rıhtımda otel odasında
Saat 02.00’yi biraz geçiyor. Yazmaya ara verip bir sigara yakıyor ardından pencereyi açıyorum. Soğuk rüzgar odamın ırzına meraklı. Rüzgarı kim durdurabilir ki? Ben de ses etmiyorum.
Bir süre karanlık sokağı dinliyorum. Kar iyi yağmış bu gece. Birkaç kedi köşeyi tutmuş bekliyor. Derken bir taksi duruyor otelin önünde. İçinden bir adam ve hoş bir sarışın iniyor. Adam başını yukarı kaldırınca gözgöze geliyoruz. Elimle selamlıyorum. Hergele oralı bile olmuyor. Bende olmazdım ya. Yanındaki sarışının etkisinden olmalı...
Ben üçüncü katta 12 numarada kalıyorum. Son üç aydır idareli yaşıyorum. Bir yıl önce dizilere senaryolar satan, iyi kazanan bir yazardım. Ancak bu işlerin garantisi yok. İşte şimdi Kadıköy’de bir otel köşesindeyim. Talihe ihtiyacım var.
Evet, talih! Bu aralar biraz yüzüme gülüyor gibi. Bir gün önce İstanbul yarışlarından handikap koşuda, ikiliden iyi para kaldırdım. İki aylık oda kiramı ödedikten sonra iki şişe vat69 aldım. Beni birkaç gün idare eder sanıyorum. Bu düşünceleri bırakıp pencereyi kapatıyorum. Büyük bir yudumdan sonra yatağa uzanıyorum. O an tıklanan bir şey duyuyorum. Zayıf ve isteksiz. Biri kapımı yokluyor. Burada böyle şeyler pek olmaz.
Bir elin parmak sayısını geçmez yani. Gidip delikten bakıyorum. Kapının diğer tarafında bir kadın duruyor. Tanıyorum onu, her ne kadar hiç konuşmamış olsakta tanıyorum. Altı numarada kalıyor. Adı Suzan ve bir fahişe. Mesleği yani. Bir fahişeyle aynı binada oturmanın benim için sakıncası yok. Üç ay kaldığım sürede iki ya da üç kez gördüm onu.
Açıyorum. Bir süre konuşmadan bekliyoruz. Sonra içeri alıyor kendini. Ben de eşlik ediyorum peşinden. Orta boylu dolgun bir kadın. Dudağının hemen üstünde beni var. Beyaz tenli, güzel yüzlü kadın. Otuzundan fazla olmalı. Üzerindeki yeşil elbiseyle öylece yalınayak yürüyor halı üzerinde. Sonra yatağa oturuyor. Bende pencereye dayanıyorum.
-“Sigaran var mı?” diye soruyor.
Paketi uzatıyorum. Sigarayı dolgun dudaklarıyla kavrıyıp derin bir nefes alıyor.
-“Bu saatte sigarasız kalmak berbat birşey. Hele orospuysan.”
-“Neden resepsiyona aldırmadın?”
-“Bırak o piçi.” dedikten sonra ekliyor “Beni götürmekten başka düşündüğü şey yok.”
-“Neden bana geldin?”
-“Sen onlar gibi değilsin. Bu otele yerleştiğin üç ay boyunca kapımı herhangi aptal bir bahaneyle hiç çalmadın.”
-“O kadar oldu mu?” diyorum ve gülüyoruz.
-“Ooo viski içiyorsun. Para gani?”
-“Sadece şanslı bir gün o kadar.”
Birer kadeh dolduruyorum. İyi içiyor. Büyük yudumlarla. Kız kuruları gibi kedi diliyle değil.
-“Kaç yaşındasın?” diye soruyor.
-“Zaman, sayılarla ölçemiyceğim kadar büyük. Ama yaklaşık bir rakam istersen, 35.”
-“Daha genç gösteriyorsun. Senin gibi birinin bu fare deliğinde ne işi var?”
-“Yaşamaya çalışıyorum.”
-“Gençsin, bas git burdan. Güneye git. Yanakları kırmızı, doğurgan kasabalı bir kız bul. Ve çocuk yap.” dedikten sonra şuh bir kahkaha atıyor, ardındanda ekliyor:
-“Burası ölümün evi. Gün geçtikçe bizi avlıyor.”
-“Nasıl yani?”
-“Üç numaradaki adamı hatırlıyorsun. Geçen hafta öldü. Zavallı ihtiyar üç çocuğu var ve hiçbiri onu istemedi. Cenazesini odasından otel görevlileri çıkardı. Sonrada yağmaladılar adamın eşyalarını. Orospu çocukları. Ölülere saygıları bu kadar işte.”
