- 1550 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (18)
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1. AKADEMİ GÜNLERİ
A. İSTİHBARAT KURSU
Programa göre, Akademiye başlamadan önce, Topkapı, Davut paşa kışlasında, istihbarat kursu görecektik. Kadıköy iskelesine evden yürüyerek gittim. Jeton alarak vapura bindim. Vapur süslü kadınlar, düzgün kıyafetli beyler ve gençlerle doluydu. Vapur hareket edince, etrafıma bakmaktan büyük bir zevk duyuyordum. 20-25 dakika süren deniz yolculuğu sırasında, bembeyaz martılar ses ve hareketleriyle, vapura eşlik ediyorlardı. Karaköy iskelesine çıktık. Biraz bekledikten sonra servis otobüsü geldi. Otobüsle Davut paşa Kışlasına gittik.. Buraya ilk defa geliyordum. Kara, Hava, subayları olarak toplandık. Bidayette, havacıların kıdemlisi olarak ben görünüyordum. Konuşma sonunda anlaşıldı ki, Kara Harp Okulunu bitirip, füzeci olarak hava Kuvvetlerine geçen, Füze Bnb. Ünal Dereli, sicil numarası bakımından benden kıdemli görünüyordu. Dolayısıyla bizim sınıfın kıdemlisi Ünal Dereli olmuştu. Artık idareye karşı sorumlu olacak, arkadaşları çekip, çevirecekti. Kurs sırasında Karacı arkadaşlarımızı da tanımış, tanışmıştık.. Kurs, 2-8-1966, 25-8-1966 tarihine kadar 23 gün sürdü.
B. AKADMİLERİN AÇILIŞI- ( Ekim 1966)
Evden iskeleye yürüyüş, vapurla Karaköy’e geçiş, servis otobüsüyle Yıldız saraylarına ulaşım. Artık iki sene boyunca güzergâhım böyle olacaktı. Yıldız’da, O kadar çok bina vardı ki, hepsini bir anda görmemiz mümkün değildi. Otobüslerde, ikinci sınıfta okumakta olan arkadaşlar bize rehberlik ediyorlardı. Bizi önce Hava Hv Harp. Akademisine götürdüler. Bina İki katlıydı. Zemin katında, bize ayrılan derslik, koridor, yukarıya çıkan ahşap merdiven. Merdivenlerin korkulukları oymalı ve yaldızlıydı. Bizim sınıfın karşısında idarî oda, Birinci katta ise, bizim dersliğin üstünde ikinci sınıf, Karşısında Komutan odası, koridor ve geniş öğretmenler odası bulunuyordu. Her tarafta, bilhassa tavanlar yaldızlı resimlerle süslüydü..
Açılış merasimi yapılacak anonsuyla, Büyük Mabeyin binasında toplandık. Burası Akademiler komutanlık binasıydı. Kara, deniz, Hava, Silahlı kuvvetler Akademisi, Kurslar komutanlığı öğrenicileri, ve misafirler derken, toplantı salonunda bulunanlar, çok kalabalıktık. Akademiler Komutanı Korg. Kâni Kuzey açılış konuşması yapacaktı. Komutan konuşmasının bir bölümünde, Kur. Subaylarda (Komutan, öğretmen ve talebelerde) bulunması gereken özelliklerden bahsederken şunları söyledi:
-Üstün Karakterli ve sağlam ahlaklı,
-Sıhhatçe Sağlam, idareci ve sinirleri kuvvetli,
-Çok çalışkan, sade, basit ve kısa yoldan amacına varan,
-Müspet ruhlu ve yapıcı. Vazifesini tam yapma itiyadına sahip,
- Cüretli, inisiyatif sahibi, fakat bunalımlı anlarda soğuk kanlı,
-Üstlerine karşı itaatli, astlarına karşı ise örnek ve idareci, savunabilen
-Düşüncelerini açıkça söyleyen, ve fikirlerini cesaretle savunabilen Cüretli, inisiyatif sahibi, fakat bunalımlı anlarda soğuk kanlı,
-Mantıkî muhakeme usullerini iyi bilen, problemleri çözmede doğru neticeye varan,
- Üstün derecede genel ve meslekî bilgi sahibi,
- Dış neşriyatı takip, müttefik karargâhlarda vazife alabilecek kadar yabancı dil bilmesi….Böylece konuşması uzayıp gitti.
Merasim bittikten sonra, diğerleri gibi, biz de dershanemize dönmüştük
C. YILDIZ SARAYLARI
Hava Harp. Akademi komutanı tümg. Necdet Doğan çay’dı Kendisi, Hava Harp Okulunda da bizim komutanımızdı. Bir ay önce tayin olmuş, komutanlığı devir almıştı. Yani, burada bizim gibi yeni idi. Fakat eskilerden, Öğretim grup başkanı Kur. Kd. Alb. Ahmet Öztürk vardı. Öğretim grup başkanı dahil öğretmenler kürsüye gelip, beşer dakika konuşarak kendilerini tanıttıktan sonra çıkıp gittiler. En kıdemsizleri, Kur. Yb. Suat Baytar oğlu, kürsüye çıkarak konuşmaya başladı. ‘’Arkadaşlar! Sizinle benim aramda şu kürsünün yüksekliği kadar farkımız var. Bunu böylece bilin’’ dedi. Sonra devamla, ‘’ her şeyden önce, merak ettiğiniz Yıldız saraylarının tanıtımından bahsedeceğim. Zaman kalırsa ilk dersimize başlarız!’’ dedi. Karşımızdaki tahtaya Yıldız saraylarına ait, binaların bulunduğu, yer ve resimlerini gösteren büyük kartonlar astırıp her biri hakkında bilgi vermeye başladı:
Yıldızda ilk Kasrı, Sultan Ahmet yaptırmış,(1603-1617)
Sultan 2ncü Selim,(1789-1807), burada annesi için bir köşk, bir de halen güzelliğini muhafaza eden bir çeşme yaptırmıştı.
Sultan 2nci Mahmut’un yaptırdığı köşkü yıktırıp, oğlu Abdülmecit, yerine, daha büyük VALİDE köşkünü yaptırmıştır. Ayrıca, ÇİT, MALTA, ÇADIR, ŞALE, köşkleri ile BÜYÜK MABEYN de bu devirde yaptırılmıştır.
Sultan 2nci Abdülhamit de HUSUSİ DAİRE, KÜÇÜK MABEYN, TİYATRO BİNASI, BAHÇEVAN BAŞI, AV KÖŞKÜ, ACEM KÖŞKÜ, YENİ KÖŞK, ÇİNİ Fabrikası gibi pek çok eser yaptırmıştır. Siyasî gerginlik ve halk taşkınlıklarından korkan SULTAN, 1897-1898 Osmanlı- Rus harbini bahane ederek, Yıldız Sarayı’na TAŞINMIŞ, ayrıca, VALİDE, BÜYÜK MABEYN köşkünü yaptırmış, Beşiktaş’tan başlayıp, Ortaköy’e kadar uzanan 1600km,karelik geniş bir sahayı duvarlarla çevirtmiş , bahçeler, havuzlar yaptırmıştır., Bunları yaptırırken de çok güvendiği, kulları Arnavutlardan yararlanmıştır.
1924 yılından itibaren de yıldız sarayları, harp Akademi komutanlığına tahsis edilmiştir. Büyük Mabeyin, H. Akademi komutanlığı için, Küçük Mabeyin, Kara H, Akademi k.lığı için, Hususî daire(Yeni köşk) Dz. H.Akademi Komutanlığı için, Çit Kasrı, Kütüphane için, Silahhane, Harp oyunları salonu için, Yaverler Dairesi, Harp Akademileri İstihbarat kursu için, Harem Köşkleri, Hv. Harp Akademisi ve Kurslar Komutanlığı için, Cihannüma köşkü, H. Akademi komutanı lojmanı olarak, Güvercinlik Köşkü, Ulaştırma bölüğü, yemekhane ve koğuşu, Saray kütüphanesi, Erat yemekhanesi, Avagat Dairesi, Milli Güvenlik Akademisi olarak vs. tahsis edilmiştir.
Bu kadar uzun, uzun anlatılan Yıldız Saraylarını, bütün canlılığı ile görebilmek ve beyinlere nakşedebilmek için zamana bırakmak ve teker, teker yerlerinde görmek gerekiyordu.
D, ÖĞRETMEN VE DERSLER
İkinci sınıftaki arkadaşlar, bizim sınıfın üstünde ders görüyorlardı. Öğretmenler gibi, Onların çoğunu da tanıyordum. Tanımadıklarım ise benim bulunmadığım birliklerde görev yapmışlardı. Karacı ve denizci arkadaşları ise, otobüslerle gelip-giderken veya müşterek harp oyunlarında daha iyi tanıyacaktık.
Harekâtla ilgili öğretmenler, uçucuydu, Planlama grubundakiler çoğunlukla pilotlardan, Lojistik, muhabere, istihbarat, hitabet vs. öğretmenleri ise Kur. Hava yer subaylarından oluşuyordu. Kadro şöyleydi:
Komutan: Hv. Tümg. Necdet Doğançay
Öğ.Kur.Bşk. Hv Kur. Alb. Ahmet Öztürk
Planlama Grubu:
Hv.Kur.Alb. Sami Ünal
,, ,, ,, Ali Durak
,, ,, Bnb, Osman Ural
Öğretmenler:
Hv.kur.Alb. Nejat Doğançay
,, İsmail Taş ören
,, Şeref Uğur
‘’ Kamuran Gümüş soy
,, Ferruh Develi oğlu
,, O.Seyfi Güven
,, Hikmet Kesim
,, Abdullah Tenekeci
,, Mehmet sirer
,, Saffet Cedi oğlu
,, ,,Yb. Fahrettin Tezel
,, ,, Suat Baytaroğlu
Kr.,, Yb. Kaya Karamemiş
Dz,,, Alb. Enver Toprak
Görmekte olduğumuz dersler ise, harekât, lojistik, muhabere, istihbarat, hitabet, vs. idi. Ve ayrıca konferanslar, Harp Oyunları, münazara, Komite çalışmaları, Müşterek tatbikatlar, sosyal içerikli, Memleketimizi tanımak maksatlı kurmay gezileri ve imtihanlar şeklindeydi.
