- 981 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (16)
İKİNCİ BÖLÜM
1.İLK RÜTBEMİZ
30 Ağustos tarihine kadar bu merakım devam etti. 30 Ağustos tarihi için merasim hazırlıkları yapılıyordu. Hv. k. K. ve Birinci Hv. Kuvvet Komutanı dahil üst düzey subayların da iştirakiyle, tantanalı bir merasim yapıldı. Havada uçaklar gösteriler yaptı. Nede olsa Hv. Harp Okulu birinci mezuniyetini veriyordu. Sicil numarası birinciden başlayarak, ben dahil okul mezunu arkadaşlar sıraya girdik. Hv. K. k. nı okul birincisi, İlhan’a Astğm.lik rütbesini ve uçuş brövesini taktı. İkinciye, 1nci kuvvet komutanı, üçüncüye okul komutanı derken, herkes Astğm. Rütbesine sahip olmuştu. Ama, arada fark vardı. Uçuş sertifikası alan arkadaşlar merasimde, göğüslerinin üzerine uçuş brövesini de taktırmışlardı... Ben dahil, uçamayan birkaç arkadaşın böyle bir işareti yoktu.. Buna da şükürdü. Benim gibi Uçamayanlar ‘Hava Yer’ diye adlandırılıyorduk. Ayrıca kurs görmek suretiyle, istediğimiz bir meslek sahibi olabilecektik.
uçucu arkadaşlar yeni bir hazırlığa başlamışlardı. Bir kısmı Amerika’ya, bir kısmı da Kanada’ya gönderilecekti. Oralarda uçuş eğitimlerine devam edecekler, dönüşte Hava Kuvvetleri birliklerine tayin edileceklerdi.
‘Herkes gitti, yalnız kaldım meyhanede misali,’ uçucu arkadaşlar gittikten sonra okul idaresi, beni bir meslek seçmem konusunda zorluyordu. Hava Yer diye anılan diğer dört-beş arkadaş da aynı durumdaydılar. Bizim seçebileceğimiz pek çok meslek vardı. Örneğin, bakımcı, ikmalci, istihbaratçı, radarcı, levazımcı, maliyeci, v.s.
Ben Bakım veya ikmal mesleği üzerinde duruyordum. En revaçta olanlar bunlardı. Bu iki konuda araştırma yaptım, tanıdıklara sordum. Neticede, İkmal branşını seçmeye, ikmal kursuna, gitmeye karar verdim. Okul idaresine durumu bildirdim. İkmal ve bakım okulları İzmir’deydi.
A. İ K M A L K U R S U
İzmir’deki ikmal kursuna katılmam konusunda gerekli yazışmalar yapıldı. Benim için de görev emri yazıldı. Artık hem maaş almıştım hem de yol harçlığı için ödeme yapmışlardı. İstasyona gittim, tren bileti aldım, İzmir’e ilk defa gidiyordum. Tren seyahati boyunca, düşüncelere daldım. Ne hülyalar kurmuş, ne endişeler yaşamıştım. Bir bakıma seviniyor, bir kakıma üzülüyordum.
Basmane istasyonunda trenden indim Güzel yalıya nasıl gidebileceğimi sordum. Tarif ettiler, bir otobüse bindim, Şoföre, ikmal okulunun önünde indirmesini söyledim.
Okulun nizamiyesinde hüviyetimi göstererek içeri girdim. Burası, deniz kenarında, birkaç binadan oluşan, geniş sahaya yayılmış bir eğitim merkezi idi. Önce okul idaresine gittim, Hava Harp Okulu komutanlığının benimle ilgili yazısını verdim. Beni yatakhanelerin bulunduğu binaya, bir er refakatinde, gönderdiler, orada yatacağım odayı, gar dolabımı gösterdiler. Bavulumu oraya koyduktan sonra, yemekhaneyi ve kurs göreceğimiz dersliklere götürdüler. Yemekhane ve gazinoda kursa gelen arkadaşlarla tanıştım. Kimi tğm, kimi ise Ütğm. İdiler. Onlar da birlikleri tarafından kurs için gönderilmişti.
Okulun sahası çok genişti, bakımlıydı, çiçeklerle donatılmıştı. Burasına (önceden kokar yalı) Güzel Yalı deniliyordu. İzmir’in en güzel yerlerinden biri olduğu söyleniyordu..
Ertesi günü, okulun bir sınıfında toplandık, 20 kişiydik, Hocamız ise yaşlıca göçmen bir yarbaydı. Önce kendini tanıttı, sonra arkadaşlar, teker teker kendilerini tanıttılar. İçlerinde evli olanlar bile vardı. Bunlardan biri, Güzel yalı’da kira ile ev tutuğunu söyledi. Eskişehir’den gelen iki Ütğm. Vardı. Hamdi ve Sedat. Birisi, 1nci Hv. Ana üssüden, diğeri ise İkmal Bakım Merkezinden gönderilmişti. Bir kişi de yedek subaylıktan geçme bir astğm.di. Ve bu astğm. bir bakanın yeğeni oluyordu.
