Şarkılara Öyküler 2
Sevda Kuşun Kanadında
Gölgeydim. Silik sarı siyah bir eski resimdim. Sen uzaktayken bu denli acımaz mıydı tenim. Dokunduğumun sen olmadığına yemin edebilirdim, kapalı olsaydı gözlerim. Yanındaydım, sen yoktun. Buruşturup attığım kâğıtların doldurduğu odamın döşemesinde sere serpe yatan küçük kadın. Kendine yabancı, ağlamaklı, gözaltları mor düşleri pembe haliyle soğuk odadan daha buz bakışlarıyla işte karşımdaydı.
Beni her gün üçüncü sayfalarda haberlerini okuduğu o deli adamlardan biri sandığındandır ki, titriyordu…
Tüm vücudu kasılmış, yalvaran gözlerle bakıyordu. ‘Ne olur bana bir şey yapma ne istersen veririm, bankadan para çekeriz istediğin kadar yeter ki beni serbest bırak’ diyordu.
Asıl sen bana bir şey yapmasaydın da ben bu derde düşmeseydim.
Öyle güzel savurmasaydın misal saçlarını bizim sokağa.
Adımlarınla çaldığın o senfoniyle kulaklarımı gasp etmeseydin.
Yılan kıvrımlı hatlarını zihnime resmetmeseydin.
Kokunu salıp ücra yerlerime, ince bileğini enseme kelepçe etmeseydin.
Tüm servetimi verirdim bu kara sevdaya düşmemek için…
Önceleri yürek hoplatan bir heyecan, liseli tebessümü ile karşıladığım zorluklara göğüs germekte zorlanır olmuştum son zamanlarda. Gittiği mekânlarda tesadüfen ordaymışım gibi davranmamı normal karşılıyordu. Hangi günler nerelere hangi saatte gittiğini aşağı yukarı kestirdiğim için, bazı günler ondan önce gidip her zaman oturduğu koltuğu gören bir yere konuşlanmamdan bir tek garson huylanmıştı.
En sevdiği şekerlemeleri bildiğim için sehpanın üzerindeki gümüş şekerliği onlarla doldurmuştum. ‘Şekerci Cafer Erol’dan alınmış akide şekeri ve lokumlarla tablo gibi dizili görsel bir güzellik duruyordu gözlerinin önünde, umursamıyor sadece bana yalvarmaya devam ediyordu.
Ağzını bantla kapatmaya mecbur kaldım. İlk kez yüzüne dokunmak bende bir duygu yaratmamış aksine şaşırtmıştı. İşyerinde koli bantlamak kadar rutin bir iş yapıyor gibiydim.
Ağlamaya başladı, hıçkırıyor, titriyor, soluklanıyor ve yine ağlıyordu.
Affedilmeyi bekleyen küçük bir kız çocuğu gibi, sokakta oynamaktan yüzü gözü kararmış, pislenmiş, yorulmuş, acıkmış zavallı bir masum yavrucak gibi bakıyordu bana.
Ağır havasına yakışan bir kibirle, zorlama diksiyonlu ama özenle seçilmiş sözcüklerin ağdalı telaffuzu ile sizi aşağılayacak sandığınız o hanım neredeydi şimdi.
Kraliyet asaleti ile dimdik yürüyen, kendinden emin o vakur kişi gitmiş yerine acınacak bir mahlûkat gelmişti.
Kalbindeki et beni düşüvermişti.
Rüyalarındaki çam kokulu martı kanadı yeli esmez olmuştu.
Gözlerini bağladı kadının, dolambaçlı yollardan uzatıp yolu evine yakın bir yerde indirdi aracından. Ardına bakmadan bastı gaza.
Radyoda bir şarkı çalıyordu.
Hayat sırrının suyunu
Çeşmelerden bulamazsın
Ansızın bir deli çaydan içersin de kanamazsın
21.02.12
Nadir