- 1262 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (19-2)
6. TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
A. BARİ LİMANI
Artık ağustos ayına girmiştik. Bu ayın sonuna doğru Türkiye’ye dönüş bağlıyacaktı. Her şeyden önce götüreceğiz mobilyaları ve sair eşyaları, taşıyacak bir firmayla anlaşmamız gerekiyordu. İNTERDİN firması ile anlaştık. Firma elemanları, eşyaları evde ambalajlayacaklar, sonra kendi depolarına taşıyacaklar, oradan da limana. Firmanın garantisi altında, yük gemisi ile İstanbul gümrüğüne teslim edeceklerdi. Bu sebeple firmaya 1178.000 liret ödemiştim. Diğer arkadaşlar da aynı firmayı seçmişlerdi. Tabii bu seçim işinde, daha önce gelip- dönen arkadaşların rolü büyüktü. Onlar da aynı yolu izlemişlerdi.. İNTERDİN firma elemanları eve geldiler, yeni aldığımız mobilyaların ambalajları açılmamıştı. Buz dolabı, çamaşır makinesi gibi büyük ve küçük eşyaları ambalajladılar, alıp götürdüler, En son gün de kullanmakta olduğumuz eşyaları ambalajlayıp götüreceklerdi. Firma elemanlarına en çok sevdikleri şeyi, birer, ikişer şişe Amerikan Viskisi hediye vermiştim.. Çok memnun kalmışlardı. Kendimiz ise arabayla, Türkiye’ye dönecektik. Arabalarla Türkiye’ye dönme konusunda, Kur.Bnb. Erkan Fercan la anlaşmıştık. Kendisi aynı zamanda otocu idi. Onun da eşi, oğlu Erol vardı, Fercan ile iyi anlaşıyorduk. Hem Hava Kuvvetleri Lojistik başkanlığında , hem de iki sene burada beraber bulunmuştuk. Oturup bir planlama yaptık. Buna göre, İtalyanın Bari limanından Yugoslavya’ya geçecek, oradan kara yoluyla Bulgaristan’dan Türkiye sınırına girecektik. Dolayısıyla 10 Ağustosta, Bari- Yugoslavya arasında işleyen Feribot için 55.900 şer liret ödeyerek biletler almıştık.
Ayrılmadan bir gün önce de, su, elektrik ve üç günlük kira parasını kapıcıya ödedim.. Boş gaz tüpünü de (Bombala) Engin Alb. ya bıraktım. Napoli’den iki aile yola çıktık. Arabalar normal olarak eşya doluydu. Bir dinlenme yerinde yemek yedik,. Salermo- Potenza-Altamura derken akşam üstü Bari’ye ulaştık, Limanın park yerine arabaları park ettik. Henüz arabaları feribot’a almıyorlardı. Biz de sıra ile Bari’de limana yakın yerleri şöyle bi dolaştık ve bir lokantada akşam yemeği yedik. Sıra ile diyorum, çünkü arabalar, eşya dolu olduğundan yalnız bırakmak istemiyorduk. Bilahare arabaları feribot’a aldılar
B. YOGOSLAVYA
Biz de gece Adriyatik denizini geçip Yugoslavya’nın Barlı limanına varıncaya kadar, arabaların içinde kestirdik. Barlı Limanından 10-15 km. sonra bir gölü daha geçmemiz icap edince tekrar küçük bir feribottan istifade ettik. Shkoder kasabasından itibaren Yollarımız köylerden, kasabalardan geçmeye başladı. Yugoslavya’da yaşayan bir hayli Türk kökenlilerin zor şartlar altında olduklarını biliyorduk. Nitekim bir köyden geçerken, bozuk şiveyle Türkçe konuşan çocuklara rastladık. Onları yanımıza çağırarak, yiyecek, ufak, tefek hediyeler vermek istedik. Korkarak yanımıza yaklaştılar, yine korkarak ve etraflarına bakarak verdiklerimizi alırlarken, üzüntü ve hüzün içindeydik...
Bir ara Fercan Bnb. önde giderken arayı açmıştı. Baktım, ilerde arabayı yolun kenarına çekmiş bizi bekliyordu. Ben de arabayla yanına varıp durduğum zaman, arabadan çıktı ve yanıma gelerek, ‘‘Bak şu levhada ne yazıyor’’ diyerek bana gösterdi. Levhada ise, ‘’Murat Hüdavendigâr’ın türbesine gider’’ yazıyordu. ‘’Türbeye kadar gidip, ziyaret edelim Albayım’’dedi. Sağa döndük, yolda giderken Tarihten öğrendiklerim aklıma geldi. Bilecik’te, orta okulda bir tarih hocamız vardı, Muzaffer Bey. Çok güzel tarih anlatırdı. Bana tarihi sevdiren hocamdı. Hemen hocamı ve tarihten öğrendiklerimi hatırladım: Kosova Meydan Muharebesi, Tarih 1389. Osmanlı Padişahı I nci Murat, Avrupa’da kazandığı zaferler ve topraklar nedeni ile Avrupalılar endişeye kapılıyorlar. Bu duruma mani olmak için de Haclı ordusu gibi müşterek bir ordu topluyorlar. İki ordu Kosova ovasında karşı, karşıya geliyor. Savaş Osmanlı ordusunun zaferiyle son buluyor. 1nci Murat, savaş alanında, şehitlerin toplanıp gömülmesi, Gazilerin yaralarının bir an önce sarılıp iyileşmesini sağlamak maksadıyla denetleme yaparken, kımıldayan bir yaralı görüyor. Uzun boylu, Milas Obulic adındaki Yugoslav! Soylusu olan bu yaralı, Padişah’a yaklaşırken, muhafızlar mani oluyorlar. Fakat padişah’ın elini öpmek isteğinde olduğunu söyleyince, Padişah bunu duyar ve gelsin demek gafletinde bulunur. Padişah’a yaklaşan esir aniden, belindeki hançeri çıkarıp, padişah’ın kalbine saplar. Padişah hemen şehit düşer ama muhafızlar da hemen esiri paramparça ederler. Aynı yerde padişah olan oğlu tarafından bir türbe yaptırılır ve şehit padişah oraya defnedilir. Bir türbe de Bursa’da yapılır. Daha sonraki yıllarda ise buradaki türbe bakımsız kalır. Bizim gördüğümüzde de bakımsızlığı devam ediyordu. Dualarımızı yapıp, Allahtan Rahmet diledikten sonra, tekrar ana yola çıkarak , Bulgaristan’a doğru yolumuza devam ettik..
C. BULGARİTAN
Bulgar topraklarında giderken, yolların temiz ve rahat olduğunu gördük. Ayrıca, yol boyunca ağaçlar ve üzerinde meyvelerin bulunduğuna şahit olduk.. Bu durum,. Bulgaristan’da her şeyin devlete ait olduğunu, dolayısıyla vatandaşlarının meyveleri toplamaktan çekindiklerini gösteriyordu. Hemen yine Bilecik orta okulu ve Tabiat hocamız hatırıma gelmişti. Oradaki tabiat hocamız Bulgar göçmeniydi. Fırsat buldukça, Bulgaristan’ı methe ederdi. Temizliğinden, haktan, hukuktan bahsederdi.. Biz talebeler de Ona komünist gözüyle bakardık.
D. EDİRNE
Bulgar sınırın geçtik, artık hedefimiz Edirne’ydi. Önce Kapıkule sınır kapısını geçmemiz gerekiyordu. Kendimiz sivil kıyafetli idik. Çünkü emir gereği böyle giyinmiştik. Yugoslavya ve Bulgaristan’dan geçerken sivil giyinmemiz Genelkurmayın emriydi. Aslında kara yoluyla geri dönen arkadaşlar daha önceleri Yunanistan’ı tercih ediyorlardı. Fakat Yunanistan’la aramız bozulduğundan buyana, yol güzergâhı değiştirilmişti. Evet Kapıkule sınır kapısının durumunu herkes gibi biz de biliyordu ki İnsanlara eziyet çektiriyorlardı. Sivil giyinmiş olmamıza rağmen, kapıda göstereceğimiz kırmızı (diplomatik) pasaportlarımız vardı. Bu nedenle fazla zorluk çekmeden kapıyı geçip Edirne’ye ulaşmıştık. Ama hava da kararmıştı. Her şeyden önce karnımızı doyurmamız lazımdı. Tekirdağ köftesini özlemiştik. Bu sebeple küçük bir lokantayı tercih etmiş, biraz da miktarını kaçırmıştık. Buna rağmen köfteden memnun kalmıştık. Burada bulunduğumuza göre, görülecek yerleri, gece de olsa ziyaret etmeliydik. Bilhassa Selimiye camii’ni ve külliyesini görmeliydik. Akşam ile Yatsı namazı arasında oraya giderek müezzinlerden birine kendimizi tanıttık. Bize minareler hariç caminin her tarafını gösterdi. Ayrıca teknik bilgiler vermek suretiyle bizi aydınlatmıştı. Verdiği bilgiye göre: Cami, yüksek ve düz bir alanda, 2475 metrekare gibi çok geniş bir sahada kurulmuştu. Cami kesme taşlardan yapılmıştı. 1568-1574 yılları arasında, PADİŞAH II nci SELİM tarafından 80 yaşında bulunan Mimar Sinan’a yaptırılmıştı. Üçer şerefeli, dört minaresi vardı. Şerefelere ayrı ayrı merdivenlerden çıkılıyordu, Minarelerin yerden yüksekliği 70 mt civarındaydı. . Kubbesi Ayasofya’nınkinden daha büyüktü. Kubbenin yüksekliği 44 m. Civarında, çapı ise 31 m. İdi. Kubbe, 6 m. Çapındaki kemerlerle bağlanarak, 8 büyük Payeye oturtulmuştu. Müezzinler mahfili, 12 mermer sütun üzerine oturtulmuştu. Şadırvanlı avlusu, birbirine eşit 60x44 m. Boyutlarında iki dikdörtgen olarak tasarlanmıştı. Hünkâr Mahfili, Mihrap ve Kadınlar bölümü, dünyaca meşhur İznik çinileriyle süslenmişti. Taş duvarlarla çevrili dış avlu da ayrı, ayrı, Darul-Sübyan, Darul-Kur’a, Darul –Hadis gibi külliyelerden oluşuyordu. Ayrıca, Caminin altında dükkanlar yapılmış ve vakıf oluşturulmuştu. Dükkanlardan gelecek gelirler hayır için kullanılacaktı.
E. KADIKÖY
İstanbul’a doğru yola çıktığımızda, Yatsı Namaz vaktiydi. Yarı yala gelince bizi uyku bastırdı. Eşyalar yüzünden herhangi bir otelde kalamayacağımıza göre, bir dinlenme yeri bulur, bulmaz, arabaları oraya çektik, biraz kestirmeyi tercih ettik. Bir-iki saat uyuduktan sonra tekrar yola düzüldük. Hava ışımıştı ki, boğaz köprüsünü geçtik. Erkan Bnb.larla vedalaştık ki Onlar Ankara’ya doğru yollarına devam edeceklerdi. Biz de Kadıköy’e geldik. Gülşenler, Yıldız bakkaldaki küçük evlerini kiraya vermişler, Altı yol’a yakın daha genişçe bir eve taşınmışlardı. Orasını bulmakta güçlük çekmedik Kapının ziline bastığımızda, Gülşen pencereyi açıp bizi görünce, hemen koşarak kapıyı açtı. Bülent ve Noyan da inmişlerdi. Sarmaş-dolaş olduk. Sonra, eşyaları yukarı çıkardık. Suat hanım yaşlı olduğundan aşağı inememişti. Artık hepimizin yüzü gülüyordu. Noyan yaz tatilinde idi ve anneannesini gördüğü için de hayatından .çok memnundu.. Noyan’a ve Gülşen’e Suat hanım ve Damada, yanımızda getirebildiğimiz hediyelerini verdik.
Bülent Büyük dere’de, gemi komutanıydı. O gittikten sonra biz kaldığımız yerden muhabbete devam ettik. Aslında benim yapacağım iş çoktu. Arabayı, Karaköy’e götürüp gümrüğe teslim etmem gerekiyordu. Bir de eşyaların gelip-gelmediğini sormalıydım. Bilahare, hem eşyalar, hem de arabanın gümrükten çekilmesi lazımdı. Ayrıca, Fener yolunda evimize gidip, evin boşaltılmış olup, olmadığını görmeliydim. Arabayı gümrüğe teslim ettim. Eşyaların gümrüğe geldiğini öğrendim. Fener yoluna gittim. Müteahhit Mehmet beyle görüştüm. Sözünde durmuş evi boşaltmışlardı. Anahtarı teslim aldım ama eve gidip bakmaya lüzum hissetmedim.
Aynı gece, kuvvetli sağanak yağmur yağmıştı. Eşim de eve niye bakmadın diye söylenip durmuştu. Sabah kahvaltıdan sonra, ‘‘Hadi, beraber gidip, bakalım’’dedim. Gülşen ve Noyan da geldi bizimle. Zaten evin şöyle bi temizliğini de yaptırmamız gerekecekti. Eve girdiğimiz zaman, salonun su içinde olduğunu gördük. Bu su nereden girebilirdi? Araştırma neticesi anladık ki salonun önündeki balkonun gideri tıkanmıştı. Bu durum bizden kaynaklanmamıştı. Hemen Mehmet beyi buldum, zaten kendisi, sokak tarafındaki kendine ait apartmanda oturuyordu. Getirip durumu gösterdim. Bana hak verdi ve en kısa zamanda, kabaran parkeleri söktürüp, yenilerini döşettireceğine söz verdi. Dolayısıyla gereğini yapabilmesi için kapının anahtarını tekrar ona teslim etmiş oldum.
Salonun parkeleri yapılıp, sistire ve cilalandıktan sonra da temizlik yaptırdık Sıra, eşyaların gümrükten çekilmesine kalmıştı. Eşyaların çekilmesi, araba ve işçi tutulup bahçeye nakli, ambalajlarının açılıp eve taşınması bir günümüzü almıştı. Şimdilik, yalnız mutfak ve yatak odasının işler hale getirilmesi, bizim için kâfi olacaktı.
7.EMEKLİLİK Tayin yerim, Hv.K.Loj. Başkanlığı olduğuna göre, Ankara’ya gidip ev tutmam gerekiyordu. Niyetimiz büyük eşyaları burada bırakmaktı. Tilkinin dönüp geleceği yer kürkçü dükkanı diye düşünüyorduk. Henüz arabayı gümrükten çekecek vakit bulamamıştım
A. DIYARBAKIR’A TAYİN.
Gece trene bindim, sabah Ankara Garında indim. Doğruca tayin olduğum yere, Loj. Bşk.lığı Loj. Şubesine gittim. Şube müdürü, dahil bütün arkadaşlar beni görünce sevinmişlerdi. Hoş-beşten sonra, boş bir masaya oturdum. Verdikleri haber benim için şok tesiri yaratmıştı. Tayin yerim değiştirilmişti. IInci Taktik Hava Kuvveti Lojistik Başkanı- olarak Diyarbakır’a tayin olmuştum. Loj. Başkanına gittim, başkanın anlattığına göre: ‘’ II. Taktik Hv. K. Loj. Başkanı emekli olmuş, makamı boş kalmıştı. ‘’Seni uygun görmüşler’’ diyerek, yapılacak bir şey olmadığını belirtti. Bir de kurmay Başkanına gidip durumu anlatmalıydım. Randevu aldım. Makamına kabul etti. ‘’Dış görevin nasıl geçti’’ gibi nezaket sorularından sonra, Durumumu anlattım. ‘’Paşam, ben şark görevimi Merzifon’da, zor şartlar altında yaptım. Üç seneyi tamamlayamadım ama, 4ncü üs olarak, emirle, Eskişehir’e intikal ettik. Eğer intikal işi olmasaydı, orada şark hizmetimi tamamlamış olacaktım. Biliyorsunuz Diyarbakır çok sıcak bir bölge, Eşimin de migren baş ağrısı var. Sıcağa tahammül edemez, acaba tayin yerimi değiştirmek mümkün mü?’ dedim. Kurmay Başkanının cevabı ise ‘‘Hele oraya git, bir sene kal, bir seneyi tamamla sonra düşünürüz’’ şeklinde oldu. Daha başka söylenecek söz yoktu. Odaya gelip kara, kara düşünmeye başladım, Aklıma II inci Taktik Hv. Kuvveti kurmay başkanını aramak geldi. Onu da tanıyordum. Telefonla ‘’Abdullah Paşam, oraya tayinim çıkmış, henüz arabamı gümrükten çekmedim, bana bir kaç gün izin verin’’ dediğimde, ‘’Hele sen buraya gel izin işini görüşürüz’’ şeklinde oldu. Otobüsle Diyarbakır’a gitmek bana zor geldiğinden, bari uçakla gideyim diyerek, Kızılay meydanına indim, THY. Bürosuna uğradım, Diyarbakır için bilet istedim.. ‘‘Maalesef bir hafta boyunca yer yok, biletler satıldı ‘‘ yanıtını aldım.
