- 1593 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (19-3)
N. YENİ EVİMİZ
Feneryolundaki evde altı sene oturmuştuk. Orada güzel günler geçirmiştik. Komşularımızdan biri hariç, hepsinden çok memnunduk. Zaten onbir daireli apartmandı. Biri hariç hepsiyle görüşüyorduk. Her katta üç daire vardı. Birkaç basamakla inilen zemin katında ise iki daire ile arkada kapıcı dairesi ve kalorifer kazanı bulunuyordu. Apt.nın Önünde, demiryolu kenarında, asırlık iki çam ağacıyla, çiçekli bahçesi ve üç arabalık betondan park yeri bulunuyordu. Hoş arkada iki apartmaını arasında da park yeri vardı ama, arkadaki park yerinden iki apartman da istifade ediyordu. Arka apartman tamamı müteahhit Mehmet bey’e aitti ve önünden de yol geçiyordu.
Altımızdaki dairede , sağlık memurluğundan emekli olmuş bir astsubay oturuyordu. Adamın bir tutkusu vardı. Zaman, zaman balkonda ızgara yapmak. Ne kadar ikaz etsek de bu alışkanlığından vazgeçiremedik. Balık kokusu, ızgara kokusu doğrudan bize geliyordu. Hele yaz mevsimi olunca, sıcaklar sebebiyle camların açık olduğu zamanlar dayanılmazdı.
İkinci bir şikayetimiz de tren gürültüsüydü. Daha doğrusu eşim hassasiyet gösteriyordu. O da haklıydı, çünkü, insanlar Badat caddesine çıkmak için üst köprüyü geçmek yerine, kısa yolu, yani demir yolundan atlamayı tercih ediyorlardı. İnsanları uyarmak bakımından da feneryolu istasyonundan kalkan trenler feryadı basıyorlardı. Dolayısıyla eşim bu düdük sesinden çok etkileniyor, şikayet ediyordu. Hele dizel motorlu çekicilerin gürültüleri, bilhassa geceleri geçerken deprem oluyor duygusu yaratıyor, eşim yataktan sıçrıyordu. Son zamanlarda, her düdükte, her sarsıntıda, küfürler etmeye Başlamıştı.
Diğer bir şikayetimiz sivri sineklerdi. Balkonlara tel kapı yaptırdığımız halde, sivrisineklerin saldırısından kurtulamıyorduk. Bazen karabulut gibi, bilhassa geceleri balkon kapılarının tellerine yapışıp kalıyorlardı. Her taraf bahçelik ve çok yeşillik olduğundan sivrisineklerin önüne geçmek mümkün olmuyordu. Cam açamıyor, dairemiz tamamen güneye baktığı için de sıcaktan ne yapacağımızı bilemiyorduk. Dolayısıyla, bu evi satmaya, yeni bir ev almaya karar vermiştik.
Bir yandan gazetelere satılık ilanı verirken, bir taraftan da civarımızda, Moda’da, Acıbadem’de satılık ev aramaya başladık. Mevcut eşyalarımızın sığabileceği gibi, Salon ve odaları geniş bir ev bulamıyorduk.
eticede Ahmet bey çıkageldi. Evi satın almak istiyordu. Ayrıca evi gezerken, salonun masa, saldalye, sehpa ve büfesini de görmüş beğenmiş, satınalmak istemişti. Büfenin altı yekpare, üstü, iki parçalı, ikişer adet renkli cam kapılı, yine reenkli camlı rafları, siyah tik ağacından yapılmıştı, masa altlıklı, tek sütun ayaklı, üstü, dikdörtgen şeklinde, renkli camlıydı. Sandalyeler ise Kıvrım şeklinde nikelaj ayaklı, arkalığı ve oturacak yeri kaliteli bir sun-i deriden yapılmıştı. Yani hepsi şahane ve evladiyeliklti.
Netice pazarlık, pazarlık derken, 2.225.000 Tl.ye anlaşmıştık. Ev buluncıya kadar da oturma sözü verilmişti.. Parayı değerlendirmek için hemen Kastelliye yatırmıştım. O devir öyle bir devirdi ki paranın değeri düşüyor, ve enfilasyon ise almış başını gidiyordu.
Artık ev aramaya hız vermiştik. Ama yine de bir türlü aradığımız gibi geniş bir ev bulamıyorduk.
Bir gün yorgun, argın ev aramaktan dönerken Şükriye halamlara uğradık. Evi, daha önce bahsettiğim gibi, Kurbağalı dere kenarındaydı. Yeğeni Çiğdemi evlat edinmiş oturuyorlardı. Konu yine ev aramaktan açılınca, Şükriye hala, derenin doğusunda, yeni bitmiş, dokuz katlı bir apartmanı göstererek. ‘’Bakın şu apartmaını görüyor musunuz? Orası yapılırken, ben cam önünde oturur hep onu seyrederdim. Çok sağlam bir inşaatı var. Bahçesi de geniş, bir de oraya baksanız iyi olur’’ dedi.
Gerçekten, oradan ayrıldıktan sonra, Kurbağalı dere üzerindeki ahşap yaya köprüsünden geçtik, Önce birinci apartmana sorduk, orasında satılık yer olmadığını, zaten odaların daracık olduğunu öğrendik. Sonra ikinci Apartmana, Şükriye halanın gösterdiği eve geldik. Kapıcı bizi üçüncü kata çıkardı. Satılık daireyi gösterdi. Dere tarafına bakıyordu. Bizim istediğimiz kriterlere uygundu. Arsa sahipleri satıyorlardı. Daire sahiplerinden birisi Kızıltoprakta oturuyordu. Kapıcıdan adresini aldık. Nasıl olsa, o tarafa doğru gidecektik. Kadın yaşlı birisiydi. Yalnız yaşıyordu. Verese olarak dört kişi daha varmış. Biri (Erkek= Bostancıya yakın bir yerde, diğeri de (Kadın) Amerika’da oturuyormuş. Birisinin vekaleti de kendisinde imiş. Dairenin satış değerine saptamak üzere kendisi yetkili kılınmıştı. Yani pazarlığı onunla yapacaktık. Al külah, ver külah 2.750.000tl.na anlaşmıştık.
Kadıköy Tapu dairesine gittim. Tapu Müdürüne durumu anlattım. Amerikaya bir mektup yazmak suretiyle, Türk Konsolosluğundan bir vekalet gönderilmesini sağlamam gerektiğini bildirdi. Ben de o yönde bir mektup yazıp kadına göderdim.
15 gün sonra Amerikadaki varisten vekalet geldi. Tapuya götürüp gösterdim. Mevzuata uygun olmadığını belirttiler. O zaman nasıl olması gerektiğini kendilerinin kaleme almalarını rica ettim. Ve öylece mektup yazıp, tekrar Amerikaya gönderdim. Bu arada stres ve üzüntüm devam ediyordu. Neticede, Tapu müdürlüğnün istediği şekilde vekalet gelmiş oldu. Hemen Kastelli’ye yatırdığım parayı çektim ve İşbankasına yatırıp, varisler adına bloke ettirdim. Satış yetkisi olan varisle beraber Tapuya gittik. O7-o5-1982 tarihi itibariyle tapuyu elime aldım. Tapuyu, Kartaldaki ve Feneryolundaki evi yaptırdığım gibi, Yaseminle , yarı, yarıya yaptırdım. Dünyanın binbir hâli vardı. Kimin ne zaman öleceğini Allahtan başka kimse bilemezdi. Çocuğum olmadığına göre, Eşimi de düşünmeliydim.
Eşyaları taşımadan önce aldığım evde yaptırmam gereken işler vardı. Evi sattığımız insanı da düşünmemiz lazımdı. Bu ara, eşim de rahatsızdı. Yeni evde, Feneryolundaki evde olduğu gibi her tarafına panjur yaptıracaktım, Salonun parkelerini sistre yaptırıp cilalatacak ve duvarlarına, duvar kağıdı kaplatacaktım., Mutfak, tuvaletler, balkonları, ve hol’ü taşlama makinesiyle, taşlatıp cila yaptırmalıydım. Ayrıca yüklük ve mutfak dolap kapılarını cilalatırmalıydım. Panjur işini, sattığımız evin panjurnu yapan firmaya, salonun sistre ve cilalanması ile duvar kağıt kaplama işini, dükkanı sattığımız delikanlıya, diğer işleri de tanıdık bir firmaya verdim.
Evi satın alıp bahsi geçen işleri yaptırıncıya kadar üzüntü ve stresten beş kilo zayıflamıştım. Nticede eşim de biraz düzelmişti ve Kızına misafir gelen Fevzi eniştenin de yardımıyla, eşyaları taşıdık. Artık bundan sonrası bize kalıyordu. Yeni bir sigorta kutusu yaptırmak, avizeleri monte etmek, çamaşır ve giyecekleri gardolaba, ve şifonyere yerleştirmek, Tabak çanağı mutfak raflarına koymak, salondaki büfeye gerekli tabak çanağı vs. yerleştirmek ikimize kalmıştı. Bu işleri yaparken de eşime yardımda bulunduğum için mutluluk duyuyordum. İşler bittikten sonra rahat bir nefes almıştık.
Doğal olarak, kadın gözü ile erkek görüşü faklı idi. Panjurları yaptırırken Yaseminin hasta olması, Panjurların biraz yüksek olmasına sebep olmuştu. Yani, yaz gelip balkaonda , koltuk ve sanalyeye oturduğumuzda, sokaktan gelip, geçeni görmekte zorluk çekiyorduk. Bu da, ilerde, her yaz mevsiminde, Yasemninin ‘’Ben olsaydım, böyle yaptırmazdım, panjurların alt kısmını biraz alçak yaptırırdım’ ’sözünün tekrarlanmasına sebep olacaktı.
