- 1134 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
NUR TOPU GİBİ KIZIN OLDU!
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Adam, karısının neredeyse burnuna değecek karnında gözlerini gezdirdikçe neşeden dört köşe oluyordu. Kesinlikle erkek olacak diye geçiriyordu, içinden. Evet, erkek olmalı; neslini sürdürmeliydi. Adı bile hazırdı; Rıza. Çok sevdiği babasının adıydı. Babası da dedesinin adını vermişti kendine; Şaban! Rıza da evlendiğinde babasının adını idame ettirmek için kesinlikle Şaban adını koyacaktı oğluna. Sülalenin kurumaması için bu böyle sürüp gidecekti. Babası öleli iki ay olmuştu. Ne kadar da çok istiyordu ilk torununu görmesini. Kendi ismiyle çağırmasından, sevmesinden çok hoşlanacaktı. Elinden tutup kahveye gittiğinde; soranlara oğul balım diyecek, sandalyeye böbürlenerek oturacaktı. Bazen;” Azrail, üç beş sene daha gelmese olmaz mıydı,” diye sitem ederdi.
- Çayın yarım kaldı, yine daldın, dedi karısı Şadiye.
- Heç öylesine dalmışım işte.
İçinden geçenleri bu zamana dek hiç söylemedi karısına. Söylerse belki de üzüleceğini düşünüyordu. Kalbi kırılabilirdi. Görücü usulüyle evlenmelerine rağmen çok seviyordu Şadiye’ yi. Şadiye’nin de kendisini sevdiğine inanıyordu. Çayından birkaç fırt çekti. Mahalle fırınında pişen ekmeğin son parçasını da alüminyum tavadaki yumurtanın yağına bastırdı, küçük bir parça koparıp ağzına götürdü. Lokma ağzında eriyip midesinde kayboldu.
- Geç kalmayayım, usta gelmeden lokantayı açmalıyım.
Şadiye, kocasından erken davrandı, şiş karnıyla yer sofrasından kalktı. Sokağa açılan evin dış kapısından yolcu ederken gözlerinin içine baktı. Bu bakışlar, Şaban’ı motive etmek için muhteşem bir dopingdi.
- Güle güle, akşam geç kalma canım.
Olur dercesine göz kırptı karısına.
Şaban, kalenin eteklerine doğru hızla inmeye başladı. Her zamanki gibi lokantanın kapısını ilk açan kendisi olmalıydı. Kazanları, ocağının üzerlerine koymalı, çorbaları hazırlamalıydı. Her sabah üç çeşit çorba çıkarırdı; yayla, mercimek, işkembe. Sonrasında da bütün yemekler… Çorbaların yağını, tuzunu, suyunu, kazana koyar koymaz; diğer çalışanlar da damlarlardı içeriye. Çok geçmeden de patron’un sesi duyulurdu:
“ Günümüz bereketli olsun arkadaşlar!”
“ Şu düğün borçlarını bir ödeyebilsem, ilk işim kendime ait bir lokanta açmak ,” diye düşündü. Kafaya koymuştu. El işi meşakkatliydi. Emir altında çalışmak zordu. Sert bir bakış, kinayeli bir söz, dayak yemekten beterdi. Yeşil ırmağın üzerindeki tarihi köprüye geldiğinde; “ Hele bir oğlum olsun, neler yapacam neler,” diye içini ferah tutmaya çalıştı. Güneş, doğdu doğacaktı. Ufuktaki ışık huzmeleri, bulutların aralarından sessizce yer yüzüne doğru yayılıyorlardı. Kalenin eteklerini yalayarak yılan gibi kıvrılıp Karadeniz’e doğru nazlı nazlı süzülen Yeşil ırmağın ışıltısı, umut dağıtıyordu sanki. Sabahın ilk ışıkları düştükçe üzerine; pırıl pırıl parlıyordu yüzü.