Ordu evinde öğle yemeği yedikten sonra kara, kara düşünerek, tekrar Hava Kuvvetlerine döndüm. Kararımı vermiştim. İstifa edecektim. İki arada bir derede kalmıştım. Diyarbakır o kadar sıcak bir yerdi ki teftiş için gittiğimizde, bu sıcaklığı bizzat yaşamıştım. Pistte, Uçaktan inip, dışarı çıktığımızda, sıcaklık sanki buhar gibi yüzümüzü yalamış, kendimizi gölge bir yere zor atmıştık. Hoş gölgesi de çok sıcaktı ya! Böyle bir yere, eşimi götürürsem, hayat ona zindan olacaktı. Eşime danışmadan onun fikrini almadan istifa etmem ise ilerde, söylentilere, dedikodulara sebep olacaktı. Bazı arkadaşlara göre ( ki bunların içinde Personel başkanı, Akademiden devre arkadaşım Ahmet çörekçi, ve Komutanın özel sekreteri Necdet Alb. da vardı). Benim general olmam muhakkaktı, kabahati eşimde buluyorlardı. Güya eşim istemediği içindir ki Diyarbakır’a gitmeyip istifa etmiştim. Ayrıca o zamanlar generallerle- Kd. Albaylar arasında emekli maaşı yönünden fazla bir fark yoktu. Diğer bir husus da , halen personel Bşk. Olan devre arkadaşım Ahmet Çörekçi izinli bulunuyordu. Kendisi görevde olsaydı muhtemelen bir çare bulur istifa etmeyebilirdim.
Dolayısıyla, iki satır istifa dilekçesi yazdım, evrak kalemine götürüp, ‘’aceledir’ ‘ diye tembih ettikten sonra, büroya döndüm. O gece ordu evinde kaldım. Ertesi günü, Komutanın imzası ile istifanız kabul ediliştir şeklindeki yazının bir nüshasını elime almıştım. (Ben ayrıldıktan sonraki bir yıl içinde, sırası gelip general olamadığı için Kd. Kur. Alb. Erdoğan Akünal istifa etmişti ki komutanın genel sekreteri idi. Daha sonraki senelerde ise, Kur. Kd. Bnb. Erkan Fercan ki Napoli’den beraber gelmiştik., Gökçe Büyüker, olmak üzere üç lojistik elemanı daha istifa ederek ayrılmışlardı). Yani dört loj kur. Alb. yı Hava Kuvvetleri elinde tutamamıştı. Herhalde bu bir tesadüf değildi. Hava kuvvetleri karargahından ayrılmadan önce de Halide ablaya telefon ederek, ‘’Bülent malzemelerin ambalajını açıp yerlerine yerleştirsin, Yasemine haber veriver’’ diye rica etmiştim. (O zamanlar henüz herkesin evinde telefon yoktu.)
Aynı akşam trene bilet alıp, İstanbul’a hareket ettim. Nasıl olsa ORDU YARDIMLAŞMA Kurumu ile hesabı kapatmak maksadıyla Ankara’ya yine gelecektim. Trende, tam memleket için işe yarayacağım bir devrede istifa etmek mecburiyetinde bırakıldığımdan dolayı çok üzüntülüydüm. Eve 100-150 mt. Mesafede olan Fener yolu istasyonunda indim. Hava daha aydınlamamıştı. Bahçe kapısından girip kapının ziline bastım. Kapıyı açan olmadı. Bir kere daha bastım, yine ses yoktu. Herhalde, Yasemin kulağının üstüne yatmıştır, işitmemiştir, ne onu ne de komşuları rahatsız etmemeliyim diyerek tekrar zile basmadım. Gün ışıyıncaya kadar kapının önündeki merdiven basamaklarına oturup bekledim. Güneş yükselirken tekrar zile bastım, bu defa kapı açıldı. Meğer Noyan da anneannesiyle berabermiş, onu yalnız bırakmamıştı. Gece, ikisi de kapının zilini duymamışlardı. Durumu eşime anlattım, Şoke oldu. Daha sonraları da eş, dost ve akrabalar istifa ettiğimi duyduklarında çok üzülmüşlerdi.
Damat, büyük malzemeleri ambalajlarından çıkarmış, bir kısmını yerleştirmişti. Elinden her iş geliyordu. Artık bundan sonrası bana aitti. Bu arada arabayı da gümrükten çıkarmam gerekiyordu. Ama zorluklarını da duymuştum. Bu defa Nurettin Enişteyi de beraberimde götürmüştüm. Onun tanıdığı bir kadın vardı bankada çalışan, daha önceleri gümrüklerde çalışmıştı. Onun sayesinde, fazla bir sorun yaşamadan, arabayı çekip muayenesini yaptırmıştım. Artık evi yerleştirme işleriyle meşgul olabilirdim.
Ordu Yardımlaşma Kurumu ile hesaplaşmak maksadıyla tekrar Ankara’ya gittim. Ev satın alırken kredi almıştım. Buna mukabil, her ay maaşımızın % 10 kesilerek kuruma yatırılıyordu. Napoli den bile para göndermiştim. Dolayısıyla biriken paralarla aldığım krediyi kapatmam, geri kalan parayı da almam gerekiyordu. Neticede bir miktar parayla geri dönmüştüm.
B. EMEKLİLİK HÜLYALARI
Şimdi sıra elimde kalan parayı değerlendirmeye gelmişti. Dolar da alabilirdim, altın da. O zamanlar, altının gramı sekiz liraydı. Dolar da ucuzdu. Ama biz tercihimizi bir dükkan almak yönünde kullandık. Dükkan, Göztepe İstasyon caddesindeydi. Gazete ilanıyla bulmuştum. Emlakçisi da emekli karacı bir Alb.dı. Cadde üzerinde küçük bir dükkandı ama, altında deposu da vardı. Satın aldık.
Eşim de, ben de artık, emeklilerin kurduğu hülyaları kurmaya başlamıştık. Ya bir tuhafiyeci dükkanı açacaktık, ya da parfümeri. Bu hülya ile epey oyalandık. Sonunda, dükkanı kiraya verdik. Kiracımız, yine bir emekli Alb.ın oğluydu, Duvar kağıdı ve parke, cila işleriyle uğraşacaktı. Aşağı, yukarı dükkan 6 sene kirada kaldı. Hem fazla kira artışı olmuyordu, hem de kiraları kerpetenle diş söker gibi alıyorduk. Bu sebeple, dükkanı satılığa çıkardık. Satın alan da yine kiracıydı.
Elimizdeki parayı bu defa, moda icabı, BAKO, KASTELLİ gibi tefecilere, devlet tahvili gibi yatırım araçlarına yatırmaya başladık.
Hava Kuvvetlerinden genç yaşta ayrılmıştım. Bir yerlerde çalışmak istiyordum. Halide abla ve Nurettin enişteyi de alıp Bursa’ya gitmiştik. Biz ORDU Evinde, onlar otelde kalacaktık. Bir gün, akşam yemeği için Ordu Evinde buluştuğumuzda, Hava Kuvvetlerinden emekli olan Pilot arkadaşlarla karşılaştık. Hüseyin Sönmeze ait Bursa Hava yollarında çalışıyorlardı. Hatta arkadaşlardan birisi, aynı zamanda , Bursa Hava Yollarının müdürü idi. Bana iş teklifinde bulunmuşlardı. ‘‘Senin gibi tecrübeli Lojistikçiye ihtiyacımız var’’ diyorlardı. Eşimle, gece müzakere etmiştik. Ben onsuz, O da bensiz olamayacağına göre, Bursa’da bir ev tutmamız gerekecekti. Kadıköy deki evi de tamamen boşaltmak istemiyorduk. Bu durumda maddî yönden tatmin edici bulmamış işi kabul etmemiştik.
Yine bir gün, Napoli’de, ikinci senemizde, komutanımız olan, E-Tuğg. Ertemin Yalçın ile , Kadıköy’de karşılaşmıştık. Bana iş teklifinde bulunmuştu. Emekli olduktan sonra, akrabasına ait bir halı mağazasında müdürlük yaptığını söyledi. İş yeri Aksaray’daydı. ‘ ‘Gel, gör, istersen hemen işe başla’’dedi. Gerçekten, oraya kadar gitmiştim. Benim gibi emekli olup çalışan bir kaç arkadaş daha vardı. Maalesef orasını da gözüm tutmamıştı.
Bir gün de THY. nın, Taksim meydanına yakın, Elmadağ Müdürlüğüne gittim. Maksadım, bir arkadaşın kızına iş bulmaktı. Yukarda adı geçen, E. Kur.Kd. Alb. Erdoğan Akünal Genel sekreterdi. General olamadım diye istifa etmiş, THY da çalışıyordu. Benden daha bilgili, çalışkan, iyi konuşan, hareketli bir insandı. Hava kuvvetlerinde aynı şubede çalışmıştık. ‘’Arkadaşının kızı için olduğu kadar senin için de iş olanakları arayacağım’’ diyerek söz vermişti. Henüz Telefon sırası gelmediğinden, Halide ablaların telefon No.su ile bizim evin adresini vermiştim. Bekle, bekle cevap gelmemişti. Eh O da haklıydı. THY politik bir yerdi. Zaten orası Kendisinin de mizacına uygundu.
C. AKRABA VE DOSTLAR
İstanbul’da, daha doğrusu Anadolu yakasında yalnız değildik. Her şeyden önce, eşimin iki kızı üç de torunu vardı. Kızlar, uzaktan da olsa, benim de akrabalarım sayılırdı. Öz halamın torununun çocuklarıydı. Onlar beni, ben de onları seviyordum. Küçüklüklerinden beri, aramızda herhangi bir sorun yoktu. Büyüğü, benim için ağabey, küçüğü ise dayı diyorlardı.. Ama onları, kendi çocuklarım gibi seviyordum.
Eşimin iki yaşlı halası vardı. Onlar da benim halamın kızlarıydı. Büyüğü, Hatice hala, biraz huysuzcaydı. Belki de yaşadığı hayatın sonucuydu bu. Küçük yaştayken Kürt bir ağa ile evlendirmişler, adam bir oğlu bir kızı olduktan sonra (Belki de halamın huysuzluğundan) halamı terk etmişti. Oğlunu hiç tanımamıştım. Kızı ise sigorta şirketinde çalışıyordu. Aynı zaman da eşimin ilk evliliğine sebep olanlardan biriydi. Anneannesinin Fatma ismini vermişler, reşit olduktan sonra Fatine’ olarak çevirtmişti. Tanıdığımda kocası ölmüş, tek oğluyla kalmıştı. Oğlu, kimya mühendisiydi. Biz İtalya’dayken, İzmir’den İstanbul’a gelirken, uçak kazası sonucu, Marmara denizine gömülmüştü. Bir torunu vardı, ama, gelini evlenmişti (torun da sonraki yıllarda Avustralya’ya gidecekti.)
Diğer halası, Şükriye, daha çocukken, anası, yani halam öldüğü için, babası tarafından , evlatlık verilmişti. Çok geç yaşta, iki defa evlenmiş, evlendikleri erkekler zaten yaşlı olduklarından, hiç çocuğu olmamıştı. Babalığından, Kurbağalı dere kıyısında, bir ev kalmış, evi ikiye böldürmüş, bir kısmını kendisi için yazlık olarak ayırmış, diğer bölümünde ise ablası Hatice oturuyordu. Ankara’da otururken yazlığa geldiğinde, onu bir veya iki defa görmüştüm, güzel ve biraz da kibirli görünmüştü bana. Kocası ölünce Kadıköy’e taşınmıştı. Ahşap olan iki katlı bu binayı, müteahhide kat karşılığı vermiş. Müteahhit, kaçmış, kendi imkanlarıyla, zar, zor, altında dükkanlar, üç katlı olarak inşaatı tamamlamıştı. Ama üzüntüden, felç geçirmiş, kolunun biri titrek kalmıştı. Ben emekli olup da beni iyice tanıdıktan sonra, evini yeğenine, yani, Yasemine bağışlamak istemişti. Fakat yasemin, bunu kabul etmemiş, büyük kız kardeşi Çiğdemin, iki çocuğu ve emekli kocası ile müşkül durumda olduğu gerekçesini göstererek, ona bağışlamasını, ve birlikte oturmalarını tavsiye etmişti. Nitekim öyle de olmuştu. Ama kadıncağızın sonu kötü olmuştu. Çünkü evlat edindiği yeğeni ve çocuklarıyla kocası Niyazi bey halayı sille tokat dövmüşlerdi. Biz ziyaretine gittiğimizde, onlardan şikayetçi oluyordu. ( Hoş onlarında sonu iyi olmamış, halalarına yaptıklarını Allah yanlarına bırakmamıştı.Oğlu trafik kazsı geçirmiş, senelerce bitkisel hayat yaşamış, kocası Niyazi bey ölmüş, zaman içinde, kendisi de kâlp krizi sonu vefat etmişti. Antalya’da aynı şehirde yaşayan en küçük kız kardeş Fulya ablasının cenazesine bile gitmemişti.)
Yaseminin diğer kardeşlerinden en büyüğü Erdem İzmir’de evlenmiş, oraya yerleşmişti. İkinci büyük erkek kardeşi Erkan, biz İtalya’dan dönmeden kâlp krizinden vefat(120kg),etmiş, karısı ve iki oğlu İzmit’te yaşıyorlardı. ortanca kız kardeşi menekşe İzmit’te yaşıyordu. Kocası kuaför, tek kızı üniversitede okuyordu.
En küçük kız kardeşi Fulya, kocası Gandi, kızı Gaye ile Kadıköy-Modada oturuyordu.(Bilahare Antalya’ya gitmişler, orada yaşamaya başlamışlardı)
Gelelim, benim akrabalarıma: Daha önce bahsettiğim gibi, Ablamlar, Kızı makbule, üç torunu ile Ankara’da kendi evlerinde oturuyorlardı, ama sık, sık, yeğenim Semihalara kadı köye geliyorlardı. Yeğenim Semiha evli, bir kızı bir oğlu vardı. Kocası, gazete baş bayiliği yapıyordu.
Ablamın küçük oğlu İzmir’de , Ege üniversitesinde okuyor, Büyük oğlu öğretmen, evli, bir oğlu, iki kızıyla Ankara, Keçiören’de oturuyorlardı..
Halide abla ve Nurettin enişte, bize çok yakın iki dost ve ahbaplarımızdı. Yukarda da bahsettiğim gibi bizim onlara sevgimiz ve saygımız büyük, onlar da bizi severler, her zaman destek olurlardı.
Bir de Yaseminin Arkadaşı Semahat ve kocası Cahit bey vardı ki, Onlar Beykoz’dan Göztepe’ye taşınmışlardı ve zaman, zaman görüşme imkanı buluyorduk. Onların da iki oğlu bir kızı vardı. Oğlunun büyüğü, Yaseminin eline doğmuş, halen Profesördü. Küçük oğlu, büyük oğlundan on yaş küçüktü, okuyordu. Kızı da bir deniz subayı ile evliydi. Semahat hanım, Birinci kitabımda bahsettiğim gibi, Yaseminin birinci evliliğinde, en yakın dostu olmuştu. Haydarpaşa lisesinde okurken, yaz tatillerinde, Cahit ağabey, Amerika’dan buğday getiren gemilerde, TMO ni temsilen çalışıyor, ben de yanında puantörlük yapıyordum.. karı-koca ikisi de sevdiğimiz, efendi insanlardı.
Bahri Ağabey rahmetli olmuştu ama, Bedia yenge yaşıyordu. Kızı Mehlika çalıştığı için hasta torununa bakıyordu. Güya doktorlar torunu için kırk gün yaşar demişlerdi. Ama kız torun senelerdir yaşıyordu. Damadı Necdet bey ve kızı Sahire de sevdiğimiz, görüştüğümüz insanlardı. Sahirenin oğlu Mehmet, ben görevdeyken, Eskişehir’de doğmuştu. Ayrıca iki de kızları vardı.
Çok sevdiğim, arkadaşım Selahattin Yılmaz ki Orta okul, lise, Hava Harp okulu ve bir müddet kıta da beraberdik, 1965 yılında, Ankarada evlenmişti Biz de düğününde bulunmuş diğer devre arkadaşlarla beraber, fotoğraflar çektirmiştik. Hatta eşi Tülin hanıma hitaben ‘ arkadaşıma iyi bak! Mutlu olun! Sakın arkadaşımı üzme! ‘ demiştim. Daha sonra, Ben Hv.K. Loj.Başkanlığında iken, Arkadaşça bütün ısrarıma rağmen kendi isteği ile uçuştan ayrılmış, Avustralya’ya gitmiş, orada fazla kalamayarak yurda dönmüştü. Bir müddet sonra da Uçak Mühendisliği unvanıyla THY da iş bulmuş, Ataköyde oturuyorlardı. .Kara, kara iki küçük kızı vardı. Zaman, zaman biz Ataköye Onlara gidiyor, Onlar da Fener yolundaki bizim eve geliyorlardı.(!982 yılında Fenerbahçe Stadının yanındaki evi satın alıp yerleştikten sonradır ki görüşmelerimiz kesilecekti). Ancak, 2003 yılında, Ankaraya gittiğimiz de Torun Noyanın ifadesine göre, aynı şirkette çalışan Selahattinin kızı Elvanla konuşmaları sırasında babasının kâlp ameliyatı geçirdiğini ve halen iyileştiğini öğrendiğimde üzülmüş ve dönüşümde kendisine telefon etmiştim. Hem ‘geçmiş olsun’ dedim, hem de ‘gel görüşelim’ dedim. Ama gelemeyeceğini söyledi. Akabinde Eşimin Alzheimer hastası olduğunu anladıktan sonra da görüşmemiz mümkün olmadı.