-“Keşke yarısını yaşayanlara gösterseler.” diyorum.
-“Sıra kimde? Önemli olan bu.” diyor.
Birer sigara daha yakıyoruz. Sonra yatağa uzanıyoruz. Güzel kokuyor. Aklıma yaptığı işi gelmiyor. Beyaz tenine bakıyorum. Yüzüne, ellerine, saçlarına, elbisesinin yırtmacından görünen mükemmel baldırlarına… Oysa hiç orospu gibi durmuyor. Otobüste trende veya kalabalıkta okadar sıradan kalır ki… Sevgilinize, kuzeninize, iş arkadaşınıza, ilkokul öğretmeninize, herhangi bir kadına benziyor.
Hatırlıyorum, çocukluğumda mahallede iki kız kardeş vardı. Onlara orospu derlerdi. Büyüdüler ve gerçekten de oldular. Belkide toplum kendi karakterlerini yaratan senarist ya da yönetmendir. Mühendis, doktor, öğretmen yetiştirdiği gibi orospusunu da yetiştiriyor…
-“Ya sen. Sen neden gitmiyorsun? Bu işi…yani…” diye soruyorum fakat cümlemi tamamlamaya utanıyorum.
-“Orospuluğu neden bırakmıyorum öyle mi? ” diyor.
Cevap vermiyorum.
-“Ben cevap veriyim.” diyor ve devam ediyor:
-“Bir çarkın içine girersen o parçalardan biri olursun ya da o parçalar tarafından ezilirsin. Sayısız insan gördüm. Gündüz efendi, toplum içinde saygın işi olan erkekler, gece olunca gelip altlarına çocuk bezi bağlamamı isterler. Kimisi de üzerine işememi ister. O kadar sapık var ki güneş onları farketmemizi engelliyor. Sana aklına gemiycek hikayeler ve fanteziler anlatabilirim.”
-“Boşver.”diyorum.
Derken gözü kitaplarıma kayıyor.
-“Ne çok kitabın var hepsini okudun mu?”
-“Sayılır.”
-“Lanet olsun, gözümü yoruyorlar.”
-“Sen okur musun?”
-“Şaka mı yapıyorsun?” diyor ve sessizliğe susuyoruz…
Saat üçü geçiyor. Viski neredeyse bitmek üzereyken sokakta geceyi delen bir ses yankılanıyor. Bağrışmalar ve kırılan cam sesleri. Ardından birkaç el silah sesi. Cama çıkıyoruz hemen. Birileri yardım istiyor, başka birileride yardım isteyenlere küfrediyor. Buralarda her ses, her kavga olaydır. Sadece pencereye çıkar izlersin. Kimse kimseye yardım etmez. Ve içeride olduğun için kendini şanslı hissedersin. Derken mavi üniformalarıyla süper kahramanlar gibi polisler geliyor ve ortalık yatışıyor.
Alt katın penceresinde otele giren adamı ve sarışın kadını görüyorum. Bu kez çıplak. Adamla göz göze geliyoruz tekrar ve el sallıyorum. Fakat hergele yine görmezden geliyor beni ve içeri giriyor.
Bir saat daha içiyoruz. Ve güneş doğmadan önce sızıyoruz.
Sabah uyandığımda Suzan’ı bulamıyorum. Birkaç hafta boyunca da hiç görmüyorum onu. Bir akşam yürüyüşünden döndüğümde resepsiyondaki adama soruyorum suzan’ı.
-“Öldü.” diyor.
İntihar. Uyku haplarıyla. Hiçbir şey söylemiyorum. Doğruca odama çıkıp eşyalarımı topluyorum. Fazla birşeyim yok zaten. Hayatım valizimden az yer tutuyor. Ve ayrılıyorum rıhtım otelinden. Kalsaydım sıra kime gelirdi hiç bilmiyorum…
Dar sokaktan ana caddeye, oradan vapur iskelesine gidiyorum. Bilet alıp vapura biniyorum. Beşiktaş iskelesine hareket ediyoruz. Dışarıda oturuyorum. Benimle birlikte birkaç kişi daha var soğuk güvertede.
Ve martılar, üzerimizde kusursuz biçimde uçarken güneye gitmeyi düşünüyorum. Her ne kadar Suzan söylediğinde saçma bir fikir gibi gelsede şu an mantıklı görünüyor.