- 856 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (20)
ALTINCI BÖLÜM
1. ŞARKÖY
1994 Senesi içinde, Bülent emekli parasıyla, Şarköy’de bir yazlık almıştı. Şarköy, Saroz körfezinde yazlıkları bulunan Gevher’lere 30 dakika mesafedeydi. Şarköy’ü tercih etmesinde bunun da dahli vardı. Zaten o yaz, Bülentler, kız kardeşiyle-eniştesinin yanında kalıyorlardı. Dönüşte bize uğramışlar, bir yazlığa sahip oldukları müjdesini vermişlerdi. O arada, ‘Sizin de bir yazlığınız oldu sayılır, her yaz bize geleceksiniz’ demişlerdi. Doğrusu biz de sevinmiştik. Dolayısıyla, biz de asgarî onları senede üç defa görmüş olacaktık. Hem Şarköy’e gittiğimiz zaman, hem de gidiş ve dönüşte bize uğradıkları zamanlar.
Şarköy’e ilk gidişimiz 14 Temmuz 1995 yılında oldu. O tarihlerde, yollar bir gidiş, bir geliş şeklindeydi. Bazen trafik öyle yoğun oluyordu ki konvoy oluşturuyor, sürati düşürmek mecburiyetinde kalıyorduk. Üstelik anayoldan Şarköy’e saptığımızda, yollar hem kötü, hem de çok virajlıydı. Gidişimiz, 4,5 saat sürmüştü.
Nihayet Gülşenlerin yazlıklarını bulmuştuk, bulmasına da ilk defa geldiğimiz için epey zorluk çekmiştik. Marmara 18 Sitesi, denize 150-200m. Mesafedeydi, ama denizi görüyordu. Evler, üçlü bloklar şeklinde, iki katlı villalar halindeydi. Yukarı kata ahşap bir merdivenle çıkılıyordu. Yukarı katta, biri büyük olmak üzere iki yatak odası, balkon ve banyo-tuvalet vardı. Aşağı katta ise, salon, mutfak, kiler, tuvalet ve şömineli balkon bulunuyordu.
Bülent’in elinden her iş geldiği için balkonun üstüne pergola yapmış, yukarı katın merdivenini ahşapla kaplamış, cilalamıştı. Kileri de ahşap kapı ve ayakkabılık, vs. şeklinde düzenlemişti. Balkon kapıları dahil bütün pencereler sineklik telle kaplanmıştı. Velhasıl evi mutfak dahil her şeyiyle güzelleştirmişler, oturacak hale getirmişlerdi. Her üçlü bloğun önünde çim ve çiçeklerin, birer çam ağacının bulunduğu bahçe , bahçenin etrafında da, sık, aynı boyda kesilmiş, ristirun ile çevrilmişti. Ana blokların ve bahçelerin arasındaki yollar ise beton yapılmıştı.. Yani siteler çok güzel düzenlenmişti. Biz de şezlong, tekerlekli servis arabası gibi bazı şeylerle, takviye etmiştik.
Bize, yukarıda, misafir yatak odasını vermişlerdi. İki karyola, arasında komedin, komedinin üzerinde abajur, sabit gar dolap, vs. her şey mevcuttu. Yasemin değil ama, ben arada bir Bülent’le denize giriyordum Genellikle öğle yemeklerimizi balkonda, akşam yemeklerimizi içerde salonda yiyorduk. Hafta içinde, Biz Gevherlere, Saroz’a, onlar da Şarköy’e geliyorlardı. Misafirler geldiği zamanlar muhakkak, balkondaki şömine yakılır, balık veya şiş kebap yapılıyordu..Tabii b u işleri de Bülent üzerine almıştı.. Haftada iki gün Salı ve Cuma günleri, Pazar kuruluyordu. Etraf köylerden, taze, sebze ve meyveler getirip satıyorlardı. Pazarda kavun karpuz her şey bulunuyordu Sebze meyve boldu. Zeytini, zeytin yağı, bilhassa renkli bamyası meşhurdu.. Ayrıca evlere getirip günlük süt bile satıyorlardı. Sütlaç, muhallebi yapılıyordu.
Pazara geliş, gidişler sayesinde, Şarköy’ü de tanıyorduk. Etrafta pek çok yazlık vardı. Bir ara Şarköy’ün doğusuna, Mürefte’ye kadar bizi götürüp gezdirmişlerdi. Böylece, yaz gelince, Temmuz veya Ağustos ayında, her sene yazlığa gelecektik.
Yukarda bahsettiğim gibi, Gülşenler de yazlığa Giderken, ve Eylül ayında yazlıktan dönerken bize uğruyorlar, birkaç gün dinleniyorlardı.
Genel olarak, misafirliğe gittiğimiz yerlerde, 10 gün, azami 15 gün kalmayı adet edinmiştik. Burada da ilk defa geldiğimiz için 15 gün kalmış, çok güzel günler geçirmiştik. Bu güzellikler karşısında, balkonda otururken duygulanarak şiirler bile yazdığım olmuştu. –GÜLÜN HASRETİ- GÜNE BAKAN--EŞİTLİK Mİ? Gibi. Nihayet, 15 gün sonra, sevdiklerimize veda ederek,, pazardan meşhur renkli bamya, zeytin, yoldan da kavun karpuz alarak evimize dönmüştük.