B. KİRALIK EV
Evli olan arkadaşların durumuna özenerek, Güzel yalı’da benim de bir evim olsun istedim. Böylece anî bir karar vermiş, kiralık bir ev tutmuştum. Annemi getirtecektim. Tuttuğum ev, Güzel yalının yüksek bir tepesinde, bağ ve bahçe içinde, eski tipli bir villanın alt katıydı. İki odası, bir holü, mutfak ve banyosu vardı. Yüksekte olduğu için de manzarası, görüşü çok güzeldi. Okula yürüyerek gidip, gelebilecek mesafede, Güzel yalı parkının çok yakınındaydı. Hemen, yatak, yorgan, ile, çok gerekli olan mutfak malzemeri aldım. Köye, kardeşim Celal’e mektup yazdım, Annemi, Ankara’dan otobüse bindirmesini, Onu otobüs terminalinde karşılayacağımı ekledim. Doğal olarak bu işler zaman alacaktı.
C. İKMAL DERSLERİ
Gelelim kursta bize öğretilecek derslere:
İkmal mevzuu, daha ziyade uçak yedek parçalarıyla ilgili idi. Uçakların tipine göre kataloglar vardı. Uçaklar hangi ülke tarafından gönderilmiş ise, katalogları hazırlayan da orasıydı. Bir tip uçağın binlerce, on binlerce yedek parçası bu kataloglarda, çizimli şekilleriyle , parça ve stok numaralarına göre kayıt yapılmıştı. Ama İngilizce idi. Herhangi bir parçayı bulmak için o parçanın parça ve stok numarasını bilmek ve istek yaparken, istek belgesine bunları yazmak gerekiyordu. Hava Kuvvetleri envanterine girecek herhangi bir uçağın, önce en çok kullanılacak olan yedek parçaları ve katalogları, ilgili ikmal merkezine ve ilgili üsse gönderilir, ondan sonra uçaklar intikal ederdi. İhtiyaç duyulan parçalar ilk olarak o uçağın bakımını yapan bakım personeli tarafından tespit edilir, Bakım komutanlığı bünyesinde bulunan ikmal personeli tarafından, parça ve veya stok numaraları yazılmak suretiyle üs ikmal komutanlığından istekte bulunulurdu. İstenen parça varsa hemen gönderilir, yoksa, İkmal komutanlığı tarafından, İkmal-Bakım merkezlerine istekte bulunulurdu. Böylece ikmalcilerin vazifesi, daha uçaklar gelmeden önce başlardı. Gönderilen yedek parçalar ve sarf malzemeleri de nazarı itibara alınarak , stoklamak, depolamak, muhafaza etmek, ve istendiğinde yerine ulaştırmaktı. Bu döngüyü sağlamak maksadıyla da üs komutanlıklarında ve ikmal merkezlerinde, İkmalcilerden oluşan teşkilatlar kurulmuş, işleri aksaksız yürütmek üzere de subay ve astsubaylardan oluşan personel kurslarla eğitilmek suretiyle yetiştirilmiş ve yetiştirilmekteydi. Burada, bizler nazarî bilgileri aldıktan sonra asıl öğreneceğimiz, tecrübe kazanacağımız hususlar, üslerde veya ikmal merkezlerinde tatbikatla elde edilecek bilgilere dayanacaktı. Hocalarımızın üzerinde ısrarla durdukları, nazariyattan çok tatbikatın daha da önemli olduğu idi.
Üslerdeki teşkilatta, en önemlisi, üs ikmal komutanına bağlı, stok kontrol subaylığı ve depolar amirliği idi. Stok Kontrol subaylığında, Binlerce kalem Uçak yedek parçalarının, stok kontrol kartları tutuluyor, ( şimdi ise bilgisayarlarda), noksan olanlar, burası tarafından istek belgesiyle temin ediliyordu. Her parçanın stok kontrol seviyesi tutulması gerekiyordu, çünkü elde mevcut olmazsa istek yapılıp malzeme gelinciye kadar bir süre gerekiyordu ki buna transit zamanı deniyordu. Bu husus hesaba katılıp stok yapılmazsa, arıza yapan bir uçak, o parça temin edilinceye kadar, arızası giderilemeyecek, uçamayacaktı. Zaman kaybedilecekti. Her bir stok kontrol kartının üzerinde, parçanın , parça veya stok kontrol numarası yazılıydı. Böylece ne kadar yedek parça varsa o kadar da yani binlerce kart tutmak mecburiyeti oluyordu.. . Depolarda da küçüklü büyüklü binlerce parçanın , depodaki yerlerini gösteren kartlar açılırdı. Normal olarak malzemeler depolarda muhafaza edilir, küçük parçalar ambalajları içinde, raflarda, büyüklerse, icap ettiği takdirde ambalajından çıkarılır, temiz ve kullanılmaya hazır tutulurdu. Depolar amirliğine bağlı, muhtelif depolar örneğin: uçak parça depoları, çeşitli yağ cinslerini bulunduran yağ depoları, muhtelif cephaneleri bulunduran cephanelikler, oto yedek parçaları muhabere malzemelerini, bulunduran depolar gibi. Ayrıca gelen malzemeleri teslim alan, ambalajlayıp ikmal merkezlerine, tamir vesaire sebeplerle gönderen Teslim, Tesellüm bölümü de depolar amirliğine bağlıydı. Diğer bir husus, ikmal komutanlığı, levazımla ilgili malzemeler hariç, mevcut olmayan ve piyasada bulunan malzemeleri de satın alarak temin etmek durumundaydı.
