- 1360 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Zulüm Anlatısı: Gelecek Uzun Sürer!
"Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?"
(Cesare Pavese)
Ölümlerin kol gezdiği bir dünya burası! Sorgulanamaz bir işgale tanık zihinler. Ölümler ile yapılandırılmış bir kurgusal atmosfer, hayatı bir kelebek narinliğinde tek gün uzunluğunda yaşamak ve uzun uzadıya tanıklık etmek o boşluktaki biçimsiz uyuma. Kazanımlarımız vardı bizim uğruna faili meçhul ölümler verdiğimiz, bir sevdamız vardı! Söylediklerimizi anlamlı kılan… Söylenecek o kadar şey var ki bunu ifade etmek yetenek işi değil, bazen tek bir cümlede ya da tahmini imkânsız bir imgede saklı… Gelecek uzun sürer, uzun sürer gelecek…
Aslında yakın olan bu uzaklığı “uzun” bir süreç olarak ifadelendirilen bir çözümü ve özgürlüğü barındıran “gelecek” tasviri. Aynı zamanda o kadarda basit ki istenen şey, bir kırılganlıkta hissettiriyor “gelecek”e yüklenen anlam “Hakikati araştırma komisyonları”, “faili meçhullerin çözülmesi”, “anadilde ağıt” … Oysa bu olmamalıydı geleceğe yüklenen!
Hayallerimizi çaldılar bizim, geleceği bir kısım zümrenin koyduğu yasakların kalkmasıyla tasvir edişimiz bundandır. Bunun bile “uzun süreceğine” inanışımız bundandır…
Meselemiz olan bu sorunu görmek istemeyip, hep üzerini örttük. Ama o ağıtları dinleyip duygudaşlık kurdukça, birlikte ağıt yakmaya giden bir süreç gerçekleşirse meselenin de üzeri örtülmemiş olur. Özcan Alper, ‘Gelecek Uzun Sürer’de ağıtların peşinden Diyarbakır’a giden Sumru’nun hikâyesini anlatıyor, geçmişi, bitmeyen savaşı, kayıpları, travmaları...
Sonbahar filmiyle bir hayli beğeni toplayan Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” filmi uzun süredir bekleniyordu. Kısaca, karşımızda dik ve cesur bir filmin olduğunu söyleyebiliriz.
Özcan Alper, 1975 Artvin doğumlu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992–1996 arası Fizik, 1996–2003 arasında Bilim Tarihi okumuş. Son olarak çeşitli medya yayınlarına verdiği demeçlerden de olayı salt hamasi kaygılar üzerinde görmediği çok açık belli oluyor bu da çektiği filmlerin aslında “bizden” yanının nereden geldiğini açıkça gösteriyor.
18. Adana Altın Koza Film Festivalinde SİYAD Ödülü, Yılmaz Güney Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Görüntü Yönetmeni ve En İyi Müzik dallarında beş ödül almış olan film konusu itibariyle de muadillerinden kaliteli ve Kürt sorunu gibi ağır bir konuyu, asla ajitasyona, didaktizme kaçmadan, büyük sözler söylemeden masaya yatırıyor. Kurmaca ve gerçek görüntüleri birleştirerek hikâyeleri belgeliyor bir anlamda. Aynı zamanda filmin görsel kalitesi de görmezden gelinmeyecek kadar iyi.
Başrollerini Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan ve Osman Karakoç’un paylaştığı filmde, doktora yapan Sumru’nun ağıt araştırmaları için Kürdistan’a yaptığı yolculuk anlatılıyor. İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına Kürdistan’a yolculuğa çıkar. Karekter aynı zamanda bu yolculuğunda kendi gerçekliğinden de kaçmaktadır. Bu durumu filmde Yaşar Kemal’in “Keşke tüm ağıtlar kendi dilinde okunsa” sözü üzerine gerçekleştirdiğini ifadelendirir.