G Ü L’ÜN H A S R E T İ
( Ağ .1997 Şarköy )
İki gül komşu olmuş , biri al , biri beyaz ,
Keyifleri yerindeymiş , başlar iken bu yaz .
Hasret kalmış ikisi de bülbül sesine ,
İhtiyaç duyar gibi , toprağa , su ve besine .
Beyaz sormuş kırmızıya ,” gelir mi bu yaz ?
Gerekmez mi getirsin yanında , zurna ile saz ?
Rüzgara Sal kokunu durma , bülbül koklasın .
Küçücük yüreği titresin , birden hoplasın “.
Kırmızı demiş beyaza ,” kokunu yayma da sakla !
Bülbül gelir bilirim , gün doğarken , yalnız , şafakla .
Gündüz ve gece uyu da , süslen , hazırlan biraz ,
Kendini hemen kaptırma , yapmalısın biraz naz .”
2. NOYAN VE FEVZİNİN EVLİLİKLERİ
A. NOYAN
Bu arada, 1997 mayıs ayında, Noyan, 1997 yılını Eylül ayında da Fevzi evlenmişlerdi.
Noyan üniversiteyi bitirmiş, Ankara’da , bir firmada çalışıyordu Meral de makine mühendisiydi, O da çalışıyordu. Fakat nikahları, akrabaların çoğunluğunun İstanbul ve Bursa’da olması sebebiyle, Kadıköy’de yapılacaktı. Gelinin annesi , Gülşenlerle bizde kalacak, Noyanlarla, diğer misafirler, Gevherlerde kalacaklardı. Kızın diğer akrabaları da günü birlik Bursa’dan geleceklerdi.
Nikah sırasında ve nikahtan sonra fotoğraflar çekildi. Akşam yemeği için de Kasımpaşa Ordu evine gidildi. Yemekte, büyük damat Semihle, Gülcan da vardı. İlk defa, büyük damatla bir sofrada yemek yiyor, usulen konuşuyorduk. Kayınvalidesiyle de öyle resmi konuşmalar devam ediyordu.. Halbuki eşim büyük torunun doğumunda, onun ailesinin yanında günlerce kalmıştı. Zaten ne olduysa, O zaman olmuştu ya! Damadın teyzesi sebebiyle, aile bir daha görüşmez olmuştu. Torunlarla okul çıkışlarında, Gülşen’le de Evlerinin önünde, arabada veya bizim eve geldiğinde görüşüyorduk. Biz İtalya’dan döndükten sonra, Küçük oğluyla Gülcan bize gelmiş, bir hafta- on gün kalmışlardı. Çocuk, akşamları babasını özlediği için de fazla kalamamışlardı. Küçük damat Bülent’in ifadesine göre: Semihle konuşmuş,’ ‘ bir gün kayın validenin evine git, özür dile, bu dargınlığı sona erdirin’’ demiş. Demiş,, demesine de, ne gelen olmuştu., ne de görüşebildik
B. FEVZİ
Yeğenim Fevzi’nin evliliğine gelince: Gelin Ayşe de Fevzi de muhasebeci idiler. Gelin NTV.’de muhasebeci olarak çalışıyordu. Ayşe’nin Babası Mısır kökenliydi. Bakî bey, annesi Sevim hanım, ikisi de efendi, çok mazbut ve hürmetkâr insanlardı. Ayşe’nin iki de oğlan kardeşi vardı Hepsi de birbirinden efendi insanlardı.
Ayşe ile Fevzi anlaşmışlar, bize kızı istemek kalmıştı. Eşim, ben, Nadire ablam, Makbule, Semihalar ve Fevzi ile birlikte, kızı istemeye gittik. Ayşe’nin ailesi hazırlık yapmıştı. Kızı ben istedim. Nişan yüzüklerini de ben taktım. Aileler arası, çok güzel bir kaynaşma oldu.
Bir müddet sonra da nikâh masasında buluştuk. Bu defa ben Fervzinin şahidiydim. İmzalar atıldı. Hatıra fotoğrafları çekildi. Tabii, fotoğraf çekilirken epey bi kalabalık vardı. Bizim aile oldukça kalabalıktı.
3. SAROZ KÖRFEZİ
. Daha önce bahsettiğim gibi, Gülşenler yazlığa giderken bize uğrayıp birkaç gün kalıyorlardı. Bu arada, hep birlikte, görümcesi, Gevherlere de gidiyorduk. Küçükyalı semtinde oturuyorlardı. Bu defa, Gevherin bize bir teklifi olmuştu. Oğlu Serdar, viyolonistti. Hollandalı bir kızla evlenmiş, Hollanda’da yaşıyorlardı. Bu yaz Onların çocukları olacaktı. Mecburen Hollanda’ya gideceklerdi. Bir de evlerinde üzerine titredikleri kedileri vardı Yumuş. Acaba, onların yokluğunda, Saroz’a, yazlığa gidebilir, kedilerine bakabilir miydik?
Gülşen’in ve damadın teşvikiyle, biz bu teklifi kabul ettik. Bizim için de bir değişiklik olacaktı. Gevher ve Metin bey bizden önce yazlıklarına gitmişler, kedinin maması, yakın köyden gelecek temizlikçi kadın dahil her şeyi hazırlamışlardı. Biz de 19 haziran 1998 de yola çıktık ve yerini, yurdunu bildiğimiz eve ulaştık. Gevherler bir gece kaldılar ve Hollanda’ya uçmak üzere, İstanbul’a döndüler.