İşte bize öğretilen nazarî bilgiler böyleydi. Asıl tecrübeyi tayin olacağımız birliklerde kazanacaktık.
D. YASEMİNİ İKNA
Bu arada, 29 ekim cumhuriyet Bayramı vesilesiyle, okul idaresinden bir haftalık izin çıktı. Henüz annem gelmediğine göre, epeydir haber alamadığım Yasemin ablamlar’a, İstanbul’a gitmeye karar verdim. Bir otobüse atlayarak, İstanbul un yolunu tuttum.
Yasemin ablamlar’a vardığımda kapıyı Menekşe açtı. O da şaşırdı, ben de! Ne işin var burada demeye kalmadan ağlamaya başladı.
‘’Hayrola! Bu sevinç gözyaşı mı, yoksa başka bir şey mi var?’’ dedim. ‘’Annem öldü Yusuf ağabey’’ diye sızlanmaya devam etti. ‘’ Ne zaman ve bana ne diye haber vermediniz!’’ Diye sorduğumda, Cevap, o ara sesleri duyup gelen Yasemin ablamdan geldi. ‘’Senin okul bitirme imtihanların vardı. Kafanı karıştırmamak için haber vermedik’’ diye karşılık verdi.. Böyle derken de O da ağlamaya başladı.
Rahmetli yengem bir senedir safra kesesinden rahatsızmış, Münir eniştenin vasıtasıyla, yengemi İstanbul’a getirtip Guraba hastanesine yatırmışlar. Yasemin ablam, ta Kadıköy’den, haftada iki defa hastaneye gitmek suretiyle Ona moral vermeye, destek olmaya gayret etmiş. Hatta, hastane yemeklerini yiyemediği için de beraberinde yemek götürür olmuş.. Doktorlar safra kesesi kanseri teşhisi koymuşlar ve altı ay hastanede yatırmışlar. Ama verilen ilaçlardan şifa bulunmamış ve hastadan ümitlerini kesmiş olacaklar ki eve götürülmesini istemişler. Yasemin ablam birkaç gün kendi evinde bakmış ama, ‘’İzmit’i, evimi özledim’’ deyince, dayanamayıp, bir taksi tutmuş. O tarihlerde doğru dürüst yol olmayan İstanbul’dan İzmit’e arka, yoldan tek başına üvey annesini evine götürmüş, birkaç gün kaldıktan sonra da geri dönmüş. Üvey annesinin vefat haberi kendisine ulaştıktan sonra da İzmit’e giderek, babasına yaptığı gibi, Ona da bütün dinî vecibelerini yerine getirmek için gereken her şeyi üslenmiş. Nede olsa üç kız kardeşi çalışmıyordu, iki oğlan kardeşi gerçi çalışıyorlardı ama aldıkları ücret aileyi geçindirmeye bile yetişmiyordu. Hele Erkan, para istemede, canımı al cinsindendi. Ev babalarından kalmaydı ama kızlardan hiç birinin sosyal güvencesi yoktu. Evin üst katları da Nafıa(Bayındırlık bakanlığı)tarafından tutulmuştu. Zaten Erdem de onların yanında çalışıyordu.
Bu durumu öğrendikten sonra çok üzülmüştüm. Nede olsa, dayımla birlikte, yengem, benim hayatıma yön veren insandı. Erkanla kavga edip oradan ayrılıncaya kadar, bana kol, kanat germişlerdi, sevdiğim insanlardı Yengem, normal olarak kavgadan sonra, oğlu Erkanın yanında yer alacak, bana bağırıp çağıracak, bed dualar edecekti. Dayım o anda Belediye’de olduğuna göre, ne yaptığını, ne dediğini bilemeyecek, ve hiçbir zaman da öğrenemeyecektim. Yalnız Yasemin ablamın ifadesine göre, ‘’çocuklarımdan hiç biri okuyamadı, Yusuf benim ümidimdi, onunla ilgilen, iyi bak’’ demişti. Hiç olmazsa, ‘emeklerim heba oldu, verdiklerim gözüne, dizine dursun’ dememişti. Bu yüzden Ona hayatım boyu, borçlu olduğumu hissedecek, hiç bir şey yapamasam da dualarımda Onun da ismini anacaktım.
Ertesi günü, daha eniştem mesaiye gitmeden, kahvaltıda, bir öneri ortaya atıverdim. ‘’Yasemin ablam, İzmit ve İstanbul dan başka bir yer görmedi. Benimle beraber İzmir’e gelirse çok sevinirim, Nasıl olsa ev tuttum, annem de gelecek, Kendisine İzmir’i gezdirir ve her tarafını gösteririm’’ dedim. Ve ilave ettim, ‘’ Burada Menekşe de var, çocuklara bir müddet O bakar, kara kızı siz de seversiniz, müsaade edin Yasemin ablam benimle gelsin.!’’……
Benim teklifim üzerine, birbirlerinin yüzlerine baktılar, ablamın gözleri parlamış, gülüyordu. Anlaşılan O istekliydi, Bakalım enişte bey ne diyecekti. Fakat olumlu, olumsuz hiç cevap vermedi, ’’Geç kaldım, vapura yetişmem gerek’’ diyerek çıkıp gitmişti. O gittikten sonra , abla kardeş , konuşa, konuşa anlaştılar. Bu anlaşmaya, Gülden de, Gülşen de sevinmişlerdi, çünkü sevdikleri teyzeleriyle kalacaklar, Onunla geceleri koyun, koyuna yatacaklardı.