Dersler, 2 ekim tarihinde başlamış, ders konuları başta olmak üzere, münazara, konferans, harp oyunları, müşterek harekâtlar şeklinde Nisan ayına kadar sürmüştü. Artık Yurt içi gezi programları uygulanacaktı.
2. AKADEMİK GEZİLER
A. BATI ANADOLU
Böylece, 1967 senesinin Nisan ayına gelmiştik. Program gereği olarak bu ay içinde Yurt gezilerine çıkılacaktı. Bu arada eşlerimiz de boş durmuyorlardı. Bizimle veya bizsiz tanışma toplantıları yapıyorlardı. Nerde, ne zaman kimlerle toplanacaklarını organize edip karar verdikleri yerlerde toplanıyorlardı. Zaman, zaman. Kendi evlerimizde, ordu evlerinde, Ataköy de ve Hilton Otelinde bile toplanıyorlar, tanışıyorlardı.
Yurt gezilerine çıkmadan önce, idare ve ikinci sınıf arkadaşlarla da toplanarak kurban kesmeye karar vermiştik. Kurban işini tamamladıktan sonra, 2 nisan 1967 tarihinde, Komutan ve öğretmenler, fotoğrafçı astsubay dahil bir kaç idareciyle, otobüslerle yola çıkıldı.. Önce yolumuzun üzerinde bulunan Tekirdağ Ordu evinde öğle yemeği yedik. Sonra ormanlık Koru dağlarını da geçerek Gelibolu, Bola yırdaki, Namık Kemalin yattığı şehitliği ziyaret ettik, Şehitlerimize saygı duruşu ve dualar ettik. Osmanlıların, Süleyman Paşa idaresinde, Trakya bölgesine ilk çıktıkları araziyi gördük ve oradan Gelibolu Ordu evine geldik. Ordu evinde bir gece kaldıktan sonra, Çanakkale muharebelerinin geçtiği yerleri dolaştık. Gördük. Pek çok menkıbeler ve Atatürk’ün ‘‘Ben size çekilmeyi değil, ölmeyi emrediyorum, o zaman zarfında, başka birlikler gelir bizim yerimizi alır’’ diyen sözlerini hatırladık. Muharebe sahası, bozulmamış, öylece bırakılmıştı. Kirte Tepe, Hisarlık Tepe, Conk Bayırı , Arı burnu, Kanlı Sırt, Tekke Köyü, Ertuğrul Koyu, İkizler Koyu,. Çimenlik Tepe vs…..Buralara saçılmış top, bazuka, makineli, tüfek ve mermileri, kılıçlar, mataralar, siperler vs. her şey sanki bir müze gibi bırakılmıştı. Ayrıca Müzeyi, Şehitliği ki 250.000 şehit vermiştik. şehitler abidesini ve yabancı askerlerin mezarlığını gördük. Yabancılar da, 250.00 civarında kayıp vermişlerdi. Yabancıların mezarlığı bizimkinden daha muntazam ve bakımlıydı, Bu durumu gördüğümüz zaman çok üzülmüştük.
Eceabat tan, Çanakkaleye geçtik. O geceyi Ordu evinde geçirdik. Sabahleyin kahvaltıdan sonra yola çıktık. Önce Truva harabelerini, sonra da Bergama(Bergama), Antik kent kalıntılarını ve müzesini gördük. Bu kalıntılar ikiye ayrılıyordu. Bergama’nın doğusundaki, sarp arazide ki kral ve soyluların yaşadığı, saraylarının bulunduğu, yüksek , sarp arazi ve kalıntıları, burada idi. Diğeri ise halkın yaşadığı daha aşağılardaki bölgeler. Soyluların yaşadığı bölgeye, dağlardan üç hat halinde künklerle, (45-50 km), su getirilmiş, sarnıçlara depolanmıştı. Dünyanın en büyük açık hava tiyatrolarından biri burada (45000 kişilik) bulunuyordu. Diğeri ise Bergama’nın batısında, düz arazideki kalıntılardı. Burada mermerden yapılmış sütunlu yollar, 3500 kişilik tiyatro, Zeus sunağı,, yine mermer döşenmiş düzgün yollar. Ruhsal haslıkları tedavi merkezleri ki buraya tavanı güneş ışığı alan delikleri bulunan bir tünelden geçmek suretiyle ulaşılıyordu. Burası, şifalı sular, çamur banyoları Hamamlar, . Müzikle , telkinle ve şifalı bitkiler kullanmak suretiyle hasta tedavi odalarından oluşuyordu.. Şehir Merkezinde ise, kırmızı renkte Bazilika ve şehrin çıkışında ise antik, Roma, Selçuk ve Osmanlı devirlerinden kalma mermer heykel ve eserlerin sergilendiği bir müze bulunuyordu. Bunları ibretle gezip görmüştük. Bergama’dan hareketle, İzmir’e, geldik, Ordu evine gidip yerleştik. O gece orada kalıp dinlendik. Sabahleyin kahvaltıdan sonra otobüslerle Kuşadası’na gittik. Burası turistik bir kasabaydı. Modern bir limanı vardı. Meryem Ananın evi, Papa tarafından, hırıstiyanalar için kutsal bir yer ilan edildikten sonra, Kuşadası, turistleri taşıyan yolcu gemileri için bir uğrak yeri olmuştu. , Kuş adasından, Meryem Ananın evini görmek üzere, Turistler Efes antik Kentine gidiyorlardı. Buradaki küçük ada, karayla irtibatlandırılmış, gazinolar lokantalar yapılmıştı. Oteller derken küçük kasaba canlılık kazanmıştı. Ayrıca Osmanlılar zamanında da burası bir ticaret merkeziymiş. Vezir-î azam Öküz Mehmet paşa tarafından büyük bir kervansaray yaptırılmıştı. Kervansaray geniş bir sahada, avlusunda ise bir şadırvan vardı. Tacirler için üst katlarda odalar, eşyalar için depolar, hayvanları için ise ahırlar mevcuttu.. Kervansarayın damı düz, muhtelif maksatlar için giriş kapıları mevcuttu. Buralarını gezip, gördükten sonra, Selçuk-Efes harabelerini görmek üzere hareket etmiştik.
Burası sanki bir açık hava müzesi gibiydi. Öğrendiğimize göre: Efes bir liman kenti imiş, Daha önceki tarihlerde kurulmuş ama, Roma imparatoru Agustus zamanında, Asya Eyaletinin başkenti durumuna kadar yükseltilmiş. Aynı zamanda bir ticaret merkezi haline gelmiş. Ençok göze çarpan, Dünyanın yedi harikasından biri olan, Bâkir Doğa Tanrıçası Artemis’in Tapınağı idi. 127 sütunlu, ve bunlardan bir kısmı kabartmalıydı. Efes Tiyatrosu 24000 kişilikmiş. Tiyatronun genişliği 145 m. Yüksekliği ise 70 m.ymiş. Sütunlardan bir kısmı öyle yerleştirilmiş ki tiyatronun akustiğini sağlıyormuş. Tiyatronun oturulacak yerlerinde görüntü elde edip buradan hatıra kalsın istedik. Daha ne kadar çok eserler gördük. Mermerden yapılmış geniş bir cadde, Hadrianus Tapınağı, Akropol, Kitaplık, stadyum, Agora- Pazar yeri, kutsal yol, Hadrianus tapınağını geçince, Traian Çeşmesi. Ayrıca, Artemis Tapınağı ile Sanjean kilisesi arasında, Aydın oğullarından kalma, İsa Paşa camii. Vs, Buralarını gördükten sonra Bülbül dağına çıktık. Tepenin güney yamacında, şarıl, şarıl akan çeşmeler ve Meryem Ananın evi vardı. İsa peygamberin ölümünden sonra, Meryem Ana, korumak maksadıyla, Havarilerden biri olan Aziz Jean tarafından Bülbül dağına getirilmişti. Ayrıca bir de kilise yaptırılmıştı. Ağaçlıklar arasında güzel manzaralı bir yerdi. 1961 yılında 23ncü Papa Johann es tarafından Meryem Ananın evi Hac yeri olarak ilan edilmişti. Bu tarihten itibaren, Kuşadası limanı, Meryem ananın evine yakın olması sebebiyle yabancı Turistler Vapurlarla Kuşadası’na, oradan da Meryem Ananın evine akın ediyorlardı. , Turistlerin otobüslerle, bu bölgeye kafile, kafile gelişine şahit olmuştuk
Efes Harabeleri ve Meryem Ananın Evini ziyaretten sonra İzmir’e döndük. (Eski Efes harabeleri ve Meryem Ananın Evinin ziyaretiyle ilgili izlenimlerimiz, Emekli olduktan sonra, yurt içi gezilerimizde ele alınmıştır.)