Tabii, zaman geçtikce, evin iyi ve mahzurlu tarafları meydana çıkacaktı. Ev istediğiz gibi genişti. Görüşü de güzeldi. Bizim ve misafir yatak odasından, balkondan, Söğütlü teren istasyonunu, görmek mümkündü. Salondan da eski Kuşdili Çayırını (Bugünkü Salı pazarı), Kurbağalı dereyi , hatta daha ilerisini görüyorduk. Yer olarak F.B. Stadına dolayısıyla her tarafa yakındı. Çıkmaz sokak olduğundan dolayı da , fazla toz olmaz diye düşünüyorduk. Haftada iki gün Salı-Cuma günleri Pazar kuruluyordu. Pazar gözümüzün önündeydi. Kurbağalı Dere yanında, Eski Kuşdili Çayırı bozulmuş, asırlık ağaçlar kesilmiş, Pazar yeri yapılmıştı (Salı Pazarı) Apartmanda, Bilhssa yazın, Güneşin doğuşu ile, öğleden sonra güneşin batışı sırasında, sıcaklıktan bunalıyorduk.. Ama salon kuzey batıya baktığından, kışın soğuk oluyordu. Taşınır, taşınmaz, Apartman sakinleri beni Yönetici seçmişlerdi. Bu tarihten sonra da, Hem apartmanın yönetim işleriyle, hem de Salı pazarının, bilhassa yaz mevsimi, tozu, toprağı yüzünden, Belediye ile mücadelem başlıyacaktı. O günlerdeki duygularımı ifade eden mısralarım şöyleydi:
Ç E V R E M İ Z (1990 Kadıköy )
Bir öykü doğadan , hazin ve gerçek ,
Şükredelim ki buluyoruz , bir yudum su içecek !
Bir zamanlar bilinirdi, çayır ve derenin ünü ,
Anlatayım, Kuşdili çayırı ve derenin dününü , gününü .
Kuşların ötüşünden almıştı , çayır adını ,
Piyasa yapardı orada , erkeği , kadını .
Giyilirdi renkli feraceler ve kırmızı fesler ,
Bülbüller öterken dururdu , konuşan sesler .
Yemyeşil çimenleri vardı , ağaçları uluydu ,
Öyle bir devir ki , insanlar , padişahın kuluydu .
Civarda aşı boyalı , beyaz renkli konaklar ,
Akşamları , gazinolarda duyulurdu serenatlar .
Faytonlarda göz süzen , güzel dilberler ,
Erkekler papyonlu , bastonlu piyasa ederler .
Ünlü gazinolar vardı , Kurbağalı dere boyunda ,
Dolaşırdı balıklar , sandallar berrak suyunda .
Hafız Burhan okurdu güzel , içli gazeller ,
Dinlemeye gelirdi t a Üsküdar’dan güzeller .
Sandallar insanlarla hep sefer yapardı .
Gazinolar kapılarını , akşam çok geç kapardı .
Kuşdili Çayırı artık soldu , sarardı , kalmadı renkler ,
Ağaç yerine , pazarcılar için dikildi , demir direkler .
Kuşdili-Çayırının adı oldu şimdi , SALI-PAZARI ,
Yeşil doğaya değdi belki , kem gözlerin nazarı .
Tezgahını kapan işsizler hepten pazarcı oldu ,
Çayır sahası , ara sokaklar , tezgahla doldu .
Rüşvetin adı olmuş bugün , masum hediye ,
Pazarcılara , neticede , mağlup oldu , bizim belediye.
Yeşil ağaç yerine gözler, demir direkler görüyor ,
Rüzgar estikçe gökyüzünü toz , toprak bürüyor .
Pazarcı tezgahları öbek , öbek dizilir , sanki kırıtır ,
Bu çirkin görüntüler insanlarla alay eder, sanki sırıtır .
Yerel yönetimi iş yapar sandık , sanalı ,
Kurbağalı Dere şimdi oldu , açık su kanalı ,
Yaz gelince artık çayır , çimen hiç olmaz .
Derenin kokusundan, civarlarda pek de durulmaz .
Pazar biter , döküntüler , tüm sahayı kaplar ,
Gelin , görün ibret alın , aziz ahbaplar
Pazar dağılırken trafik , çirkinlik görülmeye değer ,
Avrupalı mıyız , ne kadar uzak , ne kadar meğer ?
Çimenler dikelim boş , her karış toprağa ,
Özlemimiz , temiz havaya , yeşil yaprağa !
Çöp bidonları her zaman , her yerde olsun,
Çöpler sokağa atılmasın , kapalı bidona dolsun .
O.İZMİR- GÜMÜLDÜR
Gümüldürde, Hava Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Orasını hiç görmemiştik. Dilekçemize olumlu cevap gelmişti .05 - eylül-1982 tarihi tahsis emri almıştım. Hazırlıklarımızı yaptık ve bir gün önce sabahtan, Sirkeciden, TRUVA feribotuna bindik. Arabayı feribotun altına bırakarak yukarı çıktık. Koltuklarımız numaralıydı. Yerleştikten sonra güverteye çıktık. Marmara adalarını ve Çanakkale boğazını, denizden seyrederek geçtikten Bu sırada, zaten hava kararmaya başlamıştı. Koltuklarda biraz kestirdik. Sabahleyin İzmir limanında çıktık. Gaziemire doğru hareket ettik. Gaziemir civarında, her tarafın gecekondularla dolmuş olduğunu gördük. Gaziemiri geçtikten sonra da yolumuz sağa dönüyordu. Arazi, zeytin ve bodur ağaçlarla kaplıydı. Denize doğru hafif bir meyille iniyorduk. Artık portakal, mandalina ve limon bahçeleri görülmeye başlamıştı. Nihayet, Gümüldür kasabasına ulaşmıştık. Kampın yerini sorduk, tarif ettiler, Kasabanın doğusuna doğru yolu gösterdiler. Kampın girişi yüksekceydi. Kaydımızı yaptırdık ve yerimizi öğrendikten sonra, Arabayı, yolun karşısına, park yerine bıraktım. Bize refaket eden asker, bavullarımız için yardımcı oldu. O yüksek yerde kantin gibi alışveriş yerleri, mutfak, yemek salonu gazino ve idarî binalar mevcuttu. Denize doğru beton merdivenlerden inerken, solda , ağaçlar altında piknik yerleri de görünüyordu. Çok basamaklı merdivenlerden düzlük sahaya inmeye başladık Artık burada, geniş sahada, katlı moteller, Palmiye ağaçlarla kaplı geniş saha, oturma bankları ve yürüş yoları mevcuttu. Motellerin arkasında da plaj uzanıyordu. Pırıl, pırıl palayan deniz ve plajın uzun kumluğu görünüyordu. Neyse ki bize tahsis edilen oda ikinci kattaydı. Ama deniz tarafında değil, kuzeyi, tepecikteki gazino ve idarî binaları görüyordu. Tepe ile moteller arasında,, palmiye ağaçlıklı geniş bir saha vardı. Motele yerleşip, biraz dinlendikten sonra öğle yemeği için, merdivenlerden, tepeye, yukuşu zorlukla çıkarak ulaştık. Manzaralı güzel bir yerdi. Yemek yerken, kahve, çay içerken buradan güzel manzarayı seyrediyor, zevk duyuyorduk. Akşam yemeği, ikindi çayı, sabah kahvaltısı için de buraya gelmek mecburiyetinde idik. Dolayısıyla biraz zorlanacaktık. Ama gelip, geçenlere baktıkça, insanların başka bir yol daha kullandıklarını gördük. Beton merdivenler yerine, ağaçların altındaki piknik yerinden geçen , daha az meyilli, başka bir yolu, patika yolu kullanıyorlardı.
Yemekten sonra , odamıza gidip biraz dinlendik. Sonra deniz kıyafetlerimizi giyip, şemşiye ve hasırları alarak deniz kenarına gittik Her zaman olduğu gibi, tenha bir yer bulup denize girdik. Deniz suyu hâlâ sıcaktı ve deniz suyu billur gibi temizdi. Gün geçtikce, deniz kıyafeti giymek, denize girmek, yüzüp çıkmak, odaya gelip soyunup giyinmek, yemek için yokuşu tırmanmak zor gelmişti eşime. Ancak bir kaç gün dayanabilmişti.
Bir gün denize girip çıktıktan, giyinip motelden aşağıya indikten sonra bir bank’a oturmuştuk ki eşim fenalık geçirmeye başladı. Hemen, Dr. İlhan ağabeyi arayıp buldum. İlhan ağabey, Hava Harp Okulunda iken bizim dotorumuzdu. Bizlere bir arkadaş gibi davranırdı. Bütün talabeler onu severdik. Emekli olmuş, nihayet burada, tatil kampında karşılaşmıştık, gazinoda oturup muhabbet etmiştik. Dr. İlhan ağabeyi buldum, durumu anlattım. Gelip hanıma şöyle bi baktı. ‘’ Onu yavaş, yavaş odanıza çıkar, ben de çantamı alıp geleyim, muayene edeyim’’ dedi. Muayene edip tansiyonunu ölçdükten sonra, ‘’Kâlp krizi geçirmiş, bir iğne yapacağım, aspirin çiğneteceğim, bir de dilaltı vereceğim. Atlatacak,! Ama dikkatli olmanız lazım, yorgunluk ve stresten uzak duracak, yiyeceklerine dikkat edecek, denize girmesin artık, Bir daha da böyle yokuşlu yerlere gelmeyin’’ tavsiyesinde bulundu.
Artık çok dikkatli davranıyorduk. Yemek için tepeye çıkarken, merdivenlerde oturup biraz dinlenmek .icap ediyordu.
Bir gün Erdemler çıkageldi. Gerçi kampta olacağımızı biliyorlardı ama bizim için sürpriz olmuştu. Hem çocukları dilek ile Murad’ı hem de teyze Melahatı getirmişlerdi. Çok memnun kalmıştık. Erdem’i çok severdik. Bu sebepten Bedia ve çocukları da çok sevmiştik..