Akşam yemeğinde, baldızının da yalvar, yakarmasıyla enişte bey de olumlu cevap vermişti.
Ertesi günü, biraz erken davranarak, vapurla Eminönü ne ulaştık. Oradan feribota bilet alıp yerimize yerleştik., Enişte bey sigorta şirketine gitmişti.
Feribotun güvertesinde, bazen yıldızları seyrederek, bazen de salonda koltuklarımıza oturup muhabbet ederek geceyi geçirdik. Sabahın erken saatinde İzmir limanına ulaştık. Bir faytona atladık ve yol boyunca etrafımızı seyrederek Güzel yalıdaki kiralık eve vasıl olduk . Kapının altında Celal’in mektubuyla karşılaştık, hemen açıp okudum, annem trenle geliyordu. Basımhane garında beklememiz gerekecekti, tren geliverirse annemin düşeceği durumu düşünerek daha eve girip görmeden, hemen geri döndük., Yasemin ablamı da götürdüm, Onu yalnız bırakamazdım, hem oralarını da görmüş olurdu. Neyse ki günlerden cumartesiydi. Ve daha izin süremiz dolmamıştı
Gara varır, varmaz, Ankara’dan gelecek treni sordum. Trenin rötarlı olduğunu öğrendim. . Derin bir nefes aldım. Bu arada karnımın acıktığını hissetim. Öyle ya! Sabahtan beri bir şey yememiştik, hemen tost-ayran gibi bir şeylerle karnımızı doyurduk. Eve gidince ne yiyecektik acaba!, giderken bir şeyler alırız diye anlaştık.
Tren gelince, daha önceden, konuştuğumuz gibi, ben vagonlara bakacaktım, yasemin ablam da Köylü kıyafetli yaşlıca birini görürse Ona doğru yürüyecek ve Bana seslenecekti. Neyse ki, zavallı annem, vagonda melül, mahzun koltukta oturmuş bekliyordu. Beni görünce tanımakta güçlük çekti. Ee, senelerdir birbirimizi görmemiştik. Beni tanıyınca gözlerinin içi güldü. Hemen sarıldık, ellerini öptüm, Çıkınını alarak yavaş, yavaş trenden indik. Yasemin ablam bizi gördü, hemen o tarafa yürüdük ve annemi tanıştırdım. çok güleç yüzlü annen varmış dedi. Birbirlerini sevdikleri anlaşılıyordu. Güzel Yalı , Çocuk parkına varıncaya kadar muhabbete, sorgu, suale devam ettik. Eve gitmeden önce akşam yemeği için bir şeyler aldık. İkisi de evi, bilhassa manzarayı çok sevdiler. Bahçe ve arazisi çok genişti, çiçekli ve asırlık çam ağaçları vardı. Manzara ise şahaneydi.
Ders saatleri, 09.00-1630 arasındaydı. Öyle pek sıkıcı ve zorluklarla dolu değildi. Henüz günler de uzundu. Dolayısıyla, söz verdiğim gibi Yasemin ablama İzmir’i gezdirebilecektim. Anneme de teklif ettim ama ‘’ben yaşlıyım, siz gençsiniz, size ayak uyduramam, beni evde rahat bırakın’’ diyerek kabul etmedi. Ablamla anlaştığımız gibi, çocuk parkının orada buluşacak, otobüsle, önce Konak meydanı, oradan Kemer altında, vitrinlere baka, baka dolaşacak, belki de sinemaya gidecektik. Böyle, böyle Fuar sahası, Alsancak, Hatay caddesi, Karataş, Asansör, Karşıyaka gibi görülecek yerleri gezdirdim. Her ne kadar benden biraz yaşlı ve şişmanca ise de, İzmir’i görmek istediği bana uyumu kolaylaştırıyordu.. Tabii, ben dersteyken de annemle muhabbet ederek dinlenme imkanı buluyordu. Onun sayesinde ben de İzmir’i gezmiş, görmüş tanımış ve zevk duymuştum. Dikkatimi çeken bir husus da Yasemin ablamın Migren baş ağrısı hiç tutmamıştı….
