- 1146 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Felsefi Notlar: 'Denge'
Susmak, Dengedir!
Kâinat içerisinde denge unsuru farz-ı kifaye hükmünde gözükmekle beraber, her canlının kendi içinde farz-ı ayn bir önem taşıyan düsturdur. İnsandaki denge unsuru, susmak ile alakası pek çoktur. Susmak, aslında tabi olmanın bir diğer yoludur. Okunan bir Kuran-ı Kerimi dinlerken susmak, aslında pek çok defa ayetlerde var olan gerçeğe tabi olduğunu belli etmek içindir. Bu ‘sükût, ikrardan gelir’ gelir lafzına da eş bir manaya çıkar. Fakat esas bahsetmemiz gereken susmak, dengenin var olan her yönüyle işlenmesinden kaynaklanan ile aynıdır. Her bakımdan namzet olunduğu ‘kul’ vasfına ermek için, susmanın temel faziletlerini yerine getirmek gerekir. Bu konu ‘zikir’ meselesinde olduğu düşünüldüğü zaman, esas noktalar işaretlenmiş, gerçek ışığı bulmuş oluruz. Zikir mebhasında "tazarru’" ve "hıyfe’’ sacayakları vardır. Bunlardan ilki ‘tazarru’, aşk ile Yaradana bağlanmaktır. Daha çok eğilim göstermek, bir şeye karşı sevgi duygusuyla beraber yaklaşmak, arzuyla yanıp tutuşmak manasını taşıyan ‘tazarru’ kelimesine karşın, bir de ‘hıyfe’ vardır ki, bu ikisi de ayet-i kerimede bir kullanılmışlardır ki, insanlara yol olsun diye. Kök olarak zaraat olan ‘tazarru’ ( Ziraat ve zaraat yakın anlamdaştırlar. Ekme, yaklaşma, vuslat; bütün olma…) yanında ‘hıyfe’ kelimesi de korkma, çekinme manası taşır. Hem yaklaşırken, hem aşk ile yanarken, tutuşurken çekinme, sessiz olma (Bir tür sükût durumu) sevene has bir özelliktir. Bu yüzden zikirler bu iki düstur ile yapılır, yapılmalıdır. Huşunun düsturu sesi ayarlamaktan geçiyorsa, elbette sesin az olması, hatta sükût durumu dengeye haslet olma bakımından önemli bir ayrıntıdır. Susmayı çağrıştıran en önemli etken ise, düşünme eylemidir. Düşünmek, susmak ile gerçekleşir. İnsanın bir bütün olarak düşünmek ile öğreneceğini kabul edersek, denge konusunda da susmak temel faktör olur. Düşünürken, herhangi bir iş ile alakadar olmak cahillere has bir özelliktir ki, kişi ne kadar akıllı olursa olsun aklıyla olan vazifesini susmak ile başarabilir.
Peki, denge konusu olan susmak ise, düşünme mevzusunda temel esası da sadece susmak mı olur? Tabi ki hayır! Düşünceyi paklaştıran, insanın daha faziletli ve itibarlı yapan keyfiyeti, susmaktır, ama bunun yanı sıra bir de öğretileri vardır. Bunlardan birkaçını yazıp, denge yoluyla yaratıcıyı bulma meselesini düşünelim.
Düsturlar bellidir aslında. Madde madde ayırmak, işin uzmanlarına hastır. Fakat konu denge olunca, birkaç yıldız ile dengeden bahsedelim. Bu daha çok dengenin geniş konu ağı ile alakalı düsturlar içerir.
*Eğitimsiz ve zayıf kimseler tarafından kullanılan her yetenek, beraberinde sahibine kibir ve kendi beğenmişlik getirir. Buna karşı akıllı olmanın koşulunda (denge düsturu) bizi daha iyi yapmasının yanı sıra, farklı boyutlarını düşünüp, kendi önemli işlerimiz dışında fikir beyan etme, kendini gösterme çabasına girip girmediği konusunda düşünce yoluyla kararlaştırmak zorundayız.