Şadiye, kocasının ardından yer sofrasını kaldırdı; siniyi tel dolabının arkasına sıkıştırdı. Başka bir binanın yıkılırken enkazından sağlam olarak alınıp takılmış pencerenin sürgülü kısmını, yukarı kaldırdı; aşağıya düşmemesi için sabitlenen mandalın üzerine bıraktı. Yaygıyı, odanın penceresinden Yeşil ırmağın üzerine doğru çırptı. Kırıntılar, suya ulaşamadan aşağılardaki gecekonduların kiremitlerine doğru yayıldılar. Etrafı kolaçan eden kuşlar, günün ilk kısmetlerini bulmanın sevinciyle gecekonduların damlarına üşüştüler. Kırıntıları, kiremitlerin aralarından, çatlaklarından yosunlaşmış lekelerin üzerlerinden kapmaya çalıştılar. Odanın içerisinde her adımını atmasında, karnındaki bebek de aynısını tekrarlıyordu. İçindeki canlı, bir an evvel dünyaya gelmek için can atıyor, sabırsızlanıyordu. Elini karnının şişkinliğinde gezdirdi. Pencerenin dibindeki tahtadan yapılı sedire oturdu. Açık duran daracık pencere boşluğundan başını dışarı uzatıp, Amasya’nın Yeşilırmak vadisi boyunca uzanan manzarasını izlemeye başladı. Nice sonra; aklı, kocası gibi bebeğinin ismine takıldı.“ Kızım olursa Buse, oğlum olursa Baran, “ diye geçirdi içinden. Bu düşüncesini kocasına söyleyemedi. Onun; oğlan beklentisiyle yanıp tutuştuğunu hafızasına kazımıştı. Bir süre sonra içeri aldı başını. Pencereyi açık bırakıp tül perdeyi çekti. Ne de olsa yeni gelin sayılırdı. Etrafta gizlenmiş kem gözler olabilirdi. Sedirin diğer ucundaki tığları aldı, sırtına kırlenti dayayıp yarım bıraktığı örgüsüne devam etti. Bebek süveteri. Önceki ördükleri de hep erkek bebeği giysileriydi. Patik, yelek, hırka... Kocası, örülenlere baktıkça bıyık altından gülüyor, hazdan dört köşe oluyordu. İşte o zaman Şadiye, kocasının erkek için yanıp tutuşmakta olduğuna kanaat getiriyordu.
Şaban, lokantadaki işler biter bitmez yandaki manavın karpuz yığılı tezgahından sağını solunu tıklatarak karpuz seçti. Geçen seferki gibi hüsrana uğramak istemiyordu.
- Lokantaya aldıklarımız gibi kabak olmasın. Bu sefer kan kırmızısı çıkmazsa geri iade ederim, diye sitem etti.
Müşterisine güven vermek düşüncesiyle;
- Sen merak etme, hepsi de muhayyer, istersen bıçağı saplayayım, dedi manav Şakir.
Müşterisinin arkasından “ ulan sanki bu garpuzların içine ben goydum gırmızı rengi de…” diye içinden bastı kalayı.
Şaban, ırmağın üzerindeki tarihi köprüyü geçti, Kaleiçi mahallesine doğru tırmanmaya başladı. Bu mahallede doğup büyümüştü. Durdukları ev; dedesinden babasına, babasından da kendisine miras kalmıştı. İki katlı; her katında ikişer oda olan varoşların en iyi evlerinden sayılan ahşap bir yapı. Alt kattaki odaların biri, aynı zamanda mutfaklı odaydı. Bu odanın sokakla sıfır olan duvarının dışından yukarıya; hava boşluğuna doğru gittikçe daralarak uzanan baca, yemeklerin pişirildiği ocağın devamıydı. Yemekler, bu ocakta pişirilirdi. Ocağın iç duvarlarının siyah kurumu, çok daha önceleri burada odun ateşi yakıldığının işaretiydi. Şaban’a daha dün gibi geliyordu; ocaktaki ateşte çalı çırpı, odun dallarının çatırdayarak yanması… Şimdi onların yerini tüplü gazla çalışan iki gözlü milangaz ocağı almıştı. Sebze kasasının üzerine yerleştirilen bu ocak, karısı Şadiye’nin eli ayağı demekti. Annesinin çektiği sıkıntıları çekmeyecekti karısı. Çay mı, kahve mi, yemek mi yapılacak ocağın düğmesini çevirmek kafi geliyordu. Daha çok eksiği vardı ama buna da şükürdü. Buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon… Onları da aldı mı tamamdı. Hele şu düğün borçları bitsindi; gerisi kolaydı. Bir de dört mevsim hiç sökülmeyen kuzine, hazır kıta gibi bekler; pide, börek, çörek yapımında imdada yetişirdi.