Geleceklerini bilmediğimiz için, onlar’a Tablodotda yemek çıkmamıştı. Biz de piknik yerini tercih ettik. Gelirken birşeyller getirmişlerdi. Bazı ilaveler yapmak suretiyle, ağaçların altında, güle, eğlene hem yemek yedik, hem de muhabbet ettik. Ama onlar da Yaseminin kalp krizi geçirmesine üzülmüşlerdi.
İkindiye doğru, Erdemin teklifiyle, Bedianın mandalina-portakal bahçelerine gittik. Melahat teyze, ‘‘dinlenmek istiyorum’’ diyerek kampta kalmıştı.
Bedia hanımın bahçesi, Gümüldür’e yakındı. Biz böyle bir bahçeyi ilk defa görüyorduk. Ağaçlar kısa boylu rengarenk mandalina, portakal, limon, greyfurtlarla süslüydüler. İşçiler meyveleri toplayıp sandığa yerleştirmekteydiler. Satış için İzmir’e gönderiyorlardı.
Erdemin verdiği bilgiye göre: Japonyadan getirilen Satsuma cinsi mandalinalar, önce Karadeniz bölgesinde yetiştirilmiş. Orada tutunduktan sonra, Gümüldür bölgesinde deneme yapılmıştı. Fakat Satsuma cinsi, buranın toprağını çok sevmişti. Dolayısıyla Gümüldür ve çevresi, mandalina deyince ilk akla gelen yer olmuştu. Bu ve denizinin billur gibi , plajlarının sevilmesi sebebiyle, kasaba, turisttik bir yer olmuştu.. Dolayısıyla Gümüldürün ekonomisi gittikçe gelişmiş ve büyümüştü. Böyle güzel ve enterasan bir yerde, poz, poz hatıra fotoğrafı çekmekten de geri kalmamıştık.
Bir gün de, Ayten hanımla Kâmil Alb.lar ziyaretimize geldiler. Çocuklar yoktu. Yukarıda bahsettiğim gibi çok sevdiğimiz insanlardı. Eh bir günlük buluşma pek tatmin etmese de, akşama kadar muhabbet etmiş, birlikte yiyip içmek bizi mutlu etmişti. Her İzmir’e gelişimizde muhakkak onlara da uğramak adetimizdi. Kampta, birlikte çok güzel vakit geçirmiş, akşam olmadan onları evlerine uğurlamıştık..
Ö. MARMARİS
Gümüldürden sonra gezimize devam etme kararı vermiştik. Gümüldürdeki günlerimiz, Kâlp krizi hariç, iyi geçmişti. Marmaris’in methini çok duymuştuk. Oraya gidecektik. Söke, Milas, Yatağan’ı geçtikten sonra, Muğlaya girerken arabanın lastiği patladı. Allahtan ki, 90km. sürat yapıyordum. Eşim yanındayken fazla sür’at yapmazdım. Arabayı yolun kenarına çekip durdum. Roma- Napoli arasındaki kaza bana tecrübe kazandırmıştı. Muhakkak arabada pompa bulunduruyor, yedek lastiğin havasını kontrol ediyordum. Hemen stepneyi çıkarıp değiştirdim. Zaten Muğlanın içine girmek üzereydik. Bir lastik mağazasının yerini sorduk. Yeni bir lastik aldım. Gelmişken Muğlada bir de öğle yemeği yedik ve yola devam ettik. Ormanlık dağlardan geçerek, Marmaris yoluna girdik. Marmaris yolunun iki tarafı da kırmızı, pembe açan zakkum ağaçlarıyla süslüydü. Öyle güzel görünüyorlardı ki, hiç de kur’anda belirtildiği gibi cehennem ağacına benzemiyordu. Ama, neyin, ne olduğunu Tanrı daha iyi bilirdi.!
Marmaris’in içine girerken sol tarafta eski binalar, sağ ve ilerde yeni binalar görünüyordu. Çarşıya girince, bir otobüs yazıhanesinden pansiyon adresi aldım. Tarif edilen yer, deniz kenarındaki çocuk parkının hemen ilerisinde, plajın karşısında idi. Yer olup, olmadığını, Pansiyon sahibesine, sordum.. Neyse ki varmış. Birinci katta bir odaya taşınıp yerleştik. Bina iki katlı ve yukarda bir de terası vardı. Bahçe katında iki oda, ayrıca, binanın yanında ve arkasında bahçe bulunuyordu. Bizim odanın buluduğu katta da üç oda vardı. İki odanın önünde de, geniş balkon gibi bir yer mevcuttu. Buradan marmaris koyu, Körfezin karşısındaki kıyılar, ve önümüzde plaj sahası görülüyordu.. Bir de arkada, müşterek tuvalet ve banyo, mutfak, bir de mal sahibesinin kaldığı oda vardı. Denize girip çıktıktan sonra, bahçede duş alma imkânı bulunuyordu. Tetkik sonucu anladım ki, terasa bir teneke koymak suretiyle sıcak su elde edebilirdim. Böylece sıcak suyla duş yapabilirdik. İstenirse, mutfakta yemek yapmak, istenirse dışarda yemek yemek mümkündü. Pansiyona çok yakın büfeler ve lokantlar mevcuttu.
Binanın önünde, plaj boydan, boya uzanıyordu. Hem odamızdan, hem de iki oda arasındaki büyük balkondan, plajın tamamını, denize giren, güneşlenen insanları, beyaz yatları, Marmarisin Kayıp boğazını, sağ tarafta uzanan kıyıları, yamaçları, dağları, otelleri görmek mümkündü. Marmaris’in koy’u Sanki kapalı bir deniz gibi görünüyordu. Velhasılı manzarası şahaneydi. Akşam yemeğini yakında bulunan bir lokantada yedikten sonra, odamıza gelip, yorgun olduğumuzdan, hemen yatıp uyumuştuk.
Ertesi sabah, kahvaltı yaparken, ikinci odada kalan insanlarla da tanıştık. Onlar da bizim gibi karı-kacaydı. İstanbul-Sarıyerde oturuyorlardı. Onlarla ahbap olduk. Arabaları yoktu. Badema arabayla gidilecek yerlere beraber gidecektik.
Artık etrafı tanıma, görme zamanı gelmişti. Uzak yerlere gitmek üzere dolmuşlar, denizden gidilecek yerler için de dolmuş motorlar vardı. Pansiyon sahibesinin ifadesine göre, görülmesi gereken yerler çoktu.
Marmaris’e girerken sol tarafta Pazar yeri görmüştük. İlk ziyaret yerimiz orasıydı. Hem ziyaret, hem ticaret. Önce Marmaris kalesini gezmeye gittik. Kale Pazar yerine de yakındı. Kale Çok eskilere dayanıyordu., Marmarisin kapalı koyundan Akdenize çıkınca, karşıda Rodos adası görünürdü. Osmanlı sultanı Kanunî, Rodos adasını kuşatmak üzere Marmaris’e geldiğinde, kaleyi küçük görmüş, büyütülmesi için mimara direktif vermiş, Rodostan döndüğünde, kalenin yine de küçük olduğunu görünce mimarı astırmış.. Kalenin yedi tane kulesi vardı . Eski Marmaris bölgesinde, Körfeze hakim yüksekce bir yerde kurulmuştu. Buradan manzara daha da güzeldi. Kalenin müzesinde bulunan eski eserlerden bir kısmı Bodrum kalesine götürülmüştü. Kaleyi ve Kanuninin annesi Hafza Sultan camiini de gezip, gördükten sonra, Pazar yerinden daha ziyade meyve almıştık. Pansiyona dönmeden, öğle yemeğimizi de bir lokantada yemiştik. Öğleden sonra, Kaleden daha ilerde, Güllük ormanlarını görmemizi tavsiye etmişlerdi. Oraya gittik. . Burası, Koruma altına alınmış, geniş bir park gibiydi. Halkın oturması maksadıyla ağaçların altına, denizi seyretmek için ise deniz kenarına banklar konmuştu. Seyyar satcılar kâğıt helvası satıyorlardı. Ayrıca yiyecek büfeleri de bulunuyordu. Güllük ağaçlarını ilk defa görüyorduk. Değişik bir ağaç türüydü. Boyları 6-7 metreyi buluyordu. Ayrıca, Sakız ağacı, palmiye, zakkum gibi çeşitli ağaçlar vardı. Buranın , huzurlu , sakin dinlendirici bir havası vardı. İnsan, saatlerin nasıl geçtiğinin farkında olmuyordu.
Marmaris’in arkalarında, denizden uzakta, yeni, yeni yerleşim bölgeleri görülüyordu. Buralarda daha ziyade, limon, portyakal ve mandalina bahçeleri bulunuyordu. Pansiyonumuzdan sonra gelen sahilde ise güzel oteller vardı.. Daha ilerde ise Marmariş Tatil köyü bulunuıyormuş ki burasını da görmemizi tavsiye etmişlerdi. Burasını görmek için , arabayla, arka yoldan dolaşmamız gerekiyordu. Burası sanki, ayrılmış bir bölgeydi. Bu ayrılmış bölgede, ,yola doğru, ağaçların altında, kulubeler, Bungolov tipi binalar, çadırlar, deniz kenerında da plaj bulunuyordu. Kadınlar sere serpe , kumlar üstünde güneşleniyor, şemsiyeler altında, şezlonglarda dinleniyorlardı. Kimileri de denizde yüzüyorlardı. Deniz kenarında ayrıca gazinolar da vardı. Burada istiyen, çay, kahve, meşrubay içiyor, tost vs yiyebiliyorlardı. Komşularımızla beraber gittiğimizden, Akşama kadar hem dinlendik hem de manzara eşliğinde muhabbet ettmiştik.