*İnsan bilmediği konularda diğer insanlarla kendini eş görür. Bu mevzu denge için çok mühimdir. Denge ile alakadar olmayan, kendi egosunu tatmin mekanizmasına karşılık, sahip olduklarını düşünüp, sahip olmadıklarını yöneten ve becerilerini bu yönde kullanan insanları alkışlayabilmek izzet meselesidir. Nefsin rüyalarına yenik düşmemek, gerçeği görebilmek; hatta deşebilmek, kül haline dönüşmüş dahi olsa, hakikati kurtarabilmek gerekir. Yoksa insan bilmeden cahil olur, kendi faziletini kaybeder.
*Gemi örneği. Gemide seyahate benzer bir hayat yaşıyoruz. Hükmümüz altıda olmayan bir sürü ‘şey’ var. (Şeyler manasız olamaz!) Ne zaman fırtına kopar, gemi devrilir de batabiliriz, hiç bilmeyiz. Kaptanın sözü altında, tayfası vardır, yardımcıları vardır ve vazifelerini en iyi şekilde yapmakla mükelleftirler. Gemide olan hiçbir şeyi alamayız kendimize. Bize verilen her şey geçicidir. Oturduğumuz koltuk, şimdi oturduğumuz evlerimiz olsun. Hangi insan öldükten sonra kaldığı evi mezarına götürebiliyor? Mezar, topraktandır. Ev toprak, ruhu giydirilen elbise toprak! Böyle böyle toprakla var olan canlı, faniliğini hissetmek dışında, dengeyle beraber her düşünce ve fiilinin sınırlarını koruyabilir, raks eden mihenk taşlarının tekrardan asıl yerine oturmasını sağlayabilir. Misal kâfidir.
*Övülmek, fenalığın; yerden yere vurulmanın da habercisidir. Bunların hepsi düşünce yoluyla gerçekleşir. İnsanları üzüntüye sokan da, üzüntüden çıkaranda sebepler gibi gözükse de, eğer varlık olarak insan kendini ayarlayamıyorsa, bu düşünce faziletini dengeyle korumadığı içindir. Örneğin, bir anne, duygularından dolayı evladının uzakta kalmasını istemez ve onu yanında görmek ister. Fakat bu, hayatın, doğanın gerçekliğine terstir. Burada var olan üzüntü, düşünmekten kaynaklanır. Aynen ölüm kaygısı, mal, çoluk-çocuk sahip olma endişesi, hayatta diğer evhamlar dâhilinde hepsi dengesiz düşünmeden kaynaklanan hastalıklardır. Çözümü vardır.
Dengeyi Yaratan Yaratıcıyı Yine Denge Yoluyla Bulabilmek
Niye? Niye her ’şey’ olmaya namzet parçalar, denge için var olur? Denge olması için neden ’şeylerin’ hükmü altında düşünceler usumuzu yormaya ve bıkkınlık, kırgınlık urlarının ruhlarımızda yapışmasına izin verir? Merak ettiğim ’şey’in, ’şeyler’ bütünü olması adına, zekâmın hiçbir boyutunda açıklanamayacak kadar soruların balon gibi patladığını ve çöp yığını oluşturduğunun farkındayım. Bu düşünce anaforunu bertaraf etme işi, yine yeni şişirilecek soru balonlarına kalıyor. Güç olmasının sebebi, güç ortaya çıkması! Madenlerin, özellikle paha etme nedeni de güç ortaya çıkması! Mesela, bir antika ürününün çok yüksek bir paha ile satılması, elde edilme zorluğundan kaynaklanıyor. Kullanıldığı yıla, geçmişte olan ilginin payesinden ruhumuza yapışan ve çıkmayan bir lekesi sonucu, aynı görüntü karşımıza çıktığında, duygu yüklenmesine maruz kalıyoruz. Fakat burada cevap bulduk derken, yeni bir soru daha ortaya çıkıyor. Neden her görüntü, her koku bu anı tekrardan yaşatmıyor da, belli zamanlar içerisinde tekrar etmek için kendini saklıyor? Annesi ölen küçük bir çocuğun, tüm kadınlara anne gözüyle bakmamasına rağmen, kimi zaman anne özlemi duyduğunda, televizyon ekranında gördüğü kadından dolayı annesini anımsaması veya baba için; fark etmez! Buradaki soru, insanların bir şeyi ne zaman hissetmeleri gerekliliğini veya farazi mecburiyetini kendisi mi yönetiyor olması, yoksa beyninin oyununa maruz oluyor sorusu.
