- 651 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEBEK AĞACI
Minicik bir el çıkıyordu ağacın dalından. Üç parmağı görünmeye başlamıştı bile. Geri kalan iki parmak ise katlı bir biçimde hala dalın içerisindeydi. Rengarenk yapraklar sarmıştı etrafını. Adam gördüğü manzara sonrasında elini ağzına götürdü. Avazı çıktığı kadar bağırmak istiyordu. Olduğu yere çömeldi. Bir süre herketsizce izledi onu. Hiç canlı gibi gelmiyordu. Gözlerini ağaca dikmişti. Kalınlaşıp inceldiğini gördü. Ağaç nefes alıyordu. O zaman bebekleri de canlı olmalıydı. Doğruldu. Etrafı kontrol eden gözlerle sarkık duran dala doğru ilerledi. Sağ elini avucunun içinde avuşturuyordu. Sırılsıklam olmuş avuçları ve terli parmaklarını korkarak dala doğru uzattı. İlk dokunduğu anda hiçbirşey olmadı ama sonra bilincini altüst eden gerçek yaşanmıştı. Tek minik parmağını kanca şekline getirip adamın elini tutmuştu bebek. Adamın nefesi kesilmişti. Kesik kesik soluyordu. Korkmuştu. İlk çocuklarıydı ne de olsa. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Nazikçe elini çekti kırılgan parmaklardan ve içeriye doğru koşmaya başladı...
Bebek ağacı...
Kendi çocuklarını ağaçta yetiştirmeye karar verdiklerinde adam ile kadın daha çok gençti. Üniversite yıllarından başlayan bir hayaldi. O zamanlar bu öylesine ütopik bir düşünceydi ki gülüp geçiyorlardı. Ya? Demişti kadın. Ve bir süre sonra da bu düşünceye kendini çok fazla kaptırmıştı. Artık bundan başka birşey düşünemiyordu. Adam sessiz ve nazik biriydi. Sevgilisini sonra da karısının hiç ikiletmedi. Ne dediyse yaptı. Gece gündüz çalıştılar,yıllarca... Evlerinin bahçesini tarıma uygun hale getirdiklerin de ise yetiştirme işlemleri artık başlamıştı. Artık birer çiftçilerdi. Ve görüldüğü üzere bu tarımdan çok iyi anladıkları bellliydi, kanıtlıydı. Kanıtları ağacın dalındaydı...
İçeriye koştu. Doğruca yatak odasına yöneldi. İkisi de uzun süredir uyuyordu. Karısını uyandırmak kolay olmadı. Kadın iki yumuk gözle adama bakıyordu. Beyninin tam açıldığı söylenemezdi. Adam durmadan bahçede gördüklerini anlatıyordu. Kadın ise belli belirsiz kelimelerle adama karşılık veriyordu. Sihirli sözcükleri kadın adamın dudaklarında seçti ve aldı; bebek, bahçe, ağacımız, orada, başardık, yaşıyor.... Kadın anladığında adamı omzundan yakaladı ve durumu onaylattı. Heyecandan ne yapacağını bilemedi. Kalktı ve sadece koştu. Bahçeye çıktığında uzaktan görmüştü minik dalı. Orada durdu daha fazla ilerleyemedi. Adamda gelmişti şimdi. Arkadan kadını kavradı. Boynunu öptü. Kadın faltaşı olmuş gözlerle adama döndü. Bu gerçek mi? Diyordu. Adam gözkapaklarını hızlıca iki kere kırptı. Kadının omuzlarından tutup küçük bir itme kuvveti ile ağaca yaklaştırdı. Kadın bebeğini dalda görünce gözyaşlarına hakim olamadı. -Annen burada sevgilim- demişti kadın sümüklü sesiyle. İlk anne sözleriydi bunlar. Karı koca birbirlerine sarıldılar...
