KARA KELEBEKLER
O vakitler yaşlı değil, yirmi beş yaşındaydım. Bodrumda tur rehberliği yapıyordum. Sezon kapanmak üzereydi. Turistler azalmış, yağmurlar başlamıştı.
Bir gün Bodrum Kalesi’’nin hemen yanındaki parkta bir kız gördüm. Bebek yüzü pislik içinde, saçları toz toprak ve güneşten kupkuru olmuş, kaparmış ve dağılmıştı. Kıyafetleri delik deşikti. Rengi solmuş kırmızı bir şortla gri, yakaları ve etekleri parçalanmış t-şört giyiyordu. Ayaklarında modası geçmiş ucuz bir terlik vardı. Perişan haldeydi. Dilenciye benziyordu.
Turist kafilesini daha yeni gönderdiğimden hem soluklanmak hem de kızı daha yakından incelemek için karşısındaki banka oturdum.
Doğrusu duş alıp temiz elbiseler giyse ortalamanın çok üzerinde güzelliğe erişebilirdi.
Beni henüz fark etmemişti düşünceli düşünceli yere küçükçe dal parçasıyla bir şeyler yazıyordu.
Önünden geçen turist bir çifti görünce inci gibi, yüzünde adeta parıldayan dişlerini göstererek gülümsedi ve turistlerle konuşmaya koyuldu. Mesafe dolayısıyla ne dediklerini duyamıyordum ama Hans’ın ve Helene’in sohbetten keyif aldığı belliydi. Birkaç dakikalık sohbetin ardından sarışın kadın çantasından beş lira çıkarıp kıza uzattı. Kız da hiç utanmaksızın turistlere gülücükler saçarak parayı aldı ve onları uğurladı.
Ardından bir sigara çıkarıp aceleyle yaktı. Bir an göz göze geldiysekte beni umursamaksızın başını yere eğdi ve dal parçasını alıp yazmaya koyuldu. Çözümsüz bir matematik problemiyle uğraşırcasına dikkatliydi.
Sigarası bittiğinde bankın altından daha önce fark etmediğim siyah, derisi soyulmuş bir çanta çıkarıp koluna taktı ve Bodrum Kalesi’ne doğru hızlı adımlarla yürüdü.
Arkasından baktığımda diri kalçalarının beni heyecanlandırdığını hissettim.
Güneşin son ışıkları düşüyordu; hava kararmak üzereydi. Kızın arkasından gitmekle ve evime dönmek arasında kaldım.
Ayağa kalkıp hızlı adımlarla kızı takip ettim. Her adımımda vücuduma adrenalin pompalanıyordu. Daha önce hiç kimseyi takip etmemiştim.
Az evvel turistten aldığı beş lirayı müze görevlisine uzatması beni hayli şaşırtmıştı. Ben de bir bilet aldım ve takibime devam ettim. İçimden “Ne tür bir mahluksun ki dilendiğin parayla müzeye giriyorsun?!” diyordum.
Her heykelin, topun, kılıcın ya da takının önünde durup uzun uzun inceliyor, çantasından çıkardığı deri ajandaya notlar alıyordu. İlk bakışta kızın okuma-yazma bildiğinden bile şüphe ederdiniz ama not aldığı yazıya bakınca bilmediğim bir alfabeyle karşılaşmak beni bozguna uğratmaya yetti.
Merakım istemsizce dudaklarımdan döküldü: “Affedersin, neyce yazıyorsun?”
Yüzüme bile bakmadan “Neyce mi?” gülümsedi “Rusça” dedi.
“Rus kökenli misin?”
“Çince de biliyorum, aynı soruyu soracak mısın?”
Bir şey diyemedim. Kıza karşı merakımın daha da artmasına rağmen bir centilmen gibi davranmalı ve incelemelerine rahatça devam etmesine izin vermeliydim.
Her zaman kibar olmuşumdur. Hatta bir sır vereyim, o güne dek hayatımda hiç küfür bile etmemiştim.