B. GÜNEY ANADOLU
. Ordu evinde bir gece daha kaldıktan sonra, sabahleyin, Gaziemir’e hareket ettik. Bizi iki adet C-47 uçağı bekliyordu. Onlarla uçarak Antalya meydanına indik. Oradan otobüslerle, Antalya Ordu evine gittik. Ordu evi, deniz kenarında fakat denizden yüksekçe bir yerdeydi. Antalya’yı ilk defa görüyordum. Ordu evinin manzarası çok güzeldi. Denizi yüksekten görüyordu. Sanki bir uçurum kenarında gibiydi. Buna rağmen insanlar, denize inmek için bir yaya yolu yapmışlardı. Havalar burada sıcak olduğu için Kara Kuvvetlerine ait Karpuz Kaldıran dinlenme kampı açılmıştı. Deniz yoluyla, botlarla oraya gittik. Kampın plajı, gözün alabildiğince kumluk bir sahada uzanıyordu. Binaları ve geniş sahasıyla Çok güzel bir dinlenme kampıydı. Bu mevsimde insanlar denize girebiliyordu. Allah nasip etse de ilerde buraya gelebilsem demekten kendimi alamamıştım.
Ertesi günü, otobüslerle, Manavgat’a gittik. Çaydan, tertemiz, billur gibi su akıyordu. Manavgat Şelalesinden beyaz köpüklerle suların akışını zevkle seyrettik. Ayrıca kayıklarla derenin akıntısız yerinde gezme imkânı bulduk.. Etrafta limon, portakal ve mandalina ağaçları göz okşuyordu. Oradan İdeye geçtik. Burada da Jandarmanın dinlenme kampı vardı. Öğle yemeğini de orada yedik, Eski medeniyetlerden kalma tiyatro harabelerini ve , ancak denizden girilebilen Damlalaş mağarasını gördükten sonra Alanya’ya geçtik. Burası da turistik bir kasabaydı, sahilde uzanan plajlar ve yeni binalar, lokantalar, olduğu gibi, eski binalardan oluşan kasaba ilk göze çarpan yerlerdi. Ayrıca Alanya kalesini görmek istemiştik. Kalenin eteklerinde, Köylü kadınlar tarafından oluşturulan Pazar yerini gezdik.. Kadınlar, kendi mahsullerini pazarda satıyorlardı.. Alanya Kalesi, deniz kenarında, sarp ve yüksek bir tepenin üzerine inşa edilmişti. Kalenin dibine ise Osmanlılar zamanında kullanılan bir tersanenin kalıntılarını görme imkânı bulduk. Akşama doğru tekrar Antalya’ya döndük. O gece de ordu evinde kaldık, Yeni ve eski Antalya’yı gezdik, yivli minareyi de gördükten sonra, botlarla denizde gezintiye çıktık, Yükseklerden akan köpüklü, bembeyaz, muhteşem Düden Şelalesini de yakından görme imkânı bulduk.
Antalya gezisi tamamlandıktan sonra, programa göre, Adana, oradan İskenderun ve Antakya’ya gidecektik. Yine iki adet C-47 uçağı Antalya hava meydanında bizi bekliyordu. Adana’ya indikten sonra da otobüslerle İskenderun’a hareket ettik. İskenderun’a varmadan, İskenderun dağları üzerinde bir dinlenme yerinde ormanlar içindeki tesislerde öğle yemeğimizi yedik. Buradan çok memnun kalmıştık. İskenderun’da, Denizcilere ait Ordu evine yerleştik. Burası bizim yönümüzden hem yatma, hem yeme, içme bakımından nirengi noktası olacaktı. İlk defa Künefe denen tatlıyı burada tatmış, çok hoşuma gitmişti. İskenderun’dan Antakya’ya gitmek çok kolaydı. Antakya saman dağı, sakin deniz ve uzayan kumluk! İlk defa denize buradan girmek nasip olmuştu. . Antakya da görülecek yerler çoktu. Nitekim Harbiye de metrelerce yüksekten akan şelale hepimizi büyülemişti. Yine burada eski medeniyetler ve eserlerinin çok olduğu söyleniyordu.. Nitekim Antakya müzesini gezerken ne kadar özen gösterildiği belli oluyordu. Renkli, renkli fayans ve çiniler, heykeller, resimler ve bilhassa, çok göğüslü Bereket tanrıçası, sarhoş Dionasos heykeli, fırsatı kaçırmadık Tanrıçanın önünde arkadaşlarla bir de fotoğraf çektirmiştik.
C ORTA ANADOLU
Antakya gezisini tamamladıktan sonra Malatya’ya geçtik Malatya’daki birliklerin teftişi söz konusuydu. Hava kuvvetlerinden birlikleri teftiş etmek üzere bir heyet gelecek, biz de Gözlemci olarak bulunacaktık. Bu sebeple, Malatya’da birkaç gün kalmak icap etmişti.. (Daha sonraki yıllarda, teftiş maksadıyla buralara tekrar gelecektim) Bizi bekleyen C-47 uçaklarıyla Denizli’ye uçtuk.. Denizli’de ancak C-47 uçaklarının inebileceği kadar küçük bir meydan vardı. Burada bizi otobüsler bekliyordu. Denizli, antik devirlerden kalma bir şehirdi. Şehrin içinde olduğu kadar şehrin dışında da görülecek, gezilecek yerler çoktu. Karacılara ait bir ordu evi olduğu içindir ki yatma ve yemek problemi yoktu. Önce, Hierapolis Arkeoloji müzesi ile, Atatürk ve Etnografya müzesini gezdik. Asıl maksadımız Pamukkale yi görüp oradan Afyon’a geçmekti. İlk günü müzeleri gezdikten sonra Pamukkale’ye gittik. Pamukkale, şehir merkezine 18-20 km. mesafede idi. Turistler çok olduğu gibi, oteller,, lokantalar da çoktu. Bembeyaz travertenler kaplamıştı her yeri. Sıcak sular, aşağı yukarı iki yüz metre uzaklıkta yer yüzüne çıkıp, hava ile temas ediyor, içeriğinde kireç olduğundan, beyaz çökeltiler oluşuyordu. Suyun aktığı yerlerde beyazlıklar hasıl oluyordu. Ayrıca , şifalı, kapalı sıcak su banyoları ile açıkta sıcak su havuzları vardı. Ben dahil, isteyen arkadaşlar, şifa niyetine, sıcak su havuzlarına girip rahatlamıştık. Şehir merkezi olduğu gibi, buraları da antik devirlerden bu yana herkes tarafından çok iyi biliniyordu. En önemlisi Pamukkale idi. Ama bunun gibi nice görülecek yerler vardı. Denizli ordu evinde bir gece kaldıktan sonra Afyon’a doğru yola çıktık.
Bana bir görev verilmişti. Koca Tepe Zafer Anıtına vardığımız zaman, hazırlayacağım büyük krokilerle, Büyük Taarruzu anlatacaktım. Hazırlıklarım tamamdı ama, otobüse biner, binmez, karnımda, bağırsaklarımda bir ağrı hissetmiştim. ‘’Eyvah dedim kendi kendime. Acaba Denizli’de yediğimiz yemeklerin içinde keçi eti mi vardı!?’’ Diğer bir ihtimal, Pamukkale’de şifalı diye sıcak su havuzuna girmiş, dışarı çıktığımda rüzgar sebebiyle üşütmüştüm? Öyle veya böyle artık Koca Tepeye, zafer Anıtının oraya gelmiştik. Komutan, öğretmenler ve arkadaşlar için koltuklar yerleştirilmiş, herkes yerlerine oturmuştu. Sıkıntı ve ter içinde, görevimi yerine getirmem gerekiyordu. Sabretmeliydim. Büyük krokiyi iki kıdemsiz arkadaş tutacak, ben de kroki ve Büyük Taarruzun geçtiği arazi üzerinden konuyu anlatmaya başlayacaktım..
Şöyle ki: Uzun süren Sakarya muharebelerinden sonra, Yunanlılar geri çekilmişlerdi. Afyon’u, arazi yapısı bakımından hem güvenli görüyorlardı hem de ileri harekât yönünden burasını uygun bulmuşlardı. Herhangi bir Türk Taarruzuna karşı, cepheyi, sıra, sıra tel örgülerle kapatmışlardı. Makineli tüfek ve top mevzilerini öyle sağlam hazırlamışlardı ki, Yunanlılara göre, Türkler aylarca uğraşsa, bu cepheyi yaramazlardı. Aynı zamanda, yabancı gazetecileri de getirip göstererek, propagandaya girişmişler, Gazetecileri ifadelerine göre de Türkler bu cepheyi aylarca uğraşsalar yaramazlardı. Buna mukabil, Başkomutan Mustafa Kemal, aylardır ordularını, personel, erzak, top, tüfek ve teçhizat yönünden, takviye etmeye, savaşa hazırlamaya çalışıyordu.
Son Taarruz planları, Alaşehir’de yapılmış, Başkomutan, Fevzi paşa ve İnönü , Taarruz planlarını son defa beraber gözden geçirmişlerdi. Bir futbol maçı izleme haberleriyle, bulundukları yeri Dünya alemden gizleyebilmişlerdi. Artık İnönü gibi, Başkomutan da Fevzi paşa da cephede bulunuyorlardı. Kendilerini gizledikleri gibi, birliklerin gizlice cepheye yanaşmasını da sağlamışlardı.