-Böyle düşünmemiştim ben- dedi kadın. Evet böyle düşünmemişti. O, ağacın dalında bir damla şeklinde duran ve içinde minyatür bir fetüs olan rahim beklemişti. Şeffaf bir zarla örtülü olacaktı. Sürekli izleyebileceklerdi. Bebeklerinin kendi gözleriyle büyümesini görebileceklerdi. Aslında bu kadının hayaliydi. İstediği ve olmasını beklediği şeydi. Çocuk tarımını ilk defa Japon bir ihtiyar bilgeden öğrendiklerinde onlara herşeyi anlatmıştı. Çocuk daldan parça parça çıkacaktı. İlk belirimden sonra ise anne ve babayı bekleyen zor bir süreç geliyordu. Çocuğu düzgün yetiştirmeleri gerekiyordu. Işık, sıcaklık, nem herşeyi kontrol etmek zorundaydılar. Ve özellikle de tehlikelerden korumaları gerekiyordu. Bebekleri başkaları için enfes bir kahvaltıya dönüşebilirdi. Hasat mevsiminin geldiğini ise göbek kordonunun çıkışında anlayacaklardı. Dala bağlı olan kordon çocuğu elma gibi aşağıya sarkıtacaktı. İşte o an dalından koparabilirlerdi onu.
Sessizce çocuklarını izlediler. Adam kadının ellerini sıkı sıkıya tutuyordu. İkisi de çok mutluydular ve hayallere dalmışlardı. Kadın çocuğunu dalından aldığı gibi kucaklamak istiyordu. Adam ise biran önce büyüse ve -Baba- dese diye düşünüyordu.. O ilk -baba- sözcüğünü duymak için çıldırıyordu. Sessizliği ilk bozan adam oldu. Kadın neredeyse çırılçıplaktı. Üzerine birşeyler giymesini istedi. -Çocuğumun annesinin hasta olmasını istemiyorum- dedi. Birbirlerine aşkla bakıp duruyorlardı sakin ve düşünceli adımlarla içeriye ilerlediklerinde. Meyveleri vardı artık iki genç aşığın. -Adam hazırlıklara başlamalıyız- dedi merdivenlerden çıkarken. Kadın dudaklarını buruşturup endişeli bir tavırla adamı onayladı. Zor bir süreçti bu ne de olsa...
Bir karabasanın ortasında hiç bağıramamak. Bilincimi hiç yitirmedim ölümün kıyısına geldiğimde. Ne bir tünel vardı ne de bir ışık. En kötüsü de buydu işte. Herşeyin sonuna geldiğimde, sessizliğe sarılmak istediğimde ve ebedi uyku özlemimde başıma gelmesini istediğim en son şeydi. Herşeyi duyuyordum. Herşeyi işitiyordum. Onlar öldüğümü düşünüyorlardı ve sürekli bundan bahsediyorlardı. Olup bitenin farkındaydım ama herşey biraz deforme olmuş gibiydi. Düşlerde olurya hani belli belirsiz, boğuk ama bilirsiniz..
Gerçek yaşamda yaşanılan karabasan kısa sürer. Küçük bir çırpınış, kısa bir sessizlik ve bağırmaya başlayıp uyanırsınız. Saatler geçmiş gibidir ama toplasan bir dakika. Ölümün kıyısında, bağırıp uyanamadan yaşadığınız bir karabasan düşünün, boyut değiştirdiğinizi bilirsiniz ama uyanamazsınız.
Ölmekten hiç korkmadım bende. Ama şimdi korkuyorum. Şuan korkuyorum. İnsanın öldükten sonra canlı kaldığı düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum. Ölü olmak sonsuz bir karabasanı yaşamak demek? Uyanamamak? Bağıramamak? Ölüm düşüncesinin yanında diğer tüm korkular boş belki de... Acı çeken bedenimi düşünmekten korkuyorum. Onlar da korkuyordu. Bağıramıyorlardı. Bebekleri de korkuyordu. O da ağlayamıyordu... Sadece ölümün kıyısında beraberlerdi...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.