- 1118 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
350 - EL AFÜV
Onur BİLGE
Bir yılı kapatıyorduk. Günah hanemizde, sevap hanemizde ne varsa… Bilânçolar çıkıyordu, hesaplar tutturuluyordu. Ben de yılsonu muhasebe işlemlerimi yapmaktaydım. Birkaç dakika kalmıştı. Yıl değil de ömür bitiyor olabilirdi. Ölüm, yaşlı genç dinlemiyordu, herkes için aynı yakınlıkta ve her an için vardı. Bir dakika sonrası garantili değildi.
Dakikalar azaldıkça azalıyordu. Geri sayım başlamıştı. Ömrümün azar azar, yavaşmış gibi ama hızla tükenmekte olduğunu idrak etmeye başladım. Sevap haneme baktım. Kime ne iyilik etmişim, diye… Pek bir şey göremedim. Hatırlayamadım. Öyle aman aman bir şey yapmamışım ki hafızamda kayda geçmemiş. Ufak tefek şeyler işte! Arada bir kıldığım, genelde geciktirdiğim, çoğu kez kazaya kalan namaz, ramazan orucu, eh işte öylesine… Tesettürsüz, vakitlice kılınan namazsız… Sanki herkes tuttuğu için… Sanki ayak uydurmak gibi bir yerde…
Zekât düşmez bana. O kadar çok param pulum yok. Sadaka olarak ne vermiş olabilirim? Anımsamıyorum. Onda da pek bir şey yok. Yaptığım, sadece dolu dolu arkadaşlık, dostluk… Hatır sorma, gönül alma, dert dinleme, çözüm üretmeye çalışma, bir nebze de olsa karşımdakini ferahlatma, o kadar.
Viraneye götürdüğüm çoğu şey evden… Babamın aldıkları ya da annemim pişirdikleri… Çorbada tuzum yok. Burnuma kadar girmedikten sonra dilenciye para vermiyorum. Yoksulu arayıp bulmuyorum. Mahallemizde kaç muhtaç var, bilmiyorum. Eskiden, bir mahalleye taşınıldığında muhtarlıktan yörede fakir fukara olup olmadığı sorulup öğrenilir, onlara el uzatılırmış. Bir tanesi aç yatsa, tok yatanların hepsinden sorulacakmış.
Evden okula, oradan kendi okuluma, arada Viraneye… Bazen onlarla parka, teleferiğe, Uludağ’a… Hemen hemen her hafta sinemaya… Yazsa Gemlik’e, Mudanya’ya denize…
Hayat bu olmamalı mutlaka. Saniyeler sayılmakta… Eski yıl, pılısını pırtısını toplayıp gitti, bir daha gelmemecesine. Yeni yıl geldi. Yeni sorumluluklar, onunla birlikte… Bu zamana kadar bunun böyle olması geldiğini hiç mi hiç düşünmemiştim. Böyle şeylerle sadece annem babam ve o yaştakiler yükümlü sanıyordum. Konunun ne kadar dışındaydım! Oysa şimdi… Yeni yıla girerken…
Artık ben de para kazanıyorum, çünkü. Çünkü kazanmaya başlayalı epey oldu. Birilerinin rızkı birilerinin ceplerine konurmuş. Onların paylarının verilmesi ama mutlaka verilmesi gerekirmiş.
Bir de günah haneme baktım. Anaya babaya: “Öf!..”bile denilmeyecek. Hâlbuki babam bizi Amerikan terbiyesine göre yetiştirmiş. Eğri oturuyor, doğru konuşuyoruz. İkisiyle de arkadaş gibiyiz. Hararetli hararetli konuşuyor, tartışıyoruz. Ev içinde, birbirimizleyken öyle katı kurallar yok. Son derece rahat paylaşımlarımız var. İster istemez kırgınlıklara sebep olan olaylar da var aramızda, uzatılmasa, en kısa zamanda tatlıya bağlansa da… Ana baba hakkı, evlat hakkı…
Dışarıda kar, diz boyu… Sıkı bir soğuk… Epeydir yağmakta… Her yer bembeyaz… Şehrin üstüne patiska çarşaf örtülmüş gibi… Kar temizlik… Kar beyazlık, bembeyazlık, aklık… Hep böyle kalsa! Hiç kirlenmese! Yol ne kadar güzel görünüyor! Pamuk döşenmiş gibi… Ne yazık ki bir süre sonra ayaklar altında ezilmeye, güneş vurunca da erimeye başlayacak. Geçen arabaların tekerlek izlerinden başlayarak kirlenecek. Eninde sonunda çamurlaşacak, kurtuluşu yok. Biz de tertemiz geldik, yeryüzüne. Kirlenmeden kalamazdık, bu çamur deryasında. Günahlara bulaştık.
İnsanın ölüsü de dirisi de çevresini kirletiyor. Herkes birbirinden iyi ya da kötü yönde etkileniyor. Nihayetinde kul hakir… Kir üstüne kir.. Toprak örtmese... Aman Allah’ım!.. Hayat geçip gitse de o kalıntı bizde... Affa kadar... Önce biz affetmeliyiz kendimizi. Önce biz!