Bu farazî, bir bakıma hipotetik olarak da adlandırabileceğimiz aklın oyunlarını Yaratanın kurgusal becerisine sığındırmak, aslında meseleye bir bakıma çözüm bulan bir ‘şey’! Aynı mantıkla, filozofların çeşit çeşit bağlam olarak kullandıkları kavramlarında, bu çözüm arayışından geçtiğini düşünürsek; olgu dışında, pozitif ve negatif arası var olan her ‘şey’in, aslında tek başına ilgi dışı ve dayanaksız olduğunu kanıtlayanda yine soruların ortaya çıkması. Denge unsuru burada en elzem bir mükâfat, elbette değerlendirebilene! Şimdi, bu soruların ortaya çıkması için ‘düşünce’ girdaplarında akla zarar verecek hileleri teskin etmeye çalışmak da, ayrı bir vazife konusu. İnsanın dışarıdaki başka bir insandan ve varlığındaki mantık daireleri açısından hilelere kapılıp, tartışmalara girip, bildiği gerçekten vazgeçmesi için, öncelikle bir önceki sorunun cevabını vermiş olması gerekir. İnsan her zaman aynı duygu ve düşünceye sahip olamaz demek farklı, aynı duygu ve düşünce içerisinde olmasına karşın, öyle göstermiyor demek daha farklıdır. Bu yüzden gerçeği bildiği anda, savunuculuğunu kaybedeceği korkusu her zaman yanında olur ve gerçek bildiği şey, girdap da boğulmak için var olmuşçasına kirlenen aklından ötürü hatalara kendisini sevk edebilir. En kötüsü, bu düşüncelerin yarar sağlamadığını düşünme eylemidir ki; ‘bilge’ olmanın manasını, alkışlamak da, söz hakkı verilmesinde, ödüller ile öldükten sonra bir daha göremeyeceği, belki de bir yangında kaybedeceği evinin içerisinde saklamak da bilen cahil sıfatını kendisine yapıştırdığının farkında dahi değildir, olamaz da! Bu yüzden değil bir başkası, kendisiyle bile insan tartışma hükümlerinde denge aramaz ise, ‘şey’ler mantığına hücum eder ve tek bir çözüm yöntemini ilgi dışı, gericilik, yozlaşma gibi hisseder. Kısacası bu sıranın etrafında, insanın görebileceği, dikkat edeceği ve göz ardı edemeyeceği tek kaygı, dengesizlik olmalıdır. İnsanın kendi içinde soruları seçmesi değil, sorulara yönelteceği öz cevapların kendi savı dışında, ortak bir mükemmellik olmasına da özen göstermelidir. Felsefe açısından bunu toparlamak mümkündür ama varlığına dair kesin kaygılarını yitirememiş insanlık için ise, daha çaba gösterilmesi gerekmektedir. Aklı olan, cahilliğin şartlarını dahi bilir. Fakat akıllı olan demek, her şeyi bilen ve kavrayan demek değildir. Özellikle modernleşen dünyamızda, ‘akıl’ kavramı, beceri ve yetenek kavramları ile değiş-tokuş edildiğinden dolayı zaten çokça deforme olmuştur. Aklın yolu birdir derken, bu esas ‘hakikati’ bildirmektir. Dünyada en büyük hakikat ise, varlığın yaratıcısı ve her şeyin sahibi yüce Allah’ın kabul edilmesidir. Eğer tanrıtanımazlık aynı mebhasın düsturları içerisinde sorgularken, kendi keyif ve ‘düşünce anaforlarımız ’ arasına sıkıştırır ve faal olarak düşünme etkinliğini bu şekilde sonlandırırsak, hataya düşmüş oluruz. Dinlerin ortaya çıkmasında, en temel etken ‘akıllı’ olmanın en üst zirvesine ulaşmakla alakalıdır. Bir yanda Nirvana, bir yanda Zeus, bir diğer yanda Şaman prensipleri, bir