Dışarı çıkıp aynı banka oturdum. Telefonuma şirketten mesaj gelip gelmediğine baktım. Ertesi sabah altı buçukta hazır olmamı istiyorlardı. Efes’e gezi vardı. Mesajı “Onaylandı” yazıp cevaplandırdım.
Yaklaşık yirmi beş dakika sonra kız da müzeden çıktı. Hava artık kararmıştı. Kafasını bir an bana çevirdi. Gözlerini üzerimde hissediyordum. Bakışlımla karşılık verdim. Yönünü değiştirip doğruca bana yürüdü ve kişisel alanıma girip gizemli ses tonuyla “Beş liraya benimle yatar mısın?” dedi.
Ne cevap vereceğimi bilemedim. Konuşamadım ve bocalayıp şaşırdığımı görünce “Hadi ama,” diyerek t-şörtünü sıyırıp küçük göğüslerini ortaya çıkardı. Heyecanla önce göğüslerine sonra etrafıma bakındım. Bir gören olabilir küçük iş dünyamda rezil olabilirdim. “İndir t-şörtünü,” dedim ama fena halde tahrik olmuştum.
“Eee, ne diyorsun? Benimle yatacak mısın?” dedi.
“Imm, bilmem.” Yanıtım küçük bir kahkaha koparmasına neden oldu. “Ergenliğe yeni girmiş çocuk gibi davranıyorsun.” dedi. Bu sözü vücudumda soğuk duş etkisi yarattı. Utanmamış ama kızın karşısında kendini küçülmüş hissetmiş ve kızmıştım. Ve her nedense kulaklarımın yandığını, yüzümün seğirdiğini fark ettim.
“Tamam,” dedim. İçimden “Şimdi gününü görürsün sen.” diyordum.
“Öyleyse beni takip et,” diyerek parkın içlerine, kuytu bölgelerine doğru yürüdü. Çevremde beni izleyen kimse var mı diye şöyle bir bakarak arkasından yürüdüm. İçimde müthiş bir öfke oluşmuştu ve tüm öfkemi ondan çıkaracaktım.
Ağaçların arasından yola döndüğümüzde kız çantasını düzelterek “5 lira demiştik değil mi?” diye konuştu. Para aklımdan tamamen çıkmıştı. Cüzdanımı çıkarmak için elimi cebime attığımda iki pis parmağıyla burnuma sokarcasına beş lira uzattığını gördüm.
Şaşkınlıkla “Ne demek şimdi bu?” dedim.
“Beş lira dememiş miydik?”
“Ama parayı ben verecektim.” Sersem bir tavuğun gıdaklaması gibi konuştum.
“Öyle bir şey konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Beş liraya benimle sevişir misin dedim ve sen de kabul ettin.”
“Saçmalama, beş lira için senle niye sevişeyim.”
“Beş lira için senle ben mi seviştim yani?” bir kahkaha kopardı “Al şu parayı. Ne o, kendini aşağılanmış ucuz bir orospu gibi mi hissettin? Ben beş liraya senle yatınca aşağılanmış olmuyorum da sen mi oluyorsun?”
Ne diyeceğimi bilememiştim. Haklıydı. Beş lira sigara param bile etmezdi. “Ama,” dedim.
“Hadi al şunu, bana ileride teşekkür edeceksin.” diyerek parayı burnuma değdirdi. Ben de bir şey diyemeyerek aldım. Tam olarak alabora olmuştum. Beş liraya baktım ve acı acı gülümsedim. Değerim bu mu dercesine baktım kıza. O da gülümsedi.
“Üzülme,” diyerek sırtıma vurdu. “İleride değerin artar. Önce tecrübe kazanmalısın.”
“Yeterince tecrübem var,” dedim. Dalga mı geçiyordu benimle yoksa ciddi miydi kestirmeye çalışıyordum.
“Bundan eminim,” dedi “Onca süre boşalmaksızın seks yapmak her baba yiğidin harcı değildir.”
Gülümsedim. “Pekâlâ,” dedim “iki dakikadan fazla sürmemiş olabilir ama yine de iyiydim değil mi?”
“Harikaydın. Ama keşke kindar olabilseydin öfken çok çabuk sönmeseydi.”
