- 1560 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
351 - ER RAUF
Onur BİLGE
Akşam dersindeydik. İkinci teneffüsten sonra kantinde buluşmuştuk. Hafif bir yağmur vardı. Açık kapıdan dışarıyı seyretmeye başladım. Bahçe duvarının üstündeki damlalar, cam kırıkları gibi rengârenk ışık saçıyordu. Tam karşıdaki beyaz apartmanın irin akan yüzüne altındaki dükkânın ışıkları vurmuş, benzine can gelmiş, yanakları pembeleşmişti. Arada kalan incir ağacının çıplak dalları ıslaktı. Tek yaprağı bile olmayan ağacın her yerinde, patlamak için havanın iyice ısınmasını bekleyen, gizlenen tomurcuklar, parmak uçlarında hayatta kalma ve olgunlaşma mücadelesinde olan meyveler, birbirlerine uzaktan bakıyorlardı. Anılarımdan annem sesleniyordu:
“İncir ağaçları kardeşin senin… Sakın onlara zarar verme! Dalını kırma! Yaprağına dahi dokunma!”
“Ağaçtan kardeş olur mu?”
“Olur. O senin sütkardeşin…”
“Nasıl?”
“Seni emzirirken sütüm kesildi. Bir kadın bana: “Yemişten ödünç süt al. Sütün iner. Beben aç kalmaz.” dedi. Böyle bir ırvasa varmış. O zamanlar gençtim, dini konularda bilgim yoktu, inandım. Bir dalını kırıp, birkaç damla süt aldım, psikolojik bir sebebi olsa gerek ki kısa süre sonra sütüm indi. Aldığım kadarını ağacın dibine sağdım. Dedim ki: “Ey mübarek ağaç! Senden aldığım sütün yerine bunu kabul et! Allah’ıma Hamdolsun!..” Sonra sen emdin.”
Cahiliye döneminden kalmış bir âdet olmalı. Çok eski çağlarda, Orta Asya’da ağacın kutsandığını duymuştum. “Şeytan kulağına kurşun!..” diye tahtaya vurma âdeti de oradan geliyormuş. O zamanlar Türkler yer tengürü olarak kabul ediyorlarmış şeytanı. Onun şerrinden gök tengürüye, yani Allah’a sığınıyorlarmış. Allah’tan gerektiği gibi korkmayanlar, şeytandan çok korkarlar. İman pekişince o korku azalırken Allah korkusu, aşkıyla birlikte artarak, Haşyetullah halini alır.
İnsanlara merhamet duymamız emredilmiş. Değil kötülük etmek, kötü diye nitelendirdiğimiz taraflarını anmamız, arkasından konuşmamız bile yasaklanmış. Sadece insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmemiz, yumuşak davranmamızı istemiş. Hatta bitkilere bile… Hacda, o kutsal topraklarda tüm canlıların yaşama haklarına saygı vardır. Hiçbir insana ve hayvana zarar verilmez; yabani bir ot, bir yaprak koparmak bile yasaktır. Onlar dahi yaratılanlara çok yönlü hizmet etmektedir.
Bu düşünceler içindeyken yan masada sakin sakin konuşmakta olan arkadaşlar yavaş yavaş seslerini yükseltmeye, sonra tartışmaya, daha sonra da arka masadaki biriyle kavga etmeye, başladılar. O da susmuyor, boyuna karşı koyuyor, inadına aranıyordu. Bizimkiler ona nefes aldırmamacasına hücum ediyorlardı. Sataşan, isyan eden, uzun boylu, iriyarı biriydi. Bedensel gücüne güveniyor olmalıydı ki boyuna saldırıyordu. Aslında zavallı, bilgisiz biriydi. Neye inanıyorsa ya da inanmıyorsa onu ilgilendirirdi. Bizimkilere neydi? Sükûnetlerini muhafaza edememişler, konu dışarıya taşmış, olayın aslı astarı herkes tarafından anlaşılmıştı. Bizimkiler hem kalabalık hem de tek yumruk oluvermeye hazırdı. Musa’yı anında indireceklerdi! Karakolluk, belki de mahkemelik olacaklardı. Kim bilir, belki de olay büyüyecek, istikballeri sönecekti. O:
“Gericiler! Yobazlar! Arap uşakları!” diye bağırıyor, arada slogan atıyordu. Viraneciler de onu dinsizlikle, hiçlikle suçluyor, hiç susmuyorlardı! Bir gürültü, bir patırtı!..
“Sensin ulan! Yobaz senin babandır! Yoz herif! Ukala!”
“Sen ne çıkıyorsun ordan ulan?”
“Horozlanmaya ne gerek var? Hadi işine!.. Vakitsiz öten horozun kafasını keserler. Koparırım kelleni!..”