26 Ağustos, sabaha karşı, saat 0530 da Koca Tepeden, yoğun topçu ateşiyle başlayan Türk taarruzu, Yunanlılara göz açtırmamış. Yarım saat sonra başlayan piyade taarruzu ile tel örgüler birer, birer aşılmış, makineli tüfek ve top mevzileri birer birer ele geçirilmişti. İlk gün, Tınaz Tepe, Belen Tepe, Erkmen Tepe, ikinci gün ise, Çiğil Tepe ve Afyon düşmandan temizlenmişti. Batı cephesi karargâhı, savaş alanına yakın olması bakımından, Afyon belediye binasına taşınmıştı. 30 Ağustos Meydan Muharebesi, buradan yönetilmeye başlamıştı
Taarruzun başlamasından bu yana 5 gün geçmiş, 30 Ağustos Meydan muharebesiyle düşman tamamen bozguna uğratılmıştı. Artık düşman askeri kaçıyor, Türk askerleri de onları kovalıyordu. Dünya, Türklerin bu zaferi karşısında şaşkına dönmüş, aşılmaz denen düşman siperleri, kısa bir zamanda darmadağın olmuştu. Bu arada, Düşman başkomutanı Triko pis de esir düşenler arasındaydı.
Yunan güçleri kaçarken, geçtikleri yerlerde, köyleri, kasabaları yakıp, yıkarak melanetliklerini devam ettiriyorlardı. Türk askeri, onları kovalayarak denize dökmüş ve 9 eylülde güzel İzmir’imize girmişti.
Bu zaferle, Yunanlıların hevesleri kursaklarında kalmış, Dünyada da büyük akisler yaratmıştı.
O gece Afyonkarahisar ordu evinde kaldıktan, Müze ve tarihî yerleri, ziyaret ettikten sonra (Ki ayrılmadan önce bir kutu da Afyon kaymak şekeri almıştım) İstanbul’a dönmüştük.
Bu gezilerde: Memleketimizi tanıdık. Türk insanı için büyük değer taşıyan Çanakkale savaşlarının geçtiği yerleri gördük, şehitlerimiz için saygı duruşunda bulunduk. Tarihte önemli medeniyetlerin harabelerini, eserlerini, müze ve kervansaraylarını yerinde görüp, fikirler edindik. Hayatı yaşayarak öğrendik. Bir de öğretmenlerin, ‘’gezdiğiniz ve gördüğünüz yerler hakkında her an size soru sorabiliriz’’ demeleri olmasaydı! Gezilerimiz daha rahat ve huzurlu geçecekti.
Okula döndükten sonra, dersler, münazaralar, masa başı Harp Oyunları, müşterek tatbikatlar, imtihanlar derken Eylül ayının sonuna kadar sürdü. İmtihanlar sonunda, Allaha şükür zayiat vermeden hepimiz ikinci sınıfa geçmiş bulunuyorduk 26 Eylül 1967 tarihinde, bizi, Gölcük Donanma Komutanlığına götürdüler. Karargah ve deniz müzesini gezdirdiler, sonra bizleri denizaltına bindirmek suretiyle denize daldırdılar, Denizaltıyla epey dolaştırdılar. Bu sayede Denizaltıcıların, hayatı ve halet-i ruhuyesi, Denizaltı Silahları hakkında bilgi sahibi yaptılar. Aylar sonra da bizlere, Denizaltıyla, denize daldık diye, ‘Denize Dalış’ sertifikası verilmişti.
3. AKADEMİ İKİNCİ SINIFI
A. AÇILIŞ VE DERSLER
İkinci sınıfa geçtiğimiz günlerin sonrasında, eşlerimizle birlikte, İstanbul’un saray ve camilerini gezip, görmek programı gereği, Topkapı sarayını, Süleymaniye camiini, Sultan Ahmet camiini, Ayasofya’yı, Dolmabahçe Sarayını gezdik. Gördüğümüz bu büyük eserlerden çok etkilendik, hayran kaldık. İstanbul’un içinde senelerdir yaşadığımıza rağmen bu gibi eserleri, nasıl olsa gideriz düşüncesiyle, görememiştik. Hele Dolmabahçe Sarayında, Atatürk’ün , hiç bozulmamış, eşyalarıyla bırakılan odasını dolaşırken çok duygulandık. Diğer hayran kaldığımız bir eser de mermerden yapılmış bir lav oba idi. Öyle özenle ve .ince yapılmıştı ki, elimizin gölgesi, lavobanın öbür tarafından görünüyordu.
Ayrıca, Havacı arkadaşlar, eşlerimizle, Ataköy de, bir lokantada buluşmuş, öğle yemeği yemiştik.. Aynı masada, biz, Ünal Dereli, Erkan Fercan ve Üstünler vardı. Bunlar çok iyi anlaştığımız ailelerdi. Birlikte Muhabbet etmekten çok memnun kalmıştık.
2 ekim 1967 tarihinde, yine açılış konuşma ve merasiminden sonra ikinci sınıfa başladık. Dersliklerimiz değiştirilmemişti. Yine biz giriş katındaki sınıfta, birinci sınıflar da üs katımızdaki derslikte idiler. Oturma yerlerimiz değişmişti. Çünkü kıdemler de değişmişti. Uçucular, bize göre fazladan, bir sene kıdem alıyorlardı. Dolayısıyla hem yerlerimiz değişmiş hem de sınıf kıdemlisi, Bnb. Ünal Dereli yerine, Pilot Bnb. Necdet Genç aslan sınıf kıdemlisi olmuştu. Artık sınıf ve arkadaşlardan, idareye karşı, Necdet Genç aslan sorumluydu.
Birinci sınıfa gelen arkadaşlardan çoğunu tanıyordum. Örneğin.:Pilot Yzb. Alaattin Güven, Onunla kaç defa Eskişehir’de Akademi imtihanlarına girmiştik. Erkan Fercan da tanıdığım, sevdiğim insanlardandı. Öğretmenlerden de fazla bir değişiklik yoktu. Bir, ikisi tayin olmuş, yerlerine gelenler olmuştu. Bunlardan biri de Nejat Doğançay’dı. Komutanın kardeşiydi, Eskişehir’de 4ncü üsten tanıyordum. Mesai dışı zamanlarımda, üste, misafirhanede kalırken, notlarını, daktilo ile temize çekivermiştim.
Kadıköy- Okul arası yolculuk epey zaman alıyordu. Kadıköy- Karaköy arası en zevkli süreydi. İyi giyimli, beyler, güzel hanımlar ve beyaz martıların vapuru, çığlık, çığlığa takip edişleri, denize dalıp, çıkışlarından zevk alıyordum. Bu süre ancak, 20-25 dakika sürüyordu. Bazen de öğretmenlerin verdiği dersleri yetiştiremeyip, vapurun alt katına inip derslere göz attığım zamanlar da oluyordu. Orada da insanlar vardı ama, etrafıma bakmaya, benim zamanım ve imkânım olmuyordu. Zaten buradan denizi görmek de mümkün değildi.
Yine öğretmenlerin takriri, münazaralar, komite çalışmaları, konferanslar, müşterek tatbikatlar, harp oyunları vs. şeklinde, dersler devam ediyordu.
Plan tatbikatlarında ise benim bulunduğum taraf şanslı sayılırdı. Lojistik yönden, yük bende olurdu ve arkadaşlar endişe etmezler, rahat ederlerdi. Lojistikle ilgili her türlü problem için bana müracaat ederlerdi. Lojistik öğretmeni bile, ki uçak bakımcısıydı, bazı konularda benim fikrimi sorardı. Çünkü ikmalci olarak , konuların esasını, tatbikatını bilen yalnızca ben vardım.
Bu arada sosyal faaliyetlerimiz de devam ediyordu. 21 ekimde diğer sınıflarla tanışma toplantılarımız, 1 ocak 1968 ve 10 mart 1968 tarihlerinde ( ramazan ve kurban bayramı) bayramlaşmalarımız, Ataköy de yemek yememiz gibi. ., İzmit kağıt fabrikasını ziyaretimiz gibi. Tetkik gezilerimiz de oluyordu..
B. AKADEMİK GEZİ- KUZEY ANADOLU
1968 senesi memleket gezilerimiz için Karadeniz, Kars Erzurum gibi bölgeler planlanmıştı. Bunun için, havaların ısındığı temmuz ayı bekleniyordu.
Birinci ve biz ikici sınıflarla, Yeşilköy’den uçakla Samsuna uçtuk. Samsun meydanından otobüslere, Atanın Samsun’a çıktığı iskeleye gittik. 19 mayıs 1919 zamanının badireli günlerini hatırlayıp, Atatürk’ü yad ettikten sonra, yolumuza devam ettik. Bir tarafta deniz, bir tarafta dağların yeşilliğini görerek, tadarak, Trabzon’a vasıl olduk. Trabzon’da kara kuvvetlerine ait ordu evi vardı oraya yerleştik. Bilahare, Atatürk’ün kaldığı beyaz köşkü görmeye gittik. Köşk, yüksek bir tepenin üstünde Geniş bir araziye sahipti. 1903 tarihinde özel bir şahıs tarafından yapılmış, 1923 yılında Atatürk Trabzon’u ziyaretinde, burada kalmıştı. Bilahare, hayırsever mal sahibi, köşkü Millî emlak’e bağışlamıştı. Milli emlak tarafından da Trabzon’a geldikçe kalması maksadıyla Atatürk’e hediye edilmişti. Atatürk 1930 ve 1937 yıllarında iki defa daha Trabzon’u ziyaretinde burada kalmıştı. Köşk, Geniş arazisi içinde, çeşitli çiçeklerin ve çeşitli ağaçların yükseldiği ormanlık bir alan içinde, kendine özgü kuleleri ve beyaz rengiyle göze çarpıyordu. İki katlıydı, kulelerin bulunduğu, bir de teras katı vardı. Atatürk’ün eşyaları ile birlikte bir müze haline getirilmişti.
