- 973 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Gülçiçek...(5)
Şantiye bekçisi, şoförü de sofraya davet etti.
-Sağ olasın kardeş, ben yedim bir şeyler köylülerle.
dedi şoför.
Sonra, ateşin yanındaki kocaman bir kütüğün üzerine oturuverdi. Az sonra, hafifçe esen rüzgar, yanı başlarında ki kocaman çınar ağacının yapraklarının geceyle olan senfonisi başlattı.
Ormanın korkutucu karanlığının aksine, normal gecelerde görülmeyen en sönük yıldızlar bile, gökte parıl, parıl parlıyordu. Muhteşem bir kainat manzarası gökyüzünü kaplamıştı. O sırada çınar ağacının tam üzerinden bir yıldız kaydı. Az ilerideki tepeye varamadan kayboldu.
Çınarın dili olsaydı,neredeyse ustanın dediği gibi; “Şu an aşağıdaki yaşam anının baş aktörleri , kim bilir hangi yaşam anlarının figüranları olacaklardı.” deyiverecek ti.
O ise, yüz elliye yakın yaşıyla, kaç figürana yapraklarının gölgesini sunmuş, kaç kuşa ev sahipliği yapmış, kaç kişiye yapraklarının senfonisini dinletmişti. Dekor aynı, figüranlar geçici,değişmeyen baş aktör ise kendisi idi.
İki saat kadar sonra savcı sarhoş varı bir ses tonuyla;
-Artık gidelim ha! Bari sabaha evde olalım, yarın çok işimiz var.
-Bence de !
diye cevap verdi doktor.
Ayağa kalkarken bir birlerine tutundular. Beş tane yetmişlik rakı şişesi bitmiş, bir de otuz beşlik açtırmışlardı.
Hoşça kal faslından sonra yolcuların hepsi jeepe bindi. Geride kalan üç adam jeepin arkasından el sallarken, çınarın en tepe dallarından birine tünemiş bir baykuş, iri gözlerinin birini aralamış onları izliyordu…
Bekçi ve iki adam, kalan son rakıyı bardaklarına pay ettiler. Ateş canlılığını yitirmiş, sönmek üzere olan cansız közleri kalmıştı.
Kasabaya varıncaya kadar hiç biri konuşmadı. Arada bir katip zabiti Durmuş’un horultusu duyulunca özellikle kasislere hızlı girişler yapan şoför, onu hoplatarak uyandırıyordu.
Gün ağarmak üzereydi. Harşit deresi boyunca derede sabahlamış karabatak sürüleri, derenin dalgasız gölcüklerinde ağır ağır yüzüyorlardı.
Derenin denizle birleştiği, Harşit sapağından sola dönerek Karadeniz otoyoluna saptılar. Tirebolu kalesinin tam önünde araç sağ sinyal verip yavaşça durdu. Savcı, katip, sonra doktor araçtan indiler. Doktorun evi yolun tam karşısındaydı.
-Hayırlı sabahlar
dedi savcı.
-Size de
Diye cevap verdi doktor.
Savcı ve katip tekrar araca bindiler. Jeep kasaba merkezine doğru uzaklaştı.
Karadeniz’in hırçın dalgaları sabahın durgunluğu içerisindeydi. Durgun olmasına rağmen, o durgun dalgalarıyla bile, çakıl taşlarını sahile ödünç verip, sonra fazlasıyla geri alıyordu. Taşların bir birine çarptıkça çıkarttığı bildik sesler duyuluyordu.
Yolun karşısına geçmek için yola doğru hamle yapan doktor, sağ taraftan gelen yolcu otobüsünü son anda fark ederek aniden durdu. Otobüsün içindeki yolcuların bazıları otobüsün camlarına kafalarını dayamışlar, uyukluyorlardı. Kesin, "İstanbul- Artvin seferini yapan on iki otobüsü" diye aklından geçirdi doktor.. Öğrencilik yıllarında az mı yolculuk yapmıştı ülkenin bir ucundan diğer ucuna. Yirmi dört saatlik o uzun yolun, bu son beş saatinde, Güneş’in ışıkları, uyumamaya en kararlı gözleri bile uyuklatır, ne rüyalar gördürürdü. İyice yorgun düşen bedeni, yol kenarında ışıkları yanan evlerin içinde, bir sedirde uzanmak için neler verirdi o zamanlar...
Gülümsedi...
Evet, evet. Otobüsün arkasında tam tahmin ettiği gibi, Artvin Expres yazıyordu.
Gençliği o otobüsün içinde imiş gibi, otobüsün ardından, gülümseyerek kendi kendine el salladı!...
Yolun karşısına geçip, beş katlı apartmanın demir kapısından içeriye girdi. Oldukça yorulmuştu.
Birkaç dakika sonra beş katlı apartmanın dördüncü katının balkon kapısı açıldı. Doktor, sigarasının dumanını bu kez,doğan Güneş’e, Karadeniz’e ve İçinde Tirebolu Kalesi olan muhteşem koya doğru üflüyordu.
Birkaç dakika balkonda öylece ayakta dikildi. Besbelli ki aklında Gülçiçek kalmıştı.
Neredeydi şimdi? Hangi düşünceler geçiyordu şu an aklından? Uyuyor muydu?
Yoksa, kaderine mi ağlıyordu şu saniye!...
Ahad...
Resim; Tirebolu Kalesi.