Başka bir gün de hem kara, hem de deniz yoluyla ulaşılabilen Turunç köyüne, deniz motoruyla gitmeye karar verdik. Komşularımız da vardı. Üstelik motorda kaptanın anasıyla da tanıştık. Efendi, kendi halinde, kapalı ama konuşkan bir insandı. İskede indikten sonra yukarılara doğru tırmandık. Etrafta köylü kadınları, topladıkları doğal yiyecekleri satıyorlardı. En çok sattıkları şey de Adaçayı idi. Deneme mahiyetinde, çay yerine adaçayı içtik. Kokusundan dolayı pek sevmemiştik. Ama yine de kurutmak maksadıyla bir kaç demet satın aldık. Ağaçlıklı, şahane manzaralı bir yerdi. Huzur içinde bir gün de orada geçirdik. Yine motorla geri döndük.
Yine tavsiye üzerine, bir gün de Sedir adasına gitmeye karar verdik. Oraya dolmuşla gidiliyordu. Komşularımızla, minibüse bindik. Marmaris’e geliş yoludan Marmarisin dışına çıktık, 5-6 km gittikten sora sola döndük. Ormanların içinden geçerek, Gökova körfezine, iskeleye geldik. Küçük bir motorla, Sedir adasına çıktık. Burası büyükce bir adaydı. Plajı hariç fazla bir özelliği göze çarpmyordu. Ama biz iç taraflarına kadar görmek istedik. Tabii bitkiler, makilik, zeytin ve çam ağaçları vardı. İçerilere gitikçe antik çağlardan kalma, tiyatro, agora, kilise gibi eserlere raslanıyordu.. Plajına gelince kumları pırıl, pırıl parlıyordu. Denizin içindekiler de öyle, dışındakiler de. doğal olarak, burada da denize girdik, hatıra fotoğraflar çektik.
Buraya, aynı zamanda Kılopatra adası da diyorlardı. Hikayesine gelince: Roma İmparatoru Antonius, Mısır’ı ele geçirdiği sırada Kılopatraya aşık olur. İklimi ve denizi şahane olan bu sahilleri dolaşırken, Gökova körfezini çok beğenir. Bu küçük adayı bir aşk yuvası haline getirmek ister. Dünyada iki yerde bulunan, asitli deniz suyuna girince kendiğinden üreyip çoğalan, hepsi de aynı boyda, yuvarlak, ateşte yanan kumları, İmparator, taa Mısırdan , 60 büyük gemiyle buraya taşınır, ve plaj oluşturur. Burada, yaz mevsimi, iki sevgili gözlerden uzak denize girerler. Gerçek bir aşk yaşarlar. Böyle bir özelliğie sahip kumları, dışarıya götürmek yasaklanır ve buraya gelenlerin görmesine müsaade edilir. Bizim gibi merak edip gelen turistler çoktu. Herkes de bu özel plajın kumlarından ve denizinden çok memnun kalmıştı. Bu sayede Gökova körfezini de görme imkânı bulmuştuk. Yine ormanların içinden geçerek, minibüsle Marmarise dönmüşdük
Bu Cennet bölgesinde 15 gün kaldık ama doyamadık. Ne kadar kalsak da doyamayacaktık anlaşılan! Komşularımız, bir müddet daha kalacaklardı. Veda ederken, İstanbul’da görüşme sözü verdik. Buranın Çam balı da meşhurdu. Kendimize ve hediye olarak birer kavanoz satın aldıktan sonra yola çıktık. Burada yaşadığım duygularımı belirtmek üzere MARMARİS adı altında bir de şiir kaleme almıştım Daha fazlasını okumak istiyenler için adres: :. (www.antoloji.com/yusuf_canturk)
M A R M A R İ S T E Y İ M (EYLÜL 977)
Yalıda kalıyorum elli yılda ilk defa ,
Sefa sürüyorum MARMARİSTE sefa !
Yakından geçiyor , şahane beyaz yatlar ,
Yatıp güneşlenir beyaz tenli avratlar .
Deniz kızı sanki , denizde yüzenler ,
Önümden geçiyor huri gibi güzeller .
Beyaz yelkenliler zevke zevk katıyor ,
Sarışını esmeri sere serpe yatıyor .
Marmaris’in gündüzü bir alem , gecesi başka ,
Rıhtım boyu gezileri pek de revaçta
Mehtap altında süzülen görkemli yatlarda ,
Ezgiler var , gitarlı , kemanlı çoğu serenatlarda .
Tempo tutar sanki motor sesleri ,
Birbirine karışır turistlerin NO ve YES leri ,
Marmaris’in denizi sanki bir havuz ,
Mehtaplı gecelerde gözü okşar yakamoz .
Ünlüdür Marmaris’in ÜNLÜ çam balı ,
Çabuk geçiyor günlerim , saydım sayalı .
Elli yılda on beş gün bir rüya , bir düş ,
Hüzün duyarım yaklaştıkça Cennetten dönüş .
Dönüş yolunda, unutamıyacağımız hadiselerden biri, Seferihisar kavşağını geçtikten hemen sonra yakalandığımız sağanak yağıştı. Öyle bir sağanak yağıştı ki, bardak değil, kovadan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Sanki tufan gibiydi. Bir metre önümüzdeki arabayı görmemiz mümkün değildi. Mecburen arabayı yolun kenarına çekerek durdum ve yağmur geçinceye kadar beklemek mecburiyetinde kaldık. Yine İzmir Ordu evinde bir gece kaldıktan sonra Feribotla İstanbul’a döndük.
9. KÂLP KRİZİ
A. YOĞUN BAKIM
Biz yeni eve taşındıktan sonra, Halide ablalar da Selami çesmedeki evlerini satmışlardı. Maksatları bizim yeni aldığımız eve yakın olmaktı. Bu nedenle, kiracılarını çıkartıp, Bahariye caddesine yakın, kendi evlerine taşınmışlardı. Yine sık, sık görüşmeye devam ediyorduk. Bir gün onlar!a gittiğimizde,, Nurettin eniştenin merdivenlerden yuvarlanıp düştüğünü öğrendik. Enişte, Beyoğlundaki Devlet hastahanesine kaldırılmıştı.
Nurettin enişteyi görmek üzere karşı tarafa geçtik. Hastahaneyi zorlukla bulduk. Nurettin enişte, yataktaydı ve zaman, zaman da acıdan feryat ediyordu. Okadar üzülmüştüm ki, yüreğim fazla dayanamadı, gözyaşlarım içinde , oradan ayıldık. ,
Aynı hafta içinde, Yaseminle, oturma odasındaydık. O fasülye ayıklıyordu. Bir ara, aniden, vücudümden bir ter boşaldı. Midem bulandı hemen lavobaya gittim ama bir şey çıkaramadım. Tekrar gelip oturdum. birden kendimi halsiz hissettim. Eşim de beni tetkik ediyormuş, ‘’üşüdün herhalde, sana nane-limon kaynatayım’’ dedi Ama ben istemedim. Bir ara, ‘‘tırnakların, sapsarı, sen kalp krizi geçiriyorsun, hemen ambulans çağır, acil servise gidiyoruz’’dedi. Gerçekten bi gayretle telefon ettim, ambulans gelinciye kadar giyindik ve GATA Acil servise götürdüler.
Doktorlara durumu anlattık, bir iğne yaptılar, bir de 300mglık aspirin çiğnettiler, ve yatırmaya karar verdiler. Bir tekerlekli sandalyeyle yoğun bakıma götürdüler. Peşimden eşim de beraber geldi ama içeri almadılar. Kendimden ziyade onu düşünüyorum, şimdi eve nasıl gidecek diye. Benim gibi yoğun bakımda yatan insanlar vardı. Elektromu çektiler, göğsüme bir bant yapıştırdılar, bir de serum bağladılar. Gözlerim biraz açıldı ama, hâlâ göğsümse ağrı hissediyordum. Hemşire’ye, ‘’lütfen eşime söyleyin, eve gitsin, nasıl olsa içeri almıyorlar’’dedim.
Akşam, yağsız bir çorca, bir de muhallebi verdiler, Ne muhallebi, ne de çorba, eşiminkilere benziyordu. Aynı odada, üç kişi daha vardı, Bunlardan biri Havacı Astsubay Şükrü. Anlaşılan, burada, ya üst rütbeli subaylar için yer yoktu, veya emekli üst subaylara gereği kadar değer verilmiyordu. Halbuki sağlık karnemde 1nci sınıf yatak diye yazıyordu.
Ertesi sabah, Eşim, dayısının kızı Gülbinle gelmişti. Gülbin Göztepe, Kırdokuzlular sitesinde oturuyordu. Aramızda epey mesafe vardı. Nasıl anlaştılar, anlayamadım. Bana çamaşır getirmişti. Eşimle Gülbinin ayrı ayrı görüşmelerine müsaade ettiler. Beşer dakka ya sürdü, ya sürmedi. İyi olduğumu, merak etmemeleri gerektiğini söyledim, gittiler.
Artık penceremden dışarı bakabiliyordum. Haydarpaşa limanı, karşı taraflarda, Gülhane parkı, Süleymaniye camii vs. her taraf görünüyordu. Martılar denize pike yapıp çıkıyorlardı. Hele gün batımı, manzara şahaneydi.
Yine duygularım ağır basmıştı. Hemşire’ye, bir kağıt-kalem getirmesini rica ettim. getirdi, duygularımı kağıda dökmeye başladım. Hastahanedeyken Yazdığım şiirinlerin adları KÂLP KRİZİ, HASTANE GÜNLERİ- ANJİO GÜNLERİ ( intrenet adresinde)
Üçgün sonra göğsümdeki bandı çıkardılar, serum da takılmamıştı., biraz ferahlamıştım..
Sabahları, saat dokuz civarında, bölüm başkanı ve diğerleri, ekip halinde, hastaları, kontrol ve muaneye çıkıyorlardı. Heyette, Bölüm başkanı olduğunda, öbür doktorlar ve hemşireler daha da telaşlı oluyorlardı. Sair zaman geldiklerinde, kimi, efendice davranıyor, kimi de dağları ben yarattım pozunda oluyorlardı.