Bu kıyı kentinde, ziyaret ettiğimiz başka bir orijinal yer daha vardı ki o da Sümela Manastırıydı.. Oraya patika bir yolla çıkılıyor, 30 dakika sürüyordu. Her ne kadar bu yüksekliğe ulaşmak zor olsa da, dağın yamacınca bulunan Ağaçlar, yeşillikler vahşi doğası ve yapısının enteresanlığıyla görülmeye değer bir yerdi. Tabii mağaralardan oluşan Manastırın içi ise bölüm, bölüm ve renkli frenkslerle süslenmişti.
Trabzon’da bir gece kaldıktan sonra, sağımızda yemyeşil yamaçlar, solumuzda deniz olmak üzere yolumuza devam ettik ve Rize’ye ulaştık. Rize’de, Hava kuvvetlerine ait bir de Radar mevzii vardı. Önce orasını ziyaret ettik, Radar mevzii hakkında bilgi aldıktan ve öğle yemeğini yedikten sonra, Rize çay fabrikasını ziyarete gittik. Yeşil çay yapraklarının ve filizlerinin, fabrikada nasıl siyah çay haline dönüştüğünü gördük. Üstelik bize, ev sahibi olarak, güler yüz göstermişler, şimdiye kadar hiç içmediğimiz güzellikte ve nefasette, demli çay ikram etmişlerdi. Rize’de bir gece kaldıktan sonra, sabahleyin Hopa’ya doğru yola çıktık. Yine solumuz deniz, sağımız yeşillik olmak üzere, dağları seyrederek Hopa’ya ulaştık.
C. KUZEY DOĞU ANADOLU
Hopadan sağa dönerek Artvin - Ardahan yoluna saptık. Artık yolumuz yokuşa vurmuştu. Yemyeşil ormanlar, sarp, daracık ve kötü yolar, öyle ki, karşıdan bir araba görününce, otobüsleri yolun geniş bir tarafına çekmek ve beklemek suretiyle, araçların geçmesine olanak sağlayarak yolumuza devam ettik. Üstelik öyle yerlerden geçtik ki yolun bir tarafında korkunç uçurumlar vardı. Şakalaşmalar, konuşmalar susmuş, herkes dikkat kesilmiş, vahşi manzaraya bakıyorduk. Borçka- Cankurtaran geçidini geçtikten, Ancak daha yükseklere, yaylalara çıktıktan sonradır ki böyle kötü yollardan kurtulabilmiştik. Ardahan’a yaklaşırken, yaylalar, yemyeşil çayırlar ve buz gibi, sularla karşılaştık. Çeşmelerden akan suları görünce de dayanamadık, otobüslerden indik, soğuk sular içtik ve bir müddet, çamların altında istirahat edip, dinlendik. Fotoğraflar çektirdik
Ardahan yaylalarında, yayılıp, otlayan büyük ve küçük baş hayvan sürüleriyle karşılaştık. Anlaşılan bu bölgeler daha ziyade hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Küçük ve şirin Ardahan’ı geçtikten sonra Kars’a doğru yöneldik.
Kars, hepimizin bildiği gibi, bir Serhatlar şehrimizdi. Taa Urartulardan kalma eserler olduğu gibi, Osmanlılardan ve Ruslardan kalma eserler de vardı. Osmanlılarla- Ruslar arasında birkaç defa el değiştirmişti. Bilhassa, 1877-1878 Rus- Osmanlı (Ki buna 93 harbi de deniyordu) harbinde, Rus işgalinde kalmış, bu işgal, aşağı, yukarı kırk sene sürmüştü. Dolayısıyla, Ruslardan kalma yapıtlar da vardı. Bunlardan biri de Çariçe Katerina’ya izafeten isimlendirilen Çar av köşkü idi. Ayrıca, Kars Sultan sarayı, Kars Kalesi (Bilhassa dış kalesi harabe halinde) ve Ani Harabeleri vs. Bu eserleri gezip gördükten sonra Erzurum’a doğru yola çıktık. Erzurum’a varmadan, düşmandan ziyade, Enver Paşanın hatası ve tabiatın hışmına uğrayıp, soğuk ve kar sebebiyle şehit olan dosan bin evladımız için saygı duruşunda bulunup, dua etmek üzere Allah-u Ekber dağlarına uğradık.
Erzurum’da üçüncü Ordu karargahı ve ordu evi vardı. Önce Ordu evine giderek yerleştik. Zaten geç vakit olmuştu. Ordu evinde akşam yemeğimizi yedikten sonra, uykuya çekildik. Ertesi sabah, kahvaltı yaptıktan sonra, Komutan ve öğretmenlerimiz ordu karargâhına giderek, Ordu komutanı ve ilgilileri ziyaret ettiler. Her vilayette olduğu gibi, İlin valisini de ziyaret etmişlerdi. Onlar döndükten sonra, Erzurum kongrelerinin yapıldığı binayı görmeye gittik.
Mustafa kemal paşa, Amasya’dan Sivas’a, oradan da 3 temmuz 1919 günü Erzurum’a gelmişti. Gelir gelmez, sine-i Millete döndüğünü ilan etmiş ve büyük bir kongre hazırlıklarına girişmişti. 23 temmuzda başlayan kongre iki hafta sürmüş ve Türk milletinin kaderini değiştirecek kararlar alınmıştı. Kongre bir okul binasında yapılmıştı. Bu bina bilahare yanmış, yerine yeni bir okul binası yapılmış. Binanın büyük salonu ise kongrenin yapıldığı şekle sokulmuş ve aynı zamanda müze olarak ziyaretçilere açılmıştı. Kongreye iştirak eden bütün delegelerin isim ve resimleri, vs. yazışma tutanakları, halkın ziyaretine sunulmuştu. Ne kadar zor şartlar altında bu kararların alındığını, tarih kitap ve öğretmenlerimizin anlatımıyla biliyorduk. Ama, O muhterem insanların isimlerini ve resimlerini yerinde görmek, o havayı teneffüs etmek, bizim ufuklarımızı öylesine genişletmişti ki….
Daha sonra Çifte Minareli Medreseyi görmeye gittik. Bu Medrese, 1877-1878 Osmanlı -Rus harbinde hastane olarak kullanılmıştı. Çifte Minareli Medrese, bunca seneye rağmen ayakta kalabilmişti. Fakat yaralıydı. Ağzı, dili olsa kim bilir neler, neler çektiğini anlatacaktı.
Ertesi günü de Aziziye Tabyalarına gittik. Bu tabyalar, yine 93 Osmanlı- Rus harbinde geçen gerçek bir kahramanlık öyküsünü anlatacaktı.
Aziziye tabyalardaki Osmanlı askerleri savunma durumundaydı. Gece olmuştu. Bir miktar Ermeni askerleri, tabyalara sızmışlar, uykuda yakaladıkları askerleri öldürmüşlerdi. Ayrıca Rus askerlerine haber ulaştırmışlar, Onlar da katliama iştirak etmişlerdi. Yaralı bir Osmanlı askeri kaçarak şehre ulaşmış, durumu bildirmişti. Cami minarelerine çıkan Çağrıcılar ‘’Rus ve Ermeni askerleri, Aziziye tabyalarında bulunan askerlerimize katliam yapıyorlar, silahını, baltasını alan vatandaşlar yardıma koşsunlar’’ diye halka sesleniyor ve yardım istiyorlardı. Halk coşmuş, eline ne geçirdiyse (Silah, balta, nacak, çapa, sopa) kalabalığa katılmış Aziziye tabyalarına doğru koşuyorlardı. Bunlardan biri de geç bir kadın olan Nine Hatundu. Nene Hatunun kocası askerdeydi, Asker kardeşi ise evde yaralı yatıyordu. Bir de küçük bebeği vardı. Aziziye Tabyalarında bulunan askerlerin katledilmekte olduğunu duyan Nine Hatun, bebeğini Allaha emanet ederek, eline ne geçirdiyse onunla, kalabalığa karışmış yardıma koşuyordu. Başlangıçta, modern silahlar karşısında halk epey zayiat vermiş, sonra Rus ve Ermeni askerlerine galebe çalmış, Tabyalardan sürüp çıkarmıştı. Kaçabilenler halkın elinden kendilerini zor kurtarmışlardı. Nene Hatun da yaralananlardandı, Ama kahramanca mücadele etmiş ve halkın gözünde kahraman olmuştu. Kahraman Nene Hatun 97 yaşına kadar halkın kalbinde kahraman olarak yaşamıştı…….
Programa göre, 20 Temmuz 1968 e kadar Erzurum’da kalacaktık. Burada ve diğer gezdiğimiz yerlerde, görmek istediklerimizi görmüş, Memleketimizin çok güzel ve tarihîn hem eski hem yeni eserlerini tanımış, dersler almıştık. Artık geri dönmek zamanı gelmişti. Yarın sabah iki adet C-47 uçağı gelecek, Bizi İstanbul’a götürecekti. Bir gece daha ordu evinde, tarihin kucağında kalacaktık.
Bu arada, biz yazın sıcağında, Anadolu’nun yüksek yerlerinde serinliklerde dolaşırken, aklım hep eşimdeydi. Küçük kızı, Gülşen hamileydi. Onun yanında damadın yaşlı teyzesi( daha doğrusu, babasının teyzesi) vardı ama, Eşim de kızının yanından ayrılmıyor diye düşünüyordum. Belki de büyük kızı Gülcan, zaman, zaman dört yaşındaki oğluyla geliyor, onları yalnız bırakmıyordu. Aslında, Gülcanın işi zordu, Çünkü kalabalık bir aileye gelin gitmişti. Damadın anneannesi, anası, babası, teyzesi, kız kardeşi. Çocukla beraber sekiz kişi oluyorlardı. Bu sebeple eşim, kızına hep acıyarak bakıyordu. Yasemin Hamamcıların evine gitmez olmuştu. Çünkü, damadın Teyzesiyle araları açılmıştı. Bu sebeple, ben Hamamcılar ailesinden yalnız, Gülcanın görümcesi Selma hanımı tanımıştım. Onu da ilk defa, Gülcan ile Kartaldaki evimizi ziyaretlerinde görmüştüm.