Bu arada, ben emekli olduğumda, Hava Harp Okulu devre arkadaşlarımdan kaç pilot arkadaşın Şehit olduğunu belirtmek ve isimleri burada yâd etmek istiyorum
ŞEHİT OLAN DEVRE ARKADAŞLARIMIN
ADI Soyadı RÜTBESİ TARİHİ YERİ
MALİK Gökırmak talebe 06-08-1953 ESKİŞEHİR
ALİ Ünal Akdere pilot tğm. 1955 KANADA
ÜMİT Aydın ,, ,, 23-11-1955 ESKİŞEHİR
SEZAİ Akman ,, ,, 04-10-1955 ANKARA
BEDRETTİN Cevher ,, Ütğm 06-05-1958 MERZİFON
YUNUS Çelem ,, ,, 30-08-1959 ANKARA
ATTİLA Turagay ,, ,, 02-07-1959 BAFRA
AYHAN Erbey ,, ,, 17-03-1960 FOÇA
AZİZ AKSÜT ,, Yzb. 03-02-1962 MANYAS
ZEKİ Alper ,, Bnb. 08-05-1968 KONYA
Nejat Berköz (THY) İSTİFA 1974 PARİS
İzmit Yenituran ilk okulundayken kan kardeşim olan Pilot Bnb.Kadir Parların da ruhunu Şât etmek istiyorum. 1967 yılında Eskişehir de şehit düşmüştü.(Z.D.7 ye bakın)
NOT: RESİMLİ SINIF REHBERİNDEN VE WWW.TAYYARECİ.COM adresinden alınmıştır.
8. İSTANBUL GEZİLERİ
A. YAKACIK
Artık 1977 senesine girmiştik. Mayıs ayında, havalar biraz ısınınca, Yakacığa, gezmek maksadıyla, gitmeye karar verdik. Giderken Halide ablaları da alıyorduk. Nasıl olsa evlerimiz yakındı, Onlar da bizim gibi iki kişi idiler. Onlarla olunca daha mutlu oluyorduk. Hem Halide abla çok konuşkandı, hem de en yakın dostlarımızdı. Yakacığı tercih etmemizin sebebi, hem manzarası çok güzeldi, Adalar’a kadar deniz manzaralıydı. Hem kasaptan iyi et alıyorduk, hem de bidonla meşhur Şeker suyu getiriyorduk..
Yakacık, eskiden beri bilinen, Rumların çoğunlukta olduğu bir mesire yeriydi. Havası şahaneydi, Yerleşim yeri olarak yüksekti, üzüm bağlarıyla meşhurdu. En çok yetiştirilen üzüm cinsi Kınalı yapıncaktı. Gazinoları, çiçekli bahçeler içindeki villalarıyla, asırlık ağaçlarıyla, tepe ve yamaçlara yayılmış bir yerleşim alanıydı. Gazinolarında, ağaçların gölgesinde oturup manzara seyretmek büyük bir haz veriyordu insana. Ayrıca, gazinolardan sonraki oldukça tenha yollarında yürümek, Katır Tırnakları gibi kır çiçeklerini görmek, insana zevk veriyordu.
Bazen yemeklerimizi kendimiz götürüp, gazinolarda yiyor, bazen de lokantaları tercih ediyorduk. Yamacın aşağısındaki gazino ve lokantanın bahçesinde. İsmi gibi, Şeker suyu kaynıyordu. Burası da güzeldi ama yukarı kısımlardaki manzara burada yoktu. Arabalarla aşağıdaki gazinoya kadar inmek mümkündü. Gazinosunda çay içmek veya yemek yemek, bilhassa sıcak havalarda, insana ferahlık veriyordu. Döneceğimiz zaman, bidonları şeker suyuyla dolduruyor, kasaptan da kekik kolulu et aldıktan sonra, akşam üstü eve dönüyorduk. Yukarıdaki gazinolarda da yemek yemek , çay içmek olasıydı. Manzara çok daha güzeldi. Halide ablalar, daha ziyade ‘Teyzenin Yeri’ isimli bir gazinoyu tercih ediyorlardı.
B. CEVİZLİ KAMPI
Haziran sonu-Temmuz- Ağustos aylarında gideceğimiz yerlerden biri de Hava Kuvvetlerine aid Cevizli Dinlenme kampıydı. Bidayette çadırlarda kalıyorduk. Şimdi ise dışardan gelenler için 15 günlük kalabilme imkanı bulunuyordu. Yatacak binaları, gazinoları, yemek salonları, yakından gelenler için soyunma kabinleriyle tam dinlenecek yerdi. O zamanlar deniz tertemiz billur gibiydi. Buraya giderken, daha ziyade Gülşeni ve torun Noyan’ı alıyorduk. Çünkü Halide ablaların, ve baldız Fulyaların Fenerbahçe burnunda, D.D.Y. ait dinlenme kampları vardı. Bir değişiklik istedikleri zaman buraya da getirebiliyorduk. Tabii günlük gelenler için giriş paralıydı. Buraya geldiğimiz zamanlar, Kıbrıs olayları gibi hatıralar canlanıyordu, bende. Kampı tamamlamadan görev yerine geri döndüğümüz günleri hatırlatıyordu bana!
C. TUZLA KAMPI
Burada Kara Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Yaseminin övey teyzesi, Rahmetli Karacı Necdet Alb.ın eşiydi. Melahat abla kampa geldiği zamanlar, Nadiren de olsa bizi davet ederdi. Aslında günü birlik bizim de oraya gitmeye hakkımız vardı ama, mesafe uzak olduğu için pek tercih etmiyorduk. Tuzla kampına giderken, Fatine halayı da götürüyorduk. Ne de olsa, Melahat’ın dostuydu. Kampa giderken aha ziyade öğleden sonrayı tercih ediyorduk. Giderken çayla yenilecek bir şeyler götürüyorduk. Orada hiç denize girmezdik. Maksat muhabbet olsundu. Onlar muhabbet ederken, ben de, Tuzla piyade alayında gördüğümüz karacılık eğitimini hatırlardım.
D. FENERBAHÇE ORDU EVİ
Fenerbahçe Ordu Evi, en sık gittiğimiz yerlerden biriydi. Evimize yakın olduğundan, genellikle yürüyerek giderdik. Burasının, 1941 yıllarında cephanelik olduğu günleri hatırlıyordum. O zamanlar burası, bir dekovil hattıyla, demir yoluna bağlıydı.
Şimdi ise her şeyi ile mükemmeldi. Lojmanlarıyla, Kantiniyle, Gazino, restoran, pide salonları, çamlar altında piknik yerleri, plaj ve soyunma kabinleriyle her şey düşünülmüştü. Saha olarak çok geniş tutulmuştu. Plajı, D.D.Y. plajıyla, halk plajına yakındı. Biz denize girmekten ziyade, yemek veya pide yemek. piknik yapmak maksadıyla geliyorduk. Bazen de kantinden alış-veriş yapmak istediğimiz zamanlar oluyordu.. Piknik yapmak için gittiğimiz zamanlar ise eşim ebegümeci toplardı. Ebegümecini çok severdi. Toplarken, ebegümeçlerini köklerinden çıkarmaz, körpe yerlerini tercih ederdi. ‘’ Burada köpek, dolayısıyla köpek pisliği yok’’ derdi. Ebegümecini Pazardan almak yerine burasını tercih ederdi.
Piknik yeri ise, ağaçların altında, gölgeliklerdeydi. Yeşil çimenlik sahası çok kullanışlı ve güzel tanzim edilmişti. isteyen banklarda, isteyen gazinosunda oturuyor, büfeden tost gibi, istediğini alıp yiyor, çayını, kahvesini, meşrubatını içiyordu. Ayrıca deniz manzaralı, kameriyeler altında başka gazinolar da vardı.
E. FENERBAHÇE BURNU
Bazen de Kalamıştan yürüyerek Fenerbahçe burnundaki, Denizcilere aid DİGAVSİN Tesislerine giderdik. Burada, Gemiler geçerken, elektro magnetik ölçümler yapan tesisler olduğu gibi, küçük çaplı da olsa, gazino ve restoranlar, sağlık üniteleri de vardı. Dinlenmek, veya bilhassa balık yemek istediğimiz zamanlar orada bulunurduk.
Fenerbahçe burnu, halka açık bir yerdi. Asırlık ağaçları vardı. Bu ağaçların altında, piknik yapmak mümkün olduğu gibi, denize de girmek mümkündü. Plajı kumluktu. Denizi ise billur gibiydi. Bu civarda, Halkın faydalandığı en sağlıklı plajdı. Ayrıca, büfeler, ağaçların altında yürüyüş yoları vardı. Buna mukabil pek de bakımlı bir yer değildi.
Kalamışta ise deniz kenarında güzel evler, yalılar mevcuttu. O zamanlar oralarda da gazinolar, lokantalar vardı. Halkın ve daha ziyade ekabirin tercih ettiği yerlerdi.
F. BÜYÜK VE KÜÇÜK ÇAMLICA
Büyük Çamlıca tepesi, İstanbul un en güzel ve şahane manzaralı bir yeriydi. Adaları, Gülhane Parkını, Ayasofya, Sultan Ahmet, Yeni cami Topkapı sarayı, neredeyse boğazın sonuna kadar iki yakasını seyretmek mümkün oluyordu. Ayrıca çamların altında piknik yapabiliyorduk. Zaman, zaman Gülşenlerle veya Fulyalarla giderek hem şahane manzarayı seyrediyor hem de piknik yapıyorduk, Ayrıca restoran gibi yeme içme imkanı sağlayan yerler de mevcuttu. Bazen, yerlilerden ziyade yabancı turistler gruplar halinde getiriliyor, burada İstanbul’un, Marmara denizi ve Boğaz gibi yerlerin şahane manzaralarını seyrettiriyorlardı. Bana göre en büyük noksanlık, insanların buraya gelirken zorluk çekmeleriydi. Acaba, ,geliş ve gidişi kolaylaştırmak için Avrupa’daki gibi teleferik yapılamaz mıydı?
Küçük Çamlıca’ya ise daha ziyade Anadolu yakasında oturan insanlar geliyordu. Buradan da Marmara’nın ,Adaların deniz manzarası ile Kadıköy’ün manzarasını seyretmek mümkündü. Burada meşhur Çamlıca suyu da vardı, arzu eden bidonlarını doldurup evine götürebiliyordu. Ama, sıra beklemek gerekiyordu. Çünkü suya talep çoktu. Bidonları sıraya koyup beklerken de, Setler üstündeki Gazinolara oturup. Hem manzara seyretmek hem de çay-meşrubat içmek en büyük zevkti. Buraya gelmek fazla bir problem yaratmıyordu. Çünkü hem belediye otobüsleri işliyordu, hem de araba park yerleri mevcuttu.
G. BOĞAZ VE YUŞA TEPESİ
İlk Bahar geldiğinde, Yaseminin arzusu, boğaz yolunu takip ederek, çiçek açan Erguvanları seyretmekti. Erguvanlar genellikle Boğazın yamaçlarında bulunuyordu. Bir tarafta yalılar, bir tarafta yamaçlarda yeşillikler içinde renkli Erguvanlar!. Kanlıca da durup, taze ve lezzetli Kanlıca yoğurdu yemek herkesin vazgeçilmez arzusuydu. Henüz ikinci boğaz köprüsü yapılmamıştı. Göksu çayırında herkes piknik yapabilirdi. Yem yeşil çayır içinde. koca, koca çınar ağaçların gölgesinde piknik yapılmazsa olmazdı. Hem denize yakın hem de asırlık ağaçların gölgesinde, yemyeşil çayırda piknik yapmak tadına doyulmaz bir duyguydu. Her sene, Boğazın Anadolu yakasından sonuna kadar gidip gelmek bizde alışkanlık haline gelmişti. Beylerbeyi, Çengelköy, Göksu Çayırı, Anadolu Hisarı, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, derken . Yuşa Hazretleri ve Anadolu Kavağına kadar uzandığımız zamanlar oluyordu. Her tarafta hatıralarımız vardı. Oturmuş, manzara seyretmiş, hatıra fotoğrafları çektirmiştik. Hele Yuşa Tepesindeki manzara boğazın hiçbir yerinde yoktu. Sarıyer’i, Telli Babayı, Anadolu ve Rumeli Kavaklarını, Anadolu kavağının sonundaki eski Kale ve boğazın sonunu seyretmek mümkündü.
Yuşa Hazretlerinin Kabri, olağandan çok uzundu. Demir parmaklıklarla çevriliydi. Bilhassa Cuma günleri, Çok kalabalık bir ziyaretçi kitlesi oluşuyordu. Tepe ormanlık içinde, fakat manzarası şahaneydi, ayrıca bir mescit yapılmıştı. İsteyen ibadetini yapabiliyordu. İnsanların oturup dinlenmesi için banklar konmuştu.. Civar köylerden gelen kadınlar, sebze ve meyvelerini satıyorlardı. Bilhassa incir, erik, kiraz ve pişmiş, pişmemiş mısır. Ayrıca, Seyyar satıcılar, yeme, içme imkanı da sağlamışlardı. Yasemini ilk defa götürdüğümde, bu şahane manzara karşısında çok şaşırmıştı. Çünkü Beykoz’da otururken, buraya çok yakın olduğu halde, gelmek, görmek imkânı bulamamıştı.
Bizim için oradan Anadolu Kavağına kadar gitmek de olanaklıydı. (Bir zamanlar halka açık değildi) Yol, ormanlık bir sahadan geçiyordu. Orası da bir balıkçı köyüydü. Balıkçıları ve balık lokantaları meşhurdu. Kavak ve çınar ağaçlarının gölgesinde, denizin serinliğini hissederken, oturup balık yemek, insana ayrı bir zevk veriyordu.
Ayrıca, deniz Kuvvetlerine ait, Eski Boğaz Kalesinin yakınlarında, bir yamaç üzerinde lojmanlar, alt tarafta deniz kenarında gazino ve lokanta da mevcuttu. Orada da , oturup dinlenmek, yeyip, içmek mümkündü.
Diğer taraftan, Anadolu Kavağına girerken , yine Deniz Kuvvetlerine ait plaj, ve gazino da bulunmaktaydı. Biraz soğuk olmakla beraber billur gibiydi deniz suyu. Bilhassa Gülşen ile gitmişsek, oraya gidip tanıdık arkadaşlarıyla muhabbet etmek isterdi.
H. AKBABA- KARAKULAK SUYU
Akbaba, bostanlarıyla et ürünleriyle bir de Karakulak suyuyla meşhurdu. Eşim vaktiyle, Beykoz’da otururken, arkadaşlarıyla birlikte, sebze ve et almak maksadıyla, yürüyerek, Akbaba’ya kadar giderlerdi. Bostan sahipleri, alacakları sebzeyi, kendilerinin toplamasına müsaade ederdi, Ayrıca kasap da onlara etin en iyisini verirdi. Üç-dört arkadaş, oralarda, hem piknik yaparlar, hem de muhabbet ederlerdi. Dönüşte de elleri, kolları dolu olurdu. Ağır yüklerini taşımak her ne kadar zor gelse de, onlar için bir arada olmaları daha zevkliydi.
Şimdi ise biz, Karakulak suyunu tercih ediyorduk, Su kaynağı, Akbabadan biraz daha ilerde, ormanlıklar içinde, içimi şahane olan, taa Bizans ve Osmanlıdan bu yana bilinen bir yerdi. Padişahların tercih ettikleri bir suydu. Hatta Arabistan’a, gönderildiği de ifade ediliyordu. Kaynaktan bidonlara, (bedava ) su doldurduktan sonra, piknik yapar veya kaynağın çevresinde bulunan küçük lokantalardan yemek yerdik. Yazın sıcağında geç vakte kadar orada zaman geçirip eve dönüyorduk. Yine en çok beraber olduğumuz insanlar Halide ablalar olurdu.
İ. EYÜP SULTAN-TELLİ BABA
Nadire Ablam ve eniştem, Semiha’lara misafir gelmişlerdi. Eniştem namazında, abtestinde, efendi bir insandı. Semiha’yla birlikte, onları Eyüp sultana götürdük. Cuma günü olmamasına rağmen, orası ana-baba günüydü. Kadınlar başörtülüydü. Kimi Eyüp Sultan Hazretlerinin kabrinin önünde dua ediyor, Kimi, diğer kabirleri ziyaret ediyor, kimi, güvercinlere yem veriyor kimi de dilencilere para uzatıyordu. Biz de diğerleri gibi yapmaya çalıştık. Öğle namazına rastladığımız için de Hanımlar yukarıda, biz erkekler aşağıda olmak üzere camide namaz kıldık. Ziyaretimiz bittikten sonra da taa Boğaza, Sarıyer’e kadar gittik. Orada da Telli Baba ziyaret edildi. . İçeri girenler, dua edip adak adayanlar, ağaçlara mendil bağlayanlar çoktu., Semiha ile annesi de o işleri yaptılar, biz de uzaktan onları izledik. Bana göre, istekler, dualar yalnızca Tanrıya yapılırdı! Ancak Tanrı isterse, duaları kabul ederdi.