Aradan 15 gün geçmişti. Çocuklarımı özledim demeye başlamıştı. Annem evde kalabilirdi, ama Onu İstanbul’a götürmem gerekiyordu. Cumartesi-pazardan istifade etmeliydim. Son gezimizde Varan Seyahat ajandasından otobüs bileti aldık. Cumartesi saat 07.00 otobüsüne yetiştik ve İstanbul’a doğru hareket ettik. Yolda, konuşurken aklıma geldi ve birden, bire soruverdim. Size bir radyo alsam ister misin? Ablam şaşırdı. ‘’O da nereden çıktı’’ dedi. ‘’Henüz radyonuz yok, bir radyonuz olsa fena mı olur, Taa, 1941 yıllarında, rahmetli babanın evinde radyo vardı. Haber ve bilhassa klasik müzik dinlemeyi çok severdi. Yengem ve kardeşlerin de Türk sanat müziği dinler ve severlerdi Artık radyo bir ihtiyaç, hem senin, hem çocukların için, Hem de enişte bey haberleri dinlese fena mı olur? ‘Hatta bir sürpriz bile yapabiliriz, Kadıköy’e varır, varmaz, seni eve bırakır, bir mağazaya gider, radyo ile dönerim’’ dedim.
Nitekim, Yasemin ablamı eve bıraktıktan sonra, ‘’benim acele bir işim var, bir yere kadar gidip , geleceğim’’ diyerek, ayrıldım ve Minerva Marka bir radyo ile geri döndüm. Gerçekten çocuklara ve semraya sürpriz olmuştu. Çocuklar, annelerinin dönüşüne olduğu kadar, radyoya da çok sevinmişlerdi.
Akşam olup, enişte bey eve geldiğinde, çocuklar babalarına ilk müjdeyi verdiler. Enişte bey, her zamanki ilgisiz tavrıyla, ‘’onu kim aldı’’ diye sordu.. Onlar da Yusuf ağabey, Yusuf dayı ( kızların büyüğü ağabey, küçüğü dayı derdi) ..’’Oo, iyi yapmışsın’’ diyerek tuvalete doğru yürüdü, Menekşe, ‘’çok güzel radyo enişte’’ dedi ama , Onun davranışında bir değişiklik olmamıştı.
Pazartesi günü okulda bulunmam gerekiyordu. Bu sebeple Pazar günü akşam üstü otobüsle İzmir’e hareket ettim. Gece de otobüste biraz kestirdim galiba! Eve uğramadan doğrudan okula gittim. Ancak öğle yemeği için evdeydim. Annem de sıkılmıştı anlaşılan, Celâl’i özledim demeye başlamıştı. Ama okul bitinceye kadar mecburen yanımda kalacaktı. Bakalım okul bitince nereye tayin olacaktım. Allah vere de memleketin uzak bir köşesine tayin etmeselerdi.
2.. İLK TAYİNİM -MERZİFON
Neticede kurs bitti. Kursa, 23 eylül 1953 tarihinde katılmış, eğitim, 5 Aralık 1953 tarihinde sona ermişti. 26 subay içinde, iyi derece ile, 13ncü olarak bitirmiştim. Diplomamı alırken de, sürpriz olarak, Merzifon’a, 4ncü üs komutanlığına tayinimin çıktığını bildirmişlerdi. Diğer arkadaşların hepsi de geldikleri birliklere döneceklerdi.
Yavaş, yavaş toparlanmamız gerekiyordu. Hoş bir miktar kap, kacak, iki yataktan başka, bir şeyimiz yoktu ya!. Anneme kalsa hepsini götürelim istiyordu. Bense ev sahibi ile, eşyaların fakir bir kimseye verilmesi hususunda anlaşmıştık.
Bir taksiyle, otobüs garajına gittik, Ankara için bilet aldık ve hareket ettik. Niyetim Annemi köye gönderilmek üzere, Ankara’da bulunan Hasan-Hüseyin amcalara bırakmak, doğrudan Merzifon’a gitmekti. Uzun süren tren yolcuğunda, hem etrafı seyretmiş, hem de düşüncelerimi anneme anlatma fırsatı bulmuştum
Hasan-Hüseyin amcalar, Keçiören de, geniş arazisi olan bir villada oturuyorlardı. 1nci bölümde de anlattığım gibi, H.Hüseyin amca, övey babamın kardeşi idi. Genç yaşta Ankara’ya göç edenlerdendi. İstiklâl harbinden sonraki yıllarda, Ankara’nın yollarını yapmaya soyunan müteahhitlere, Zir deresinden kum taşımakla işe başlamıştı. Allah da ‘yürü ya kulum’ demişti. Kamyonlar bir derken giderek artmıştı. Yanında çalışan insan çoktu. Onlara da ekmek kapısı açanlardandı. Onu köyde çocukken tanımıştım, Köye kamyonla gelir, birkaç gün Övey babamın evinde kaldıktan sonra dönerdi. Dişlerimi, sabun köpüğü ile yıkamayı Ondan öğrenmiştim. Çocukluğumun acı hatıraları sebebiyle, köye gitmeyecektim., Annemi, onların emin ellerine bıraktıktan sonra ki nasıl olsa köye gönderirlerdi. Ben, doğrudan Merzifon’a gidecektim. Nitekim, annemi oraya götürdüm, H.Hüseyin amca evde yoktu. Karısı da zaten bizim o taraftandı.. Birkaç hoşbeşten sonra, otobüs garajına gittim, bilet aldım ve Merzifon’a hareket ettim.