D. NOYANIN DOĞUŞU
Geziden döndükten sonra münazaralar, harp oyunları, tatbikatlar derken, Ağustos ayına girmiştik. , Akşam evde otururken kapı çaldı. Gelen, Gülşenin arkadaşı Kara Handandı. Gülşenlerle aynı katta, karşı dairede oturuyorlardı. ‘’Çabuk gelin, galiba Gülşen doğuracak’’ dedi. Bizim oturduğumuz ev hemen arka sokaktaydı. Acele giyinip, çıktık.. Gerçekten Gülşen sıkıntıdaydı. Hemen bir taksiyle Zeynep Kâmil hastanesine götürdük. Doktorlar yatırdılar, ben dışarıda, annesi içerdeydi. Bir müddet sonra, çocuk viyaklaması geldi. 2 Ağustos 1968, Gülşenin bir erkek çocuğu olmuştu. Hepimiz sevinçliydik ama, damat denizlerde, görevli olduğundan, henüz haberi yoktu. Allah’a şükür ana da çocuk da sağlıklıydı. O gece uykusuz kalmıştık ama, değmişti. Sabahleyin onlar hastanede, ben ise okul yolundaydım.
4. KURMAY SUBAY
A. AKADEMİK STAJ
Bu defa imtihanlara sıra gelmişti. İmtihanlarda, daha ziyade Hava Taktik ve lojistik sorularının çıkacağını tahmin ediyorduk. Lojistik konularını çok iyi bildiğime göre, fazla endişeli değildim. Ama adı üstünde yine imtihandı. İmtihan sonunda, soru-cevap kağıdını verdikten sonra rahat etmiştim. Neticeyi öğrenmek için bir hafta on gün beklememiz gerekiyordu. Beklemek de zordu ya!...Nihayet, neticeler gelmiş, 30 Ağustosta diplomalarımızı almıştık. Diplomaya göre: iyi dereceyle kurmay olmuştum. Derecem ise 11/20 , yani yirmi kişi içinde 11nci idim..
Senelik iznimi kullanacaktım, Bu zaman zarfında, Ankara’da ev bulmam, buradaki evi boşaltıp, Ankara’ya taşınmamız gerekiyordu. Cevizli dinlenme kampında da yer ayırtmıştım. Kampta dinlenirken, tayinimin çıkmasını bekleyecektim. Genellikle, tayinler Gen kur. Bşk.lığına çıkıyordu. Bir sene orada görev yaptıktan sonra, tekrar İstanbul’a, gelecek, Silahlı Kuvvetler Akademisinde okuyacaktım. Bu Akademiyi bitirdikten sonradır ki asıl tayin yerim belli olacaktı. Yani bir sene için Ankara’ya gidip- gelecektik.
Cevizli Kampı, Kadıköy’e yakın sayılırdı. Dolmuşlarla, gidip-gelme imkânı vardı. Bu sayede, eşim ve ben Gülşeni ve torunu görebilecek, ilgilenme imkânı bulabilecektik. Nihayet tayin edildiğim yer belli olmuştu. Tahmin ettiğim gibi Gen kur. Karargâhı loj. Başkanlığı idi. Bir ara, Ankara’ya gidip ev bulmalıydım. Bu sebeple yalnız gidiyordum. Tayin yerimin civarında dolaşırken, Küçük Esat, Akay yokuşunda, uygun bir ev buldum. Yokuşu çıkınca, hemen sağda ikinci evdi. Kagir, eski tip, kaloriferli, dört katlı bir Apt. dı. İki odası, bir salonu, mutfak, banyosu vardı. Apartman çukurda kalıyor, giriş kapısına beton merdivenlerle iniliyordu. Bizimki üçüncü katta, sokağın bir-iki m. yukarısında. Bulunuyordu. Her katta üç dairesi vardı. Gen kur. Karargahına da yakın sayılırdı. Yürüyerek gidip-gelme imkanım vardı.
Evi tuttuktan sonra İstanbul’a döndüm. Nihayet eşyaları topladık. Bu arada, Halide abla, kullanılmış gar dolabını bize vermişti. Bir kamyonla, Akay’daki evimize taşındık. Yasemin evin yerini sevmişti. Kendine göre bir muhit edinecekti. Kamil Albay emekli olmuş, Aşağı Ayrancıda bir ev almışlardı. Çocuklar okuduğu için Ankara’dan ayrılmak istememişlerdi. Yasemin. Ayten Hanımlarla ve diğer lojman arkadaşlarıyla görüşmemizi isteyecekti. Ayrıca Nadire ablamlar Büyükesat’ta oturuyorlardı. Oraya yürüyerek bile gidebilirdik. Gen kur. Loj. Bşk .lığında göreve başladım. Şube müdürü, Kur. Alb. Muhittin Fisunoğlu, çalışkan, titiz, hareketli bir insandı. Ayrıca benim gibi staj yapan devre arkadaşım, karacı kur.Bnb. Ömer bodur oğlu vardı.., diğeri ise, silahlı kuvvetler akademisini bitirmiş, Kur. Bnb. Doğan Beyazıt’tı. Ayrıca biri havacı (yedek subaylıktan geçmiş) diğeri Muhabereci iki subay daha vardı. görevlerimiz arasında, Jusmmat -(Amerikan yardım teşkilatı) tarafından yardımla ilgili yazılara cevap vermek, üst kademe, Loj. plan ve emirleri hazırlamak, Başkanlıklar arası toplantılara katılmak gibi hususlar bulunuyordu. Şube Md. nün bilgisi dahilinde, öğleden sonraları, İngilizce kurslarına da devam etme imkanı buluyordum.
Apt.ının , aynı katında, üç daire var demiştim. Tam karşımızda, Gülşen hanımla kocası Ercan bey, yan tarafımızda da Nimet hanımla kocası Ekrem bey oturuyorlardı. Gülşen hanımın eşi hakimdi, eşi ise ev kadını, Nimet hanımlarla daha samimi idik ve sık görüşüyorduk. Ekrem beyin birinci evliliğinden evli çocukları vardı, Ama Nimet hanım geç evlenmişti. Ekrem bey emekliydi. Eşi ise ev kadınıydı. Yaseminin çok güzel yemek yaptığından bahsetmiştim. Bir gün su muhallebisi yapmış, üzerine pudra şekeri serperek, iki kase halinde Nimet hanımlara vermişti. Biz de evimizde yedik çok memnun kalmıştık. Bir-iki gün sonra Nimet hanımlara gece oturmasına gitmiştik. Su muhallebisi konusu açılınca, tuzlu olduğundan bahsetmesinler mi? Allahtan çok samimi olduğumuz için açıkça söyleyebilmişlerdi. Eşim, pudra şekeri yerine, yanlışlıkla tuz ektiği için biraz mahcup olduysa da, ‘’telafi ederiz ‘’ diyerek, işi tatlıya bağlamıştı. Gerçekten ertesi günü özel olarak, tekrar su muhallebisi yaparak Nimet hanımlara ikram etmişti.
Gen kur.da çalışırken, normal olarak, sıramız gelince nöbet de tutuyorduk. Nöbeti sabah mesai ile beraber devir alıyor, ertesi günü, yine mesai başladıktan hemen sonra, devir ediyorduk. yerimiz, karargahın ön tarafında bulunan iki kapısından biriydi. Diğeri de generallerin girip-çıktığı kapıydı. Arka tarafta , bir de üçüncü kapı vardı ki buradan siviller ve Astsubaylar girip-çıkıyordu. Bir sabah, mesai başlamadan, erken saatlerde, Gen kur. Başkanı Cemal Tural’ın, arkasında yaverleri olduğu halde, oturduğum camlı odaya doğru geldiğini gördüm. Heyecanlanmıştım. Hemen nöbetçi odasından çıkıp, selâm durdum. Şöyle bi baktı. Sanki bir kusur bulmak ister gibiydi. Yanıma yaklaştı. Belimdeki palaska ve tabancayı gördü, eliyle şöyle bi düzelti, sonra da avenesiyle çekip gitmişti. Sanki, kendi giriş kapısındaki nöbetçi subayını nasıl olsa her gün denetliyorum, bir de diğer kapıdaki nöbetçi subayını denetlemek istermiş gibiydi.
. B.SİLAHKI KUVVETLER AKADEMİSİ
Nihayet, 30 Ağustostan sonra, Silahlı kuvvetler akademisine gönderilmem konusundaki Gen kur. emri çıkmıştı.
Evi boşaltmayı düşünmüyorduk. Yalnız aynı şubede çalıştığımız, yarbay rütbesindeki karacı bir arkadaşın teklifi vardı. Yeni evlenecekti. ‘‘Eşyalarınızı bir odaya koyun, evin kirasını ben ödeyeyim, siz gelmeden bir ay önce evi boşaltayım’’ diyordu. Bu konuyu eşimle müzakere ettik ama eşimi ikna edemedim. Kendisi şüpheci ve benden gerçekçiydi. ‘‘Ya çıkmazsa’’ diyordu. Haklı olabilirdi. O bakımdan teklif sahibine olumsuz cevap vermiştim.