Ev müstakil ve tek katlıydı. Zeminde, bodrum, araba garajı vs..yerleri vardı merdivenlerden çıkıp birinci kata girildiğinde,,iki büyük, bir küçük oda, büyük bir salon vardı. Ayrıca mutfak, tuvalet, banyo ile balkon bulunuyordu. Meyve ve çiçek bahçesi, hatta, beton merdivenlerde bile saksılar içinde çiçekler yetiştirilmişti. Bahçedeki meyve ağaçları içinde, kayısı, vişne ve şeftali ağaçları çoğunluktaydı. Bir de çam ağacı vardı.
Kendimize görev çıkarmıştık. Hem kediye bakacak hem de bahçeyle ilgilenecektik. Hatta ilave çiçekler ekecek, dere otu, maydanoz yetiştirecektik. Bahçe büyükçeydi, bazı tarhlar boştu. Çiçek bakmasını, yetiştirmesini eşim de, ben de biliyor ve seviyorduk. Bahçe içinde su deposu da bulunuyordu. . Artık Gülşen ile damat da haftada bir gelmeye başlamışlardı. Henüz Şarköy ün suyu iyi değildi, çamaşırları sarartıyordu. Bu yüzden, Gülşen gelirken yıkanacak çamaşır varsa getiriyor, Gevherlerin makinesinde yıkıyordu. Bazen biz de onlara gidiyor, bazen de Gelibolu’ya iniyorduk. Gelibolu’da hem Pazar kuruluyordu, hem de Kara Kuvvetlerinin Dinlenme Kampı.. Ayrıca Lojman bölgesinde Askerî kantine sahipti.. Kampta hem dinleniyor, öğle yemeği yiyor hem de pazardan veya kantinden alışverişimizi yapıp dönüyorduk.
Halide ablanın arsasını görmeye geldiğimizden bu yana Serdar sitesini biliyorduk. Halen Çilek tarlaları olmamakla beraber, epey ilave ev yapılmıştı. Ama arazi o kadar genişti ki, boş arsa miktarı çoktu. Buna rağmen Telefon santralının kapasitesi sınırlı olduğundan, telefonla konuşmakta sıkıntı çekiyorduk. Bazen acil ihtiyaçlarımızı, (Ekmek, gazete gibi,) karşılamak için komşu sitenin bakkalına ,, bazen de gaz tüpünü değiştirmek için temizlikçi kadının yaşadığı yakın köye gidiyor, civarımızı da tanıyorduk.
Boş zamanlarımı değerlendirmek için ise, Köyde geçen çileli çocukluğumdan, ve küçük yaşta şehre göç edip okumaya çalışan ve gençlik hayatımı anlatan hikayeyi yazmaya başlamıştım. Buna göre: Haydarpaşa lisesini bitirip, Hava Harp Okuluna kabul edilebilmek maksadıyla, THK nun İnönü’deki Planör Kampına katılacaktım. Dolayısıyla, Çocukluğumdan, İnönü kampına katılıncaya kadarki süreyi kapsayan hikayemin müsvettesini yazıyordum. Bu konuda, İzmit’te, ilk okuldayken kaleme aldığım hatıra defterim en büyük yardımcım olmuştu. .
Yumoş ise öyle iyi eğitilmişti ki, acıktığı zaman, hem bacaklarımıza sürtünüyor, hem de ön ayağının birini yukarı kaldırıyordu. Eşimin ayaklarına sürtündüğünde, ‘‘babana git yemek versin’’diyor, kedi bunu anlıyor ve bana geliyordu. Ben de gevherlerin aldığı mamadan(Wuskas) veriyordum, Onun için ayrılan yerde yatar, geceleri de tabiatına uygun olarak ava çıkar, bazen, yakaladığı fareyi kapının önüne bırakırdı. İstediği zaman da açık bıraktığımız pencereden içeri girerdi. Yumuş bizim için de bir eğlence olmuştu.
Evde kaldığımız zamanlar, Güneş doğudan batıya geçmeden önce sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeklerini balkonda yiyorduk. Bizim için balkon şahane yaşam yeriydi. sonra güneş gelip sıcak olunca, doğu tarafta, bahçede, çardağın altındaki gölgeye sığınıyorduk. İşte burada, çardağın altında, kara sineklerden sıkıntımız başlıyordu. Etraf yeşillik olduğundan, karasineklere. çare bulamıyorduk. Arı sürüsü gibi geliyorlar, üstelik sıcak sebebiyle açtığımız kolumuzu, ayaklarımızı ısırıyorlardı.
İkindiden sonra ise tekrar balkona dönüyorduk. Buranın manzarası, hele güneş batarken şahaneydi. Saroz körfezinin küçük adalarını, Batıda, körfezin karşısındaki kıyı ve dağları seyretmek olağanüstü güzeldi. İşte bu sıralar duygulanıyordum. Bu duygularımı kaleme aldığımda, ortaya güzel bir şiir çıkmıştı, KÖRFEZ VE YÂR
Dönüp geldikleri zaman, duygulu bir insan olan, şarkı ve şiirleri seven Metin Bey de bu şiirimi beğenmiş, çerçeveletip duvara asmıştı.