Merzifon Amasya’ya bağlı küçük bir kasaba, kaza merkezi idi. Amasya’yı geçtikten sonra , şoföre yaklaştım ve ‘’ Merzifon’da inmek istiyorum, Ordu evi varsa, beni orada indiriver’’ dedim. Ordu evi, hemen kasabanın girişinde, sağ tarafta idi. Şoför orada durdu ve beni indirdi. Bavulumu bagajdan aldım ve ordu evine girdim. Resmî elbisemle olduğum için, nöbetçi er, selam durdu, ben de içeri girdim. Henüz mesai bitmemişti. İçeride birkaç subay oturuyordu. Selâm verip ben de oturdum. Merakla bana bakıyorlardı. Nede olsa ilk defa görüyorlardı beni. İkmal subayı olduğumu , buraya tayin edildiğimi söyledim. ‘’Ooo, ikmalciler yaşadı, bir eleman daha kazandılar’’ diyerek, onlara gönderme yaptılar. İçlerinden esmer olanı bir tğm.di, Benimle hemen konuşmaya başladı. Yedek subaylıktan geçme idi, Aslen Vanlıydı. Üste, Hizmet bölük komutanlığı yapıyordu. ‘’henüz mesai bitmedi, mesai otobüsleri geldikten sonra, akşam yemeğini yeriz, hemen üsse gideriz, senin şimdi, bir oda ve bir yatağa ihtiyacın vardır. Ben onları sana sağlarım, Üste, saat 11.00de elektrikler söner, bu sebeple biraz erken gideriz, karanlığa kalmadan çaresine bakarız’’ dedi. Ve bana bir çay ısmarladı.
Saat 1730 doğru mesai otobüsleri geldi, evli olanlar evlerine, bekâr olanlarsa, akşam yemeği yemek üzere ordu evine girdiler. Gelenler, daha ziyade gençler, tğm.ve Ütğm, rütbesinde , uçucu idiler. Birkaçı binbaşı, yarbay gibi üst subaylardı.. Onlar da eşlerini getirmeyenlerdendi. Zaten Merzifon’da kiralık ev bulmak da oldukça zor imiş. Üst rütbeliler, karargahın üstündeki misafirhanede kalıyorlarmış, Benim gibi rütbesi küçük subaylar barakalarda, kulübelerde yatıyorlarmış. Bunları bana, ilk tanıştığım, hizmet bölük komutanı, Aydın tğm. Anlatıyordu.
Akşam yemeğinden bir müddet sonra, bir otobüs geldi. Üsse gidecek olanlar otobüse bindik, normal olarak üst subaylar, otobüsün ön tarafındaki koltuklara oturdular. Otobüsteki konuşmalardan anladığıma göre, herkes birbirleriyle oldukça samimi idiler. Aydın tğm. Herkesle senli, benli konuşuyordu.
Nizamiyeden girer, girmez bazı barakaları ve üs karargah binasını gördüm. Diğer binalar ve pist daha uzaktaydı anlaşılan. Hava kararmaya başlamıştı ve ışıklar da zayıftı.
Biz Aydın tğm.le beraber indik ve soldaki, kerpiçten yapılmış kulübelere doğru yürüdük. Her gören er ona selâm duruyordu. Bu normaldi, çünkü o, Hizmet Bölük Komutanıydı. O kadar fark olacaktı. Kulübelerden birisinin içine girdik. ‘ İşte burası benim yattığım yer, şimdi erleri seferber ederim, senin için bir karyola, bir temiz yatak, nevresim ve battaniye bulup getirirler’ dedi.. gerçekten erlere emrini verdikten sonra üssün gazinosuna doğru yürüyüp gittik. Gazino karargah binasının yakınındaydı. Ordu evinde gördüklerimin çoğu oradaydı. Tavla, Briç oynuyorlardı. Diğerleri de seyrediyorlardı. Bana da Onları seyretmek düşüyordu. Bir müddet geçtikten sonra kalabalıkta bir kıpırdanma başladı. Anladım ki saat 23.00 e geliyordu. Herkes elektrikler sönmeden yatacakları yerlere gitmek istiyordu. Aydın tğm. İle ben yatacağımız kulübeye gittik. Bizim kulübeyle ilgilenen er de gemici fenerini yakmıştı. Elektrikler sönünce loş bir ışıkla kalakaldık. Artık bu duruma alışmam gerekiyordu. Erler yatağımı hazırlamışlardı. Yatıp uyuduk. Zaten bir hayli yorulmuştum. Sabah olduğunda, Aydınla subay gazinosuna gittik, kahvaltımızı yaptık, bu arada mesai arabaları da geldi. Aydın beni ikmal komutanlığına götürdü. Komutanlık, Yan yana duran birkaç Amerikan malı sac barakalardan oluşuyordu. çalışma yerleri buradaydı. Aydın beni, önce ikmal komutanı Ahmet Sayır Bnb. İle tanıştırdı. Uzun boylu, kırmızı yüzlü, dolgun vücutlu biri idi. Nazik ve efendi bir insana benziyordu. Fazla konuşmayan, konuştuğu zaman da kibar konuşan bir insandı.