“Akşam akşam ötme orda, kuş! Horoz bile olamaz bu salak!..”
“Konuşma lan!.. Kapa gaganı!.. Koparırım kafanı, bak! Demedi deme!”
Adı bir peygamber adıydı, kendisi Firavun gibi… Pervasızca konuşuyor, boyuna küfrediyordu. O bir söyleyinceye kadar bizimkiler bin söylüyordu. Bir anda ayaklanıp dört yanını kuşatıverdiler. Sıkıştırıldığı halde, asla geri adım atmıyor, ağzına geleni söyleyerek dini değerlerimizi hiçe sayıyordu. İhsan:
“Oğlum, sen de sus ya!.. “Dediğim dedik, öttürdüğüm düdük!..” demekten vazgeç!.. İster inanırsın ister inanmazsın, bize ne? Bizin imanımızdan ibadetimizden sana ne? Var git, ne halin varsa gör!” diyor, sesini bile duyuramıyordu. Diğeri bar bar bağırıyor:
“Oğlum, sen karışma!.. Tamam mı? Ateistim ulan, ateistim! Var mı bir itirazın? İbadetmiş!.. Dersinize bakın siz, dersinize!.. Vatan elden gidiyor, şimdi ibadet vakti mi? Takunyalı yobazlar, aptallar… “ diye ağzına geleni sayıp döküyor, söylemedik bir şey bırakmıyor, haykırıyor da haykırıyordu!
“Ya bırakın ya! Bırakın! Alkollü bu manyak! Ne dediğini bilmiyor. Zırvalıyor. Kaale almayın!” diyordu, incecik sesli kızın biri.
“Bizim ibadetimizden sana ulan!” diyordu, Faruk.
“Benim dinsizliğimden sana ne?” diye bağırıyordu, Musa. Her ikisi de ayağa fırladı! İhsan araya girmeye, ayırmaya çalışıyordu. Ahmet de Faruk’la saldırıya geçti. Mahir olaya müdahale etti. Biri birini, biri de diğerini tuttu. İri yarı biri de Musa’yı tutarak geri çekti. Biri daha gelip kıskaca alarak, oturttular. O kadar kişi o üçünü zor zapt ediyordu! Az daha Faruk’la Musa boylaşacaklardı! İkisinde de ağız burun, kaş göz kalmayacaktı!.. Ahmet de destekçisiydi. Ondan atik davranmıştı. Belki de Faruk’a bırakmayacak, o haklayacaktı! Neredeyse okulun en uzun boylusuydu.
Kantin ayağa kalktı! Dışarıdan gelenler de oldu. Her iki tarafı da on on beş dakikada zorla yatıştırdılar. Etraf yavaş yavaş sakinleşmeye başladı. Alışıktık böyle olaylara. Oldukça sıradandı. En çok ideolojik farklılıklar nedeniyle kavga oluyordu. Böylesi hiç olmuyor değildi ama nadirdi.
Orçun’a haber vermişler. Sivil polislerle geldi. Onlar da öğrenciymiş gibi aramızda bir süre oturdular. Ortalığın yatışması için çay getirdi arkadaşlar. Ötekini uzaklaştırmışlardı. Biz bizeydik. Faruk daha sakin görünüyordu, Ahmet iyice çileden çıkmış, küplere binmişti:
“Biz, incileri tavukların önüne değil, insanların önüne saçıyoruz sanıyorduk. Elimizde kalplerin anahtarı varsa... Üstelik anahtar değil de maymuncuksa... Hangi kapı kapalı kalabilir bize, diye düşünüyorduk…” dedi, hınçla.
“Tamam ama Ahmet, sen adamı hazırlamadan pat diye tebliğe başladın. Sende de kabahat yok mu şimdi?” dedi Nihat. Ahmet iyice kızdı:
“Ne yapacaktım ya?”
“Önce ilgilenecektin… Sevgi verecektin…”
“Sen karışma, arkadaşım! Verdik vereceğimizi! Vermedik mi?” Faruk:
“O anahtarın ilk dişi ilgidir, zaten. İkinci dişi sevgidir. Üçüncü dişi bilgi, dördüncü dişi ibadettir. İlgiyi bile anında reddedenin ya aklı yoktur, ya güveni çoktur! Zorla arandı!..” dedi.
“Arkadaşlar, baş demezsiniz bunlarla! Kalpleri mühürlendiyse, çaresi yoktur! O zaman noktayı koymaktan başka yapabilecek bir şey yoktur, artık! Bu kadar basit!..” dedi Mahir.