Hemen Telli Babanın biraz ilersinde, yüksek bir düzlük vardı. Orayı gözüme kestirmiştim. Dönüşte arabayı orada park edecektim. Rumeli Kavağını hiç görmemiştik. Orasını şöyle bi turladıktan sonra gözüme kestirdiğim yere dönüp arabayı park ettim. dışarı çıktık. Bu yüksek platformun manzarası şahaneydi. Karşıda, Beykoz, Yuşa Tepesi, Anadolu kavağı, eski kale harabesi, Rumeli yakasında, Sarıyer, Rumeli Kavağından boğazın çıkışına doğru her yeri görüyordu. Oradaki banklara oturduk, Yaseminin hazırlayıp getirdiği peynirli böreği ve meyveleri yiyerek bu şahane manzaraları saatlerce seyretmiştik. Ablam ve eniştem çok memnun kalmışlardı. Buranın tadı damaklarında kalmıştı ki ileriki yıllarda, bu şahane manzaradan ve Yaseminin böreğinden sitayişle bahsedeceklerdi.
Yine aynı yıl içinde, Yeğenim Mehmet, eşi Emine, kızı Seda ve Semiha ile Telli Babayı ziyaret ettikten sonra aynı manzarayı seyretmek maksadıyla, Telli Baba’ya yakın meşhur yüksek düzlüğe gitmiştik. O şahane manzarayı seyrettikten sonra, bu defa öğle yemeğini, Sarıyer, Deniz Ordu evinde yemiştik. Denizcilerin Ordu Evine misafirlerle girmek daha kolaydı. Karacılar ise sivil misafir götürdüğümüzde zorluk çıkarıyordu. Misafirler çok memnun kalmışlardı. Hatıra fotoğraflar çektirmiş, yemekten sonra da gazinosunda, oturup, etrafı seyrederken, çay-kahve- meşrubat içmiştik. Bu da uzun süre hatıralarımızda yer edecekti.
J. HİDİV KASRI
Hıdiv, Osmanlının, mısır valilerine verdiği unvandı. Bizim Damat Bülent, Çubukluda, Deniz kuvvetlerine ait, Seyir ve Hidrografi Dairesinde çalışıyordu. Bu Daire deniz seviyesinde olduğu halde, hemen yakınlarında, geniş bir sahayı kaplayan tepe üzerinde, Hıdiv kasrı vardı. Burasını, Osmanlının son zamanlarında, Hıdiv Abbas Hilmi paşa, tarafından satın alınmıştı. Abbas Hilmi paşa önce iki ahşap yalı almış, yolun doğusunda ise bu muazzam araziyi görünce de burasını satın almıştı. Çubuklu iskelesine kadar uzanan Geniş sahayı, daha ziyade yabancı ülkelerden getirttiği ağaç çeşitleri ve gül bahçeleriyle donatmıştı. Tezyinatları, dekoratif görüntüleriyle, bir saray yavrusuydu. O şahane manzaralı tepe üstünde, 1000 metre kare üzerine İtalyan bir mimara, 35 kişilik odalar, 400 kişilik dört salonlu, iki holden oluşan , kuleli bir bina yaptırmıştı. Yemek kokuları binaya gelmesin diye de Mutfağını, deniz seviyesinde, binanın yüz metre derinliğine kurdurmuştu. Yemekler oradan bir asansörle yukarıya yemek salonuna taşınıyordu. Bu sistemi de Avrupa’yı ziyaretinde görmüştü. Şimdilerde ise İstanbul belediyesi tarafından devir alınmıştı. Daha ziyade turistlerle yerli halkın nişan ve düğün toplantıları için hizmet veriyordu.
İşte böyle bir yere, damat Bülent sayesinde öğrenip, sık, sık Halide ablalarla gelir olmuştuk. Damat bizi, geniş ormanlık ve gül bahçelerinden sorumlu olan bir ekibin başıyla tanıştırmıştı. Onunla artık ahbap olmuştuk. İster kendi yiyeceğimizi kendimiz getirip, banklar veya sandalyelere oturup, şahane manzarayı seyrederken, ağaçların altında yiyor, itersek, açık havada, lokantanın giriş terasında yemek yeme imkânı buluyorduk. Ayrıca Köşkün içini de görme fırsatını bulmuştuk. Gerçekten, küçük bir saray görünümünde idi. .Burasını çok sevmiştik.
K. POLENEZ KÖY
Polonez köyü eskiden beri merak ederdim. Gülcan ve Gülşen ‘in babası, genellikle yazları, her hafta, Cumartesi sabahtan Polonez köy’e, yürüyüş maksadıyla evden çıkar, bir gece orada kalır, Pazar akşamı eve gelirdi. O tarihten bu yana gidip, görmek isterdim. Edindiğim bilgiye göre:
1775 yılında, Polonya devleti, Rusya-Avusturya-Prusya devletleri tarafından işgal edilmiş ve bölünmüştü. Bu işgale razı olmayan Polonyalılardan bir kısmı Osmanlı devletine sığınmışlardı. Osmanlı devleti de onları Adam Köy denen bölgeye yerleştirmişti. Adam Köy, sonradan, Polonyalılardan dolayı Polonez Köy olarak ad değiştirmişti.
Polonez Köye, boğaz yoluyla Akbabayı geçtikten sonra ulaştık. Yanımıza baldız Fulya ve Gandi’yi de almıştık. Binalar genellikle tek veya çift katlı, bahçeleri duvarlarla çevrili, çiçeklerle bezenmiş, yeşillikler içindeydi. Evler genellikle Pansiyon olarak veriliyordu. Buna rağmen oteller ve lokantalar da mevcuttu. Turistler ve İstanbul un gürültüsünden kaçıp gelenler burada hafta sonlarını sakin ve temiz bir ortamda geçiriyorlardı. Yeşilliği, misafirperver halkı ve temiz havasıyla ününe ün katmıştı. Atatürk bile buraya gelenler arasındaydı.
Günü birlik gelenler için de şahane bir yerdi. Duvarlarla çevrili, çiçeklerle bezenmiş bahçeleri, içlerinde ise, piknik yapma imkanı sağlıyorlardı. Bahçe içinde mangallar, temiz örtülerle süslenmiş masalar, sandalyeler, çeşitli yemekler , salatalar ve meyveler hazır bulunduruyorlardı. Bu civarın, meyveleri, Bilhassa kirazları meşhurdu. Köy kadınları, çeşitli meyveler ve sebzeler getirip satıyorlardı. Ayrıca Kiraz için Festivaller düzenleniyordu.
Biz de bu güzellikler içinde, çiçeklerle süslü etrafı çevrili bahçe içinde huzurlu ve güzel bir gün geçirmiştik. En güzeli de oldukça cimri olan Gandi Orhan tarafından ödemelerin yapılmasıydı.
L. ŞİLE
Şileye gitme fikri Gülşenlerden çıkmıştı. Daha önce gitmişler beğenmişlerdi. Damatların arabası vardı. Biz de Halide ablaları alacaktık. Noyan da bizim arabada olacaktı.
Ümraniye yolunu kullanarak oraya gidecektik. Yollar virajlı, oldukça da kötü idi. Ve bana göre tahmin ettiğimizden uzun sürmüştü. Şileye girerken şahane villalar ve sokaklarda dolaşan pek çok turist gördük. Hava sıcak olduğu için genellikle şortla , kolsuz buluz ile dolaşıyorlardı. Kasabanın içinde ve deniz kenarında bir tur attıktan sonra, sola Kum babaya doğru yöneldik. Şile kalesinin batısına doğru yola devam ederek Kum baba plajına geldik. Burası renkli kumlarla kaplı uzun bir plajdı. Biz biraz geç kalmıştık, sıcakta denize girenler, şezlonglara uzanıp güneşlenen kadınlar, Şemsiye gölgesinde dinlenen erkekler görüyorduk. O kalabalığı geçtik, daha tenha bir yer bulduk ve biz de orada, hazırlıklarımızı yaptık. Zaten deniz kıyafetlerimiz içimizdeydi. Bize yalnız üzerimizdekileri çıkarmak kalıyordu. Bu arada Halide ablanın devamlı konuşan sesini duyuyorduk.
Noyan hemen koşarak denize ayaklarını soktu. İsteyen, istediği gibi denize giremezdi burada. Çünkü akıntılar sebebiyle, kumlar yerinde durmuyor, sık, sık yer değiştiriyordu. Sığ olarak görülen bir yer bir anda derinleşebiliyordu. Dolayısıyla çok dikkatli denize girmek gerekiyordu. Bu durumu bilmeyenler için hayatî tehlikeler oluşabiliyordu. Nitekim gazetelerden öğrendiğimize göre, epey tehlike atlatanlar, boğulanlar olmuştu.
Ben dahil çoğumuz amatör yüzücüler idik. Damat ise çok iyi yüzenlerdendi. Allahtan ki kimse zor durumda kalmamıştı. Getirdiğimiz yemekleri yiyerek, bazen şemsiye altında istirahat ederek, yüzerek, denizde serinliyerek, güneşlenerek , güneşin ültraviyole ışığından istifade ederek çok güzel bir gün geçirmiştik. Bu arada fotoğraf çekmeyi de unutmamıştık. Evlerimize ulaştığımızda güneş batmak üzereydi.
8. YURT İÇİ GEZİLERİ
A. İZMİT
İzmit, eşimin ana memleketi idi. Birinci kitabımda hikayesini uzun, uzun anlatmıştım. Babası da halamın oğluydu. Ben ilk okulun 4ncü ve 5nci sınıflarını İzmit’te okumuştum. Kasım 1976 emekli olduğumda, İzmit’te oturan yalnızca, ortanca kız kardeşi menekşe kalmıştı. Kocası çok sevdiğim ve takdir ettiğim bir insandı, kuafördü. Bir de kızları vardı, evlenme çağında.
Biz İtalya’dan döndükten sonra, Menekşe ile kocası hoş geldin demeye bize gelmişlerdi. Konuşma sırasında, eşimin migreninden konu açılmıştı. Gerçi Menekşe evveliyatını biliyordu ama İtalya’dayken doktora gösterdiğimizden, buna rağmen çare bulunamadığından bahsedince, bize akupunktur yapan Dr. Arkadaşlarını tavsiye etmişlerdi. Dr. Yılmaz bey PETKİM de çalışıyordu, Almanya’da Akupunktur üzerine ihtisas yapmıştı. Fabrikaya yakın Tütün Çiftliğinde de muayenehanesi vardı.
Tavsiye ettikleri gibi, bir Cumartesi, doktorun muayenehanesine gittik. Bizi dinledikten sonra, Eşimin vücudunun belirli (şakaları, ayakları gibi)yerlerine cihazla irtibatlı iğneler batırmaya başladı. Bir müddet sonra da iğneleri çıkardı ve ‘ ‘ haftada bir veya iki defa gelin, böyle sekiz-on seans daha yapacağız, geçer inşallah’’dedi. Biz de arabamız altımızda, oraya gitmeye başladık. Seanslardan sonra da Tütün Çiftliğinde, deniz kenarında karşı sahilleri seyrederek piknik yapıyor ve Yarımca da bulunan Çene Suyundan bidonları dolduruyor,Çene Suyu civarındaki, köylülerin getirdiği sebze ve meyvelerden satın alarak, evimize dönüyorduk.
Bu arada, zaman, zaman menekşelere de uğruyorduk. Baba ve annelerinin vefatından sonra, varisler, babadan kalan evlerini satmışlar, Menekşeler de Kolordunun civarında kiralık bir eve taşınmışlardı. Menekşe çok güzel dikiş dikerdi. Bu arada ablasına da kıyafetler dikiyordu. Kızı okuyor, kocası da , demir yoluna yakın kendi kuaför salonunda çalışıyordu. Zamanı gelince baldızının saçlarını keserek, boyayarak güzelleştiriyordu. Çünkü genç kızlığından bu yana saçları beyazdı. Bu sebeple, boyamak mecburiyetinde kalmıştı. icabında kendisi saçlarını boyuyordu ya!
Son seansta, Dr. Yılmaz bey eşime hitaben, ‘’Bana göre migren baş ağrınız geçecek. Eğer geçmezse, bir kaç seans daha yapmamız icap edebilir, geçmiş olsun’’ diyerek bizi uğurlamıştı. Gerçekten Yaseminin baş ağrısı geçmişti. Başka seanslara gerek kalmamıştı. Şimdiye kadar neden akıl edemedik diye düşünürken, bu zamana kadar böyle uygulamaların olmadığı aklımıza gelmişti.
B. GÖLCÜK- DEĞİRMENDERE
Gölcük, İzmit körfezinin karşısında, şirin bir kasabaydı. Donanma komutanlığının sayesinde kasaba, kendine yeterli hale gelmişti. Deniz kenarında oluşu da ayrı bir farklılık yaratmıştı. Ordu Evinin bulunması sayesinde de biz, yaz aylarında, sık, sık oraya gider olmuştuk. Misafir olarak, bilhassa Baldız Menekşe’yi ve bacanak Tunca’yı, akşam yemeklerine davet ediyorduk. Bazen erken saatlerde gelirlerse, çardak altında oturup, hem muhabbet, hem de çay, kahve içiyorduk. Lokanta deniz kenarındaydı. Geceleri bahçede, gündüzleri de kapalı alanda yemek yeme imkanı buluyorduk.
Ordu evi otelleri, biri çok katlı, diğeri iki katlı ayrı binalardan oluşuyordu.. Biri generallere ait, diğeri de diğer subaylar içindi. Ayrıca Donanma’da görevli bulunan generaller için villa tipinde lojmanlar mevcuttu. Garnizon’a girmeden önce, başka bir sahada, diğer subaylar için de lojmanlar bulunuyordu. . Hastanesiyle, müzesiyle, çiçekli bahçeleriyle ağaçlıklı bölgeleriyle Donanma komutanlığı büyük bir sahaya yayılmıştı.
Daha önceki tarihlerde de Damat orada görevli bulunmuştu. Dolayısıyla, lojmanları ve Donanma Komutanlığı sahasını biliyorduk. Ayrıca Donanma komutanlığı ile Değirmendere arasında, Yüzbaşılar denen bir mahalle vardı ki burada özel binalar mevcuttu. Daha ziyade, Deniz kuvvetlerinden Emekli olan subaylar oturuyordu. Değirmendere dahil bütün buraların sakinleri Gölcük çarşısından ve Gölcük Pazar yerinden alışveriş yapıyorlardı. Dolayısıyla Gölcüklülerin, ticaretleri ve ekonomileri iyi durumdaydı. Devamlı da binalar yapılıyor, gelişme gösteriyordu.
Ordu evine gittiğimiz zamanlar, damadın sınıf arkadaşı, Nejat Paşa ve eşi Ayşe ile de tanışmıştık. Zaman, zaman bizi ziyarete gelirler, ayrıca bizi, kendi lojmanlarına davet ederlerdi. Manzarası şahane olan bu yerler, zaman, zaman beni duygulandırıyordu ve şiirler yazmama neden oluyordu.
Burada yazdığım Şiirlerinden İKİZ VİLLÂ aşağıda, diğerleri de internet adresini yazdığım yerdedir. DENİZ- RESTORAN- SULTAN BABA)
www.antoloji.com/yusuf_canturk
İKİZ VİLLÂ
( Mayıs 1995 –Gölcük)
Çifte villâ gördüm bir tepenin üstünde ,
İkiz tepe gibi sanki ,ünlü VENÜS’ÜN büstünde .
TANRI özenmiş tabiatı , öyle güzel yaratmış .
İnsan eli bu güzelliğe, bir güzellik daha katmış .
Manzara şahane , körfez ayağımın altında ,
Misafirim sanki , bir başkasının yatında .
Kuş cıvıltısı , bin bir çiçek kokusu ,
Değişiverdi birden tabiatın dokusu .
Yeşili , pembesi , her rengin bir tonu .
Bir değil , bin saat kalsam , bu zevkin yok sonu .
Bir nefes çeksem , olur belki bin nefes ,
Kuş cıvıltısı hariç , ne gürültü var , ne de ses .
Gözlerim okşar iken çiçeklerin yeşilini, morunu ,
Bir an için unuttum , dünya yaşamını ve de sorunu .
Görebilmek yeterli , sahip olmak şart değil ,
Bir sandala binsem kâfi , istediğim yat değil .
Gizemli bir kadın sanki , tanıştım, konuştum ,
Ayrılınca birden , etkisinden çok sarhoştum .
Esrarlı havası , parfüm sarmış her yanı ,
Uzun süre yaşarım , unutamam o güzel ânı .