Sevdiğimiz bu yerde tam kırk beş gün kalmıştık. Bahçeden topladığımız vişnelerden , kayısılardan reçel yapmış, Gevherler, Gülşenler ve bizim için kavanozlara koymuştuk. Ayrıca, evin karşısındaki ıhlamur ağacından ıhlamur çiçekleri toplayıp, hem kendimiz, hem Gülşenler, hem de gevherlerle, Metin Bey’in babası için kurutup saklamıştık.
Gevherler döndükten sonra, birkaç gün Onlarla, bir kaç gün de Şarköy’de Gülşenlerle beraber kalmış, sonra Kadıköy’e dönmüştük.
KÖRFEZ VE YAR
Bir villa ki emanet, iki aylık bir süre,
Öyle güzel manzara, gizlemiş sanki küre.
Önümde uzanıyor körfezin mavi rengi.
Bir doğa hârikası, bozulmamış ahengi.
Dudağımda bir kadeh, balkon geniş, havadar.
Karşımda duruyor, yemyeşil sıra dağlar,
Gözlerinin renginde, ondan beri körfez var.
Gurubun güzelliği seni andırıyor yar.
Gurubun tatlı rengi iki saat kaybolmaz.
Yıllarca seyretsem, bu renge doyum olmaz.
Gençliğimde değil de, neden yetmişimde?
Böyle bir zevk duymadım, hiç de geçmişimde.
4. AĞABEYİM MUHİTTİN
Birinci kitapta, ağabeyimden uzun, uzun bahşetmiştim. Aradan zaman geçtiği için ilaveler yapmak ihtiyacı duydum.
Biz İtalya’dan dönüp, emekli olarak Fener yolundaki evimize yerleştikten sonra, Ağabeyim de Fener yolu istasyonunda, küçük bir lokanta açma talaşına girişti. Ben de eşimden habersiz bir buz dolabı alarak, yardım etmiştim. Yakın olmasına rağmen, nadiren lokantaya gidiyordum. Çünkü eşimi üzmek istemiyordum. , Bir kaza neticesi evlendiği karısından da boşanmıştı. Oğlu Faruk, fazla okuyamamış, babasıyla berber lokantada çalışıyordu. İşlerinin iyi gittiği haberini alıyordum. Ama sebatsız bir insandı. Yüzü hiç gülmezdi. Fazla da konuşmazdı. Sahaveti de çok severdi. Herhangi bir şeye kızdığı zamanlar, Kızgınlığını içinde saklar, fakat sonra birden parlar, bir pire için bir yorgan yakan tiplerdendi.
1944 yıllarında ilk okulun son sınıflarında okurken, Bolu depremi vuku bulmuş, Rahmetli dayım da bir miktar para vererek beni, durumu görmem için köye göndermişti. Deprem sırasında, aynı evde oturan, ablam, eniştem ve beş çocuğu göçük altında kalıp öldüklerinde, ağabeyim Muhittin tek bir mertek altında kalarak, kurtulmuştu. Buna mukabil köyden bir kıza yangın olan ağabeyim benden, kıza hediye almak için para istemişti. Daha sonra da kızın kardeşleri, döverek onu köyden uzaklaştırmışlardı. Aslında babam öldükten sonra ( ki ben babamın öldüğünü hatırlamıyorum) İstanbul’a gitmiş, senelerce orada yaşamıştı..dolayısıyla yine İstanbul’a dönmüştü.
Muhtemelen davranışları, yaşadığı bu hayatın olumsuzluklarından kaynaklanıyordu. Bazen ahçıya kızıyor, günlerce lokantayı açmıyordu. Dolayısıyla müşteri kaybediyordu. Üstelik karakteri icabı, eli açıktı. Başkasından alsın, başkasına yedirsin isterdi. Bu yüzden de lokantaya gelen akraba ve dostlardan, köylülerden para almazdı. Biraz da içinde merhamet vardı.
Üstelik, parkta, dul bir kadınla tanışmış, onunla beraber yaşamaya başlamıştı. Beraber yaşadığı kadın iyi bir insandı, marifetliydi. Pendik’te, hem bir ev kiralamışlar, hem de kadın kendine, elişlerini satmak üzere, bir dükkan tutmuştu.
Lokanta için taa, Pendik’ten gelip, gidiyordu. Sonunda, lokantayı, her ne sebeple olursa olsun. Bizim köylülerden birine devretmişti. Yeğenim Semiha’nın kocası istediği hale lokantayı ona vermemişti. Üstelik beraber yaşadığı kadından da ayrılmıştı. Akraba ve tanıdıkların anlattığına göre, bu davranışlarının ardında, oğlu Faruk vardı. Güya bir kızla ilişkisi varmış da , oğlunu, o kızdan uzaklaştırmak için bunları yapmıştı. Sonradan, oğlu Faruk’u, Sorgun’da rahmetli olan (Baba bir ana ayrı) ablamın torunuyla evlendirmişti.
Son zamanlarda, Karaca Ahmet kabristanının oralarda bir evde oturuyor, başka bir kadınla yaşıyordu. Bir zamanlar yaptığı işe dönmüştü. Mahkumların yaptığı el işlerinden alıyor, gezerek, onları satıyor ve para kazanıyordu.. Ama giyimi düzgün, başı dik dolaşıyordu. Oğlu Faruk da, eşi ve çocuğu ile annesinin yaşadığı İzmir’e, taşınmıştı.