Eşim her gün beni ziyarete geliyordu. Yeğenim semihanın kocası İsmail eksik olmasın getirip- götürüyordu. Üzülüyordum, Fazla kalmasını istemiyordum, zaten İsmail de iş-güc sahibiydi. Yoğun bakında on gün kalmıştım. Artık çıkaracaklardı. Badema kullanacağım ilaçları ve zamanını, belirlediler. Ayrıca, Kâlbin durumunu daha iyi belirliyebilmek için anjio yapacaklardı. On gün sonrasına randevu verdiler. Böylece hastahaneden ayrılmış oldum.
Bu arada akraba ve tanıdıklar geçmiş olsun demeye geliyorlardı. Ama Halide abla, ne hastahaneye, ne de eve gelmişti. Bir anormallik vardı ama neydi!? bilemedim. Eve geldikten beş gün sonra Halide abla çıkageldi, yalnızdı, enişte yoktu. Halinde bir gariplik seziyordum. Sorduğumda gözleri yaşla doldu. Onun yerine Yasemin cevap verdi. Nurettin enişte rahmetli olmuştu. Beni üzmemek için söylememişlerdi. Donmuş kalmıştım. Kendimi tutamadım, hemen lavobaya koştum. Orada hıçkıra, hıçkıra ağladım. Gözyaşlarım sicim gibi akıyordu. Annemin ölümünde bile bu kadar üzülüp, bu kadar ağlamamıştım. Benim çok sevdiğim insandı. Onu çok arayacaktım. Halide ablanın övey kızlarından başka kimsesi yoktu. Birisi de zaten evlenip Amerikaya’ya gitmişti. Ona destek olmalıydık. Bir problemi olduğunda her zaman bizi arayabilirdi. Bu sözüme memnun kalmakla beraber hâlâ üzgündü.
B. ANJİO GÜNLERİ
1991 yılının ilk aylarına gelmiştik. . Anjio deyince bana ameliyat gibi geliyordu. Benimle beraber, anjio yapılacak çok hasta vardı. Ameliyethanenin önündeki koridorda sıralanmıştık. Anjio olan hastalar, tekerlekli sandalye ile yakınları tarafından götürülüyordu. Anjio dan sonra, bir gece, kontrol altında, hastahanede kalmamız icap ediyordu. Sırada beklemek bana zor gelmişti.
Sıra bana geldi, eşim de yanımdaydı. Beni yalnız olarak, içeri aldılar, Ameliyat masasına yatırdılar. Yüreğim, küt, küt atıyordu. Televizyon gibi bir cihaz vardı. Doktorlar, ‘’ bir iğne yapacağız ama, Seni uyutmayacağız, bu cihaza bakabilirsin’’dediler. Gerçekten iğne yaptıktan sonra fazla bir acı hissetmedim. Cihaza baktığımda kâlbim küt, küt atıyordu. Galiba yarım saat civarında iş bitmişti. Ama bana uzun gelmişti. Beni tekerlekli sandalyeye oturtular. Yatacağımız odaya gelirken, okul arkadaşım Yılmaz la karşılaştım. Bir-iki dakka görüştük. Onun eşi de anjio olmuştu. Kadınlar ayrı koğuşlarda kallacaklardı. Nihayet. Eşimle, yatacağım odaya kadar geldik . Bir sürü hasta vardı. Sanki erler yatakhanesi gibi. Kasığıma, küçük kum torbası koydular. ‘’Bunu kaydırma, sabaha kadar burada duracak’’dediler. Ertesi günü de beni taburcu edeceklerdi. Eşimin dediğine göre, anjio olanların çoğunda, ameliyat yerleri kanama yapmıştı. Allaha şükür ben de öyle bir şey olmamıştı. Ucuz atlatmıştım.
Eve döndükten sonra, ANJİO GÜNLERİ adını verdiğim bir şiirimle duygularımı belirtmiştim.
Artık amaliyat yapıp, yapmayacakları, 15 gün sonra verilecek raporla belli olacaktı.
ANJİO GÜNLERİ
Koridorlar hasta dolu , ezilip , büzülen ,
Beklerler şifa yolu , endişeyle , gezinen ,
Doktorların çoğu nazik , alakalı , güler yüzlü ,
Bazıları dağ yaratmış , sert tavırlı , katı sözlü .
Günlerce dolaştım suskun ve kararsız ,
Düşündüm ki ANJİYO , değil yararsız .
Bekledim sıramı , sessiz ve sabırsız ,
Zor geçerdi dakikalar , sevgisiz ve yarsız .
Bir neşter acısı , bir de endişe ,
Kulak ver kâlbimden gelen bu sese !
Dostlarım düşmeyin sakın yeise !
Şifalar dilerim RAB tan hasta herkese .
Tevekkül içinde yattım masaya ,
Şartladım kendimi , türlü tasaya ,
Geçmiyor dakikalar , sanki duruyor ,
Gördüm ekranda kâlbimi , tıp , tıp vuruyor .
--
Aferin kâlbim, işte böyle, hiç durma çalış !
Zaman ile inatlaş da , onunla , hep yarış !
Kendinle, çevrenle, dünyanla , hemen barış !
Benden TANRIYA oluyor , bin - bir yakarış .
Birlikte ağladık , birlikte güldük ,
Birlikte yaşadık , birlikte öldük ,
Sensiz nefes almak ne kadar abes ,
Sensiz bu âlem bana kapkara kafes .
MUZO benden , ben ONDAN beter ,
Neşeyi kaybettik , gözlerde keder .
Bu acılı hayata desek ki yeter !
Çoğu kez şükür der , bazen de ah çeker. .
. C. GATA-ANKARA
Rapor için gittiğimizde, ‘’ Üç damarın, %80 tıkalı olduğunu, ameliyat olmam gerektiğini söylediler. ‘’ Fazla gecikmeden amaliyat olmalısın’ ‘ diye de tavsiyede bulundular. Aynı odada kalan hava astsubay Şükri bey’e ise amaliyata gerek görmemişlerdi.. Ameliyat haberini alınca Eşim de, ben de çok üzülmüştük. Bir ara Başhekim yardımcısı, Dr. Alb. mustafa bey’e uğrayıp raporu gösterdim. ‘‘Bana göre amaliyat olmasan da olur, ama kendin karar ver’’dedi. Günlerce bu üzüntüyle, moral bozukluğu ile yaşadım. Orman gibi siyah, gür saçlarım endişe ve moral bozukluğundan seyrelmeye başladı. Aslında, kâlbimde fazla bir rahatsızlık hissetmiyordum. Her ihtimale karşı ilaçlarımı muntazam alıyordum.
Bir ara, Ankara GATA’ya gitmek aklıma geldi. Ama orada bir tanıdık olması gerekliydi. Bu sebeple, Silahlı Kuvvetler Akademisinden devre arkadaşım, Koramiral Mustafa Turuncoğlu’nu hatırladım.. Kuzey Deniz Saha komutanıydı. Akademide yan, yana oturuyorduk. Gezide de İzmir Ordu Evinde aynı odada kalmıştık. Randevu almak suretiyle Kasımpaşa’ya, karargâha gittik. Eşimle beni, her zamanki nezaketiyle karşıladı. Odasında oturduk, bize çay ikram etti. Bu arada durumu anlattım. Hemen, Gülhaneyi aradı. Arkadaşı, Kardioloji bölüm başkanı, Profösör, Dr. Kd. Alb. Salih beyi aradı. Konuştular. ‘‘İstediği zaman gelsin, ilgilenirim, Anjio filmini de beraberinde getirsin’’ demişti. Teşekkür ettik. Turunçoğlu bizi kapıya kadar gelerek uğurladı. Endişemiz biraz azalmıştı.
Damat, Deniz Kuvvetlerine bağlı, Radar mevziine Komutan olarak atanmıştı. Ankara’ya yakındı. Telefon ettik. Zaten kâlp krizi geçirdiğimi biliyorlardı. Hemen gelin dediler. Nisan ayı gelmiş, havalar da güzelleşmişti. Arabayla oraya hareket ettik. Ankaradan sonra, Kayaş’a kadar gitmiştim. Fakat ilersini bilmiyordum. Sormak suretiyle öğrendim. Yemyeşil ekin tarlaları içinden geçerek lojmanların bulunduğu yere ulaştık. Nöbetçi er, Nizamiyeden telefon etti. Eve vardığımızda biz Çok iyi karşıladılar. Noyan da evdeydi. Oturup, muhabbet ettik, hasret giderdik. Meğer, Kardoloji bölüm başkanıda Bülent’in arkadaşı imiş. Onu tanıyormuş Askerî lisedeyken, sınıf arkadaşıymış. ‘’ Pazartesi beraber gideriz’’ diye söz verdi. Sonra, beni bölgeyi dolaşmaya çıkardı Lojmanların bulunduğu saha, yüksekte, çok geniş, ağaçlıklı, çiçek bahçeleri, gazinoları, havuzuyla sanki bir sayfiye yeriydi. Oradan bakınca da aşağılarda, geniş ova ve yeşil tarlalar görünüyordu. Askerî bölge, bir tarafta meyilli arazisi dereye kadar , diğer taraftan köy sınırlarına kadar uzanıyordu. Askerî bölge olarak da dağın eteklerinde yamacında kurulmuştu. Subay lojmanları, Astsubay lojmanları, Kantin ve erlerin yatakhaneleri de aynı bölgede bulunuyordu. Etraf telle çevrilmişti. Subay yemekhanesi, gazinosu ve havuzu ayrı bir bölgede, fakat lojmanlara yakındı., Bahçesi ve havuz kenarları nazlı, nazlı sallanan söğüt ağaçlarıyla süslenmişti….
Subayların oturduğu lojman, uzunca, iki katlı bir bina idi. Komutan dairesi, diğerlerinden farklı, dört odalıydı. Salon genişti, odalardan birini, Bülent atelye olarak kullanıyordu. Benim Almanya’dan getirdiğim alad-edevat ve tezgâh kurulmuştu. Bülent , boş vakitlerinde daha ziyade gemi maketi yaparak değerlendiriyordu.. Ben de burada kaldığım müddetçe,, zeytin çekirdeğinden, hediye vermek üzere, tespih yapacaktım.