Kiralık ev bulması için Gülşen’e mektup yazmıştık. Bir arkadaşının Anneannesinin evini bulmuştu. Gülşenlerin evinin karşı sokağında idi. İki katlı evin üst katıydı.. Yaşlı kadın birinci katta oturuyordu. Biz de üst katında. Evin, Gülşenlere yakın olmasına çok sevinmiştik. Ben Akademiye gittiğim zamanlar, Yasemin, Kızını ve torununu sevmeye gidecek mutlu olacaktı.
Bu arada senelik iznimi almış, 15 Ağustosta Cevizli kampına gidecektik. Çok az eşya ile kiralık eve taşınmıştık. Çünkü ev mobilyalıydı. Belirli bir zaman için kalacağımızdan, bizim de , işimize gelmişti. Şöylece bir temizlik yaptıktan sonra yerleştik.
Toruna Mehmet Noyan adını koymuşlardı. Torun çok sevimliydi, Bir yaşını geçmişti. Zaman, zaman, Gülcan da oğlu Enginle kız kardeşine geliyordu. Büyük torun da dört yaşındaydı. Anneannesiyle güle, eyleye oynuyorlardı. Cevizli kampına gittiğimizde de hem Gülcan, hem Gülşen torunlarla beraber geliyorlar, biz çocuklarla ilgilenirken onlar da denize girme fırsatı buluyorlardı. Noyan’ı kamp içinde dolaştırırken, çabuk yoruluyor, hemen önüme geçerek, ‘ kocama al dede, kucağıma al diyerek, kucağımda gezdirilmek istiyordu. Onun bu sözünü hiç unutmayacaktım. Daha önce de bahsettiğim gibi, Gülcan kalabalık bir aile içinde yaşıyordu bu nedenle, kampa sık gelemiyordu. Bu sebeple de annesi hep onu merak ediyordu.
On beş gün böylece geçmiş, 2 Ekim 1969 tarihinde, Akademiler komutanının konuşmasıyla, diğer Akademilerle beraber, Silahlı Kuvvetler Akademisi de açılmıştı.
Bu defa, kara, deniz ve hava kurmay subayları bir arada ders görüyorduk. Dz.Kur. Bnb. Mustafa Turnçoğlu ile aynı sırada oturuyorduk. Sınıfta aynı devre değil, muhtelif devrelerden subaylar bulunuyordu. İki sınıf halinde ve altmış kişilik bir gruptuk.
Dersler daha ziyade, münazara şeklinde yapılıyordu. Programa göre, Konular ele alınıyor, öğretmenin uygun gördüğü bir kişi kürsüye geliyor, o konu üzerindeki görüşlerini anlatıyordu. Yine konu üzerinde değişik görüşleri olan kişiler de konuştuktan sonra, öğretmen kendi fikir ve görüşlerini, kendi doğrularını belirtiyordu.
Konular ise genellikle şöyleydi:
-üçlü kuvvetlere (Kara, Deniz ve Hava) ait bilgilerin daha üst (Genelkurmay) seviyeye ulaştırılması,
-Üçlü kuvvetlerin, (Müşterek Harekât, Teşkilat ve silahlanma) prensip ve doktrinleri,
-Üçlü harekâtın (J) seviyesinde karargah çalışmaları,
-Türkiye’nin jeopolitik durumu, bu alandaki gelişmeler ve savunma prensipleri,
- Nükleer çağ ve tesirleri,
-Fezanın önemi ve fezadan yapılacak füze saldırıları,
-Stratejik istihbarat,
-Harekât alanları Kuvvet komutanlığı ve Genel kur. Bşk.lığı seviyesindeki millî ve askerî problemlerin çözümüne yarayacak millî güç, milli güvenlik bilgileri,
-Komşu devletler ve muhtemel mütecavizin imkân ve kabiliyetleri,
-Özel silahlar ve bunların üçlü harekât üzerine tesirleri.
Yani, genel bir ifadeyle, Kara, Deniz ve Hava Harp Akademilerini bitiren kurmay subaylara, Cephe Komutanlığı, Gen.kur. Bşk.lığı karargahı seviyesinde, üçlü ve ikili kuvvetlerin harekâtının planlanması, koordinasyonu, sevk ve idaresi hakkında bilgi vermekti.
Yanında oturduğum, Mustafa Turuncoğlu çok efendi, mazbut, sevdiğim bir insandı. Kendisinin eski de olsa bir arabası vardı. Her gün onunla gidip-geliyordu. Bazen, onun yanına ben de oturuyor, Karaköy vapur iskelesine kadar gidiyordum. Ben indikten sonra, kendisi Aksaray’a doğru yoluna devam ediyordu. Zaten Denizcilerle akademiden bu yana iyi anlaşıyorduk. Anadolu Yakasında oturan Sadun Öztürk, Erdinç Tezer, Turan Özer gibi sevdiğim arkadaşlarım vardı. Silahlı Kuvvetler Akademisinde ise Mustafa Turunç oğlunu tanımıştım. Hatta, Silahlı Kuvvetler Akademisiyle İzmir’e geziye gittiğimizde bile Turuçoğluyla Ordu Evinde iki yataklı odada kalmıştık.
Silahlı Kuvvetler Akademisi, 28 şubat 1970 tarihinde sona ermişti. 48/60, iyi dereceyle bitirmiştim. Tayinim de Hv. K. K.lığı Lojistik Başkanlığına çıkmıştı. Artık Ankara’ya geri dönecektik.
Eşime ve bana göre dönmeden önce halletmemiz gereken bir mesele vardı. Makbule, Nadire ablamın kızıydı, yeğenimdi. Güzel, duru, temiz bir yüzü vardı. Ama talihi, yüzü kadar güzel olmamıştı. Evlenme çağına geldiği zaman, Köy öğretmeni talip olarak ortaya çıkmıştı. Ama öğretmen devlet memuruydu. Herhangi bir yere tayini çıktığı zaman, normal olarak eşini de götürecek, ablamla eniştem, kızlarına hasret kalacaklardı. Bu nedenle olumsuz cevap vermişlerdi. Kızlarının bir damat adayı daha vardı, Selahattin.! Selahattin, ana bir baba ayrı, ablamızın oğluydu. İstanbul’da, seyyar gazetecilik yapıyordu. İstanbul ise, bizim köylülerin hayran kaldığı, ilk baharda gelip, sebze meyve sattıkları, genellikle sonbaharda köye döndükleri yerdi. Eniştem bile askerliğini Hadım köyde yapmış, o arada Haydarpaşa lisesinde okurken beni ziyarete gelmişti. Yani, İstanbul’da yaşamak bizim köylülerin tutkusuydu. Dolayısıyla kızlarını, Selahattin’le evlendirmeyi uygun görmüşlerdi. Modada iki katlı, ahşap küçük bir ev ile, kullanılmış da olsa bir arabaya sahiptiler. Ablam , küçük oğlu Fevzi yi ile (3 aylık), misafirliğe geliyor, onlarda kalıyordu. Zamanla, Makbule’nin üç kızı olmuştu. Erkek çocuğuna kıymet veren, ve hayalinde oğlan çocuğu olan Selahattin ise bu durumdan hiç hoşnut olmamıştı. Artık karısını hırpalamaya, hor görmeye başlamıştı. Eşim ise haksızlığa tahammül edemeyen bir yapıya sahipti. Ben muhatap olmadığım halde, O ‘’Ne koyduysan onu alıyorsun, kızın kabahati yok’’diyerek tepkisini gösteriyordu.
İşte Ankara’ya döneceğimiz bu günlerde, Yine ana bir baba ayrı, kardeşim Celâl’in oğlu Hasan, ki, Selahattin’in yanında çalışıyordu, alı, al, moru, mor Gülşenlere geldi (Acıbadem Yıldız Bakkaldaki) ve Selahattin’in Makbule’yi dövdüğünü, ağzını, burnunu palaskayla döverek kanattığını haber verdi. Biz hemen bir taksiyle oraya gittik ki Kızın hali gerçekten perişandı, ağzı burnu kan içinde, yüzünde, kollarında morluklar vardı. Çocuklar da ağlaşıp duruyorlardı. Çocukların en büyüğü dokuz, ortanca yedi, küçüğü de dört yaşlarındaydı. Oturup, konuştuk, mümkün olduğu kadar teselli etmeye çalıştık. Ama yengesi, ‘Makbule yi , Ankara’ya, annesinin, babasının evine götürelim’ diyordu. Makbule de çoktan razı idi. Artık bıçak kemiğe dayanmıştı anlaşılan. Ama yengesinin, bu konuda tecrübesi olduğu için, bir önerisi vardı. ‘’Hazırlan, yarın sabah gelir seni alırız. Ama istersen çocuklarını babalarına bırak , iyi düşün‘’diyordu.