. Nadire ablam, Muhittin’in son olarak yaşadığı eve gitmiş, durumunu görmüştü. ‘’Her şeyi var’’ yine başka bir kadınla yaşıyor’’ diyordu. Her şeye rağmen, temiz, titiz insandı. Oğlu çocukken, annesinden ziyade, kendisi ilgilenir, çocuğun temiz olmasını sağlardı.
Bir gün Nadire ablam bizde misafirken, o da bize geldi. Eşim, ablam, yeğenim Semiha ve Muhittin ile epey bir süre oturmuş, kurabiye yemiş, çay içmiştik. Giderken, bana hitaben ‘‘Yusuf bende senin telefon numaran yok, verir misin?’’demişti. Ben de telefon numarasını vermiştim.
Nice zaman sonra, sabahtan, bir telefon geldi. Konuşanı tanımıyordum. Sorduğumda kendini tanıttı. Muhittinin esnaf arkadaşlarından biriydi. ‘’ Size acı bir haber vereceğim, Muhittin sokakta düştü ve öldü. Cüzdanını karıştırırken bu telefon numarasını bulduk. Muhittinin nesi oluyorsunuz? Onu arkadaşlarla berber, morga kaldırdık., gelirseniz bizi Aksaray esnaf kahvesinde bulursunuz’’ dedi. Ben de kardeşi olduğumu ve hemen geleceğimizi söyledim. Yeğenim Semiha’ya, oğlu Taner’e ve yeğenim Fevzi’ye, Hasan’a durumu bildirdim. ‘ ‘Bizde buluşalım, karşıya, geçeceğiz’’ dedim. Eşime de acı haberi verdim. Kendi, kendime de ‘‘İyi ki benden telefon numaramı istemiş ve vermişim, Aksi takdirde kimsesizler mezarlığına gömülecekti’’ diye teselli etmeye çalıştım.(3o mayıs 1995).
Biz, üç erkek, karşıya geçtik, verilen adreste esnaf arkadaşlarını bulduk. Onlarla beraber morga gittik. Mevtayı teşhis ettik. Oradan Aksaray belediyesine giderek, ‘Kâlp krizinden vefat etti’ diye, ölüm kağıdını aldık. Bu gün için yapılacak başka bir şey yoktu. Yarın gelir, Edirne Kapı kabristanında yıkatıp, kefenlettiririz, yol kağıdını alarak köye götürürüz diye düşündük..
Eve gelince Köye, kardeşim Celal’e telefon ettim. durumu bildirdim. Kabir kazdırmasını, hazırlık yaptırmasını, yarın, İkindi Ezanına yetiştireceğimizi söyledim. İzmir’e, Faruk’a da telefon ederek, durumu bildirdim ve ‘ ‘sen yetişemezsin, istersen gelme’’dedim.
Ertesi günü Köye gidecek akrabaları tespit ederek ve onları da özel arabalarımıza alarak karşıya geçtik. Mevtayı alıp, Edirkapı Mezarlığında yıkattık, yol kağıdı alarak, köye hareket ettik. Mevtayı, Tanerin Reno staysion arabasına koymuştuk. Tahmin ettiğimiz gibi, ikindi namazına yetiştirdik. Namaz çok kalabalıktı. Köyde bulunanların hepsi iştirak etmişti. Aynı kalabalıkla, kabristana defnettik. Kabir köye yakındı, . Manzarası güzel, asırlık meşe ağaçlarıyla kaplıydı.
Nadire ablam, bütün köye dağıtılmak üzere, gözleme ve helva yaparken, Yasemin, köylülerin ve akrabaların bu alakasını görerek, etkilenmiş olacak ki ‘’Beni de bu kabristana gömün’’ diye vasiyet etmişti. Zaten köyün kabristanını beğeniyordu.
Ağabeyimin her türlü dinî görevlerini eksiksiz (Hatta bir sene sonra, kabrini de) yaptırmak bana nasip olmuştu. Üzülmekle beraber, dinî görevimi yerine getirdim huzuruyla Kadıköy’e dönmüştük
5. MARAMARA DEPREMİ
17 Ağustos 1999. gece sabaha karşı, korkunç bir sarsıntı ile uyandık. Deprem olduğunu anlamıştık. Işıklar sönüktü, ne yapacağımızı bilemedik, şaşkındık, Bir müddet sonra sarsıntı durmuştu. Çığlık atanları, merdivenden inenlerin ayak seslerini, sokakta konuşanları, duyuyorduk. Dokuz katlı apartmandan nasıl inmişlerdi? Bizimki üçüncü kattaydı Biz de zar, zor bir mum yakarak merdivenlerden indik. Fenerbahçe stadının batısında, Kalabalığın arasına karıştık. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Gece, hava rüzgarsızdı, ay ışığı bir acayip aydınlatıyordu ortalığı. Komşuların çoğu ayaktaydı, bir kaçı da arabalarına binmişti. Biz ayakta durmaktan yorulmuştuk. Eşime, ‘‘İstersen park yerinden arabayı getirip, içinde oturalım’’diye teklif ettim. O ise , ‘’eve gitmeyi tercih ederim’’dedi. Gerçekten komşuları orada bırakıp eve döndük. Zorlukla merdivenleri çıktık. Uyumak mümkün değildi. Artçı depremler devam ediyordu. Buna rağmen, komşularımız her sarsıntıda, sokaklara çıktıkları halde biz, hiç bir gün aşağı inmeyi düşünmedik.