“Bütün bunlara ne gerek var? Rezil olduk herkese!.. Bir daha olmasın! Sakın!..” dedi, Orçun. Ahmet hâlâ burnundan soluyor, kalkıp kalkıp oturuyordu:
“İlk dişten, birey birey ilgilenmeye çalışırken reddedildik. Oysa ikinci adımda sevgi verecektik. Arzu ederse bilgi... Sonra da nasibinde varsa, ibadete başlaması için gereken yardımı esirgemeyecektik. Gerisini zaten kendisi yapardı. Küfrün batağında boğulup gidecek, cehennem kütüğü olacak!.. Yazık! Çok yazık!.. O ne yaptı? İlk teşebbüsümde, kapıyı yüzümüze kapattı! Bu yaptığının adı nemrutluktur!” İhsan müdahale etti:
"Ahmet, bırak ya! Karışma arkadaşım ya! Derdi seni mi buldu? “Kendü bülür padişah!” dermiş yeniçeriler... Kendü bülür!” Mahir:
“Kafayı sertme ağacına vurdu mu aklı başına gelir!..” derken, Ahmet:
“Bizimkisi, yakınlık göstermekti. Yardımcı olmak amacıyla… Ta ordan laf attı. Biz yine iyi niyetle ilgi gösterdik, cevap vermek istedik; bilgilendirmek, dilimizin döndüğünce...” diyor, beraat etmeye çalışıyordu.
“İstemeyene dağıtacak kadar fazla sermayemiz yok! Canı cehenneme!..” dedi, Faruk:
“Bırakın ya!.. Bırakın sarhoşu, yıkılana kadar gitsin!..” dedi, Faik, umursamaz bir tavırla elini sallayarak. “İşiniz mi yok!..”
“Bırakın ya! Anasının babasının uğraşamadığıyla siz mi baş edeceksiniz!..” diyerek çay almaya gitti Necmi.
“Bıraktık efendim, bıraktık. Ne hali varsa görsün! Günah bizden gitti!” dedi, Faruk. Mahir:
“Adamı indirecektiniz az daha, ulan! Nasıl bırakmak o öyle?” dedi.
“Güzel güzel konuşmaktan anlamıyor! Ne yapalım? “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir!” Biz de öyle yapacaktık, elimizden aldınız!” dedi, Faruk, umursamaz bir tavırla.
“Ya, neden hemen atılıyorsunuz? Girişiveriyorsun uz birbirinize! Sakin olun, ya! Allah Allah!..” dedi, Orçun. Ahmet ısrarla iddiasına devam ediyordu:
"Nasıl sakin olalım, arkadaş? Nasıl sakin olalım? Adam mukaddesatımıza dil uzatıyor. Alıyor, yerden yere vuruyor! Susacak mıyız yani? Eli kolu bağlı bekleyecek miyiz? Seyir mi edeceğiz? “Bir yanlış görünce elinle men edeceksin! Elinle olamıyorsa dilinle düzelteceksin! Öyle de olamıyorsa, kalbinle tavır koyacak, yani buğzedeksin!" dememiş mi Efendimiz? Adama, “İslam!” diyeceğiz: "Çok da dertti ya bana!.." diyecek, biz de susacağız öyle mi?”
“Susamazsın, susamazsın! İçinde öyle bir ben var ki, susturmaz seni!..” dedi, Nihat. Ahmet zaten yatışmak bilmiyordu:
“Yani susmazsak: “Ben!..” demiş oluruz. Öyle mi? Onun yaptığı külliyen yanlış... Bana ne? Bana zararı mı var? Yok ama ona zararı var. Göz göre göre ateşe düşmesini mi seyredeceğiz? Bir el uzatmak gerekmez miydi? Neresinde egoizm bunun?”
“Yok şu adam dinli şu adam dinsiz... "Nerden biliyorsunuz? Kalbine girip baktınız mı?" "Bu da hadis...” dedi, İhsan.
“İtiraf etti... Siz de şahitsiniz, değil mi arkadaşlar?” diye etrafına soran gözlerle bakan Ahmet’i sakinleştirmeye çalışıyordu, Orçun:
“Belki sadece dili öyle söyledi, belki içten içe iman edenlerdendi! Bilemeyiz. Onu ancak Yaratan bilir. Mesela ölülerin arkasından falan konuşurlar. Doğru değil. Ya öyle değil de son nefeste iman etmişse? Helalleşme fırsatı, şansı da yok. Kim ne yaptıysa yaptı gitti, karşılığına kavuşacak. Bize ne demek düşer? Allah, taksiratlarını affetsin! O kadar!..” diyerek.
“Görecek ya! Görecek. Sadece yaşlılarla hastalar ölmüyor ki! Bütün yollar Allah’a çıkıyor. Eninde sonunda herkes bir şekilde O’u bulacak! Bekliyoruz, göreceğiz! İnşallah demiyorum. Eminim! Mutlaka göreceğiz!"