Ertesi günü, Suat hanım ve Gülşen ile vedalaşıp Mehmet Noyan’ı öptükten sonra, ( ki çocuk herkesin arkasından ağlardı), ağlamaya başlamıştı, bir taksi tutarak Moda’ya gittik. Selahattin yine evde yoktu ama Makbule denk gibi bir şey hazırlamış, çocuklarını giydirmişti. ‘‘Yenge, çocuklarım çok küçük, ben onlarsız yapamam’’diyordu. Biz de onun bu düşüncesine saygı duyduk ve doğruca İstasyona gittik. Makbule’nin eşyalarını yük vagonuna koyduk, İstasyondaki büfeden bir şeyler aldık ve yola koyulduk. Yol boyu, konuştuğumuz konu, Makbule, çocuklar ve dövme, ayrılma üzerineydi. Ayrıca Makbule, kocasının bir kadınla da ilişkisi olduğundan bahis ediyordu. Sabahleyin Ankara Garında indikten sonra, yine bir taksi ile anlamların Büyük Esat’taki evlerine vardık. Neyse ki Fevzi enişte de evdeydi. Ablam bizi, Makbule ile çocukları görünce çok bozuldu. Durumu anlatıp, ‘’ kızınızı ve torunlarınızı size getirdik ‘’ dedik, ama nafile. Nadire ablam, Yengesinin yüzüne karşı,’’Sanki biz getirmesini bilmez miydik’’ diyerek memnuniyetsizliğini belli etmişti.. Her ne kadar, efendi ve kendini bilen bir insan olan enişte, karısına, bu memnuiyetsizliğinden dolayı çıkıştı ise de eşim çok bozulmuştu. Ablamın ve eniştenin, Makbule’nin durumundan haberleri olduğu, fakat onu ve torunlarını getirmek istemedikleri anlaşılmıştı. Bana göre, üç çocukla bir kadının baba evine geri dönmesi, her iki taraf için de zordu. Üç çocuğunu büyütünceye kadar Makbule kim bilir neler çekecekti. Ama eşim, ablamın söylediği bu sözü hiç unutmayacaktı. Buna mukabil, her zaman için Makbule’nin yanında, ve ona destek olacaktı. Çünkü, ablamın dört çocuğu içinde en çok Makbule’yi seviyor, tutuyordu. Galiba biraz da, kendi kaderine benzemesi sebebiyle onun için üzülüyordu.
5. Hv. k.k.LOJ. BAŞKANLIĞI
A. GÖREVLER
Akaydaki evimize döndükten sonra, bir kaç gün daha kalarak, temizlik ve kapattığımız eşyaların yerleştirilmesi için eşime yardım ettim. Sonra, tayin yerim olan Hv.K.k.Loj.Bşk.lığı Plan şubesine gittim. Plan Şube Müdürü, Kur. Alb. Hayri Gülşeni idi. Şubede, Kur. Bnb. Erdoğan Akünal, Kur Yzb. Erkan Fercan, Yzb.Yusuf Cansız, Ütğm. Yılmaz vardı. Hepimiz aynı odada görev yapıyorduk. İdarî kısım ise, karşıda, ayrı bir odada idi. Orada da iki kadın, iki astsubay çalışıyordu.
Görevimiz, Harekât. Bakım, Muhabere, Ulaştırma şubeleriyle koordine yapmak suretiyle, Loj. Planlar yapmak, Bu konuda gelen, emir ve yazılara cevap vermek ve bazı müstakil projeleri yürüterek sonuca ulaştırmaktı. Ayrıca, teftişlerde, Loj. Bşk.lığı adına, birlikleri denetlemekti. İşimiz çok yoğun görünüyordu.
Müstakil projelerden birisi de görev olarak bana verilmişti. Konusu, İstanbul, Üsküdar Kız Kulesinin karşısında, Belediye’ye ait iki katlı bir binanın Hava K.K.lığı envanterine geçirilmesiydi. Bu yolla, Alem dağdaki füze üs personeli için lokal yapılmak isteniyordu. Uzun yazışmalardan sonra, bina Hava K. K.lığı envanterine geçmişti. Aslında bu proje, İstihkâm ve emlakçıların işiydi. O sıralar, İstihkâm ve emlak, Loj. Bşk.lığına bağlıydı, henüz bir daire md. lüğü olarak teşekkül etmemişti ve halen personel zafiyeti vardı. Bu sebeple proje bana verilmişti. (Daha sonraları, emekli olup Kadıköy’e yerleştikten sonra, bu binayı görmüş, çok beğenmiştim. Kız kulesinin tam karşısında, Gülhane parkını, Karaköy dahil Beşiktaş’a kadar bütün sahili gören şahane bir manzarası vardı. )
B .ORTA DOĞU AMME ENSTİTÜSÜ
Bu meyanda, Türkiye Orta Doğu Amme Enstitüsü Genel Md.lüğünden bir yazı gelmişti.,. Kurs için bir subay gönderilmesi isteniyordu. Evrak, Lojiktik Baş.lığına havale edilmiş, Başkan da beni uygun görmüştü. Organizasyon Ve Metot kursu için bir eleman istiyorlardı. Kursun yeri Akay yokuşu civarında, bizim eve yakındı. Oraya gittiğimde, Subay olarak yalnız benim bulunduğumu anladım. Diğerleri, muhtelif bakanlık elemanlarından oluşuyordu. Sivil personeldi.
Kurs üç ay sürmüş, (14-03-1971/ 04-06-1971) çok yararlı bilgiler edinmiştim. Kursu bitirdikten sonra, Loj. Bşk.lığı Plan şubesinde , görevime daha bilinçli olarak devam ettim. Kursun bitiminden dört ay sonra verilen 20-10-1971 tarihinde , Orta Doğu Amme Enstitüsünden sertifika gönderilmişti. Buna göre: kursu üstün başarı ile bitirmiştim. Verilen sertifikada öyle yazıyordu.
Bu arada, 1nci ve 2nci Taktik Hv. Kuvvetleri ( Eskişehir ve Diyarbakır) birliklerinin teftişlerinde, loj. Bşk,lığını temsilen, bulunmuştum. Ayrıca, NATO Karargâhlarına, konferanslara da gidiyordum. İki defa Napoli’ye, bir defa da Danimarka’ya, bir defa da Atina’ya gitmiştim . Konferanslar sırasında, Napoli’deki arkadaşları yakından tanıdım, oraların havasını teneffüs ettim.
NATO nun Merkez komutanlığı, Belçika- Brüksel’de, Güney Saha Komutanlığı Napoli’de, Kuzey Saha Komutanlığı ise Danimarka’da idi. Danimarka’ya, bir İnşaat projesiyle ilgili olarak gidiyorduk. Yanımda, inşaat Dairesinden Kur. Bnb. Doğan da vardı. Ben Kur. Alb. rütbesinde idim: Ama Projenin asıl sorumlusu Kur. Bnb. Doğandı. Beni de Loj.Bşk.lığını temsilen Kıdemli olarak tensip etmişlerdi. T.H.Y. Uçağı ile Yeşilköy’den hareket ettik, bilhassa, Bulgaristan ve Avusturya’yı geçtikten sonra, arazi engebesini kaybetti. Yüksekten, yemyeşil tarlalar, topraklar, Muntazam kasaba ve şehirler görünmeye başladı. Hele Hollanda Amsterdam meydanına inerken, Şehir ve limanın ne kadar güzel, modern ve kalabalık olduğunun farkına vardık. Amsterdam’dan aktarma yapmak suretiyle, Danimarka’ya uçtuk, Altımızda, dümdüz ve sularla çevrili arazi görünüyordu. Netice bir meydana indikten sonra yolumuza bir askerî otobüsle devam ettik. Yol boyu, bir katlı, iki katlı, evlerin bulunduğu, şirin köylerden, yemyeşil tarlalardan geçtik, temiz iri sığırlar gördük. Konferansın yapılacağı küçük bir kasabaya geldik. Bize, konferans süresince kalacağımız yeri gösterdiler. Gece tertemiz yataklarda rahat bir uyku çektikten sonra, sabah kahvaltısı için mükellef bir sofra hazırlandığını gördük. Bizim gibi, Müttefik memleketlerden gelen subaylar da vardı. Sofrada dikkatimizi, çeken en büyük özellik, peynirlerin çok çeşitli ve bolluğu idi. Çay yerine sürahilerle sıcak süt ikram etmişlerdi.. Anlaşıldı ki burası hayvancılık ülkesiydi. O bakımdan süt ürünleri boldu. Bu sofra manzarası ile arazi yapısını uzun süre belleğimden çıkaramayacaktım.
1973 senesi 30 ağustosta, Loj. Bşk.nı olan General Ercüment Gökay, başka bir yere tayin olmuş, yerine Korgeneral Tahsin Şahinkaya gelmişti. Onu Hava Harp okulundan beri tanıyordum O tarihte Pilot Ütğm. ve bizim hocamızdı. Ufak, tefek, fakat Cin gibi kafası çalışan bir insandı. Kur.Alb. Hayri Gülşeni, general olmuş, İstihkâm-İnşaat Daire Bşk.nı olarak tayin edilmişti. Yerine Loj. Plan Şb. Müdürü olarak Kur. Alb. Hikmet Çelik getirilmişti. .Kur. Yb. Erdoğan Akü nal Alb. olmuş, Komutanın Genel sekreterliğine tayin edilmişti..
Bu tarihlerde, Kıbrıs’ta yine işler karışmış, Rumlar, giriş, çıkışı yasaklamışlardı. Bazı olumsuzluklar yaşanmıştı. Ada’ya giden turistler orada mahsur kalmışlardı. Lojmanla da karşılıklı dairelerde oturduğumuz Kamil Alb. emekli olmuş Eşi Ayten hanımla Kıbrıs’a gitmişlerdi. Bir gün Çocukları Cüneyt ile Cem eve gelmişler, anne ve babalarından haber alamadıklarını söyleyerek benden yardım istemişlerdi. ‘’Ben etraflıca öğrenir size haber veririm’’ diyerek onları evlerine göndermiştim. Gerçekten, hadiselerden hükümet haberdar olmuş, Yunan ve Kıbrıs hükümetini uyaran girişimlerde bulunmuşlardı. Bir kaç gün içinde yasağın kaldırıldığı konusunda güvence verilmiş, ben de çocuklara durumu aktarmıştım.
index.htm
zorlu19-1.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.