Dış kapıyı tıkırdadır tıkırdatmaz, karısı Şadiye hemen karşısında belirdi. Kucağından karpuzu aldı.
- Bu sefer kan kırmızısı çıkacak, dedi Şaban, eşikten adımı atarken. Bir taraftan da; “ Hiçbir meyvenin sebzenin eski tadı kalmadı valla. Gedo mudur nedir, oynamadık yerini bırakmadılar, her şeyi bozdular, diyerek mutfaklı odaya girdi. Genellikle bu odada otururlardı. Yatmadan yatmaya bir de misafir geldiğinde diğer odaya geçerler, gelenleri orada ağırlarlardı. Kocasının karpuzu kesmesiyle uğraşırken Şadiye de yer sofrasını hazırlamaya başladı. ” Nasıl olsa lokantada bir şeyler yemiştir,” aymazlığına kapılmazdı. Lokantadan dönüşünü özlemle bekler, on-on iki saatlik ayrılık bile zor gelirdi ona. Karşılıklı oturmak her şeye değiyordu Şadiye için. Kocasının kapıdan girer girmez kokusunun içeriye yayılması, içindeki boşluğu doldurmasına yetiyordu. Güven duygusuyla daha bir farklılaşıyordu. Sabahtan akşama kadar evin içerisinde dönmekle de zaman geçmiyordu. “ Evimin direği, her şeyim, “ diye içinden geçirdi. Kocası da karısının bu özelliğini bildiğinden; akşam yemeği için geç de olsa evde birlikte sofraya oturmayı tercih ederdi. Yaygıyı her zamanki serdiği yere serdi. Üzerine un eleğini, onun üzerine de siniyi koydu. Kocasının; yemeklerden ne var demesine fırsat vermeden; yıldırım hızıyla alüminyum tencereden, geniş bir tabağa aktardı musakka yemeğini. Aynı tabağa kaşık salladılar.
- Senin gibi aşçılığım olmasa da yine de elimden bir şeyler gelir, diye kocasının yemek yapımı konusunda ustalığına övgü gönderdi.
Karpuz, yine istediği gibi çıkmamıştı. Damarları sarı ve kalın, tadı da bir tuhaftı.
– Anlaşıldı! Kabak gibi karpuz!
Kocasının morali bozulmasına gönlü razı olmazdı.
– İyi ya! dedi fısıltıyla.
- Yok yok hiç de iyi değil. Verimin artması için kabağın üzerine karpuz aşılaması yapıyorlarmış. Bunun için son yıllarda karpuzların gedosunu bozdular zaten.
- Gedo da ne demek diye saf saf sordu kocasına.
- Ne bileyim ya, lokantaya gelen müşterilerin konuşmalarına kulak misafiri olduğum kadarıyla “ genetiği “ değiştirilmekmiş.
- Ha öyle mi, dedi anlamış gibi. Genetik de neymiş, diye sormak istemedi, sustu.