Nihayet pazartesi günü, Bület ile GATA’ya gittik. Mesafe elli km. civarındaydı. Profesör’ün odasına aldılar. Turunçoğlunun selamını söyledik. Oturduk, durumu anlattık. Bülent de çok konuşan cinsindendi ya! Kendini tanıttı. Okul arkdaşı olduğunu söyledi. Hoca, biraz zor da olsa hatırladı. Benden anjio filmini istedi. ‘’ben bunu izlemek istiyorum. Size telefon ederim, gelirsiniz, neticeyi bildiririm’’ dedi. Profösörü daha fazla meşgul etmeden ayrılıp, geri dödük.
İki gün sonra, bize telefon etti. ‘‘gelin görüşelim’’ dedi. Gittik. Bizi kabul etti. Oturduk. Konuştuk. ‘‘Filmi inceledim. Hatta, anjio filmini, Profösör Dr. Kemal Beyazıt’a da izlettim. Şimdi size soruyorum, yol yürürken, yokuş çıkarken, merdivenleri tırmanırken yoruluyor, kendinizi, halsiz hissediyor musunuz? Nefes alırken güçlük çekiyor musunuz!’ ‘’Hayır’’ diye cevap verdim. Profesör, ‘‘Bana göre, amaliyat olmana gerek yok. Hatta Kemal Bayazıtın fikri de bu yönde, size ilaç yazacağım, beslenmenize dikkat edin, fazla yağlı ve kızarmış şeyler yemeyin. Stresten, üzüntüden uzak durun’’ tavsiyesinde bulundu, Filmi de bana iade ettikten sonra, bizi uğurladı.
Allah, Turunçoğlunundan ve Bölüm başkanı. Profesör Salih beyden razı olsundu. Onların sayesinde, üzüntü ve moral buzukluğundan kurtulmuştum.
İtalyadan getirdiğim ( Fiat-131) arabayı 15 yıldır kullanıyordum. Artık elden geçirilmesi gerekiyordu. Bu konuyu Bülent’e açınca, ‘‘Kırıkkalede tanıdıklarım var. Hatta, tüccar bir asker yeni terhis oldu. Biliyorsun, orası sanayi bölgesi. Arabayı oraya götürür tanıdıkların fikirlerini alırız ve tamir ettiririz’’dedi.
Gerçekten bir cumartesi günü, iki rabayla yola çıktık. Tanıdığı tüccar delikanlıyı bulduk. Beraber sanayi çarsısına gittik. Onun tanıdığı kaportacı ve motorcuyu bulduk. Arabayı kontrol ettiler, konuştuk ve neticede, hem kaporta hem de motorun gözde geçirilmesi ve gerekenin yaılması için anlaştık. Ve arabayı onlara teslim edip döndük. Ustalar arabanın tamirat işi bitince, bize telefon edeceklerdi. 15-20 gün sürer demişlerdi.
Arabanın tamirini beklerken., Bülent’in arabasıyla, kasabaya , pazara gidiyor, meyve sebze vs. diğer ihtiyaçları alıp getiriyordum. Bazen, eşimi ve Gülşeni de götürüyordum.
Bülent beni daha yukarıda bulunan, karagâha götürdü. Arkadaşlarıyla tanıştırdı. Öğleden sonra da tepeye, radar mevziinin bulunduğu sahaya gittik. Muazzam bir yerdi. Radar personelinin esas olarak çalıştıkları yerler burasıydı. Dehlizler, gazinolar, yemekhaneler, yatak odaları, görüntü cihazları, her şey mükemmeldi. Napoli’de gördüğüm harp karargâhının küçük bir benzeriydi.
19 Mayıs gösterileri için, ilçe kaymakamı, Radar Mevzii komutanı olarak, Bülent’i de davet etmişti. Fakat hava o kadar soğuk ve yağmurlu idiydi ki Bülent giderken pardösü giymek mecburiyetinde kalmıştı. Lojmanların bulunduğu yerler ve tepeler kar içinde kalmıştı. Dolayısıyla havası, suyu, yeşilliği her şeyiyle bu durum , benim duygularıma yansımış ve şiir olarak dile gelmişti. YEŞİLDERE
Y E Ş İ L D E R E ( Mayıs 1991 )
Sosyal tesis kurulmuş , bir tepenin üstüne ,
Haspam pek de düşkün endamına , süsüne .
Sanki ağaçların arasına , özellikle gizlenmiş ,
Adına YEŞİLDERE - YEŞİLTEPE denmiş .
Batı sırtta bir köy , eteklerde yeşil ovalar ,
Köpekler var , koyunları , kuzuları kovalar .
Tepeden, kuşbakışı, uzakları , yakınları seyriyle ,
Yarlar içinden akar , etrafı yemyeşil bir dere .
Derinden ses veriyor , yeşil dereler
İnsan şükür diyor bin - bir kereler ;
Öyle asûde ki , günü ve de gecesi ,
Kendinden geçirir insanı , doğanın sesi .
Dört mevsim yaşadık mayıs ayında ,
Kuşlar cıvıldarken , bahçesinde , bağında ;
Renkli , güzel çiçekleri kara büründü ,
Yemyeşil tepeler , bir anda , beyaza döndü .--
Bin bir renkli kır çiçeği , koparmaya kıyamazsın ,
Buz gibidir içeceği , içsen de pek kanamazsın .
Dağlarında kaynaklar , yamaçlarda otlaklar ,
Nisan - Mayıs sağanak , yeşil oldu topraklar .
Ne pis koku , ne toz, ne de sis , duman ,
Çevirmiş etrafı , küçük ,yeşil bir orman ,
Havuz başı yemyeşil, söğüt altı pek serin .
Oturursan altına , kalmaz gâmın , kederin .
Özlem duyar, burada bir günü yaşayan ,
Bizim gibi gelip de hep günleri sayan .
Dostlar, artık ayrılık zamanı , kapılmayın yeise ,
Veda ederek , neşe diliyoruz buradaki , herkese
20 günü geçtiği halde ustalardan telefon gelmemişti. Bir cumartesi günü damatla kırıkkaleye indik. Arabanın durumunu inceledik.. Bir hafta daha sabretmemiz gerekecekti.
Yeşildere de hatıra kalsın diye poz, poz resimler çektik. Noyan da vardı. Hatta benim tanımadığım , beş-altı yaşında bir çocuk da karelerin içindeydi.
Nihayet arabanın motor parçaları ve kaportası yenilenmiş ve biraz daha değişik bir renge boyanmıştı.. Yeşilderede, tam kırkbeş gün kalmıştık bu cennet köşesinde. Noyanı da yanımıza alarak, Gülşen ve Bülent’e veda ettik, İstanbul’a doğru yola çıktık.. Bir hatıra fotoğrafı da Bolu dağında, bir tarafta güneş, bir tarafta bulutlar olmak, üzere iki adet hatıra foğraf çekmiştik.
9. DOSTUN ÖLÜMÜ
Daha önce bahsetmiştim. Cahit ağabey, eşi Samahat hanım, Göztede, Bağdat caddesinin arka sokağında ev satın almışlar, Beykozdan buraya taşınmışlardı. Samahat hanım, Yaseminin en vefalı arkadaşıydı. ‘’Onlar olmasaydı ben Beykozda yaşayamazdım ‘’ derdi Onların arasında Ragıba, Fitnet hanımlar da vardı. Ben Haydarpaşa lisesinde okurken, yaz tatillerinde iki sene Cahit ağabey’in yanında, gemilerde, puvantör olarak çalışmıştım. O tarihlerde kıtlık vardı. TMO, Amerikadan, gemilerle hububat taşıttırıyordu. Cahit ağabey de TMO temsilen, gemilerde, sorumlu olarak çalışıyordu.
Samahat hanımlar göztepeye taşındıktan sonra tekrar gidip-gelir olmuştuk. Cahit Ağabey, ‘’Size gelirken, şaşırıyorum Yusufcuğum iki tane panjurlu daaire var, hangisi sizin, hangisi başkasına ait’’ diye her gelişinde bana sorardı.. Yine konuşmalarımız sırasında namaz konusu ele alındığı zamanlar, ’Namaz kılmasını biliyorum,(Tarif de ederdi) sabahleyin ezan sesine uyanıyorum. Allaha dua ediyorum ama bir türlü kalkıp namaz kılamıyorum’’ derdi. Ben de ‘’önemli,,olan Tanrıya inanmak, üzülme diğer günahlarımızı Tanrı affeder’’ diye teselli ederdim.
Aradan seneler geçti, hastalanmıştı, ve Allahın rahmetine kavuştu. Onun için de üzülmüştüm, Erenköy Galip Paşa camiinde namazı kılındı. Cenazesini kaldırdık. Kabir yerleri Edirne Kapı mezarlığında olduğundan. Oraya defnettik.
Yine üzüntülerim galip gelmiş , BİR DOST VARDI adını verdiğim şiirimle duygularımı dile getirmiştim
12. .ERDEMLERİN ZİYARETİ
Yaseminin büyük kardeşi, Erdem, eşi Bedia, Oğlu murat 1986 ağustaosunda, İzmir’den kalkıp, bizi ziyarete gelmişlerdi. Onlara, İstanbul’un görülmeye değer yerlerini göstermiş, gezdirmiştik. Bu arada, Sarıyer Dz. Ordu evine de götürüp yemek yedirmiştik. Bir gün de Çubuklu’da, Hidiv’in köşküne gitmiş, yüksek tepeden, Boğaz manzarası seyrettirmiştik. Oradan hareketle, öğle yemeği için Üsküdar, Havacıların lokalinde yemek yemek istedik. Ama girişte, Murat kod pantolonlu diye içeri almamışlardı. Murat anlayış göstermiş, ‘’Ben dışarda bir şeyler yer, sizi deniz kenarında şu banklarda oturur beklerim ‘ ‘demişti. Biz içeri girdik ama üzülmüştük.