Artık TV.ler çalışmaya başlamıştı. Yüreğimiz yanarak, depremde ölenleri, yıkılan binaları, feryat eden insanları, yıkık altından çıkarılan kadın erkek, çocukları görüyorduk. Daha sonraki günlerde, İzmit’e giderek çadırda yaşayan akrabalarımızı ziyaret ettik. İşte böyle bir ortamda duygularımı, MARMARA DEPREMİ, isimli bir şiirimle dile getirmiştim.
MARMARA DEPREMİ
Bir felaket yaşadık, 17 Ağustostu, bu gece.
Karşı koymak ne mümkün, deprem denen o güce.
Korkunç bir sarsıntıydı,tatlı uykuyu böldü.
Saniyeler değil, sanki ,, asırlar sürdü.
Kabus ile gerçek birbirine karıştı.
Kurtulanlar, kaçanlar zaman ile yarıştı.
Sokaklar, meydanlar biranda mahşere döndü,
Gece aydınlık, yıldızlar normal dan parlak göründü.
Mahşer yerine dönen bu memlekette,
Göçük altında kalan canlılar imdat demekte,
Kimi sağa, sola koşuyor, sarmış da korku ve dehşet,
Kimi “yavrum” diye bağırıyor, endişesi tek!
Sis perdesi kalkar, kalkmaz şafakta,
Korkunç bir manzara göze görünen,
Nice Canlar yakalanmış, uykusunda, yatakta,
Binlerce bina var ki, enkaz olup yere serilen.
Vurgun yemiş Yalova, Kocaeli, Adapazarı,
Birbirine karışmış halkın feryadı, ah-u zarı.
Korkunç boyutta depremin görünen zararı,
Yasa boğdu, asrın felaketi, yâr-ı, ağyârı.
On binler yaralı, binlerce göçük,
Depremin merkez üssü, o şirin Gölcük.
Öyle sarmış ki insanları korku ve ilk şok!
Yazık ki can kaybı, on binden de çok!
İlk tepki, sağ kalan konu, komşudan,
İmdat çığlığını duyan, yardıma koşan;
Kimi tırnakla kazıyor betonu, kimi kazma, kürek,
Birleşmişler tasada, olmuşlar tek yürek.
Yıkıp geçmiş Marmara’yı depremin (7.4) şiddeti,
Gözyaşı döksek de, yakın çekimlerde, canlı yayında.
Yas tutsa da bütün Dünya Türk’ün yanında,
Ancak, yaşayan gerçekten hisseder korkuyu, dehşeti.
Bir turistik belde ki, fındıkla tanınan, aynı bölgede,
Dağları, bağları, halâ yeşil Değirmendere,
Sıcakta, çınar altlarında, gölgede,
Serinlemiştim deniz kenarında, belki, yüz kere.
Ne çay bahçesi kalmış şimdi, ne de, gönül sarayı,
Deniz yutmuş evleri, işgal etmiş karayı.
Sanki kavrulmuş gibi Ağustos sıcağında
Binalarla, sakinleri yatıyor denizin kucağında.
Nerede deniz biter, nerede başlar kara?
Deniz bahçe sanki, çınarlar su altından boy atmış,
Çay bahçeleri, gazinolar, deniz dibine batmış,
Görünen o ki, insana elem veren, korkunç, manzara.
Bir çocuk feryadı duyulur göçük altından,
Bilinmez ki, apartmanın hangi katından?
Neden çocuk ağlaması var da ninni sesi yok?
Artık Onların şefkâte, sevgiye ihtiyacı çok.
Ne kefen, ne tören, yaratıldı, toplu mezarlar,
Kazma, kürek yerine, makine ile kazarlar.
Bazıları için kılınmış normal cenaze namazı,
Kimilerinin ardından, ne yazık ki, bundan da azı.
Bir depremzede, canlı kalmış, duyamamış sevinci,
Beş çocuk kaybetmiş, her biri, birer İnci!
Yok olunca, ömür boyu kazancı, birikimi,
Ne çalışma gücü kalmış, ne de yapacak bir işi.
Kimi ayağını kaybetmiş, kimi kolunu,
Kimi feleğini şaşırmış, kimi yolunu.
Ölüm yakınına gelip çatmış, bakmadan yaşa,
Zengin iken, birden muhtaç olmuş ekmeğe, aşa.
Varını, yoğunu kaybedip kalsa da muhtaç,
İstemesini bilmez ki, alışık değil!
Alırken mütereddit, üstelik de utangaç,
İçi buruk olsa da, yılışık değil.
Yasa büründü bir anda, güzel yurdumuz,
Kim bilir, ne ümitler vardı ne hayaller kurdunuz
Kiminiz depremde yavrunuza siper oldunuz,
Kiminiz ölümden dönüp, yeniden hayat buldunuz.
Haftalar önce, Güneşi karartmıştı dünyamızın uydusu
Yunan da yaşadı depremi, az da olsa, şiddeti,
Belirdi her iki toplumda, yakınlaşma duygusu,
Acep var mı, bunların bilinmeyen hikmeti?
Milyonları cezbeden güzel Marmara bölgesi,
Depremle düştü üstüne, ölümün gölgesi.
Tarihte yaşanmamış, felâketin böylesi,
Öyle çok suçlu var ki, affedilmez tövbesi.