Şadiye, sofrayı kaldırırken, zorlanıyordu; karnının şişkinliğinden. Şaban’ın bakışları karısının karnındaydı. Dağılıp giden düşünceleri, toparlandı; tek bir noktaya gelip çakıldılar. “ Ah bir erkek olsa.. Rıza!.. Tasalanma baba, bedenin toprakta çürüse de ismin yaşayacak! Biricik torunun Rıza, yakında geliyor! “
Biraz hoşsohbetten sonra Şaban, esnemeye başladı. Yatıp dinlenmeliydi. Gün boyu yoruluyordu zaten. Şadiye, hemen diğer odaya geçip yüklükten döşeği indirdi, yere serdi. Soyunup birbirlerine sokuldular. Bebeğin tekmeleri, babasının karnına dek uzanıyordu sanki.
- Yerinde duramıyor, sanki topçu kesildi başımıza, diye gülümsedi Şaban. İçinden yine; erkek olacak diye geçirdi.
- Doğum yaklaştı, dedi karısı ama aslında içindeki kuşkuyu ima etmişti. “ Sen evde yokken olursa, ne yaparım endişesi” vardı içinde. Şaban, karısını kollarına doladı. Nefesleri karıştı. Birbirlerine kavuşmanın, özlem gidermenin sıcaklığından çok, lokantadaki yemeklerin kokuları sinmişti Şadiye’nin tenine. Aldırmadı, tiksinmedi. Sineye çekti. Kocasının güçlü kollarına kendini bıraktı.
Ertesi sabah, yine erken kalktı. Kahvaltıyı hazırladı. Kocası hala uyuyordu. Onu bebek gibi pışpışlayıp uyandırdı. Hoşuna gidiyordu karısının ilgisi, cilvelenmesi. Sofrada gelişi güzel konuştular. Şaban,
- Kendimize ait bir lokanta açarsam değme keyfimize diye karısına başarılı gözükmenin müjdesini verdi.
- İnşallah dedi, Şadiye. Unutmadan; kapı komşularının bugün oturmaya geleceklerini söyledi. Kocası, evde de doğru düzgün misafir ağırlamaya yiyecek bir şey yok dese de Şadiye, takma kafaya bakkaldan bisküvi aldırırım çocuklara, çay da yaptım mı olur biter, dedi.
Kapıdan;“ Hayırlı işler canım, “ diyerek uğurladı.
O gün lokantada; farklı duygular sardı Şaban’ın yüreğini. Hem buruk bir sevinç, hem de tedirginlik. Bugünlerde karısı doğurdu doğuracaktı. Doğumun hangi saatte olacağını kestirmek güçtü. Kadın, gün boyu evde tek başına kalıyordu. Doğum esnasında yanında göz kulak olacak bir tanıdık da yoktu. Bir aksilik olursa ne yapardı kadıncağız? Böyle zamanlarda gerçek eş, dost aranıyordu. Yoksa normal zamanlarda ne yapsındı selamı sabahı… Düşündü; kendi tarafından kimse yoktu. Ah annesi sağ olsaydı. Kadıncağız o yaşta saçını süpürge ederdi gelini için. Babasından yıllar önce rahmetli olmuştu. Kalp krizi onu yatakta yakalamış, bir daha da uyanamamıştı derin uykusundan. İki kardeşi vardı. Onlar da kendi dünyalarındalardı. Ablası, Amasya merkeze uzak bir köyde kocadaydı. Birkaç kez haber göndermişti, “doğum olana dek gelsin kalsın ,“ diye. Ama ne gelen vardı, ne de haber gönderen. Eniştesi aksi, huysuz biriydi. Minareyi yapan kılıfını da hazırlasın diyeceğini biliyordu. Ağabeysi ise yurt dışındaydı. Gitti gideli arayıp sormadığı gibi bir kez olsun gelmemişti memlekete. Eğer duyduğu doğruysa yabancı uyruklu kadınla evliymiş.