Kulübün yemek salonun manzarası şahaneydi. Kız Kulesi, Gülhane Parkı, Süleymaniye Camiiden başlayıp Beşiktaşa kadar her tarafı görüyordu. Biz biliyorduk ama Erdemle eşi bu manzara karşısında hayran kalmışlardı.
Birkaç gün kaldıktan sonra, Değirmendere’ye Ahmet dayısının kızına misafir gideceklerdi. ‘Biz de gelelim, Gölcük Ordu evinde kalırız’dedik. İzmit’e girip Gölcük yoluna saptıktan sonra, Outlet diye mağazaların bulunduğu yere uğradık. Mağazaları gezerken, bir ayakkabıcı mağazasına girdik.. Yasemin İnci Marka, kısa topuklu bir ayakkabı beğenmişti. Tam kasada ödeme yaparken, Bedia yenge ‘ ‘ Ne zamandır, Yasemine bir şey almak isitiyordum. Madem bu ayakkabıyı beğendiniz, müsaade edin parasını ben vereyim’’dedi. Biz de kabul etmiştik.(O ayakkabıyı, sevmiş, senelerce giymişti).
Erdemler, Değirmendere’de, Handan’da misafir kaldıkları sürece, Handan dahil, akşam yemeklerinde Ordu Evinde buluşmuş, Muhabbetimizi devam ettirmiştik.
11. MERSİN-KIBRIS
A. ARABANIN AZİZLİĞİ
Damad Mersin bölgesine, su üstü Güvenlik Botlarının komutanlığına tayin olmuştu. Gülşen de yanındaydı ama Noyan Ankara’da Bahçeli evlerde kalıyordu. Halen üniversitede okuyordu.
Bir gün, Gülşen telefon etti. Nisan ayında, Kadın Dayanışma derneği yararına Kıbrıs’a gideceklerdi. Biz de gelmek istermiydik?. Kıbrısı hiç görmemeiştik, merak ediyordum. ‘’geliriz’’ dedim. Annesiyle de konuştum. O’da istiyordu.
Hani, Nurettin enişte rahmetli olmuş, Halide abla yalnız kalmıştı ya! Aklıma geldi. Eşimle de konuşup, telefon ettim. durumu anlattım. Zaten gezmeyi çok severdi, hemen kabul etti. Ben de Gülşeni aradım. Halide ablanın da geleceğini bildirdim..
Kendime göre bir plan yaptım, Sabahtan Halide ablayı da alarak, Ankara’ya, Nadire ablamlar’a gidecek, bir gece orada kaldıktan sonra, Bahçeli evlerde, arkadaşıyla kalan Noyanı da alarak Mersine doğru hareket edecektik.
Nadire ablam, bizi görünce çok sevindi, zaten Halide ablayı da severdi. Gece orada kaldık, yatıncıya kadar muhabbete devam ettik. Sabahleyin Noyan’a uğradık, Çok iyi araba kullanıyordu, direksiyonu ona teslim ettim.
Aksaray’ı 25 km. geçtikten sonra, araba, acaip sesler çıkararak durdu. Noyanla arabadan indik, motor kaportasını açtık, Orasına, burasına baktık, bir şey göremedik. Tekrar çalıştırmak istedik, araba çalışmadı.
Yola yakın, bir benzinci istasyonu vardı. Oraya gittik. Durumu anlattık. Sanayi çarşısına telefon edildi. Benzinci, ‘ ‘Usta 15-20 dakka içinde gelecek’’ dedi. Arabanın yanına gittik, beklemeye başladık.
İki genç geldi. Arabayı çalıştırmak istediler, ama nafileydi. ‘’Çekerek, atölye’ye götürmemiz gerek’’ dediler. Biz kendi arabamızda olmak üzere, arabamızı çekerek, küçük bir atelyenin önüne geldik.
Esas usta, hasta, evde yatıyordu. Usta 10 sene Almanya’da kalmış, çocukarının, adet ve ananelerini unutmamaları için kesin dönüş yapmıştı. Delikanlının biri kendi çocuğu, diğeri çırağı idi. İkisi de 17 yaşlarında, daha askerliklerini yapmamışlardı.
Arabanın motor kapağını açtılar. Motor piston başı parçalanmıştı.. Bu arızaların en kötüsüydü. ‘‘Ancak bayramdan sonra yapabiliriz’’ dediler. Motorun pek çok parçası değişecek, motor rektifiye edilecekti.
Bizi bir endişe sarmıştı. Bugün arifeydi, ne otellerde, ne de otobüslerde yer bulabilirdik. Delikanlılara durumu anlattık. ‘’ Biz yolcuyuz, Yolcuya yardım, Allahın emirlerinden biri, ‘Yoksa perişan oluruz’’ dedik. Delikanlılar birbirlerinin yüzüne baktılar, düşündüler taşındılar, ‘ ‘ Bildiğiniz gibi, bu gün arife, herkes dükkanlarını erkenden kapatıp, kabir ziyaretine gider, bir daha da dükkanlarını açmazlar. Eğer parçacı dükkanı ile rektifiye atölyesini açık bıraktırabilirseniz bu işi bitirebiliriz’’ dediler.
Artık yapacağım iş, Parçacı dükkanı ile rektifiye atelyesinin sahiplerine gitmem, durumu anlatmam ve yardım istememdi... Ben de öyle yaptım. Allahtan ki ikisi de anlayışlı ve yardım sever insanlarmış. Teklifimi kabul ettiler, Ben de teşekür ederek atelye’ye döndüm ve iyi haberi verdim. İkisi de oruçluydu. Buna rağmen, yüzlerce parçayı söküp tezgâhın üzerine dizdiler. Bu parçaları söktükçe, sonradan nasıl takacaklar diye şüpheyle bakıyorduk. En çok şüphelenen ve söylenen de Halide ablaydı. Bir ara dükkan sahibi, hasta, hasta geldi ve bizi akşam yemeğine davet etti. Çok duygulanmıştık ama, davete icabet edemiyeceğimizi bildirdik.
Arabanın arıza yapması, saat 1100 civarındaydı. Nerdeyse akşam olacaktı. Biz hem şehri şöyle bi dolaşalım istedik, hem de akşam yemek üzere kıymalı pide ve ayran aldık.. Ezan okununca, delikanlılara da ikram ettik. Noyan oruçlu değildi. onlar da , biz de oruçlarımızı bozduk, . Ama delikanlılar, su içip pide yerken bile, çalışıyorlardı.
Küçük ustalar, öyle sabır ve gayretle çalıştılar ki, saat 2300 de arabayı test ederek bize teslim ettiler. Hayretimizi gizliyemedik. Ustalıkları bir yana, ilgi ve güler yüzle davranışları gözlerimizi yaşarttı. Acaba İstanbul’da böyle bir hadise başmıza gelseydi, bize nasıl davranırlardı?!. Ama burası İstanbul değildi. Burası Anadoluydu. Anadolu insanının asıl özelliği buydu.
Arabayı yine Noyan’a verdim, ben de yanına oturdum. Toros dağlarından aşağı inerken uyumasından korkuyordum, konuşmayı pek sevmediğim halde, devamlı birşeyler bulup konuşmaya çalışıyordum. Netice de saat 0300 de Mersine, lojmana gelmiştik. Gülşenler de bizi bekliyordu. Çünkü atelyenin telefonuyla onları malumattar ediyorduk. Biraz oturup muhabbet ve dinlendikten sonra, Halide abla Gülşenlerde kaldı, biz de, Ordu evine, Bülent’in bizim için ayırttığı general odasına gidip hemen yattık.
Bayram süresince Mersinde kaldık. Gülşenin arkadaşı, Kara Handan da bayram sabahı gelmiş, Gülşenlerde kalıyordu. Geceleri biz Ordu Evinde kalıyor,,Gündüzleri de, Gülşenlere gidiyor veya Mersini tanımaya çalışıyorduk.
B. KIBRIS ZİYARETİ
Bayramdan sonra, Ordu Evinin önüne bir otobüs geldi, Kıbrısa gidecekler otobüslere binerek Taşucu’na gittik. limanda da Kıbrıs’a hareket etmek üzere bir feribot bekliyordu.
Erkek olarak yalnız ben vardım. Kadınların hepsi de, Halide abla, Handan ve biz hariç, Denizci Subayların eşleriydiler. Başlarında da Gereral hanımı olarak, Güler hanım vardı. Güler hanım, Bülent’in sınıf arkadaşı, generalin eşiydi. Onları, daha önceden Yeşilderedeyken tanımıştık.. Çok efendi bir insanlardı.
Feribotta herkes yerine oturup, hareket ettikten sonra, kadınlar arasında curcuna başladı. Herkes yanındakiyle konuşuyordu ama, biribirleriyle konuşur, muhabbet ederken, sesleri mecburen yükseliyordu.
Artk Kıbrıs adası uzaktan görünmeye başladı. Yaklaştıkca, Girnenin yeşil Beşparmak dağları, kendini belli ediyordu.. Limana yaklaştıkça Ordu Evi de görünmeye başladı. . Limana oldukça yakındı. Limanda, iskeleye yanaştık ve dışarı çıktık. Bizi yine bir otobüs bekliyordu. Kısa bir yolculuktan sonra, Ordu evinin otel ve altındaki gazinosuna ulaştık.
Ordu evi deniz kenarındaydı. Binalar geniş bir sahaya yayılmıştı. Erlere ait koğuşlar daha yukarlarda, kantin (daha doğrusu alış-veriş merkezi) ise subay ordu evine daha yakındı. O tarihlerde Türkiyede bulunmayan şeyler Kıbrısta bulunuyordu. Kıbrıs’a gitmek bir nevi alışverişe çıkmak kabul ediliyordu. İthal çanak-çömlek, kahve –çay, giyecek, ne ararsan orada bulunuyordu.