İkinci tanıştırdığı kişi ise Ramiz Ütğm.di. Laz şivesiyle konuşuyordu.. Stok kontrol subayı idi. Kısa boylu tıknaz, her hareketiyle aceleci bir insana benziyordu. daha sonraları anlayacağıma göre, kızdığı zaman alevlenen ve akabinde saman alevi gibi sönen bir karaktere sahipti. Çalışkan, fakat ikmal komutanlığının bütün işlerini yüklenmiş biri gibi davranıyordu.
Sonradan. Nihat Tğm. ile de tanıştım. Yakışıklı, davranışlarıyla efendi bir insan olduğu intibaını edinmiştim. Aynı gün, İkmal-bakım komutanı, İbrahim yarbayla tanıştırdılar. Esmer, uzun boylu, bıyıklı bir kimse idi. Onun bürosu karargah binasındaydı. Hem ikmalcilerin, hem de bakım personelinin komutanı idi. Üs komutanına yakın oturmasının sebebi, her iki komutanlık konusunda idareci olarak. üs Komutanına karşı sorumlu olmasıydı. Kendisini bıyığı ile yadırgamıştım, neyse ki benim gibi küçük rütbelilerle ilgilenmesi gerekmiyordu. Daha sonra da astsubaylarla tanışacaktım.
Üsse intibak sağlamakta pek zorlanmadım. Hem saha olarak , hem de birlik olarak oldukça küçüktü. Şimdilik uçucu personel ile pek ilişkim olmayacaktı. Uçuş filoları ile bakım hangarları çalışacağım yere uzaktı. Ama bakımcılarla, ikmalcilerin ilişkileri çok olacaktı. Her ne kadar Malzeme istekleri ilgili astsubaylar tarafından yapılıyor olsa da bakım subaylarıyla tanışmaya başlamıştık bile. Bilhassa, Kd.Ütğm. Rafet Ergun, sık, sık ikmal komutanlığına gelir, uçak bakım malzemesi konularını sık, sık dile getirirdi. Samimiyet ilerledikçe, O artık benim Rafet Agam olacaktı. Ona Rafet ağa diye sesleniyordum. Bana oldukça destek sağlıyordu. Kendisi Bursalı idi. Karısı ise Merzifonlu, bir de küçük kız bebekleri vardı. Merzifon’dan evlenen başka biri daha vardı. Maliyeci Talat İpek Yzb. Para deyince akla O geliyordu. (ilerde O, en çok tanıyacağım irtibat sağlayacağım insanlardan olacaktı.)
İkmal Komutanlığında çalışan astsubaylarla aramız çok iyi idi. Onları tanıdıkça sevmiştim. Fikret, İrfan, Fethi. Salih, Muzaffer. Ve Bakımcı Halil Kunt….
Kış Mevsimi dolayısıyla, bilhassa sis ve buzlanmadan dolayı üste fazla uçuş olmuyordu Filolardaki uçaklar, ikinci dünya harbinde oldukça başarılı olmuş, tek pervaneli, Spitefire uçakları idi. .İngilizler tarafından, 1948 yılında verilmiş ve Türk Hava Kuvvetlerinin envanterine girmişti. Bidayette, 4ncü üs(alay) komutanlığı,1,2,3,4,filolara (bölüklere) verilmiş, 1951 yılından itibaren de 6ncı üsse de verilmeye başlanmıştı. Motor gücü 1030h/p, Kanat uzunluğu.9.15m., Kanat aralığı: 11.25m, Hızı: 590km/H., Tavan yüksekliği: 10500m. Silahları: 8 veya 4 adet 0.303 kalibre m. tüfek ve iki adet 20 mm.lik top.. Ayrıca keşif ve fotoğraf için kullanılan cinsleri de vardı.
Yavaş, yavaş gerçekten, ikmalciliği öğrenmeye başlamıştım. Nazariyat başka, tatbikat biraz daha farklı idi. İnsanlarla tanışıp, görüşüp, konuşurken çok şeyler öğreniyordum. Tabii ki intibak kolay değildi. Kendime bir de eğlence bulmuştum. İşe yaramaz diye kâl deposuna atılan bir bisikleti, bakımcı astsubay Halil Kunt’un da yardımıyla, kullanılır hale getirmiş, bisiklete binmesini öğrenmeye başlamıştım.
A. ---TEĞMENLİK
Mart ayının sonuna gelmiştik. Nisanın birinci günü, kanuna göre terfi etmem gerekiyordu. Nisan geldiği halde, beklediğim şey olmamıştı. Kimseden de ses çıkmıyordu. Beş nisan günü, insanların telaşla sağa. Sola koşuştuğunun farkına vardık. Her tarafı birden bire sis kaplamıştı. Yakın olan binaları bile zor görüyorduk, hele pist ve hangarlar hiç görünmez olmuştu. Nelerin olup, bittiğini anlamaya çalışıyorduk. Nihayet kötü haber ağızlarda dolaşmaya başlamıştı. Sis oluşmadan, yarım saat, kırk beş dakika önce, uçuş eğitimi için havalanan pilotlar, sis bastırınca pisti görememişler, kimi karineyle, başka, başka yerlere giderek inmeye çalışmışlar ve yere çakılmışlar, kimi de uzaklardaki dağlara çarpıp parçalanmışlardı. Kimi, 15, kimi de 17 pilotun şehit olduğundan ve parçalanan uçaktan bahsediyordu. Üs büyük bir yasa bürünmüştü, hiç kurtulan olmamıştı.