Basbayağı makara geçiyordu. Öfkelenip, “Şimdi gösteririm sana,” diyerek peşinden gidişimle dalga geçiyordu.
“Aç mısın?” dedim. Aklıma gelen ilk şeyi söyledim.
“Kazandığın parayla bana yemek mi ısmarlayacaksın. Çok şekersin! Evet, açım.”
İçimden bir küfür koyvermek geliyor ama kendimi tutuyordum.
En yakınımızda, bankın hemen sol çaprazında seyyar kokoreççi duruyordu. “Kokoreç yer misin?”
“Bayılırım kokorece,” dedi.
“Şahsen kokusunu sevsem de hiç tadına bakmadım. Neyden yapıldığını düşündükçe kusasım geliyor.”
“Eşek ne anlar hoşaftan.”
“Terbiyeni bozma lütfen.”
“Sen ne muhallebi çocuğu çıktın böyle”
Yanıt vermedim. Haklıydı kız; muhallebi çocuğunun tekiydim.
Kokoreç ve ayranı alıp döndük. Bankımıza oturduk. Dudakları ayran beyazlığında ne iş yaptığımı sordu. Kısaca anlattım.
“Boktan bir iş yani…” dedi.
“İşimi seviyorum.”
“Her gün zaten bildiğin yerleri geziyorsun.”
“Evet ama insanlarla bildiklerimi paylaşıyorum.”
“Yani egonu tatmin ediyorsun.”
“Hiç de bile,” dedim ama sesim cılız çıkmıştı.
“Ya sen küçük hanım ne iş yapıyorsun?”
“Yaşıyorum.”
“Hayret, bir ölüye benziyorsun oysa! Toprağın içinden yeni çıkmış gibisin!”
“Benim işim yaşamak çocuğum. Hayatın tüm damarlarına girip çıkmak! Mesela seninle sadece beş liraya, ucuz bir jigoloyla yatmayı deneyimledim.”
“Beni böyle mi tanımlıyorsun? Ucuz bir jigolo?”
“İki dakikalığına öyleydin. İyi ki daha uzun sürmedi, o kadar berbattın ki! Ama gel gelelim bu benim için olmasa da senin için müthiş bir deneyim olmalı. Saygın bir rehberlikten sokak jigololuğuna düştün. Ucuz, hatta çok ucuz biri oldun. Hayatın hiç bilmediğin bir damarını ziyaret ettin.”
“Damardan daha çok kara bir deliğe benziyordu.”
“Ne demek istediğimi biliyorsun! Yaşamak işte bu! Hayatın tadına bayılıyorum. Yerden bir avuç toprak alıp ağzına atmak, üzerine de en ucuzundan şarap içmek gibi! Bazen acı, bazen tatlı ama her zaman baş döndürücü!”
“Buna sen hayat mı diyorsun? Şu haline bir bak. Leş gibi giysiler içindesin. Elin yüzün kirden gözükmüyor! Dahası…” bir anda onu kırmış olabileceğimi düşünerek sustum “Özür dilerim,” dedim.
“Hayır, özür dileme! Bunu bir iltifat olarak alıyorum. Ve evet, yaşamak bu ucuz jigolom. Her gün ayrı bir şehirde, hiç görmediğin yerleri görmek, hiç tanımadığın insanlarla takılmak ve onlara özlerinden bir parçayı göstermek; yepyeni bilgiler ve deneyimler edinmek. Aklının hayalinin alamayacağı durumlarla karşı karşıya gelmek! İşte, yaşamak budur. Senin gibi zaten bildiğim yerlere yüzleri farklı amaçları aynı insan topluluğunu getirip bildiklerimi anlatmak değil. İşten sonra eve gidip iki bira atmak ve bir topun peşinden yirmi iki kişinin koştuğunu izlemek değil. Bir facebook hesabından dünyayı izlemek değil. Televizyon dizileri tarafından aynı aşk hikâyelerinin onlarca farklı sürümünü her defasında ilk kez izliyormuş gibi hayrete düşerek seyretmek değil! Haberlerde büyük, çok büyük iş adamlarının duymamızı istedikleri şeyleri dinlemek değil!”