Mahalle komşuları toparlanıp, Şadiye’nin kapıya dayandılar. On beş günde bir topluca misafirliğe gelirlerdi. Mahallede olup bitenleri, tavukların çöplüğü eşelemeleri gibi bir güzel didikleyip dururlardı. Kimin kızı sevdiğine kaçmış, kimin oğlu kimi bıçaklamış, kim hırsızlık yapmış, kim el altından orospuluk yapıyormuş, tek tek eni boyuna yapılan yorumlarla misafirlik süresi tamamlanırdı. Şadiye, gülen yüzüyle kapıyı açtı. Gelenleri, misafir odasına buyur etti. Tokalaşma, el öpme, sarılıp öpüşme faslından sonra; kimileri koltuklara, kimileri de yerdeki kilimin üzerine oturdular.
Koltukların öyküsü de çok farklıydı. Tayini çıkan bir memurdan ucuz yollu alınmıştı. Memur, lokantanın daimi müşterisiydi. Söyleyip duruyordu zaten; tayinim çıktığı zaman koltukları uygun fiyata verecem, diye. Şaban da, şaka yollu; “ ben alayım abi, “ demiş, fiyatını da cüzi bir fiyata anlaşmışlar, böylece gecekondusuna ikinci el koltukları getirmişti. Şadiye, koltuk takımın üzerine yeni aldığı pikeyi sererek, “ kullanılmış eşya “ saplantısından kurtulduğunu düşündü.
Mahallenin en sevilen, güleç yüzlü Dürdane teyzesi, koltuğa oturur oturmaz, odanın havasını hemen neşelendirmeye başladı;
- Gurklu tavuklar gibi gezip durma be Şadiye’ciğim. Otur yanımıza, soluklan biraz. Çayımızı, gayfemizi hemen içecek değiliz ya. Güneş savana kadar buradayız. Sana iş miş yaptırmak yasak. Yanında kilimin üzerine oturan genç kızları gösterek bu ferikler ne güne duruyor, keklik gibi sekerler alimallah. Bak sana yüklük olmayalım diye malzemelerimizi de getirdik. Malzeme dediği; bir gün öncesinden hazırladıkları tepsiyle getirip mutfağa bıraktıkları çökelikli pideydi. “ Çayla birlikte yemenin tadı başka “diye gürledi. Dürdane teyzenin ağzından çıkan her kelam, sanki mizah gibi geliyordu dinleyenlere. Loş odaya giren güneş gibi aydınlatıyordu her yanı.
- Aman abla, niye zahmet ettiniz. Mahcup oluyorum valla. Çökelikli pideyi getirmenize gerek yoktu, kuzinede hep beraber pişirirdik.
- O günler de gelecek Şadiye gızım. Hele sen bir şu çocuğu hayırlısıyla doğur bakalım da…
Şadiye, Dürdane teyze ile ayaküstü sohbetten sonra kapının hemen yanındaki tahta sandalyeye oturdu. Sıradan hal hatır sormaya başladı. Hiç görmedikleriyle tanıştı. Konuşmalar, mahallenin en gizli kalmış olaylarından kadınların mahrem konularına kadar uzandı. Altın dişli otuz beş yaşlarındaki Elmas, son bebeğini kocakarı metotlarıyla nasıl kürtaj yaptığını anlatıp durdu.
- Yeter artık sekiz çocuk, bu gidişle mahalledeki dişi köpekleri de geçtim. İnat ettim dokuzu doğurmamaya. Bacaklarının arasını işaret edip, ben de garıştırıp durdum sivri bir şeyle. Bir sürü ganlı parçalar çıktı, ölmekten beter oldum …
Dürdane teyze, çok bilmiş ve yine her zamanki şakacı edasıyla atıldı:
- Aşk olsun Elmas sana. Biz ne güne duruyoh. Ebeliğimizden haberin yokmuş gibi kendi kendini sakatlamışsın be cancazım.
- Utandım be abla sana gelmeye.
