöllere, denizlere, okyanuslara gidecek, göklere yükselecek ve kimsenin bilmediği gitmeye cesaret edemediği dünyaları bulacaktım. Sonuçta ne müzisyen oldum ne öğretmen ne de başka alemlerin kapısını aralayan bir kaşif…
Bize her zaman güçlü olmayı, ne olursa olsun vazgeçmemeyi öğretmeye çalışan babam aramızdan çok erken ayrıldı. On dört yaşındaydım. Hayatı daha yeni yeni tanımaya başlarken yanımda olmasına en çok ihtiyaç duyduğum insan, bir akşam işten eve geri dönmedi. Avukattı babam. En zor davalara bile çalışırken benimle oyunlar oynamayı ve iyi geceler öpücüğünü asla ihmal etmezdi.
Annemin okuduğu, anlattı masalların kahramanlarını hep babama benzetirdi. Babam, benim masalımın kahramanıydı… En son aldığı cinayet davasını kazanıp katilin hapse girmesini sağlayınca adamın akrabaları çalıştığı büroyu basıp bıçakladılar babamı. Apar topar götürüldüğü hastanede ne yaptılarsa kurtaramadılar. Bana her zaman “Asla vazgeçme kızım” diyen kahramanım, benden, annemden, hayattan çok çabuk vazgeçti..
Babamın ölümünden sonra annem bir daha piyanonun başına hiç oturmadı. Bastığı her nota, dinlediği her ezgi ona babamı hatırlatıyordu. İyiden iyiye soğumuştu hayattan. Ben bile güldüremiyordum yüzünü. Babamın bizden ayrılmasına acıyla karışık öfke duysam da, isyan etmenin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anlayacak yaştaydım.
Ne demişler, hazıra dağ dayanmaz. Eve ekmek getirecek kimse olmadığı için gün geçtikçe daha çok dibe çöktük. Babamın bize bıraktığı para çoktan suyunu çekmişti. Alacaklılar kapıya her dayandığında biz, bir hatıramızdan daha ayrılıyorduk. Sonunda elde avuçta ne kaldıysa sattık. Hatta evimizi bile… Bir tek dede yadigarı, annemin parmak izleriyle dolu piyanomuz ve birkaç parça küçük eşyamız kaldı.
İstanbul’un kenar semtlerinden birinde iki gözlü, derme çatma bir ev kiraladık. Zirvedeyken nasıl oldu da bu kadar hızlı düştük hala aklım almıyor. Annem bir tuafiye dükkanında iş buldu. Piyano çalmaya alışkın o nazik eller, şimdi makara sarıyor, düğme satıyor, kılı kırk yaran müşterilere laf anlatmak için bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Memnun olmadığını bilsem de beni mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Bense üzerine düşen görevin farkında okuluma gidip canla başla ders dinliyordum.
Oldukça parlak bir öğrenciydim. Hocalarım benden hep takdirle bahseder, gelecekte çok iyi bir öğretmen olacağımı söylerlerdi. Öğretmen… babamın istediği gibi öğretmen olacaktım. Öğrencilerime anne şefkatiyle yaklaşacak, onlara küçükken dinlediğim masalları anlatacaktım.
Ne yazık ki kader oku bizi yine es geçmedi. Annem, bir akşam iş dönüşü sarhoş bir sürücünün kurbanı oldu. Doktorlar yürümesinin zor olduğunu söyledikleri zaman dünyalar başıma yıkıldı. Adamı mahkemeye verdiysek de her defasında para kazandı. Haksızlığa uğradığımızı söylediğimizde “Memlekette bu işler böyle yürür. Parayı veren davayı kazanır” dediler. Zamanında ülkenin en iyi avukatlarından birinin kızı iken şimdi hakkımızı müdafaa edecek bir avukat bulamamıştım. Hangi kapıya gitsem yüzüme kapandı. Dost sandıklarımız bile bize sırt çevirdi. Boşuna dost kara günde belli olur dememişler…
On altı yaşındaydım. Felçli bir annem, bitirmem gereken bir okul ve ödenmeyi bekleyen dağ gibi borçlarımız vardı. Çaresiz okulu bıraktım. Kahramanımın hayalleriyle vedalaşıp bir tekstil fabrikasında işe başladım. Kalem tutmaya hasret ellerim makinenin yağlı kollarını tutuyor, iplik sarıyor, kumaş kesiyor, dikiyor, biçiyordu. Eski Türk filmlerinin fazla acıklı senaryolarını aratmayacak hayatımızda yılmadan, usanmadan çalışıyordum. Annemin ilaçlarına, evin kirasına, kasaba, manava yoksa nasıl yetişirdim?
Mahalleli bizi severdi. Arada bir sıcak yemek getirir, halimizi, hatırımızı sorarlardı. Herkes bizim gibi yoksuldu ancak yüreklerinde kocaman bir servet yatıyordu.
Günler, yıllar böyle akıp geçti. Annem daha çok yaşlandı, ben daha çok büyüdüm. Aşkı hep izlediğim filmlerde tanıdım. Hiç aşık olmadım. Başımı kaldırıp yaşadığım dünyaya, çevreye hiç bakamadım. Şimdi yirmi dört yaşındayım. Hala on dördümde beni bırakıp giden kahramanımın düşlerinde yaşıyorum. Mücadele ediyorum.
İstiyorum ki annemde mücadele etsin benimle. Yalnız savaşmaktan yoruldum artık. Dizlerim hep yara bere içinde ama düştükçe daha sağlam kalkmayı öğrendim ben. İstiyorum ki annem de öğrensin. Uyansın uykusundan. Yine gülümsesin, yine piyano çalsın. Doktorlar yürüme şansının olduğunu söylese de annem yürümemekte kararlı. O, bu hayata verebilecek bir şeyinin kalmadığına inanıyor artık. Bundan böyle hiçbir zaman melodiler kadar güzel olmayacak ömrümüz. Biliyorum annem de babam gibi çok çabuk vazgeçti benden. Ben on dördümdeydim hem annemi hem de babamı kaybettim…
Cama daha sert vuran yağmura baktım. Hala bütün şiddetiyle devam ediyordu. Kuşlar saçaklara saklanmış, çiçekler boyun bükmüştü. Yağmurdan kaçan insanlar vardı caddelerde. Yelkovan hala akrebi kovalıyor, ömür her geçen saniye daha çok kısalıyordu. Güneş bulutların arkasında yatıyordu. Biri güneşi uyandırsın dedim içimden. Biliyorum ancak bir kahraman kovabilir bu bulutları ve getirebilir güneşi tutup kolundan. Kahramanım dediğim dönüşü olmayan bir yolculukta iken hayallerimin kahramanı ben olmalıyım artık.
Gözlerimi kapadım. Güneşe doğru yükselirken, annemin gülümsediğini hissettim kalbimde ve kulağımda babamın güven veren sesi…
“Asla vazgeçme kızım…”
Merve Çavuş
YORUMLAR
çok hoş bir anlatımdı bir solukta okuma fırsatım oldu yüreğinize sağlık sevgilerimle Bogazın kıyısından slm