Herkes, odalarına yerleşti. Normal olarak, Halide abla bizim odada kalması icap ederken, Gülşen ile Kara Handan, kendi odalarına almışlardı. Halide abla çok konuştuğu için, Bizi rahatsız eder düşüncesiyle böyle hareket etmişlerdi.
Ertesi günü bizim için tahsis edilen otobüsle, Lefkoşe’ye kareket ettik. Tabii, deniz seviyesinden yukarılara doğru tırmanıyorduk. Yollar güzel, asfalttı. Lefkoşe’ye girerken, güzel tek katlı, iki katlı evler, yeşil bahçeler göze çarpıyordu.
Öğle yemeğimizi Saray Otelde yedik. Sonra, otelin tarasına çıktık. Bu yüksekten, Lefkoşenin Rum ve Türk tarafı daha iyi, kuş bakışı görünüyordu. Orda bir de hatıra fotoğrafı çektirdik. Lefkoşenin Türk tarafındaki mağazaları dolaştıktan sonra, tekrar Girne’ye, Ordu evine döndük.
12 nisanda, tekrar otobüse binerek , Magasa limanına gittik. Deniz ve plajlarını gördük, Kumluk, uzun plajları, deniz suyunun temizliği ile ün yapmıştı. Plaj boyunca sıra, sıra oteller mevcuttu. Kıbrıs Fatihi Lala Mustafa paşanın camiini de gezdik, İçi ayetler ve çinilerle süslenmişti. Birbirine yuvarlak kemerlerle bağlı kubbelerle bağlanmıştı. 1560 senesinde, Lala Mustafa paşa tarafından, Mimar Sinan’a yaptırılmıştı. Avlusunda da sekiz köşeli şadırvan mevcuttu. Magosadan sonra, Maraş bölgesine geçtik Burası tek veya iki katlı villalardan oluşuyordu. Ama hiç birinde oturan yoktu. terkedilmiş, yalnızca binalardan oluşan sakin, Yalnız Şehir görünümündeydi. , Öğle yemeğimizi Maraş ordu evinde yedik. Balık yemeğini tercih ettik
Öğle yemeğinden sonra, dönerken, Bıbrıs Türk Barış gücünü ziyaret ettik. Ziyaretimiz, Türk Barış Birlik komutanına bildirilmişti ki hazırlık yapılmıştı. Komutan, subay ve eşleri, gazinoda toplanmışlardı. Bizi karşıladılar. Tanıştık, konuştuk, bize ikindi vakti ikramda bulundular. Bir müddet sohbet ettikten sonra, veda ederek, Ordu evine döndük.
Herkes, gerek Ordu Evi kantininden gerekse, sivil mağazalardan alış-veriş ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Toplu olarak bir yerlere gitmediğimiz zamanlarda, bu gibi isteklerinin peşinde koşuyorlardı. Akşam yemeklerini güle, eğlene bir arada yiyor, gazinoda guruplar halinde oturup muhabbet ediyorduk.
Bir de Girne’yi tepelerinden görelim istedik. Girne limanına girerken, uzaktan, yeşillikler içinde görülen Beşparmak dağları. Kırbsın kuzeyinde, Girnenin ise Güneyinde, boydan boya uzananıyordu.. O dağın yeşillikleri, içinde, Beyaz bir bina, sanki kale gibi, uzaklardan göze çarpıyordu. Bu saray gibi Ev, Kıbrısın, ilk Cumhurbaşkanı, Makarios’un kaldığı evdi. Ne zaman yapıldığı bilinmiyordu. Ama kimin oturduğu belliydi. .Artık kimse oturmuyordu. Bizim görmemize müsaade edilmişti. Özel bir yoldan bizim otobüs buraya kadar geldi. Herkes otobüsten inip Beyaz Evi gezmeye başladı, çünkü merak ediyorduk. Sanki kartal yuvası gibiydi. Balkonuna çıkınca, bütün Girne, ve beşparmak dağları görüş içindeydi. Hele, kalesiyle, limanıyla Girne, ayaklar altındaydı. Bu arada limanın doğusundaki kaleden başka, Makarios’un sarayına yakın başka bir kaleyi de ziyaret etmiş, hem sarayda, hem de kalede hatıra fotoğrafları çekmiştik.
Magosa olduğu gibi Girne de turistik bir şehirdi. Çok katlı binaların çoğu oteldi. Ayrıca pansiyonlar da mevcuttu, Bu sebeple her iki tarafta da turist kaynıyordu.
14 Nisan sabahı Mersine dönmeye karar verilmişti. Bir gün önceden hazırlıklar yapılmıştı. Kahvaltı yaptıktan sonra, otobüs bizi limana götürdü.. Feribot gelmişti ama, rüzgar da artmış, sallanıyordu. Herkes binip koltuklarına yerleşti.. Hareket saati geldi, Limandan ayrıldık. Bir,-iki mil açıldıktan sonra, dalgalar yükselmeye, gemi daha çok sallanmaya başladı. Biraz daha ilerleyince, deniz köpürmeye, bazı kadınlar huysuzlanmaya başladı. Neticede öyle oldu ki, kadınlar istifra etmeye, kimi de korkudan feryat etmeye, Eşime, ‘Abla bizi kurtar’diye yalvarmaya başlamışlardı. Bir ikisi hariç, sanki sarhoşmuşlar gibi, tuvaletlerin yolunu tutmuşlardı. . Koltukların arası kusmuk içindeydi.
Feribot eski tipti, bu nedenle, bu kadar çok sallanıyordu. Acaba ellerinde daha yeni bir gemi yok muydu?
Velhasılı, Taşucuna, sakin bir böleye gelinciye kadar, hem hanımların eşleri meraktan çatlamışlar, Birkaç tanesi müstesna, gemideki kadınlar perişan olmuşlardı. Otobüsle Mersine dönünciye kadar, hanımların konuştuğu konu, hep gemide çektikleriydi.
C.MERSİN
Biz yine Ordu evinde, Halide abla ile Kara Handan Gülşenlerde kalmışlardı. Ertesi günü buluştuğumuzda, Halide abladan bir teklif geldi. Acaba, Adana kebabı yapan doğru, dürüst bir yer varmıydı. Kendisi ikram edcekti. Gülşen, çarşıda böyle bir yerin olduğunu biliyordu, daha önce gitmişler, beğenmişlerdi. Dolayısıyla, öğle yemeğinde Adana kebabı yemek için çarşı içinde bir küçük lokantaya girdik. Yemek yerken, Orada bir de hatıra fotoğraf çektirmişdik.
Öğleden sonra, Halide abla ile Kara Handan, otobüsle İstanbul’a döneceklerdi. Her şey ona göre hazırlanmıştı. Biz burada birkaç gün daha kalacaktık. Onları yolcu ettikten sonra biz de ordu evine döndük.
Akşam üstleri, Bülent, bize, Mersinin görülecek yerlerini gezdiriyordu. Bu arada, Çarşıda bir tatlıcıya uğradık, Sevdiğim künepe tatlısı aldı. Eve döndük,
D. ESHAB-I-KEHF
Bir gün de Gülşen ve Noyanı da aldık, Tarsusta bulunan, Eshab-ı-Kehf mağarasına gittik. Tarsus’a gelmeden, kuzeye doğru arazi tepelere doğru yükseliyordu. Konik bir tepenin yamacınca, Yedi Uyurların mağarasını bulduk. Biraz aşağısında da bir mescitle, lokanta ve dinlenme bankları vardı. Bizim gibi ziyarete gelen pek çok turist bulunuyordu.. Mağaranın içine girdik, elektrikle aydınlatmışlar, Yedi uyurların yattıkları yeri, demir parmaklıklarla çevirmişlerdi. Geniş, enterasan bir mağaraydı.
Yedi Uyurlar hakkında pek çok rivayet anlatılıyordu. Gerçek şu ki Kur’anın 18nci El-Kehf suresinde Tanrı Yedi uyurların durumunu belirtiyordu. Kur’ana göre: Putlara tapan, Padişah Dekyanus, yedi genc’i putlara taapmaları hususunda zorluyor. Onlar da ‘Bizim Rabbimiz, göklerle, yerin Rabbidir. Asla, Ondan başkasına, İlah deyip tapmayız’ diyorlar. Ve bu mağaraya sığınıp Allaha yalvarıyorlar. Allah dualarını kabul ediyor ve 307 sene uyutuyor. Tanrı, İnsanlara ölümün ve dirilmenin hak olduğunu göstermek için onları 307 sene sonra uyandırıyor. O zamandan bu yana, bu mağara, Tanrıya inananların (hıristiyanlar, yahudiler ve müslümanlar ) dua için uğrak yeri oluyor. Sonradan bir de mescit yaptırılıyor, arzu eden namazını burada kılabiliyordu..
Burada dua edip Mersin’e döndükten sonra, Kara Handandan telefon aldık, Sağ, salim İstanbul’a ulaşmışlardı. Ayrıca bize özel bir havadis de veriyordu. Halide abla, otobüste, şöför mahallinin arkasındaki koltukta yer bulmuş, oraya oturmuş. O kadar devamlı ve çok konuşmuş ki, Şöför rahatsız olmuş ve yolculardan rica etmiş, ‘’Bu kadınla birisi yer değiştirsin’’ istemiş. Gerçekten yolcular kaptanın isteğini yerine getirmişler ki kaptan şöför de biraz nefes alma imkanı bulmuş.
Biz de zaten Mersinde iki gün daha kaldıktan sonra, Ankaraya döndük, ablamlarda bir gece kaldıktan sonra da İstanbul’a vasıl olduk. Allahtan ki gidişimizde olduğu gibi dönüşümüzde, araba yönünden, bir zorlukla karşılaşmamıştık.
Anasayfa
zorlu.d.20.htm
YORUMLAR
Yusuf Canturk
Aklıma geldi,benim öyküme yorum yapan var mı diye.
Size teşekkür ederim.Belirttiğiniz gibi hayat hikayem uzun.Ama herşey gerçek olduğu için uzun.Tabii hem zaman,hem de sabır gerekiyor.
Selam ve saygılar