Dürdane, Elmas’ı bırakıp Yanında dizlerinin üzerinde oturan, yeşil gözleriyle ışıldayan, burnunun üzerindeki çilleriyle yeni ergenliğe girdiği her halinden belli olan Fatma’ ya takıldı.
- Senin yavuhlun çok sık geçmeye başladı sokaktan. Anan baban duyarsa işi kötü valla gızım!
Genç kız, kendisinden beklenilmeyen cesaretle, gülerek;
- Anam gördü bile çocuğu. Babam da zaten duymuştur anamdan, dedi. Gülüşmeler, odanın atmosferine yayıldı.
– Şimdiki zamanın gençleri bir başka valla, dedi Dürdane. Bizim zamanımızda neydi böyle serbestlik. Gıkımızı çıkaramazdık.
Şadiye, kolonya dökmek istedi misafirlere. Kalkarken hafif sendelendi. Düşmemek için direndi. Bir tuhaf hissetti kendisini. Boncuk boncuk terler belirdi yüzünde. Dürdane teyzenin gözünden kaçmadı, bu sendelenmenin gizemliliği. Yılların birikimi vardı üzerinde. Bir bakmada karşısındakinin ne ahvalde olduğunu sezinleyecek kadar deneyimliydi. Yüzündeki boncuk bonduk terler, yeni bir canlının yaklaşmakta olduğunun işaretleriydi. Kesin böyleydi. Yanılamazdı. Bu her şeyden önce çok ciddi bir konuydu. Hemen oturduğu koltuktan fırlayıp Şadiye’nin kolundan tuttu.
- Hele şöyle otur bakalım gızım, dedi, kalktığı koltuğu göstererek. Odadaki bütün bakışlar, ikisinin üzerinde odaklandı. Heyecanlandılar. Demek ki Dürdane teyzeleri bir şeyleri sezmişti. Yoksa ani hareket yapmazdı.
- Kolonya, diye mırıldandı, Şadiye. Utanıp sıkıldı. Şimdi sırası mıydı, diye içinden geçirdi.
- Boş ver şimdi kolonyayı gızım. Betin benzin solmuş. Bebek, geliyor olabilir. Yüzündeki boncuk boncuk terler, hayra alamet deel. Yanındakilere; yardım edin bakalım. Şadiye’yi hafifçe yere yatırın sırt üstü, dedi. Eteğini, kilotunu sıyırıp almadan kafalarınızı başka tarafa çevirin diye evli olmayan komşularını uyardı. Yasağa yönelmek insanın kanına yerleşmiş kanser virüsü gibiydi. Çaktırmadan Şadiye’ nin bacakları arasına bakmaya devam ettiler. Dürdane’nin tecrübeli elleri çalışmaya başladı. Doğum suyu akmaya başlamıştı bile.
– Tamam, şimdi gelecek!..
Şadiye’nin karnına hafifçe bastırarak canlının gelişini kolaylaştırmak için çatının açılmasını sağladı. Biraz daha bastırdı. Bebeğin başı göründü, baş tamamen çıktı. Dürdane teyze, işine odaklamanın heyecanıyla bebeğin kafasını çekmesiyle vücudu dışarıya çıkardı. Bacaklarından aşağıya sallayıp poposuna bir şaplak attı. Derinlerden gelen bir ses, birkaç kez odayı çınlattı.
– Ingaa!..Inga!..
Alkış tufanı koptu misafirler arasında. Gülüşmeler, sevinç çığlıkları birbirine karıştı. Candan can çıkmıştı. Kendinden bir parça. Yaşama daha farklı sarılmayı gerektiren bir sorumluluk. Birken iki oldu. İkiyken üç ve daha da artacaktı bu sayı. Kökleri toprağın derinliklerine doğru yayılıp gidecekti. Şadiye’ sevindi; gergin vücudu, gevşedi, kuş gibi hafif hissetti kendini.
- Hadi gözün aydın! Nur topu gibi gızın oldu. Allah, analı babalı büyütsün.