DEĞİRMENDERE: Bu şirin sahil köyünü, İzmit’te ilk okulu okuduğum zamandan beri tanıyordum. O zamanımın gözlemlerini birinci kitabımda anlatmıştım. Evlendikten sonra da Değirmendere’de, bir oda kiralamıştık. Ev sahibi, eşimin övey annesinin ağabeyi idi. Burada, bahçe içinde, üç katlı, ahşap evleri vardı. Ahmet dayı, İlk eşi vefat ettikten sonra, bir müddet onun yasını tutmuş, bilahare, Mebrure yenge ile evlenmişti. İlk eşinden Ümmühan, ikinci eşinden Handan ve Ertuğrul olmuştu. Mebrure yenge esasen Değirmendereli idi. Fındık bahçeleri, bağları vardı. İşte denize yakın geniş bahçeli ev de Mebrure Yengeye aitti. Bizimle beraber Fulya ve Menekşe ile bacanaklar, hatta başka bir evde de Çiğden ve kocası da kiralık ev tutmuşlardı. Maksat, üç baldız, üç bacanak bir arada olmaktı.
Yüzbaşılar semti ile Değirmendere arasında bir plaj vardı. Bazen orada bazen de evin önünde denize girebiliyorduk. Deniz çok temizdi. Ayrıca ben plastik bir bot getirmiştim. Gandi bacanakla her gün sabahtan denize çıkıyor, bilhassa, kovalar dolusu İstavrit avlıyorduk. Hanımlar, öğle yemeği için bahçede balıkları ızgara yapıyorlar, salata ve meyvelerle güle eğlene karnımızı doyuruyorduk. Ayrıca bahçeden dut, bağdan kiraz geliyordu.. Daha önce bahsettiğim gibi, haftada iki defa Gölcük pazarı kuruluyordu. Her seferinde dolmuşla pazara gidip, bilhassa, salatalar, sebzeler, domatesler, şeftali gibi meyveler yüklenip geliyordum.
Gölcük ve bilhassa Değirmendere’nin denize bakan yamaçları, fındık bahçeleriyle yemyeşildi. O yeşillikler arasında, yüksek bir tepenin üstünde SULTAN BABA Türbesi vardı. Bir gün orasını ziyarete gitmiştik. Köyün içinden geçerken de, köy kadınları, kendi mahsullerini satıyorlardı. Yokuşu çıkarken, yol mezarlığın kenarından geçiyordu. Tabii vefat edenlere dua etmekten de geri kalmıyorduk. Sultan Baba Türbesi,. Öyle bir tepe de yapılmıştı ki, kabirlerin mermerlerini ve Sultan Baba kabrinin yanında inşa edilen mescidin taşlarının buraya nasıl çıkarıldıkları, yazdığım şiirde de belirttiğim gibi, insanlar için merak konusuydu. Değirmendere, yavaş, yavaş gelişmekte, turistik bir belde haline gelme aşamasını yaşıyordu. köylüler, Fındık ve üzüm zamanı, küfelerle, merkeplerine yükleyip satmak üzere köy meydanına getirirlerdi. Genellikle köylüler, kendileri yetiştirir, kendileri getirir, küfe içinde, meydanda, çay bahçeleri yakınında, kendileri satarlardı.
Vapur iskelesinin iki tarafında birer çay bahçesi vardı. Bilhassa, İskeleden sahile çıkınca sağ taraftaki gazinoyu tercih eder, ağaçların gölgesinde, denizin hafif dalgaları kıyıyı yalarken büyük bir zevkle çay, kahve içerdik. Ayrıca, meydanda, asırlık çınar ağaçlarının bulunduğu bir park vardı. Burada da ağaçların gölgesinde, banklarda oturmak büyük bir zevk verirdi Zaman , zaman,. İskeleye, İzmit’ten vapurlar gelir, insanlar çıkar, insanlar binerdi. Sonra vapurlar, Karamürsel’e doğru hareket ederdi. Ayrıca, büyüklü, küçüklü kayıklarla balık avlayan insanlar görünürdü. Bu kalabalığı izlerken de gazinoda oturanlar büyük bir zevk alırlardı.
Dışardan, bilhassa İzmit tarafından, kafa dinlemek üzere pek çok insan gelirdi buralara. Hem vapur, hem de dolmuşlar çalışıyordu. Gelenler, yemek konusunda hiç sıkıntı çekmezlerdi. Hafta sonları, plaj ve çay bahçeleri dolar, taşardı. Ayrıca Karamürsel’e giderken de balık lokantaları vardı İşte Değirmendere böyle, sevdiğimiz, zevk aldığımız güzel bir yerdi. (Ama seneler sonra, depremle, binaların ve çay bahçelerinin, yerle bir olduğunu, asırlık çınar ağaçlarının denize gömüldüklerini, Tv.lerden izleyecek, yüreğimiz burkulacaktı. Duygulanacak, MARMARA DEPEMİ diye bir şiir yazacaktım
C YALOVA-TERMAL
Yalova’ya, 21 EYLÜL 1978 Tarihinde, körfezi dolaşarak gitmiştik. Daha önce anlaştığımızdan dolayı, Baldız, Bacanak ve kızları da vardı yanımızdaydı. Körfezi dolaşmak biraz uzun olmakla beraber, yeşillikler ve güzellikler insanı oyalıyor, zevk almasına neden oluyordu.
Kaplıcalara gitmeden önce, Yalova’ya uğramış, Emekli subaylar lokalinde, deniz kenarında, öğle yemeğimizi yemiştik. Yalova, bilhassa emekliler için huzurlu bir kasaba görünümündeydi..
Kaplıcalar, Yalova’ya 8-9 km. uzaktaydı. Kaplıcaların sağlık üzerindeki etkileri taa Bizanslılar zamanından beri biliniyordu. Atatürk de buranın ününü duymuş, 1929 yıllında, buranın güzelleştirilip, iyileştirilmesini emretmişti. Ayrıca Millet çiftliğine Atatürk için bir köşk yapılmıştı. Görevliler Atatürk için, ‘’Arada bir gelir, bir müddet kalır gidermiş’’diyorlardı..
Termale girerken, bir vadi içinde, etrafı çeşitli ağaçlarla bezenmiş, ormanlık saha ile, betondan yapılmış bir kanal içinden, basamaklardan aşağıya doğru akan sıcak sular göze çarpıyordu. Ayrıca sıcak su banyolarının bulunduğu büyük bir bina mevcuttu. Vadi boyunca, oturulacak banklar, gezilecek yollar, seyredilecek mekânlar vardı. Etraf çiçeklerle bezenmişti. Banyolarından, şifalı sularından istifade etmese de insan, huzurlu bir atmosferde bulunduğunu anlıyordu. Dinleniyordu.. O güzelim yerde epey bir zaman oturmuş, büyük zevk almış, bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Dönüşümüzde, Baldız, Menekşe, bacanak Tuncay ve kızları Elif’i, Gölcükte minibüs’e bindirmiş, biz de daha önce yer ayırttığımız için Ordu Evine gitmiştik
. D . BURSA-ULUDAĞ
Halide ablaları da yanımıza alarak, Bursa’ya doğru yola çıktık. Yine körfez yolunu takip ediyorduk. Yine öğle yemeği için Yalova’da durduk, Emekli subaylar lokalinde yemek yedik. Ve yolumuza devam ettik. Yollar pek iyi olmamakla beraber, etraf yine de yeşillikti. Gemlik körfezini geçtikten sonra, Uludağ görünmeye başlamıştı. Yeşillikler içinden geçerek, Bursa’ya, Ordu evine vasıl olduk. Halide ablaları Ordu evine yakın bir otele yerleştirdikten sonra da , biz Ordu evine gidip yerleştik. Odamız Kuzeye bakıyordu. Balkonundan baktığımızda, Bursa, ve Bursa ovası ayaklarımızın altındaydı.. Ordu evi, öyle yüksekçe bir yerdeydi. Akşam yemeğini muhabbet ederek Ordu evinde yedik. Artık burada kaldığımız müddetçe, akşam yemeklerini burada yiyecektik.
Bursa tarihî ve turistik eseriyle, bir iki günde gezilebilecek bir yer değildi. Osmanlının başkentliğini yapmıştı. Bu bakımdan, Osmanlıların göz bebeği durumundaydı. Geldiğimizin ertesi günü, gezip görmeye, ordu evine yakın olan Muradiye Camiinden başladık. II inci Murat tarafından 1424-1426 yıları arasında yaptırılmıştı. Zaten I inci. Murat Hüdavendigar türbesi de oraya yakındı. Padişah birinci Murat’ın, Kosova’daki türbesini, İtalya dönüşü ziyaret etmiştik. Bursa da da ziyaret etmek nasipmiş meğer. Türbenin içine girip dua ettikten sonra, Ulu camii’ni görmeye gittik. Burası Yıldırım Beyazıt tarafından 1396-1400 tarihleri arasında yaptırılmıştı. Uzaktan 20 adet kubbesi sayılıyordu. Gerçekten ismine uygun çok büyük bir cami idi. Caminin içine girdik. Camii içinin Selimiye ve Süleymaniye’den büyük olduğu söyleniyordu. Camii içinden bakıldığında, kubbesi , denildiği kadar yüksek değildi.
Caminin Minberi bütünüyle, kainatı temsil ediyordu. Güneş sistemi, uydularıyla beraber, gösterilmişti. Dünyanın yuvarlaklığı, Ulu caminin yapıldığı tarihlerde, söz konusu olmazken, Osmanlı da Kâinat yuvarlak motiflerle süslenmişti. Şadırvanı da çok güzel ve şahane yapılmıştı, Bir de kâbenin örtüsü sanki sanduka üzerine örtülmüş gibi görünüyordu. Dualarımızı yapıp çıktıktan sonra, kapalı çarşıyı Koza hanını görme imkânı bulmuştuk. Mağazaların vitrinlerinde ham kozalar ve ipekten yapılmış kumaşlar sergileniyordu.
Öğle yaklaşmış, karnımız acıkmıştı. Lokantaların bulunduğu yere giderek, ‘İsken derin Yerinde’, Meşhur İskender Kebabı siparişi verdik Gerçekten lezzeti olağanüstü idi.. Biraz dinlendikten sonra, köprüden geçip, yeşil türbeyi ziyarete gittik.
Yeşil türbe Çelebi Mehmet tarafından yaptırılmış bir külliye idi. İznik çinileriyle kaplanmış ve tezyin edilmişti. Gerçekten içersiyle, dışıyla şaheser bir yapıydı.
Artık gezmekten yorulmuş haldeydik. Bilhassa Nurettin enişte çok yorulmuştu. Yavaş, yavaş yürüyerek Ordu Evine döndük. Akşam yemeğini yerken yarın için Uludağ’a gitmeye karar verdik.
Uludağ’a giderken teleferiği değil arabayı tercih etmiştik. Çekirge semtinden geçerken burasının ne kadar güzel bina ve yeşilliklerle kaplı olduğunu görüp, insanın ruhunu okşadığını fark ettik. Çekirge semti yüksek bayırda kurulmuştu. Bu nedenle, Bursa’yı şahane bir manzarayla görüyordu. Merzifon, Eskişehir ve Mürtedde beraber olduğumuz Rafet ağa, emekli olmuş, eşiyle Çekirge’de yaşıyordu. Onu sevdiğim için görmek isterdim. Ama adresini bilmiyordum. Her neyse. Uludağ yoluna girdik ve yukarı doğru tırmanmaya başladık. Asırlık Kestane ağaçları yol boyu sanki göğe doğru yükselmek istiyorlardı. Ulu Dağın tepesine çıkarken yolun sağında, bir levha gözümüze çarptı. ‘’Emekli Subaylar Dinlenme kampına gider’’ yazıyordu. Arabayı yolun kenarına çektim, oraya doğru gittim. Maalesef, haziran ayı sonları olmasına rağmen hâlâ açılmamıştı. Yolumuza devam ederken bu defa ‘’Kirazlı Yayla, Kendin Pişir, Kendin Ye’’ ibareli bir levha daha gördük. Dönüşte buraya uğrayalım diye karar verdik.
Meşhur oteller bölgesine kadar çıktık. Yollarda değil ama, tepelerde kar görünüyordu. Bizim için çıkabileceğimiz en son yer burasıydı. Teleferik de zaten bu bölgede duruyordu. Arabadan inerek derin, derin nefes aldık. Ciğerlerimizi temiz ve saf oksijenle doldurduk. Yine buradan etrafımıza bakarak, şahane manzaraları beynimize nakşettik. Bir de dönüş yolunda bir su kaynağı bulduk ve buz gibi su içerek, suyun soğukluğunu ve tadını vücudumuzun her tarafında hissettik.
Gele, gele dönüşte uğrayalım dediğimiz Kirazlı Yayla, Kendin Pişir, Kendin Ye piknik yerine geldik. Arabadan çıktık, bu saha açıklıktı. Biz de biraz üşümüştük. Sandalye ve banklara oturarak, sırtımızı güneşin sıcaklığına bıraktık. Mangal hazırlanmış, kekik kokulu etler gelin beni alın diyordu. Etleri kendimiz seçtik .Kor halindeki mangalın ızgarasına koyduk .Cızır, cızır pişirdikten sonra, taze odun ekmeği ve salatasıyla, büyük bir zevkle yemeğimizi yedik. Üzerine bir de kaymaklı yoğurt yedik ki yoğurdun lezzetini senelerce unutamayacaktık. Artık yokuş aşağı inerken bize etrafın manzarasını seyretmek kalıyordu.
Bursa’da çok güzel üç gün geçirdikten sonra dönmeye karar verdik. Aslında daha fazla kalabilirdik. Fakat Nurettin enişte, otelden biraz şikayetçi olmuştu. Çok titiz bir insan olduğu için onu üzmek istemedik.
E. GELİBOLU
Halide abla kaç zamandır, arsasını görmek için Gelibolu’ya gitmek istediğini söylemekteydi. Eylül 1979 tarihinde, sabahtan yola çıktık. Tekirdağ Ordu Evinde öğle yemeğini yedikten sonra, yola devam ettik. Yollar bana, akademi ile gezip, gördüğümüzden, yabancı gelmedi. Keşan’dan sonra güneye döndük. Ormanlık Koru dağlarından geçtik,. Saroz körfezine kadar devam ettik. Sağda ikinci benzincide durduk, benzin aldık. Hatta benzin parasını bütün itirazıma rağmen Halide abla ödedi. Benzincinin hemen ilerisinde SERDAR SİTESİ levhası vardı. Halide ablanın arsası bu sitenin içindeydi. Site çok geniş bir araziyi kapsıyordu. Halen 10-15 villa yapılmıştı. Girişin hemen solunda çilek tarlası vardı. Ayrıca tavuk kümesi görünüyordu. Site tam teşekkül etmemişti. Daha yüzlerce arsa boş duruyordu. Bunların içinde Bülent’in ve Halide ablanın arsası da vardı.
Sitenin sahibi, damadın kız kardeşi, Gevher’in kayınpederi oluyordu. Torununun adını siteye vermişti. SERDAR. Kapıdan girdikten sonra, denize doğru devam ettik. Deniz’e nazır ilk Villa’ya gelince durduk. Arabadan çıktık. Arsa sahibinin Villası, çiçekler içindeki bahçede bulunuyordu. Denizden yüksekte, gerçekten manzarası şahaneydi. Hem denizi, küçük adaları, hem de Saroz’un batısındaki kıyılarını görüyordu. Halide abla bahçeye girdi, kapının ziline bastı, şişmanca, boyluca bir insan çıktı. Enişte ‘ ev ve arazi sahibi Necdet bey’ dedi. İlk defa görüyordum. Tanıştırdılar. Anlaşılan ev sahibesi yoktu. Bahçede biraz oturup muhabbet ettikten sonra Hanımlar tuvalete girmek istediler. Necdet bey tarif etti, ama hanımların girmeleriyle, çıkmaları bir oldu. Hiç memnun kalmadıkları yüzlerinden belli oluyordu.
Halide ablanın arsasını görmeye gittik. Necdet beyin evinin arkasında, site yolunun bir üst parseliydi. Buranın da manzarası güzeldi. Arsayı gördükten sonra, yolun sonundan, aşağıya, soldan
deniz seviyesine indik. Burada, bir kaç tane küçük bina gördük. Bu küçük binaların arasında, küçük lokanta ve gazino vardı. Buraya gelip denize girmek isteyenler için yapılmıştı. Pansiyon gibi bir yerdi. Burada kalmak da mümkündü. Denize buradan girilecekti, bunun için iskele bile yapmışlardı. Siteyi şöyle bi dolaştık, pek çok boş parsel vardı, Siteye girdiğimiz kapıdan ana yola çıktık. Sağa Gelibolu’ya doğru yola devam ettik.
Aslında maksadımız, Halide ablanın Adağını yerine getirmek üzere Bayraklı Dedeye uğramak, oradan Gelibolu Ordu Evine gitmekti. Orada bir kaç gün kalmaktı.
Bayraklı Dede: İlk Rumeli’ye geçen, Süleyman paşanın bayraktarlığını yapan, Karacabey isminde biriydi. Mezarı, Gelibolu, Hamza koy’a bakan bir tepenin yamacında bulunuyordu. 14 ncü asırdan bu yana, onun ermişliğine inanan halk, ziyaretlerinde muhakkak bir Türk bayrağıyla gelir, Türbeye bayrak asarlardı. Türbe bayraklarla donatılmıştı. Halide abla da Dede’ye inananlardan biriydi. Bayrağını astıktan ve duada bulunduktan sonra, Gelibolu Ordu evine gittik. Ordu Evi Müdürüne rica etmek suretiyle Halide ablaların da orada kalmasını sağladık. Akşam yemeğinde verdiğimiz karara göre, yarın sabah Çanakkale Şehitler abidesini ziyaret edecektik.