“İyi güzel söylüyorsun da yaşlanınca ne halt yiyeceksin?”
“Yaşlanınca ne bok yiyeceğimi söyleyeyim.”
“Öyle demedim.”
“Bir bankta soğuktan it gibi titreyerek açlıktan öleceğim!”
“Ama bir işe girsen, emekli olur ve yaşlılığını huzur içinde geçirirsin.”
“Yaşamımı ölüme hazırlanarak öldürmeyeceğim. Sonum geldiğinde hayatı kılcal damarlarına kadar özümsemiş ve ölümü, varsa ötesini deneyimlemek için hazır olacağım.”
“Saçmalıyorsun! Böyle pisliğin içinde hayat yaşanmaz.”
“Haha! Pisliğin içinde mi? Dibe vurmadan, aşağıların aşağısına inmeden özgür olabileceğini mi, hayatını yaşayabileceğini mi sanıyorsun. Ah şu pisliğin içinden kendinizi görebilseydiniz! Bokun içinde bata çıka yürüdüğünüzü, özgür olmadığınızı görebilseydiniz. Eskiden ayaklara pranga takarlardı şimdi beyninize takıyorlar. Özgür değil birer kuklasınız! Global dünyanın modern yaşamına ayak uydurmaya çalışan vitrin insanlarısınız. Vitrine konan kıyafeti giyer, kitabı okur, haberi izlersiniz. Moda neyse onu yaparsınız. Belli bir programın içinde gibi dışına çıkamadan kendinizi özgür zannederek ölür gidersiniz!”
Durup ellerimi tuttu ve gözlerimin içine baktı. “Sana seksin karşılığında beş lira değil, özgürlüğe açılan kapının anahtarını verdim. Kozandan çık! Hayatını yaşa! Kendini üst insan sayanların kurduğu küresel makinenin içinde çark olmayı bırak. Aşağılık insan ol!”
“Nietzsche’nin üstinsanından mı bahsediyorsun?”
“Evet, Nietzsche aptal bir şövalyeden başka bir şey değildi. Ejderhayı öldürdü ama yarattığı sözde üstinsanlar ejderhanın leşini kullanarak daha boktan bir dünya düzeni, bu içinde olduğun makineyi kurdu. Her neyse… Artık gitsem iyi olacak.”
Kirli dudaklarıyla beni öptü ve “Hoşça kal,” deyip yola koyuldu.
Ardı sıra bağırdım “Bir daha seni görebilecek miyim?”
Gelebilirsen en dipte, çöplerin arasındaki sınırsız krallıkta olacağım.
“Bok!” dedim içimden, ne demekti çöplerin arasındaki sınırsız krallık!
Bağırarak yeniden sordum: “Peki ismin ne?”
“Bizim ismimiz yok. Kara kelebekleriz!”
İyice uzaklaşmıştı. Yüzlerce soru beynime akın ediyordu.
“Siz kimsiniz?!!!”
Yanıt vermedi. Gözden kaybolana dek onu izledim.
O gece boyunca bankta oturdum ve düşündüm. Kara kelebeği ve söylediklerini. Onun yanında bütün hayatım bir hiç gibi gözükmüştü. Sanki bana emekli bile olmadan çoktan öldüğümü söylemişti ve ben de hiç yaşamadığımı, bir kukla olduğumu görmeye korkuyordum. Saatlerce onu ve dediklerini düşündüm.
Sabah olduğunda tutulan vücudumla yeni güne uyandım. Ve o yeni günde utangaçlığımı, korkumu, kibrimi, gurumu, kısacası kendimi o bankta bıraktım ve sanal, mekanik kozadan çıkmak için ilk adımımı attım.
Şimdi ne mi yapıyorum? Elimde beş liramla bir bankın üzerinde it gibi titreyerek ölümü bekliyorum. Bu kâğıt parçalarını da rulo yapıp şarap şişesinin ağzına sıkıştırdık mı sabaha kadar oral seks yaparlar.
Kara kelebeklerin şerefine!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.