Can korkusu yüreklere hakim olunca,
Moraller bozulup, ümitler de solunca,
Göç etmek zorunda kaldı insanlar.
Ayrılık zor ama, gönüllerde isyan var.
Göçenler duygusal olmakta ne kadar haklı.
Terk edilen yerlerde bin bir hatıra saklı.
Ayrılmak kolay değil bu yerden, çok da firaklı,
Mal ve can kaybedenlerin geride kalır aklı.
Kurtulanlar veriyor her türlü yaşam savaşı
Paylaştık, paylaşmalıyız ekmeği, aşı.
Silinmeli Canların akan göz yaşı,
Sürmeli maddî ve manevî dayanışma yarışı.
Geride kalmış binler kimsesiz, binlerce yetim,
Bağrına basacak fert ve fert asil milletim
Göstermenin tam zamanıdır bilinen hasletin,
Sarsın Onların tümünü sevgin ve şefkatin
Bütün Dünya uzattı yardım elini,
Gönül kapısı açıldı, bazen gözlerde yaş,
Eser görünce her yönden, dostluk yelini,
Anladık ki, yalnız Türk değilmiş, Türk’e arkadaş.)
Yurt içi, yurt dışı yardımlar sel gibi aksa da,
Hâlâ kimi aç, kimi açıkta, kimi de hasta,
Çare bulunmazsa acele her hususta,
Depremzedeler devamlı kalır, öylece yasta.
Can kaybı yüreklerde, ancak buna çare yok,
Maddi kayıplar için muhtaç olsak da, yabana ele,
Bölge insanı şikayetçi olsa da, geçmeden ilk şok,
Yaraları sarmada birlikteyiz, Devlet, millet el ele.
Silinir mi kolay, kolay bu dehşetin izleri?
Yıllar sürer ruhtaki, bellekteki gizleri,
Acımız öyle büyük ki, tüm ulusça yastayız
Depremzedeler gibi biz de, ruhen çok hastayız.
Her an sallanır gibiyiz, gerçekten sarsılmasak da!
Depremin şiddetini hâlâ yüreğimizde taşıyoruz
Aylar sonra olsa da, depremin korkusuyla,
Yatıp kalkıyor, mecburen artçı şoklarla , yaşıyoruz.
Sanki masal ülkesinde yaşar gibiyiz.
Her adımda yeri, göğü titreten,
Meşhur devin korkusundan tedirginiz çok.
Yazık ki onu etkisiz kılacak kahramanımız yok!
Her tarafta dolaşıyor rivayetler, yalanlar,
Öyle çok ki tevatüre inananlar, kananlar,
Bu nedenle, sokaklarda geceleyip kalan var.
Vicdansız ve ahlaksızdır kargaşaya sebep olanlar?
Durumdan faydalanan vurguncular olacak,
Eğer varsa vicdanını bir tarafa bırakarak,
Bir tarafta, gitgide fakirleşen halk,
Yine devam edecek, kayırma ve zengine kıyak!
Vicdansızlar, güya, halkın yuvasını yaptılar!
Yılların tasarrufunu yalanlarla kaptılar.
Doğru yol dururken, eğri yola saptılar,
Tanrıya değil de, yalnız paraya taptılar.)
Evsiz, barksız kalan yüz binler olunca,
Çadır kentler kurulmuş, ama ihtiyaca yetmiyor
Köyler, kenar mahalleler gözden ırak kalınca,
Yardımlar yerli- yerine gitmiyor, istekler de bitmiyor.
Kış mevsimi çetin geçen doğa olayı,
Yağmuru, çamuru, soğuğu ve lapa, lapa karı,
Bulunmazsa, öncelikle, barınmanın kolayı,
Depremzedeler çeker yine sıkıntıyı, zararı.
Dönmek mümkün değil hemen normal yaşama,
Yaralar sarılacak mutlak, aşama, aşama.
İhtiyaç var yine de tutunacak sağlam bir dala,
Bunu Devlet- Millet birliğinde, biraz da kendinde ara!
Onların endişesi, gelecek , iş ve daimi konut,
Devlet adım atmış bu yönde gerçek ve somut,
Yuvasız kalan yüz binlere bu, büyük bir umut.
Yaşama sarılma vakti artık, endişeyi, korkuyu unut!
6. HALİDE ABLANIN VEFATI
2003 senesi Haziran ayında yazlığa giderken, Gülşenler bize uğradılar, bir müddet dinlendikten sonra 15 haziranda Şarköy’e beraber gittik. Neyse ki havalar çok güzel gitmişti. Tabii, Nilsu da vardı. İstekleriyle, kaprisleriyle bizim hayatımızı renklendirmişti. Buna rağmen 10 günlük süre dolunca, otobüsle eve dönmek mecburiyeti hasıl olmuştu.
Eve geldikten bir müddet sonra da Halide ablayı aramak aklıma geldi. Halide abla, Nurettin enişte rahmetli olduktan sonra, övey kızı Emel’i tekrar evlat edinmeye karar vermişti. Anlaşılan Karşılığında Bahariye caddesi Canan Sokakta bir evi vardı, onu bağışlayacaktı, Ayrıca birikmiş parası bankada duruyordu. Emeli evlat edinmeden önce banka cüzdanını bize gösterirdi. . Emel’i evlat edindikten sonra işler değişmişti. Her ne hikmetse, Emel, bizim Halide ablayı görmek istememizden rahatsız oluyordu.. Bu nedenle epey bir müddet görüşmemiştik. Bu defa telefonla aramak istedim.