“Yeter artık, Ahmet ya! Bu kadar sertliğe gerek yok! Sakin ve sessizce… Şefkat ve merhametle… Allah Rauf’tur, kullarına çok şefkatlidir, esirgeyendir. Acımaya lâyık olmayanlara bile acıyandır. Biz de öyle olmaya çalışmalıyız.”
“Orçun doğru söylüyor. Allah, yarattıklarına çok merhamet eden, taşıyamayacakları yükleri yüklemeyen, hoşgörülü ve yumuşak davranandır. Kullarına ihtiyaç duydukları her şeyi bahşetmiştir. Yeryüzünde hiçbir yarattığını merhametinden mahrum bırakmamıştır. Son derece şefkat sahibidir. İnayeti tarifsiz ve sınırsızdır. Asi kullarına bile kesintisiz ihsan etmektedir.” dedi, Mahir. Konuyu değiştirmek amacıyla:
“Allah, göklerdeki ve yerdeki her yaratığa aynı merhamet ve şefkatiyle muamele eder. Her biri aynı şekilde feyz alırlar. Farklılıklar arz etseler de aslında iç içedirler. Farklı görünmeleri algılamadaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır.” dedim. "Biraz dinler misiniz beni, arkadaşlar? Size bir şey anlatacağım. Efendimiz, azılı münafıkların ıslahıyla, kendisini paralarcasına uğraşmış. Hatta kendisini o denli harap etmemesi için bir ayet iniyor: ”Sen onların üzerine memur değilsin, sadece tebliğ et!” Buna rağmen O şefkat Peygamberi onların ayaklarına defalarca gitmiş. Amcasını da dışlamamış. Görüşmeyi, konuşmayı kesmemiş. İman etmesi için onu bağrına basmış. O da ona destek verenlerden olmuş." Orçun destekledi:
"İnsanlara yaklaşımımızda bizim suçumuz çok… Onları dışlamak yerine aramıza almalı, doğuları anlatmaya çalışmalıyız. İşte o zaman belki bir vakit gelir de inkârdan vazgeçerler.”
“Resulullah Efendimz, inanmayanları lânetler, “Ne halleri varsa görsünler!..” diyerek kendi hallerine bırakır mıydı, yoksa bıkıp usanmadan, sevecen bakışlarıyla gözlerini okşayarak anlatır da anlatır mıydı?” dedim, sonra.
“Anlatırdı tabi ki! Kırmadan dağıtmadan... Şimdi ayrılık vakti, sen ben zamanı değil!..Kim ne fikirde olursa olsun, fikriyatı bizi bağlamaz! İnancının hesabını da kendisi verecek! Biz, Türkiye Cumhuriyeti Toprakları üzerinde yaşamakta olan herkes, tek yumruk olmalıyız. Zaman, birlik ve beraberlik zamanıdır!” dedi Orçun. ”Biz burada birbirimizi yerken Yunan kapıya dayandı! Ayrı fikirlerde olsak da en küçük bir tedirginlikte tek yumruk olmalıyız! Kıbrıs savaşında olduğu gibi… Sağcısı solcusu, dinlisi dinsizi tek bir yumruk…”
“Tahammüllü olmalıyız." dedim. "Olgun insanlarız. Mutlaka gerekiyor da olacaksa, seviyeli tartışmalar olsun. Onları aramıza alalım, önce iyice dinleyelim, konuşmalarını bitirinceye kadar sabredelim, Biz onları bir süre dinlemezsek, onlar bizim Kuran’ımızın hakikatlerini ölünceye kadar dinlemek istemezler!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 351
YORUMLAR
Allah, devrin en azılı küfrü Firavun'a Hz. Musa ve Hz. Harun'u yollarken, yumuşak söz söylemelerini emrediyor. Peygamberimiz yumuşak davrandığı için etrafındakiler dağılıp gitmiyor. Kur'an'dan örnekler çok fazla. İşitip öğüt alabilenler üzerinde ise Allah'ın Rauf ismi tecelli ediyor. Ne kadar O'na yakın olursak tecellilerine de o kadar şahit olabiliriz inşaALLAH... Çok güzel hatırlatmaydı, teşekkürler...
İnsanlara merhamet duymamız emredilmiş. Değil kötülük etmek, kötü diye nitelendirdiğimiz taraflarını anmamız, arkasından konuşmamız bile yasaklanmış. Sadece insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmemiz, yumuşak davranmamızı istemiş. Hatta bitkilere bile… Hacda, o kutsal topraklarda tüm canlıların yaşama haklarına saygı vardır. Hiçbir insana ve hayvana zarar verilmez; yabani bir ot, bir yaprak koparmak bile yasaktır. Onlar dahi yaratılanlara çok yönlü hizmet etmektedir. ,Kıymetli kardeşim yüreğinize ve kaleminize sağlık yüzel bir anlatım sevgilerimle Bogazın kıyısından slm