Sabahleyin kahvaltı ederken, Nurettin enişte, tuvaletlerden rahatsız olduğunu söyledi. Gerçekten tuvaletler hem alafranga hem de müşterekti O tarihlerde zaten bina da eski görünüyordu.. Ama daha bizim görmek istediğimiz yerler vardı. Çanakkale şehitliğini ve savaşın geçtiği yerleri, akademide okurken görmüştüm ama, Yaseminle Halide ablalar görmemişlerdi, merak ediyorlardı. Tabii , araziden dolayı onları, savaşın geçtiği yerlere götüremezdim. Ama müze, Şehitler Abidesini ve şehitliği görmelerini istiyordum. Gelibolu yarım adasının her tarafı tarih kokuyordu. Tabii acı bir tarih! Önce yolumuzun üzerindeki müzeyi ibretle gezdik. Neler yoku ki. Havan ve top kovanları, Mk. Tüfek, ve tüfek mermileri, mataralar, palaskalar, çarıklar, çoraplar. Akla ne gelirse, savaş alanında ne buldularsa hepsini sergilemişlerdi. Yolumuza devam ederek Şehitler Abidesine geldik.
Burası Morto koyu, Hisarlık tepesiydi. Şehitler Abidesi, Yüksekçe bir yer olduğundan her taraftan görünüyordu. Öğrendiğime göre: Şehitlik 625 metre kare bir alan üzerine kurulmuştu. Abidenin yerden yüksekliği, 41.7o m., Kaidenin ebadı 25X25m., 4 ayak üzerine oturtulmuştu. Her bir ayak 7.7x7.5m. , ayaklar arasındaki mesafe 10 m. İdi. Abide 253.000 şehit adına yapılmıştı. Yani, Çanakkale savaşlarında kaybımız, böyle yüksek bir rakamdı. Abidenin üzerinde, süngü takıp savaşan erlere ait rölyefler vardı. Atatürk’ün savaşıp ölen yabancı askerler hakkındaki sözleri, Mehmet Akif’in şehitler hakkında şiiri, ve Kur’andan, Şehitler hakkındaki bir ayeti de Abidede yer almıştı.
Ayrıca Türk şehitliğini ve yabancı askerin kabirlerini de ziyaret ettik. Türk şehitlerine dualar okuduk. Yabancıların mezarları çok muntazam, temiz ve çiçeklerle süslüydü. Maalesef Türk askerine ait şehitlik ise, çok bakımsız ve özensizdi. Bu durumu görünce, zaten üzüntülü olan yüreğimiz, büsbütün acımış ve sızlamıştı. Bu duygularla oradan ayrıldık, bir gece daha Ordu evinde kaldıktan sonra evlerimize döndük.
F.İZMİR -( KADERİN CİLVESİ)
Yine Eylül 1979 tarihinde, İzmir ve civarını görmek arzusuyla yola çıktık. Bu defa yanımızda Baldız Fulya ve kocası Gandi Orhan vardı. İkisi, bize Çanakkale’ye kadar eşlik edeceklerdi. Oradan sonra, Orhan’ ın memleketi olan Biga’ya gideceklerdi.
Yine Tekirdağ yolunu takip ettik. Bir defa daha öğle yemeğinde, Tekirdağ köftesi yedik. Nedense, burada yapılan köfteler, aynı ad altında başka yerlerde yediğimizden, farklı tat ve lezzete sahip oluyordu.
Gelibolu’da, yol kenarındaki bir köylüden, beş kilo elma almış, Eceabat’a kadar epey tüketmiştik. Eceabat’tan Çanakkale’ye geçtik. Baldız ve bacanağı Otogara kadar götürüp bıraktık. Biz yolumuza devam ettik. Akşam üstü Akça’ya geldik, Çarşıya yakın bir pansiyon bulup yerleştik. Pansiyonda, akşam yemeği ve sabah kahvaltısı veriyorlardı. Öğle yemeği serbestti. Yemeğimizi yedikten sonra yatıp hemen uyuduk. Sabah kahvaltısından sonra, Edremit’e gittik. Zaten, Akça’ya çok yakındı. Orda öğle yemeğinden sonra kasabayı şöyle bi dolaştık. Yeşillikler içinde muntazam ve temiz kasabaydı. Necdet enişte ve Melahat’tan buranın methini çok duymuştuk. Necdet enişte Edremit’te görev yapmıştı. Necdet enişte, 1960 ihtilalinde emekli edilen Emin suculardandı. . Bu şirin kasabayı gezip, gördükten sonra, Akşama doğru tekrar Akçaya dönmüştük..
Akçay, deniz kenarında, çınar ağaçları ve yeşillikler içinde turisttik bir kasabaydı. Gazinolar deniz kenarında, çınar ağaçlarının altındaydı. Ayrıca denize karşı halkın oturacağı banklar da bulunuyordu.. Kıyıdan 50 metre uzakta, deniz içinde taşlardan yapılmış küçük bir adacık bulunuyordu. Bu adacıktan tatlı su kaynıyor, havaya doğru fışkırıyordu. İlk defa böyle bir şey görüyorduk. Civarın çok sulak olduğunun farkındaydık. Kaz Dağlarından çıkıp gelen sular buraları da sulak hale getirmişti. Anlaşılan bu tatlı su da Kaz Dağlarından çıkıp gelen tatlı suydu. Ama nasıl olup da deniz altından kaynıyordu ki!?
Bir gün de Kazdağılarının eteğindeki, Pınarbaşı’na gittik. Burası da turisttik bir köydü. Pınarbaşı köyü, yeni binalarıyla yeni, yeni gelişmekte olduğunu gösteriyordu. hemen doğusunda bir dere vardı. İşte bu dere Kaz dağlarından akıp gelen suya yataklık yapıyordu. Derenin etrafı, Yukardan aşağı, ceviz ağaçlarıyla kaplıydı. Cevizler ağaçların üstünde pıtrak gibiydi. Tam mısır ve ceviz mevsimiydi. Bana köyümü hatırlattı. Çocukluğumda, köyümün de, dere boyu ceviz ağaçlarıyla kaplıydı. Hem de hayrat cinsinden. Cevizleri toplayıp kırmaktan, veya içini çakıyla çıkarıp yemekten ellerim simsiyah olurdu. Orası da böyle yüksek ve havadardı. Ama burası, yani Kaz Dağları, Dünyanın oksijeni en bol yeriydi. Öyle diyorlardı. Üstelik suyu da içilebiliyordu. Buz gibi soğuktu. Dere kenarında oturup dinlenecek yerler, Yeme, içme ve piknik yapma imkânları mevcuttu. Zaten Akça’ya da 7-8 km uzaklıktaydı. Serinlikte, ağaçlar altında sanki bütün yorgunluğumuz gitmişti. Öyle dinlenmiştik.
Akçay’da bir de Kara Kuvvetlerine ait dinlenme kampı vardı. Edremit’te askerî birlik olmakla beraber dinlenme kamp yeri olarak Akça’yı tercih etmişlerdi. Bizim kaldığımız pansiyona da çok yakındı. Artık, hem civarda gezer hem de öğle yemeklerimizi burada yiyebilirdik.
Bir gün de aynı pansiyonda, Ekrem Alb. ve eşiyle karşılaştık. Ekrem Alb.ı tanıyordum ama, şimdi eşiyle de tanışmış olduk. Ekrem Alb. Denizciydi. Silahlı Kuvvetler Akademisinden sınıf arkadaşımdı. Yaşı benden büyüktü. Emekli olmuş, O’nlar da seyahate çıkmışlardı. Bizim gibi, Kadıköy-Kızıl toprak’ta oturuyorlardı. Bizim aldığımız yeni eve yakındı. Birkaç günü beraber etrafı gezerek geçirdik ve Kadıköy’de buluşup ziyaret etmek üzere anlaştık. Onlar geç geldikleri için burada birkaç gün daha kalacaklardı. Biz ise İzmir’e doğru yolumuza devam edecektik. Neticede, vedalaşarak ayrıldık.
Edremit yoluyla Ayvalık’a geldik. Berk otele yerleştik. Buraya gelinciye kadar zeytin ağaçları içinden geçtik. Malum Ayvalık, körfez kıyısında, zeytin ve zeytin yağı ile ünlüydü. Ertesi sabahı, kahvaltıdan sonra, Sarımsaklık plajına gittik. Buralarda hâlâ denize giriliyordu. Plaj göz alabildiğince uzanan kumluk bir sahaydı. Denize girenler kalabalık olmalarına rağmen, sahanın genişliği sebebiyle devede kulak kalıyordu. Kimileri, güneşten korunmak için semşiyelerin gölgesine sığınmışlardı. Deniz sakin ve suyu billur gibi görünüyordu. İmrendik doğrusu! Otelden hazırlıklı çıkmıştık. Her taraf tenha idi zaten. 15-20 dakika yüzdükten sonra çıktık. Öğle için bir şeyler yedikten sonra, otele dönmeye karar verdik. Sarımsaklı plajına gelirken gördüğümüz Şeytan Tepesine çıkmak için kararımızda değişiklik yaptık. Dönüş yolumuzdan sola saptık. Körfezden yukarıya tepeye ulaştık. Artık Güneş batmak üzereydi. Manzara o kadar güzeldi ki hayran kaldık. Buradan grup çok güzel görünüyordu. Hem şeytanın ayak izine doğru yürürken hem de bu yükseklikten körfezin manzarasını seyrediyorduk. Nihayet Şeytanın uzun ayak izini görmüştük. Taşın içine oyulmuştu. Acaba gerçekten şeytanın ayak izi miydi? (Burada bir hatıra fotoğraf çekmediğime sonradan pişman olacaktım.)
Ertesi günü de Cunda Adasına gittik. Deniz yolunu değil kara yolunu tercih etmiştik. Adaya, kara yolu bağlantısı yapılmıştı. Vapur veya motorla gitmeyi düşünmemiştik. Adada Rum evleri bulunuyordu., Halen de burada, Rumların olduğu söyleniyordu. Burası aynı zamanda balıkçı köyüydü. Sandallar, balık lokantaları ve balık tutan insanlarla, kendine özgü bir yerdi. Bir lokantaya oturduk, hem etrafın manzarasını seyrettik. Hem de öğle yemeğinde balık yedik. Bir gece daha otelde kaldıktan sonra Bergama’ya uğradık. Buraya, akademi gezisi sırasında da uğramıştık. Kasabanın yerleşim alanı, çoğu düzlükte, bir kısmı da yamaçlarda idi. Doğu yamaçlardaki tarihi kalıntılara çıkmak zordu. Tepelerin üstünde , yamaçlardaydı. Bu nedenle, Yasemini, Kasabanın batısında, düzlükte bulunan kalıntılara götürdüm. Sütunlu yolu, Tiyatroyu, sağlık tünellerini ve müzeyi gezdirdim.. Oradan ver elini İzmir.
İzmir’de, hem akrabalar hem de sevdiğimiz ahbaplar oturuyorlardı. Erdem, Yaseminin erkek kardeşiydi. Kendi, kendini yetiştiren teknik bir elemandı. Mersin Liman inşaatı bittikten sonra, İzmir’e gelmiş, bir kabzımalın yanında çalışmaya başlamıştı. Kabzımalın kızıyla tanışmış ve evlenmişti. Bir kızı(Dilek) birde Oğlu (Murat) vardı. Murat’ın ikizi rahmetli olmuştu. Basıma ne tren istasyonuna yakın, bahçe içinde, iki katlı bir evde oturuyorlardı. Evin üst katında kayınvalide (kocası rahmetli) oturuyordu. Erdem teknik eleman olarak, Belediye’de çalışıyordu. Biz de onların evine ilk defa gidecek, Eşi Bedia ve çocuklarıyla tanışacaktık. Akşama doğru evlerine gittik. Bizi çok sıcak karşıladılar. Erdemle epey zamandır görüşme imkânı bulamamıştık. Efendi, sevdiğim bir insandı. Biraz sinirli tip olmasına rağmen, birbirimizi hiç kırmamıştık. Hanımı da efendi, oldukça sakin, boylu, postlu bir kadındı. Çocuklarını da çok sevdik. Kayınvalide ile de tanıştık. Bedia nın bir de ablası varmış, O da okuldan, devre arkadaşım Salih Hücümenoğlu ile evliymiş. Ama ablasıyla tanışma imkanımız olmamıştı. Bizi akşam yemeğine alıkoydular. Muhabbetimiz ordu evine dönünceye kadar devam etti. Veda ederken, Erdem, ‘’yarın kabristanı ziyarete gideceğiz, oğlumun ölüm yıl dönümü, isterseniz siz de gelin’’ dedi. Biz de kabul ettik. Ertesi sabah, kahvaltıdan sonra, tekrar evlerine , oradan da kabristana gittik. Çocuklarının mezarına çiçekler koydular ve dualar ettikten sonra, ‘’Ümmühan’ın kabrini de ziyaret edelim’’ deyince yüreğim küt, küt atmaya başladı. Demek ki Ümmühan da bu kabristandaydı. Ümmühan, Erdemin dayısının kızıydı. Köyden gelip, İzmit’te, ilk okulun 4-5 sınıflarını okurken tanımış ve aşık olmuştum. Çocukluk aşkından ileri bir şeydi. Kendisini evleninceye kadar da sevmiştim, Esmer tenli, şahane hareli gözlere ve güzel bir endama sahipti. Hasta idi. Daha doğrusu veremdi. Haydarpaşa lisesinde okurken, hem İntaniyede, hem de Heybeli Adada yatarken ziyaretine gitmiştim. Erdemin Dayısının ilk evliliğindendi. Erdem de yeğenini buraya aldırtıp hastaneye yatırtmış ve burada iyileşemeden rahmetli olmuştu. Ve Allah nasip etmiş, şimdi kabri başında Onun için el açmış dua ediyordum. İçim hüzünle doluydu. Yasemin de Hava Harp Okulunda iken yanlış gönderdiğim mektuptan dolayı Ümmühanı sevdiğimi biliyordu. Şimdi kendisi de dua ediyordu. Ama ne düşündüğünü bilemiyordum. Aradan çok zaman geçmişti acaba unutmuş muydu?
Bu defa akşam yemeği için onları Ordu Evine davet ettik. Geleceklerdi. Böylece, Gelinle , eşim iyi anlaşacak, İzmir’e her gelişimizde Erdemlere muhakkak uğrayacaktık.
Karşıyaka’da da, çok sevdiğimiz ahbaplarımız, Kâmil Alb. ile Ayten hanım oturuyorlardı. Onlarla, Ankara- Yen imalle lojmanlarında karşılıklı altı sene oturmuştuk. Emekli olup, Aşağı Ayrancıda otururlarken de ahbaplığımız devam etmişti. O tarihlerde, İki oğlu Cüneyt ve Cem üniversitede okuyorlardı. Cüneyt Orta doğuyu bitirmiş İsveçli bir kız olan Birthe ile evlenmişti. Bir gün öğleden sonra, Vapurla geçerek, onlara gittik. Geleceğimizi biliyorlardı. Evleri kendilerine aitti. Karşıyaka İskelesinden, batıya doğru, 200-250 metre .mesafedeydi . Deniz manzaralı güzel döşenmiş geniş bir daireydi. Onlar bizi. Biz de onları gördüğümüz için çok mutluyduk. Gerçekten çok sevdiğimiz dostlarımızdı. Bizi hem öğle hem de akşam yemeğine bırakmadılar. Fotoğraflar çekildi. Muhabbetimiz Ordu evine dönünceye kadar devam etti.
G. SELÇUK-EFES
Biz onları Efes ve Selçuk harabelerini görmeye davet ettik. Her ne kadar Akademi gezisi sırasında buralarını ziyaret ettimse de Yasemine de göstermek için oralara gitmeye karar vermiştik. Bizim için problem yoktu. Nasıl olsa arabayla, Efes harabelerini görmeye gidecektik. Ayten hanımla Kâmil Alb. Sabahtan vapurla Konak tarafına geçecek, Ordu Evinde bizimle buluşacaklardı.