Telefona Emel çıktı. Halide ablanın bir ay önce rahmetli olduğunu söyledi. ‘’Peki, bize niye haber vermedin,! Kabri başında bulunur, dua ederdik’’ dediğimde, ‘’ hiç aklıma gelmedi!’’ Demez mi? Bu meş-um haberle şoke olduk, çok, çok üzüldük. Ama yapılacak bir şey yoktu. Dualarımızı yine yapardık da Emel’i hiç affetmeyecektik.
7. BÜYÜK DAMADIN VEFATI
05-temmuz 2000 yılı öğleye doğru, Gülcan telefon etti. Sesi ağlamaklı gibiydi. Kocası kâlp krizinden vefat etmişti. Hemen, üzgün ve telaşla, Acıbadem’deki evlerine gittik. İlk defa evlerini görüyorduk. Evde, Gülcanın görümcesi, Selma da vardı. Kayınvalide, kayınpeder, ve Semihin teyzesi daha önce vefat etmişlerdi. Oğlanlar, Engin ve Metin mevtayı Karaca Ahmet mezarlığına morga götürmüşlerdi. Mevta, yıkanıp öğle namazına yetiştirilecekti. Gülcan’ı da alarak kabristana gittik. Torunlar orada idiler. Uzun zamandır büyük torunu ilk defa görüyordum. Üniversitenin birini yarım bırakmış, diğerinden Matematik mühendisi olarak mezun olmuştu. Bir müddet Mermercilerde, bir müddet de Koç Allians Sigorta Şirketinde, muhasebeci olarak çalışmıştı. Askerliğini, yedek subay olarak, Bursa’da bitirmişti. Koç firmasında çalışırken, arkadaşlarına uymuş, kendini bira içmeye vermişti. Bu arada işten de ayrılmıştı. Psikolojik bir hastalık sahibiydi, kimsenin yanına çıkmaz olmuştu. Bu nedenle anası da babası da çok üzgündüler. Babasının ölümü, O’nda bir şok etkisi yapmış, mesuliyet duygusu geri gelmişti. Ancak Kabir kazdırma dahil, ki orada yerleri mevcuttu, her şeyle, 24 yaşındaki küçük oğlan, Metin ilgileniyordu.
Dini görevleri yaptıktan, tamamladıktan sonra eve geldik, Gülcan çok üzgün olmasına rağmen ağlayamıyordu. Her şeyi içinde saklayan bir karaktere sahipti. Ama görümcesi hem ağlıyor, hem de anlatıyordu. Ona göre: Ağabeyi, büyük oğlunun durumu sebebiyle çok üzgündü. Engin Psikoloji Doktoruna gitmek istemiyordu. Ne yapmalı da ona çare bulmalıydı. Bu böyle senelerdir sürüp gidiyordu.. O gün de öğleden sonra, emekli olarak ayrıldığı bankanın kulübüne gitmiş, Dönüşünde, Apartmanın altındaki muhasebe bürosuna uğramış, arkadaşıyla muhabbet etmişti..Yönetici olduğu için, komşunun birine daha uğrayıp eve gelmiş, akabinde tuvalete girmişti. Ama epey zaman geçtiği halde, bir türlü çıkmıyordu. Merak etmişlerdi. Küçük oğlu, tuvaletin kapısına giderek, babasına seslenmiş, ama cevap alamamıştı. Bu durumda kapıyı açıp içeri girmiş, babasını yerde uzanır bulmuştu. Evde feryat figan başlamış, doktor falan derken kurtarılamamıştı. Doktor Kâlp krizi neticesi öldüğünü söylemişti.
Artık geçmişi unutmak ve ailenin, maddî ve manevî destekçisi olmalıydık. Gerçekten de, artık Gülcanın kendisi ve çocuklarıyla ilgilenmeye, oraya gidip, gelmeye başlamıştık. Bu gidiş, gelişten en çok memnun olan da eşimdi. Gülşen ile görümcesi, Salı pazarına yakın olmamız nedeniyle her hafta bize gelir olmuşlardı. Selma, hiç evlenmemişti , şişmandı fakat konuşkan bir insandı. Damat sağken, küçük Metin’in nişanı, Havacılar kulübünde yapılmıştı. Daha sonra, nişanı bozan kız tarafı oldu. Sebep, oğlan açık öğretimde okuyordu, bitireceği belli değildi ve henüz askerliğini yapmak istemiyordu işi de yoktu. (babasının vefatından üç sene sonra, torun yeni bir gelin adayıyla anlaşmış, bize de istemek düşmüştü. Ve ailenin büyüğü olarak kızı istemek de bana kalmıştı. Bu defa nişanlısı direttiği içindir ki askerlik yapmayı kabul etmiş ve evlenmişlerdi). Büyük torunun ise hiç evlenmeye niyeti yoktu. Boy, bos yerinde, kafası çok iyi çalışıyordu ama bilhassa geceleri, bilgisayar başından ayrılmak istemiyordu. Herhangi bir işe girip de çalışmak da istemiyordu.Ona göre verilecek ücret yol ve yemek parasına yetişmeyecekti.
index.htm
zorlu21.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.