Acının başkenti Amed’in kuytuluklarında saklı olan güzelliklere tanıklık eder Sumru, elinde ses kayıt cihazı ile sokak aralarını dolaşmaya başlar. Koşuşturmacalar, yün temizleyen teyzeler, demirci dükkânları filmde Ahmet’in dediği gibi; Sumru aslında Amed’de “Macara”ya çıkmış biri. Kendi gerçekliğinin arayışı içerisinde, yüzü her zaman hüzünlü… Faili meçhuller ve 90’ların o kirli yüzü o kadar doğal ajite edilmeden filmde işlenmiş ki, bir panzere çamurlar içersinde yerleştirilmeye çalışılan çocuğun içinde bulunduğu durum ve faili meçhullerin resimleri önünde anlatılan tanıklıklar gerçekliğin uzun sürecek bir geleceğe kurban verilişi… Sumru’nun kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.
Film’de Sarkis Seropyan ( Anto Dayı)’dan da bahsetmeden olmaz. Diyarbakır kuytularında harabeye dönmüş bir Ermeni kilisesinin bekçiliği yapmakta Anto Dayı… Sumru ile yolları burada kesişir ve daha ilk dakikalarında Anto Dayı yüzünde ki hüznün sebebini belirtir Sumru’ya… “Sende benim gibi yanlızmısın…?”
Sumru kişisel olarak yaşadığı şeyin üstünü örtmüş. Geçmişle yüzleş(e)meme böyle bir şey aslında. Ama yavaş yavaş başkalarının acısına baktığında, kendi acısıyla da, ağıtını dillendirmeye çalışıyor. Biz de aslında görmek istemediğimiz şeylerin üstünü örttük meseleyi hep görmek istediklerimiz üzerinden değerlendirdik nasıl görmek istiyorsak onu düşledik ama bu doğru değil. Filmde Sumru’nun yaşadığı gibi O ağıtları dinleyip empati kurdukça, birlikte ağıt yakmaya giden bir süreç gerçekleşirse meselenin üzeri örtülmemiş olur. Ve tıpkı kişisel travmalarda olduğu gibi onunla yüzleşerek yeni hayata başlayabiliriz. Türkiye için de bu böyle. Hem Kürt meselesi hem de yüzyıllık diğer meseller için de. Her sorunun üstü örtülüyor. Sistem böyle kurdu kendini. Sistemin kendi travmaları da var. Tek tipleştirme, ulus-devlet mantığı. Bu bir travmadır ! Sadece yok olanlar açısında değil inşa edilenler açısından da. Bunlar hep üzeri örtülerek daha da arttı, büyüdü.
Kürt meselesinin kökleri, belki de yüz yıla dayanan, tek ulus, tek millet üzerine kurduğumuz bir devlet yapısında halklar gerçeğine işaret ediyor ve bir güvenlik meselesi değil. Ciddi bir irade, bu Kürt tarafında da öyle, meselenin artık siyasetle çözülebileceğini, şiddetin artık bitmesi gerektiğini ifade ediyor. Böyle bir ortamda, bu filmi AKP’den biri ya da Başbakan bile izlese ‘bu, bir güvenlik meselesi değil’ der. Güvenlik meselesi olarak baktığında filmdeki durumlar ortaya çıkıyor. Binlerce boşaltılan köy, 17500 kayıp, telef edilen hayvanlar… Peki, bunlar meseleyi çözdü mü? Çözmedi. KCK’ den içeriye alınan Fırat Anlı’nın ; “Bu mesele şimdi çözülmeli, eğer bizim kuşakta çözülmezse çok daha tehlikeli bir boyuta gelecek, çünkü daha sonra çözülse bile siyaseten, her iki halkın birlikteliği çok zor olacak, çünkü ciddi anlamda duygusal bir kopuş başladı” diyordu. Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi şiddeti hiçbir şekilde savunmayacak, tam tersine sadece siyaset akademilerinde ders verecek insanların tutuklanması bana 90’larda insanların bir gece götürülüp kaybedilmelerini hatırlatıyor. Şimdi kaybedilmiyorlar, hapse atılıyorlar. Ama tabii bir şekilde kaybediliyor insan öyle de. Ama akıl ve sağduyu, barış duygusu öne çıkar, bir anda başka yöne yol alırız umarım…
Film aslında biraz bu yöne hitap eden (akla, vicdana) izlenmesi gereken önemli bir film…
Umut İslam Ayar
Kaynak : Özgür Üniversite’li Dergisi sayı 10-11
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.