Saat 0900 da yola koyulduk. Gaziemir-Torbalı-Selçuk. Selçuk’u geçtikten sonra Efes’e ulaştık. Burası sanki bir açık hava müzesi gibiydi. Öğrendiğimize göre: Efes bir liman kenti imiş, Daha önceki tarihlerde kurulmuş ama, Roma imparatoru Agustus zamanında, Asya Eyaletinin başkenti durumuna kadar yükseltilmiş. Aynı zamanda bir ticaret merkezi haline gelmiş. En çok göze çarpan, Dünyanın yedi harikasından biri olan, Bakir Doğa Tanrıçası Artemis’in Tapınağı idi. 127 sütunlu, ve bunlardan bir kısmı kabartmalıydı. Efes Tiyatrosu 24000 kişilikmiş. Tiyatronun oturulacak yerlerinde görüntü elde edip buradan hatıra kalsın istedik. Eşim , Ayten hanım ve kâmil Alb. ile birlikte, fotoğraflarını çektim. Daha ne kadar çok eserler gördük. Mermerden yapılmış geniş bir cadde, Hadrianus Tapınağı, Akropol, Kitaplık, stadyum, Agora- Pazar yeri, Artemis Tapınağı ile Sanjean kilisesi arasında, Aydın oğullarından kalma, İsa Paşa camii. Vs, Buralarını gördükten sonra Bülbül dağına çıktık. Tepenin güney yamacında, şarıl, şarıl akan çeşmeler ve Meryem Ananın evi vardı. İsa peygamberin ölümünden sonra, Meryem Ana, korumak maksadıyla, Havarilerden biri olan Aziz Jean tarafından Bülbül dağına getirilmişti. Ayrıca bir de kilise yaptırılmıştı. Ağaçlıklar arasında güzel manzaralı bir yerdi. 1961 yılında 23ncü Papa Johann es tarafından Meryem Ananın evi Hac yeri olarak ilan edilmişti. Bu tarihten itibaren, Kuşadası limanı, Meryem ananın evine yakın olması sebebiyle yabancı Turistlerin akınına uğramıştı. Vapurlarla Kuşadası’na gelen turistlerin, bu bölgeye, otobüslerle, kafile, kafile gelişine şahit olmuştuk. Yedi Uyurlar (Eshab-ı kehf ) mağarasını da gördükten sonra Çok yorulduğumuzu anladık. Kuşadası’na gittik, Adanın, bir yolla, kara ile irtibatını sağlamışlardı. Çok güzel lokanta ve gazinolar vardı. Bir tarafında da Liman vardı. Adaya gidip bir lokantaya oturduk. Yolcu gemileriyle veya yatlalar ile limanın o güzel manzarasını seyrederken, biraz geç de olsa, hem yemek yemiş hem de dinlenmiştik.
Artık vakit gecikmişti. Osmanlı eserlerinden birini daha gördükten sonra, İzmir’e dönmeliydik. Tercihimiz, çarşıya yakın olduğu için, Öküz Ahmet Paşa Kervansarayı idi. Kuşadası bir ticaret merkeziydi. Osmanlı vezirleri de bunu biliyorlardı. Dolayısıyla Ticareti geliştirmek maksadıyla, Öküz Ahmet paşa buraya büyük bir kervansaray yaptırmıştı.. Kervansarayın iki girişi vardı. Biri insanlar için, biri de yüklü hayvanlar için. Kervansarayın geniş bir avlusu vardı. Kervansaray, çepeçevre, üç kattan ibaretti. Zemin kat eşya depoları ve hayvan ahırları için düzenlenmişti. Yukarı katlar da insanların bir otel gibi kullanmasına ayrılmıştı. Kervansaray geniş tavanından ışık alıyordu. Sanki bir müzeyi andırıyordu. Burasını alel acele gördükten sonra yola koyularak, akşam olurken İzmir’e geri dönmüştük. Kamil Alb. larla akşam yemeğini, Ordu Evinde beraber yedik. Konu hep gördüğümüz yerlerdi, yemekten sonra, birer kahve içtik ve Onlar vapurla evlerine döndüler, biz de yorgunluk gidermek için yatağımıza girdik.
Yukarda bahsettiğim gibi, İzmir’de ahbaplar çoktu. Hatay caddesinde de, Napoli’den Mahir Kütük ve Nüket hanım vardı. Öğle yemeğinden sonra onları görmeye gittik. Çok memnun kaldılar. Bir müddet gezdiğimiz yerlerden ve Napoli’den bahsettikten, çay, kahve ikramından sonra, Yine aynı caddede oturan Yaseminin yeğeni Gülbin’leri görmeye gittik. Mektuplaştığımız için adreslerini biliyorduk. Maalesef oradan taşınmışlardı. Evdekilere, Taşındıkları yerin adresini sorduk. Olumsuz cevap alınca, Muhtemel eski komşularından biri bilir diyerek bir kapının zilini çaldık. Gerçekten yeni taşındıkları semtin ve evin adresini bırakmışlardı. Karşıyaka, Bostanlıda oturuyorlardı. Bugün için geç kalmıştık Yarın da oraya gideriz diyerek Ordu Evine döndük.
Bu defa karşı yakaya, arabayla gittik, Çünkü oturdukları mahalle karşı yakadan daha uzakta idi. Neyse ki adresi bulmakta güçlük çekmedik. Tabii haberleri olmadığı için onlara sürpriz oldu. Kocası da evde imiş. Evlendiklerinden beri mektuplaştığımız halde hiç karşılaşmamıştık. Yani kocasını ilk defa görüyorduk. Biri kız, diğeri oğlan iki çocuğu vardı. Kocası iyi bir insana benziyordu, Fazla konuşmuyordu benim gibi ama, kibar bir tavrı vardı. Her şeyden önce, çocukları ve kocasıyla bir fotoğraf çektim. Bir de Engin Bnb. bizim fotoğrafımızı çekti. Badema muhabbet devam etti. Kurabiye yiyip, ikindi çayı içtikten sonra da Ordu evine döndük.
H. DEĞİŞİK GÜZARGÂH
Artık İstanbul’a dönme zamanı gelmişti. Bu defa geldiğimiz yolu değil, daha kısa olur düşüncesiyle Balıkesir- Bursa yolunu tercih ettik. üç Ekimde yola çıktık, Susurluğa geldiğimizde Arabayı park ettikten sonra, ikişer tost ve Susurluğun meşhur köpüklü ayranından içtik. İki paket de Kemal paşa tatlısı aldıktan sonra Bursa’ya gitmek üzere yolumuza devam ettik. Bursa Ordu evinde bir gece kaldık.
Ertesi günü dönüşte İznik yoluna saptık.. Orasını hiç görmemiştik. İznik’e girerken, araba süratsiz olmasına rağmen bir güvercine çarptık. Zavallı ölmedi ama kanatlarıyla uçamıyordu, yaralıydı. eşim de ben de çok üzüldük. Yapılacak bir şey yoktu. arabayı durdurup yakalamak için Uğraştık, güya tedavi ettirecektik. Ama yakalayamadık.
İznik gölü, Marmara bölgesinin, ikici büyük gölüydü. Şehrin yerleşim yeri düzlüktü. Diğer taraflarda, zeytinlikler, meyve ve sebze bahçeleri vardı. Yeşillikler içindeydi. İznik’in Tarihi çok eskilere dayanıyordu. Osmanlının ilk başkentiydi. Eski kale ve surları mevcuttu. Yeşil caminin minaresi , meşhur İznik çinisiyle kaplıydı. Burası Osmanlının eline geçtikten sonra, çiniciliği daha fazla gelişmişti, Nilüfer hatunun Müzesi de bu gelişmişliğin kanıtıydı. Yol bizi mecburen, gölün kenarını dolaştırmıştı. Öğle yemeğini yine Yalova’da yemiştik..Bu defa, Yalova’dan sonra, İzmit körfezini dolaşmadık Araba vapuruyla Gebze -Hisar bölgesine çıktık. Bu sayede yol kısalmış zamandan kazanmıştık. Eve geldiğimizde, arabanın kilometre saatine baktım ki bu seyahatimizde, 2121 kilometre yol kat ettiğimizi gösteriyordu.
İ. YELLİ KÖYÜ
Önümüzdeki 22 kasım 1977 tarihinde Kurban Bayramı olacaktı. Köye gidip kurban kesmeye karar verdik. Kurbanı Yaseminin adına kesecektim. 15 kasımda yola çıktık. İlk defa kendi arabamızla köye gidiyorduk. Bolu Dağı Ulusoy tesislerinde mola verdik. Öğle yemeği yemek istiyorduk. Yağ ve etine pek güvenemediğimiz için çorba ve pilavı tercih ettik. Benzin de altıktan sonra , yola devam ettik. Kızılca hamamı geçtikten sonra, sağa Çeltikçi-Güdül yönüne döndük. Yollar hem iyi değildi, hem de virajlıydı. Hava güneşliydi ama etrafta dağlar, tepeler ve malum biraz da bozkırdı. Tek tük ağaçlar görünüyordu Keşanuz’a gelip, bizim köyün yokuşunu çıkarken, bir km.lik yolda epey sıkıntı çekmiştim. Yolun bir an önce bitmesini istedim. Pınar önüne vardıktan sonra rahatladım. Köyün erkekleri, köy odasındaydılar. Bu mevsimde onların yapacağı fazla bir iş yoktu. Her zaman olduğu gibi, kadınların yapacağı işler çoktu. Arabadan inip, biraz hoşbeşten sonra, Annemlerin değil, Ablamların evine yöneldim.
Ablamların evi bizim için daha uygundu. Fevzi eniştem çok efendi ve konuşkan bir insandı. Namazında, aptesinde, aynı zamanda anlayışlıydı. . Annem de oraya geldi. Sarıldık, hasret giderdik. Köye Senelerdir gelmemiştim. Artık annem geceleri de ablamlar da kalıyordu. Köy yüksekti, İsviçre köyleri gibi .havadardı ama, bu mevsimde, hatta Haziranda bile havalar soğuk olurdu. Oturma odasında gündüz, gece soba yanıyordu. Annem biz yatmadan ve sabah kalkmadan önce yatak odamıza usulca gelir, sobasını yakardı.. Herhalde çocukken gösteremediği sevgi ve şefkati şimdi göstermek istiyordu. Ayrıca gelinini de çok seviyordu. Hoş köydeki, herkes Yasemini seviyordu ya!
Artık Bayram gelip, çatmıştı. Kurbanı da köyden almıştık. Daha önce de bahsettiğim gibi, Bayram namazından sonra, önce köyün yaşlıları namazdan çıkar, köy odası önünde yaş sırasına göre dururlar, sonra gençler camiden çıkarak sıra ile yaşlıların elini öperlerdi. Böylece herkes bayramlaşmış olurdu.
Diğer bir adette, Köylüler, bayramlaştıktan sonra, kurbanlıkları kesmeye giderlerdi. Öğleye doğru, bütün köyün erkekleri, çocuklar dahil, köy meydanında toplanırlardı., Bilhassa kurban kesenler, evlerde, kurbanlıklardan kavurma, ayrıca pilav ve tatlı yaptırırlar, yemek tabakları siniler içinde, köy meydanına getirirler, hep birlikte yemek yerlerdi. Böylelikle, kurban kesemeyenler ve fakirler, güle, eğlene yemek yemiş ve kurban etinden istifade etmiş olurlardı. Yemekten sonra da köy hocası dualar okur, amin sesleri göklere yükselirdi. Ben de Bayram yemeğinde, köylülerin bir araya gelişlerini fotoğraflarla ölümsüzleştirmiştim.
Köye gelen her misafire yapıldığı gibi, bize de Köyden ayrılırken, karınca, kararınca, eve götürmek üzere, üzüm, ayva, elma, tarhana, bulgur gibi ne varsa hepsinden, sepetlere , torbalara koyup bizi yolcu etmişlerdi.
J. BODRUM-TURGUT REİS
Geziler konusunda Halide ablanın kulağı delikti. Anlaşılan, Turla geziyi, arkadaşı, Memduha hanımdan duymuştu. Turla, Bodrum-Turgut reis’e gidilecekti. Bizim de gelmemizi istemişlerdi. ’’siz gelirseniz, biz de gideriz, Memduhalar da gidecekler’’dediler. Tur’un başlangıç tarihi 15 haziran 1978 , otobüslerin hareket yeri, Taksim civarı, saati 09.00 idi. Biz de gitmeye karar verdik. Bir taksi ile karşı tarafa geçtik. Üç otobüs dolusu insanlardık., Bizim otobüste, Halide ablalar, Memduha hanım, eşi E-Alb. İbrahim bey ve onların, karı-koca iki arkadaşları vardı. Arkalı, önlü koltuklara yerleştik, Gürültü, şamata ve zaman, zaman etrafımızı seyrederek yola devam ettik. Bu arada, otobüste, çaylar, kekler, meşrubat ikramları da devam ediyordu.
Çanakkale’de öğle yemeği yedikten sonra, yolumuza devam ederek Ayvalığa geldik. Tur sahipleri, Sarımsaklı Plajına yakın, Büyük Berk Oteliyle anlaşmışlardı Otelde odalarımıza yerleştik. Her şeyi çok güzel organize etmişlerdi. Akşam yemeği, yatıp uyuma, sabah kahvaltısı ve yola devam. Her şey güzel ayarlanmıştı.
Öğle yemeğini İzmir’de yedikten sonra yine yola devam ettik. Torbalı, Selçuk Söke ve bilhassa Milas tan sonra ormanlar içinden geçerek, Bodrum’a, oradan da daha ileriye . Turgut Reise varmadan Deniz kenarında bir Site’ye ulaştık. Burası yeni yapılan bir site idi. İlk defa turla biz geliyorduk. İki katlı villa tipi binalar vardı. Her bir aileye bir bina tahsis edilmişti. Arazi geniş ve denizden yüksekte idi. Binaların bir kısmı, biraz yamaç üzerine inşa edilmişti. İki giriş kapısı vardı. Alt kattaki kapıdan girince, iki yatak odası, banyo tuvalet, ahşap merdivenle üst kata çıkılıyordu. Orada da bir giriş kapısı daha vardı. O kapıdan doğrudan ikinci kata giriliyordu. Burada da mutfak, salon gibi bir oda ve üstü açık teras vardı. Tarasın manzarası çok güzeldi. Denizi, ve ilerdeki küçük adaları görüyordu.
. Siteye girişte, alış-veriş yerleri, mutfak ve geniş bir yemek salonu mevcuttu. Büyük yemek salonunun pencereleri önünde de oturup, istirahat etmek için koltuklar, kanepeler konmuştu. Artık yemeklerimizi ve sabah kahvaltılarımızı bu salonda, uzun masalarda yiyecektik. Yemek yerken de biz ahbaplar hep aynı masada oturacaktık. Nitekim akşam yemeği için masalar donatılmıştı. Yemeğimizi güle, eğlene yedikten sonra, biz bir tarafa çekildik, muhabbete devam ettik. Daha doğrusu, Halide abla ile Memduha hanım konuştular biz dinledik, İkisi de çok konuşan cinsindendiler. Yol bizi çok yorduğu için villalara çekildik, Allahtan yatak ve çarşaflar temizdi ve üşüme ihtimaline karşı, yedek battaniyeler de konmuştu. Yatıp, rahat bir uyku uyuduk.
Sabah kahvaltısından sonra, Akbayır’a gitmeye karar verdik. Sitenin önündeki yoldan dolmuşlar geçiyordu. Biz ahbap çavuşlar bir minibüse binerek Akbayır’a gittik. Burası bir balıkçı köyü idi. Ama eski evlere bakınca sanki bir Rum köyü havası vardı. Buna rağmen villa tipli güzel evler de yapılmıştı. . Bizim gibi dışardan gelen turistler çoktu. Kimi denize giriyor, kimi de bizim gibi, etrafı, mağazaları dolaşıyordu. Pek çok da lokanta vardı. Burada yenecek en güzel şey balıktı. Çünkü balıkçılar, taze balıklarla avdan dönüyorlardı. Biz de öğle yemeği için bir balık lokantasını seçtik ve balık yemeği tercih ettik.
Ertesi günü de Turgut reis’e gittik. Bilindiği gibi, Turgut Reis, Osmanlı donanmasının Amiraliydi. Malta’da, 80 yaşında çarpışırken şehit düşmüştü. Bu kasabada doğmuştu Buraya .Onun hatırası için Turgut Reis ismi verilmişti. Turgut Reis köyü, Önce denizci, sonra balıkçı ve şimdilerde de yat limanıyla ünlü bir kasaba durumuna geliyordu. Devamlı gelişmekte olan turisttik bir kasabaydı. karşıda Türkiye’ye ve Yunanlılara ait adalar görünüyordu Siteden, yürüyerek Turgut Reis’e gitmiştik. Etrafta daha küçük köyleri görmek mümkündü. Köylüler, yetiştirdikleri mahsulleri buraya getirip pazarlıyorlardı.. Grup halinde, Burasını da gezip, görmeği Tanrı nasip etmişti.
Bir gün de Bodrum’a gittik. Zaten her tarafa aynı ahbaplarla beraber gidiyorduk. Burası daha büyük ve gelişmekte olan, fakat ta eski devirlerden kalma turisttik bir kasabaydı. Saint Jane şövalyelerinden kalma Bodrum kalesini gezip, gördük. Kale iki liman arasında, üç tarafı denizle çevrili kayalık, yarımada şeklinde bir alana kurulmuştu. Fransa, İngiliz , İtalyan, Yılanlı kule olmak üzere dört kulesi vardı. Vaktiyle Korsanlar, kendi güçlerine güvendikleri için deniz tarafını değil kara tarafını daha çok takviye etmişlerdi. İç avluda, zakkum ağaçları dahil çeşitli cins ve renkten çiçekler yetiştirilmişti., şehri dolaşırken, benim için, şile bezi gömlek ve eşime çanta almıştık. Sonra Kara Ada’ya geçtik. Adada pek çok gazino vardı. Denize girenler de çoktu. Ben önce mağara gibi, şifalıdır dedikleri bir yerde çamur banyosu yaptım. Daha sonra da denize girip temizlenmiştim. Öğle yemeğini de gazinonun birinde yedikten sonra, akşama doğru Siteye dönmüştük.