diğer yanda ateş içerisinde yanan tanrı figürlerinin de tek amacı, insana öğretilmesi gereken muhakkak, en mühim esas öğretilerin olmasından kaynaklanmaktadır. Bu, aklın bir olduğunu göstermekle beraber her yolun gerçek olmadığının kanıtıdır. Gölge ve taklit; insana Yaradan tarafından verilmiş sanat; daha geniş bir dille creative yönden bu iki sacayağı üzerinde basit şekilleriyle, doğaya uyumlu portreler çizilir. Sahih olmayan dinlerin, doğayla uyumlu olup yaşamasını ‘aklın yolu birdir’ düsturuna bağlayabiliriz. Ama aklın gerçeğe bakış açısının değişebildiği menkıbelerinde var olması, soruların tekrardan şişmesine neden olur ki; çözüm olarak ‘inanç’ yöntemiyle içimizdeki eksikliğe çare bulmuş oluruz. Diğer bir yandan büyük bir yanlış daha doğar ki, ‘inanç’ tek başına yeterli olmaz! Tencerenin kapağını kapatmakla tencerenin içinin dolduğunuz söyleyebilir miyiz? Bu yüzden en temelden inanç üst bir gereç olmak yerine, kaynak olmalı ve insanlara hayal kaynağı olarak inancı yaratan Yaratıcı daim aklın içinde nefes alıp verebilmelidir. Paragrafın başında yer alan hipotetik akıl yürütme yöntemlerinin de sebebi, akla en uygun olan şematik doğrulama olduğu içindir. Asıl olanı kabul etmeden, kendi düşüncesi ile varlığı hiçliğe bağlamak esassızlıktır. Asıl olan, varlığın içinde ‘hiç’ olduğunu bilip, hiç olmasına sebep Yaratıcı kavramını kabul etmektir. Bunun en büyük ve hatta tek sebebi de, aklın hiçbir zaman tatmin olmamasından kaynaklanmaktadır. Herkes kendi aklını beğenir ve iyi görür. Buna binaen akıl yenilenmeye muhtaç görmez kendini ve insan da bu yenilenme çabasını farklı mercilerde gerçekleştir. Denge unsuruna tabi olarak, aklın vartalarını bilme olgunluğuyla, kendisinden üstün; kendi gibi olmayan ve hiç görmediği ama etkilerini ve sanatını bilmek ile uğraştığı ilahına tabi olması demek, en etkili çözüm yoludur. Tabii ki farklı etkenlere tutulabilecek ve ilah olarak seçilebilecek şeyler olabilir ama bunların hepsinin yalancı olduğu, gün gelir de bilinir ve şahit olunur. Allah’ı gökte bilen ve bulutların üstünde canlıları yönettiğini düşünmek bile aklın ikincil vartalarına örnektir. Bu yüzden hiçbir nesne mükemmel değildir. Çünkü mükemmellik kavramı aklın sınırlarıyla alakadardır ve o kadardır. Ama aklın vazifesi sıfatlar üretmek değil, sıfatlarını bilmediği bir varlığın olduğuna tabi olup; en temel öğretiler ile ömrünü tamamlamaktır. Konunun ciltlerle izahı mümkün olduğundan, burada kesilmesi vaciptir.
Felsefi Notlar: 'Denge' Yazısına Yorum Yap
"Felsefi Notlar: 'Denge'" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Deneme türü, bir konu hakkında özgün düşüncelerimizi yazdığımız 3-5 paragraflık yazılardır, dersek; bu yazınıza DENEME demek size bilmem, ama azının kendisine bir haksızlık olur. Zaten yazının başlığı ben bir "bilimsel inceleme" yazısıyım demiş...Evet üstadım, bir bilim dergisinde makale olarak yayınlanabilecek kadar özgün bir yazıydı; edebiyat defterindeki dostlara yazı uzun diye okumaya sakın olaki üşenmemeelerini tavsiye ederim.Harikaydı. SAYGIYLA