“Nur topu gibi gızın oldu.” Sevincini tamamlayamadı. Gülümseyen dudakları, kapandı; bakışları donuklaştı. Kocası düştü aklına. Kocasının dokuz ay on günlük özlemi, kabusa dönüşecekti. Odanın köşesindeki yüklükten döşek indirip Şadiye’yi yatırdılar. Dürdane teyze, ebeliğinin geri kalan kısmını tamamladı. Göbek kordonunu kesti. Göbeğini pamukla bastırıp bezle sardı belinden. Şadiye’nin daha önceden hazırlayıp koyduğu yerden zıbın takımını üzerine geçirdi. Bebeği, anasının koynuna yavaşca bıraktı. Anası, yavrusunun kokusunu içine çekti. Sıcaklığını ona verdi. Yön vermekte zorlandığı düşüncelerinin giriftiyle derinlere dalarken, gözkapakları yumuldu...
YORUMLAR
İlginç bir ruh hâli uyandı gözlerimde. Sayfaya girdiğimde başlığı okuyordum ama akıl başka yerde olunca dalmışım öyle. Sonra okurken kız mı erkek mi olunca mesele hatırladım:
"nur topu..."
diyordu yazar başlıkta. "kızın oldu" .. Devamını o zaman okudum ve hiç soluksuz ara vermeden başımı çevirmeden okudum. İnce ayrıntısına pek değinmeden söylemek istiyorum:
"çok başarılı bir öykü, kaleme alınan konu; kullanılan üslûp yer yer değinilen toplum tabuları vs. kutluyorum, öykü yakışıyor kaleminize.
Arada birkaç cümle nasıl demeli, sinirlerim.. yok o denli ağır olmasa da okurken rahatsızlık uyandıran birkaç cümle vardı ve bunları burada yazmak gereksiz çünkü yazar neyi kastettiğimi anlamıştır, eminim. Bu türlü cümleleri yazında , edebi eserlerde kullanmak ne derece doğrudur bilemem ama kendimin doğru bulmadığını dile getirebilirim. Devamını korkarak okudum çünkü, daha kızarır mı acaba diye yüzüm. Yazar okurun söylediklerini dikkate alacaktır diyorum.
Bunun dışında gayet başarılı bir yazı. Bir an bitmese dedim keşke. İmlâ ve noktalamada gösterdiğiniz hassasiyet için de teşekkür ediyorum kendi adıma, çok başarılı . Evet başarılı bildiklerinizi baştan savma bir yöntemle aktarmadığınızı görüyoruz ama minik bir yazım hatası var. Hızdan olabilir belki ya da bu kalabalığın içinde dikkatinizden kaçmış olabilir.
“Yüzündeki boncuk bon*duk terler, yeni bir canlının yaklaşmakta olduğunun işaretleriydi..”
“boncuk boncuk” ikilemesi var ya hani burada ona bir daha bakalım mı. Yazıdan olduğu gibisini aldım.
Bugünü böylesi güzel bir çalışma okuyarak geçirmek site içinde ne güzel. Ve hep okumayı diliyorum öykülerinizi, bu da paylaşımlarınız artarak devam etmeliye dilektir bir nevi.
Hürmetle..
Tekrar hoş geldin Ayhan Bey, Ben de Aynur'a katılıyorum; Neden erkekler erkek çocuk diye diretir anlamış değilim. Kız çocukları ana- babaya düşkündür. Belki erkekler de öyledir ama ben pek görmedim etrafımda.
Yazın güzeldi; güldürürken düşündürdü de...
Tebrik ederim, selamlar...
Kurban olurum kızı verene de oğlanı verene de...Sağlıklı olsun yeterki...Ama kız gibisi asla yok. Beyler alınmasın ama anaya babaya vefalı kızdır...
Uzun bir aradan sonra dolu dolu bir hikayeyle merhaba demişsin bize Ayhan Abi. Seni yeniden okuduğuma sevindim.
Kutluyorum. Saygılar.