Yine bir gün, dolmuşla Gümüşlüğe gittik. Gümüşlük Körfezinin karşısında Milas kıyıları görünüyordu. Aslında, etraf yemyeşil ormanlarla kaplıydı. Ama gittiğimiz Gümüşlükte, körfezde bir plaj vardı.. Plajın, geniş kumluk kıyısı bulunuyordu.. Yaseminle, ben tenha bir yer seçmiştik. Denize girerken kumların üstünde bir fotoğraf çekmek istemiştim. Makineyi otomatiğe ayarladım, koşup eşimin yanına geldim. Ama resim istediğim gibi güzel çıkmamıştı. Ama sitede, Halide ablalar ve Memduha hanımlarla poz, poz fotoğraflar çekmiştim.
İşte böylece, zevkli on gün geçirmiştik. Geri dönüşümüzde yine aynı güzel yollardan geçtik. Geceyi ayvalıkta, bu defa küçük Berk Otelde geçirdik. Çanakkale üzerinden Kadıköy’e döndük
K. ANNEMİN ÖLÜMÜ
16 Haziran 1978 de annemin ölüm haberini aldık. Yaşlıydı ama önemli bir hastalığının olduğunu bilmiyorduk. Doğal olarak çok üzgündük. Yeğenim Semiha’yı da alarak köye gittik. Ablam ve Makbule zaten köydeydi. Annem kardeşim Celalle beraber oturuyordu.. En çok sevdiği çocuğu da Celaldi. Celal’i ben de çok severdim. Köye vardığımızda daha detaylı malumat edinmiştik. Her zaman olduğu gibi gelin Ruhdane, tarlaya gitmiş, annem de cam önünde, eli şakağında, uyur görünüyormuş. Ev köy odasına yakın olduğundan gelip, geçenler onu cam önünde uyuyor zannediyorlarmış, Netice, gelin işini bitirip eve dönünce, Annem uyur durumda görünürken öldüğü anlaşılmış. Her zaman Allaha dua edermiş. ‘’Allahım sonumu hayretle, yataklara yatırıp kapılara baktırma, ölürken acı, ıstırap çektirme, kimselere muhtaç etme’’ dermiş. Demek ki duaları kabul olmuş. Zaten Celal’in babası da iki ay önce rahmetli olmuştu..
Nadire ablam, anneme davranışları sebebiyle çok üzgündü. Gelin Ruh dane de öyle. Gelinin kötü davranışlarını gören de, suçlayan da ablamdı. Köy yerinde dedikodu çok yapılırdı. Bunları hiç göz önüne almadan, Annemin defin ve dînî görevlerini yerine getirdik. Bir-iki, gün daha kaldıktan sonra, geri döndük.
L. ERDEK KAMPI
Erdek’te, Hava Kuvvetlerine ait Dinlenme kampı olduğunu biliyordum. Bandırmaya Teftişe gittiğim zamanlar duymuştum. Yaz mevsimi için, Hava Kuvvetlerine, kamp talep formunu doldurup göndermiştim.
Kampa gitmeden ,Edindiğim bilgiye göre: Erdek, Helenistik çağlardan kalma, Kapı dağ yarım adasının uzantısında kurulan bir yerleşim yeriydi. 1339 yıllarında Süleyman paşa tarafından zapt edilmişti. Cumhuriyet tarihinde ise, İlk tatil yerlerinden biri olarak, deniz kenarında güzel, şirin bir kasaba haline gelmişti.. Denizi billur gibiydi, Bandırmaya 17 km. uzaklığı vardı. Etrafı bağlık, bahçelik, üzüm, incir, zeytin, dahil her türlü sebze yetişiyordu. Sahil boyu 12 km. uzunluğunda, plajlar ve pansiyonlar, çadırlı kamp yerleri bulunuyordu. Erdek in tam karşısında Marmara adaları görünüyordu.
Hava Kuvvetlerinden Cevap, Haziran ayının 10 uncu günü geldi. Hazırlıklarımızı yaptık. Arabayla sirkeciye geçtik. Bandırmaya, feribot bileti alarak, vapura bindik. Araba, aşağıda, biz yukarıya çıktık. Modaları-Adaları seyrederek, Bandırmaya vardık. İskeleye çıktıktan sonra, Kampın yerini sordum. Tarif ettiler. Bandırma tarafına değil, sağa dönerek, körfezi takip ettik. Bağlar, bahçeler, yeşillikler derken Erdek yarım adasında, kamp yerini bulduk. Önce Kara Kuvvetlerinin, sonra Hava Kuvvetlerinin kampı geliyordu. Hüviyetimi göstererek nizamiyeden içeri girdik. Yanımıza bir de asker katmışlardı. Arabayı park yerine bıraktıktan sonra, asker bizim odamızı gösterdi, Uzunlamasına iki katlı, üç-dört bina vardı. Neyse ki bizim oda ikinci kattaydı ve dolayısıyla görüşü daha fazlaydı. Eşyaları yerleştirdikten sonra, dinlenmek ve çay içmek üzere, deniz kenarına, kameriye altına gittik.
Çay içip biraz dinlendikten sonra, kampın içini şöyle bi dolaşıp etrafı tanımak istedik. Batı tarafında, Karacıların Dinlenme kampı vardı. Aradan kurumakta olan küçük bir dere yatağı, üzerinde de tahta bir köprü bulunuyordu.. İcabında insanlar iki tarafa geçip arkadaşlarıyla görüşebiliyorlardı. Deniz kenarında, biri generallere olmak üzere iki lokanta, Kameriyenin arkasında da gazino ile iki katlı idarî bina duruyordu. Batıya doğru ilerleyince Plaj ve kuzeyinde tabldot ve Mutfak görünüyordu. Biraz daha batıya ilerleyince Emekli subaylara ait özel kooperatif sitesi, biraz daha ilerleyince Hava Astsubaylarına ait dinlenme kampı bulunuyordu. İnsanlar geçebilsinler diye yaya yolu yapılmıştı. Batıda yüksek bir tepe olmasaydı, muhtemelen, Erdek kasabası buradan görülebilirdi.
Burada pek çok tanıdık insana rastladık. Bunlardan biri, Mürtedde benim ders çalışmama destek veren İkmal komutanım Hüseyin Dalkılıç’tı. Emekli olmuş Eskişehir’e yerleşmişti. İkincisi, Taa Merzifon’dan beri tanıdığım Rafet Ergundu. Emekli olmuş Bursa’ya Çekirge semtine yerleşmişti. Eşi Sevim hanımı da tanıyorduk, Rafet Ergün, sevdiğim ve Rafet Aga diye hitap ettiğim samimi bir insandı. Üçüncüsü, Akademiden devre arkadaşım, Tümg. Sevinç Pınardı. Eşini ve iki kızını da tanıyorduk. Hele kızlarının birisi, annesinin kucağından hiç ayrılmazdı. Çocuk annesine öyle düşkündü. Şimdi THY da, hosteslik yapıyormuş. Sevinç Pınar paşa emekli olunca, özel bir Hava yolunda genel müdürlük yapıyormuş. Bizi akşam yemeğine davet ettiler. Kabul ettik. Gerçekten, sevdiğimiz insanlardı. Epeydir birbirimizi görmemiştik. Malum, yine benim general olmam varken istifa etmem baslıca konuydu. Halbuki olmuş bitmişti, söylenecek bir şey yoktu. Eşi de kaşıntıların şikayet edince deniz suyu iyi gelir düşüncesiyle buraya gelmişlerdi...Onların sayesinde generallere ait yemek salonunda görüşüp, yemek yiyebiliyorduk. Böylece yemek davetleri birkaç defa tekrarlanacaktı.
O gece oldukça yorulmuştuk. Bir de geç yatınca, hemen uykuya daldık. Ertesi günü ancak öğleye doğru denize girebildik. Yasemin denize girerken, genellikle tenha bir yer seçerdi. Yine öyle bir yer bulmuştuk. Anlaşılan denize gireceğimiz zaman hep buraya gelecektik.
Etraf bağlık, bostanlıktı. Bir ara, Kampın büfesinde meşrubat alırken Gökçe Büyüker’i gördüm. Napoli’ye, toplantıya gittiğimde beni evlerinde misafir etmişlerdi, Woswos’u ondan almıştım. Hv.K.k.lığında aynı şubede çalışmıştık. O da benim gibi albay olur, olmaz istifa ile ayrılanlardandı. Onu gördüğüme çok sevinmiştim. Emekli olduktan sonra buraya yerleşmişti. Çünkü eşi Erdekliydi. Bağları, Bahçeleri vardı. Şimdi de Kampın biraz doğusundaki bağlarında kalıyorlardı. Orada yazlıkları vardı. Bizi yazlıklarına davet etti .Muhakkak geleceğimize dair söz verdik.
Bir gün tabldotta yemek yerken, Benden daha yaşlı, Kur.Kd. Alb Kemal beyi gördüm. Kendisi Eskişehir de, Kuvvet Loj. Başkanı İdi. Özcan Alb. emekli olduktan sonra oraya tayin edilmişti. Hem eşlerimiz de birbirlerini tanıyorlardı. Meğer, Subay kampı ile Astsubay kampı arasındaki kooperatif evlerinden biri kendilerine aitmiş. Zaman, zaman yemek için buraya gelirlermiş. Artık Kemal Alb.larla da görüşür olmuştuk. Geceleri onlara gidiyor, onlar da bizim tarafa geliyorlardı. Muhabbetimiz devam ediyordu.
Bir gün de Erdek’e inmeye karar verdik. Kampa çok uzak değildi. İki km. civarındaydı. Kamptan sonraki tepeye çıkılıyor sonra, deniz seviyesine , aşağı doğru iniliyordu. Bağlar, bahçeler, bilhassa zeytin ağaçları arasından geçiliyordu. Tepeyi aşınca zaten kasaba görülüyordu. Küçük, turisttik bir kasabaydı. Çocuk parkıyla, sandalların beklediği iskelesiyle, şirin mağazaları ve Pazar yerleriyle, ki civardan gelen köylü kadınları, kendi yetiştirdikleri mahsulleri satıyorlardı, tam bir turisttik kasabaydı. Erdek’in Karşısında Marmara adası görünüyordu. Turistlere hitap ettiği için her ne arasan bulunuyordu. Eşim yazlık bir ayakkabı ile yazlık hasır bir çanta almıştı. Burasını çok sevmiştik. Herhalde buralarını görmek için, dinlenme kampına birkaç defa gelecektik.
Tanıdıklar çok olunca, Onlar bizi, biz de onları yemeğe davet ediyorduk. Nitekim Gökçelerin yazlığına gittik, orasını çok beğendik. Yazlıklarını istedikleri gibi döşemişlerdi. Geniş bahçe ve bağları vardı. Meyveler. Sebzeler yetiştiriyorlardı. Yemeğimizi dışarıda bahçede yemiştik. Tam ta denizin kenarında idi. İstedikleri gibi denize girme imkanları vardı. Gökçelerin tavsiyesine göre Gönen kaplıcalarına da gidip görmeliydik. Buradan 35 km. uzaktaymış..
Bir günümüzü de Gönen Kaplıcaları için ayırdık. Erdek körfezinin karşısında, Edencik kasabası görünüyordu. Orası da zeytini ve kuru soğanı ile ünlüydü. Orasını geçtikten sonra, yeşillikler arasından, Gönen kasabasına ulaştık. Kaplıcalar, oteller, Lokantalar, ve sokak çeşmelerinden akan sıcak sular ve çok güzel parkını gördük. Kaplıcalar kadın hasalıkları başta olmak üzere, her derde devaydı., Hasta turistler için şifa kaynağı olan bir yerdi.. Her türlü böbrek hastalıklarına, mide rahatsızlıklarına, romatizmaya iyi geliyordu. Otellerin ve pansiyonların içinde, Hastaların faydalanacağı havuzlar, hamamlar vardı. Bizzat havuzlara, hamamlara girmedik ama,. İyi ki de tavsiye etmişlerdi, Bu sayede bilmediğimiz, görmediğimiz yerleri görüp gezme imkânı bulmuştuk. Öğle yemeğini orada yedikten sonra, akşama doğru kampa dönmüştük.
Böylece 15 günlük süre zevkle gelip, geçmişti. Tekrar, tekrar gelme ümidiyle, dostlarımıza veda ederek kamptan ayrıldık. Buraya muhakkak bir kaç defa gelmeliydik. Hava Kuvvetlerine müracaat etmek bizim, hangi devre, hangi sene kamp tahsis edecekleri de Hava Kuvvetlerinin takdirindeydi.
M.. TEKRAR ANKARA
Damat, Deniz Kuvvetleri Karargâhına tayin olmuştu. Karargaha yakın lojmanlarda oturuyorlardı. Hem Gülşeni, hem Noyan ile Damadı özlemiştik, hem de Ankara’da oturan ahbaplarımızı görme isteğiyle üç Ekim 1981 tarihinde trenle Ankara’ya hareket ettik. Bu tren yolculuğumuz kaçıncıydı acaba? En çok acılı günlerle, sevinçli günleri hatırlıyordu insan. Acı gecemiz, İstanbul’dan Eskişehir’e, çocuklarından ilk defa ayrılıp, gözyaşı içinde, geldiğimiz geceydi. Bu defa ise, Gülşenleri göreceğiz diye sevinçli olduğumuz zamandı.
Sabahleyin Ankara garında trenden indikten sonra, bir taksiyle, lojmanlara gittik. Apartmanın birinci katında oturuyorlardı. Kapının ziline bastım. Gülşenin başı mutfağın camından göründü. Bülent de evdeymiş, hemen geldi, bavulları aldı, birkaç merdivenden yukarı çıktık. Henüz Noyan da okula gitmemişti. Sarılıp hasret giderdik. Hep beraber kahvaltı ettik. (Suat hanım, Bülent’in teyzesi rahmetli olmuştu) Kahvaltıdan sonra, Bülent karargah’a, Noyan da okuluna gitti. Noyan artık orta okula gidiyordu.
Gülşen ile baş, başa kaldık, Gezdiğimiz, gördüğümüz yerler hakkında bilgiler verdik. Böylece, ana-kız muhabbete devam ettiler, hasret giderdiler..Mesaiden sonra eve gelen damat, (aldı eline sazı), konuşmayı çok seven bir insandı. Benzetmeleri olduğu kadar tarih bilgisi de fazlaydı. O konuştu, biz dinledik.
Nadire ablamlar daha köyden dönmemişlerdi. Muhtemelen, bağı bozmuşlar, pekmez kaynatıyorlardı.. Malum Ayten hanım-Kamil Alb. da İzmir delerdi. Lojmanlarda otururken tanıdığımız Mukaddes hanımla, Akay’da otururken komşumuz olan Nimet hanım vardı ziyaret edebileceğimiz.
Önce Nimet hanımı ziyarete gittik. Kızılay- Maltepe köprüsünün civarında oturuyordu. Halen mektuplaştığımız için adresi mevcuttu. Kocası Ekrem bey rahmetli olmuş, ablası da öyle. Nimet hanım yalnız yaşıyordu. Geleceğimizden haberi yoktu. Neyse ki, bizi karşısında görünce, sürpriz oldu ama, evde bulduğumuz için biz de memnun olmuştuk. Oturup saatlerce muhabbet ettik. Ne de olsa yaşlanmıştı. Ekrem beyin ilk evliliğinden iki çocuğu vardı, Çocuklar, evli barklı insanlardı. Ama Nimet hanımla ilgilenmeleri, arada bir yoklamaları bizi hem duygulandırmış, hem de sevindirmişti. Çünkü Nimet hanımın çocuğu yoktu. Ayrıca veda ederken de duygulanmıştık. Kim bilir bi daha ne zaman görüşebilecektik. Allah nasip edecek mi? Etmeyecek miydi? belli olmazdı ki!
Malatyalı Mukaddes hanımı ise, o kadar istememize rağmen görememiştik. İbrahim Astsubay çoktan rahmetli olmuştu. Üç kızı, bir oğlu vardı. Ali çok efendi bir çocuktu. Evlatlarının içinde en sessizi oydu. Daha önceleri mektuplaşırken, Biz dış göreve gittikten sonra haberleşme imkânı bulamamıştık. Şimdi ne yapıyorlardı acaba? Mukaddes hanımın efendiliğine hiç diyecek yoktu. Eşimle de çok iyi anlaşıyorlardı. Artık arabasız geldiğimizden midir? Nedir bir türlü Yenimahalle ye gitmek nasip olmamıştı.
Sayılı günler çabuk geçmişti. Ankara ziyareti için 10 gün ayırmıştık. O da göz açıp, kapayıncaya kadar geçivermişti. Ayrıca İstanbul’da yapacağımız işlerimiz vardı. Çocukların hasretine doyamadan Kadıköy’e dönmüştük.
index.htm
zorlu19-3.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.