Bir yılbaşı gecesi konaklamak için gelen, Uludağ’ı yastık yaparak başının altına koyan, Bursa Ovası’na kar beyaz çarşafını usulca yayan, sere serpe yatmakta olan Tanrı misafirini bana beni düşündürdü. Göklerin derinliklerinden, bulutların yüreğinden koparak şiir gibi geldi. Zifiri karanlıklardan zerre kadar etkilenmeden, apaydınlık, bembeyaz… Kapkara geceden bir hece kirlenmeden… Maksadı bu muydu acaba? Bana beni göstermek… Ondan mı yağdı? Söylemek istediği farklıydı da algılamamda mı değişiklik oldu?
Her şey bir şey söylüyor, anlamak isteyene. Üzüyor, sevindiriyor. Duyguları harekete geçiriyor, dikkatle bakınca. Bir işe yaramadığı zannedilen, yeryüzünü süsleme amacıyla yaratılmış gibi görünen ne varsa, önemsiz değil. Onların da bilip bilmediğimiz işlevleri var.
Bizim oralarda yağmurlar yağardı. Bardaktan boşalırcasına yağmurlar… Kırkikindi yağmurları… Yağmur sonraları hemen güneş çıkardı. Yıkanan toprağı dümdüz etmiş, çizime hazırlamış olurdu. Belli yerlerimiz vardı, çizgi oynamak için. Ellerimizde sivri uçlu tahta parçaları, yüzünü çizerdik. Defalarca üstünden geçerek o kadar derinleştirirdik ki tekrar yağmur yağsa dahi silinmezdi. Tozu toprağı giderdi sadece. Yağmur sonrası oturmuş olurdu, toprak. Kuruyunca betonlaşırdı. Daha da zevkli olurdu, oyun. Hayat daha da zevkliydi. Çünkü çocuktuk. Uçuktuk... Biz büyüdük, çizgiler silindi. Gözyaşı yağdı üzerlerine. Yağmurlardan güçlüydü. Hasret kaldık sorumsuz mutluluklara.
Şimdi günahlarım geliyor aklıma. Kırdığım kalpler, yaptığım haksızlıklar… Bilerek öldürdüğüm böcekler, bilmeyerek ezdiğim karıncalar… Kopardığım çiçeklere kadar… Günahlarımdan korkuyorum! En çok da kul hakkından!.. En yakınlarımdan başlamak üzere helalleşmeliyim. Ya aniden ölür de günahlarımla göçersem!
Allah Afüv’dür. Günaha meyilli yarattığı kullarını affeder. Merhametlilerin en merhametlisidir, beni de bağışlar. Bir annenin yavrusuna duymakta olduğu merhametin en az yüz misli merhamete sahiptir, af dileyenlerin günahlarını yok eder.
Nefsimize en zor gelen, aftır. Bazılarının bize yaptıkları iliklerimize işlemiştir, ölsek bile kemiklerimizden çıkmaz! Af zordur ama affetmeyen affedilmez! Ben de kırgın olduklarımı affetmeliyim ki Allah da beni affetsin!
Peygamber Efendimizin Amcası Hazreti Hamza’yı, Uhut’ta Vahşi şehit etti. Hint, ondan onun ciğerini çıkarmasını istedi. O da söküp çıkardı, ona verdi. Canavarlaşan kadın hırsını bir türlü alamamıştı. Onu dişleriyle paramparça etti!.. Uhut Dağı yerinden oynadı, o kinden!.. Bütün dağlar taşlar titredi!..Mekke Medine birbirine girdi!.. Yeryüzü sarsıldı! Yerde Müslümanlar, gökyüzünde melekler hıçkırıklara boğuldu! Günlerce dinmedi gözyaşı yağmurları. Yağdı da yağdı, sağanak sağanak…
Uhut’ta Peygamber Efendimizin de dişi kırıldı. Uhut, Uhut olalı öyle bir zulme şahitlik etmemişti!.. Sevgili amcasına yapılanlara rağmen, Şefkat Peygamberi, Vahşi’yi defalarca İslam’a davet etti. En sonunda Vahşi, zekâsını kullanarak üzerindeki azaptan kurtulmak gayesiyle, pazarlıkla dine girdi. Affedileceğinden emin olmak istiyordu.
Müslüman olursa, Allah’ın onu affedeceğini Peygamber efendimizin ağzından duyunca, sevinçle dine girdi. Yalancı peygamber Müseyleme’yi öldürdüyse de Efendimizin içi o kadar yanıyormuş ki onu görmeye tahammül edemiyormuş! Günlerce Vahşi’ye bakamamış:
"Vahşi’ye söyleyin, ilim meclisine gelsin ama benim göremeyeceğim yerden dinlesin, sohbetimi. Dayanamıyorum! Bana görünmemeye çalışsın!" demiş.
Vahşi ölünce, akıbetini sormuşlar. Resulullah Efendimiz, Hamza ile Vahşi’yi kol kola cennete girerlerken gördüm!” demiş. Bir peygamber, asla yalan söylemez! Rivayet doğruysa, mutlaka doğrudur. O, kendiliğinden konuşmaz.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 350