Dağınık yerlerden Şehit cesetlerinin toplanması, cenaze namazlarının kılınması, hatta Mevlüt okunması ve Uçak parçalarının hurdalığa taşınması, derken aradan bir aya yakın zaman geçmişti. Bu arada benim terfihim kaynadı diye düşünürken, üste bir merasim yapılacağı haberi geldi. Merasim Üs karargahının önünde yapılacaktı. Ahmet Sayır Bnb..,Ramiz, Nihat ve ben merasim için toplanan subayların arasına karıştık.. Rütbem icabı ben arka sıralarda idim. Üs komutanı, Bakî Yeğin Alb. dı. O da geldi ve topluluğun önünde, yüzü topluluğa doğru olmak üzere durdu. Beni çağırdıklarını duydum. Hemen koştum.. Komutan, ’’ Gel, gel. bu hay, huy içinde senin yıldızını takamaya vakit bulamadık, Terfiine ait emir çoktan gelmişti, ama üzücü hadiseler geciktirdi. Şimdi tam sırası, haydi gel yıldızını takayım’’ dedi. Heyecanlanmıştım. Kendi eliyle yıldızlarımı taktı, tebrik etti ve yanaklarından öperken toplananlardan bir alkış tufanı koptu. Meğer bu kadar tantana benim için düzenlenmişti. İçimi bir gurur ve sevinç kapladı.
B. İ N T İ K A L
Hv k. K. Lığından gelen son emre göre, Spitefire uçakları servis dışı kalacak, 4ncü Üs K.lığı üç ay içinde Eskişehir’e intikal edecekti .Eskişehir’de, Kanada hükümeti tarafından hibe edilecek, F-86 jet uçaklarıyla yeni filolar teşkil edilecekti. Artık yeni bir devir başlıyordu, Bu jet uçakları devri olacaktı.
Bu intikalin en büyük yükü muhtemeldir ki ikmal komutanlığına yüklenecekti. Binlerce kalem malzeme, eğer başka kullanıcı varsa oraya gönderilecek, yoksa, HEK’e ayrılacak ve piyasada hurda niyetine satılacaktı. Stok kontrol ve Depolar Amirliğine çok iş düşüyordu. Ayrıca kendi bünyesinde ve uçuş birliklerinde olan uçuşla ilgili demirbaş malzemelerin nakliyatını da ikmal komutanlığı düşünmesi gerekiyordu. Bunlar kamyonlarla, Amasya’ya götürülecek, trene yüklenecek ve Eskişehir’e nakledilecekti. Bu işler, aylar sürecek bir çalışmayı gerektiriyordu. V e bu proje benim omuzlarıma yüklenmişti. Neyse ki Oto Ulaştırma ve Bakım elemanlarıyla koordine ederek, bu projenin üstesinden gelmiş, bu sayede de trenle geçerken ilk defa Kayseri’yi görmüştüm. Yine bu sayede, orta Anadolu’yu dolaşarak, Eskişehir’e vasıl olmuştuk. Böyle bir demir yolu seyahati, benim için Orta Anadolu’yu görmek bakımından, ilk ve son olacaktı. Eskişehir garına giren tren, yük vagonlarını ayrı bir hatta çekip bıraktı. Oradan malzemeler, Üsse, İkmal- Bakım Merkezinin kamyonlarıyla, 4ncü üs komutanlığına ayrılan bölgeye taşındı. Buraları benim tanıdığım yerlerdi. Hava Harp Okulu İzmir’e taşındığından dolayı, boşalan saha ve binalar, 4ncü Üs Komutanlığına tahsis edilmişti
Şimdi de, F-86 jet uçaklarına ait on binlerce kalem malzeme, C-130 nakliye uçaklarıyla gelmeye başlamıştı.. Bunların da depolara taşınması , yer bulma kartlarının açılması, küçük parçaların raflara, büyüklerin uygun yerlere yerleştirilmesi, ayrıca, stok kontrol subaylığında da Stok kontrol seviyelerinin tutulması için yeni kartların açılması gerekecekti. Uçakla gelen Malzemelerin taşınması için ilave kamyonlara ve erlere ihtiyaç duyuluyordu. Oto Bölük ve Hizmet Bölük komutanlıklarıyla, koordineli çalışıyorduk. Bu işler göründüğü gibi kolay değildi. Ayrıca nakliye uçaklarının ne zaman gelecekleri tam olarak bilinemiyordu. Neyse ki ben bekardım ve üsteki misafirhanede kalıyordum. Uçak veya uçaklar üsse indikleri zaman. Karşılarında muhatap olarak beni buluyorlardı. Bazı durumlarda, mesai dışında da geliyorlardı, bu durumda, Vasıta göndererek, ilgili astsubayları çağırtmam da gerekebiliyordu.
Yedek parçalar geldikten sonra sıra F-86 uçaklarının üsse intikaline gelmişti. Bu sebeple de bir merasim yapılacaktı.
Uçaklar aslında Amerikan orijinliydi. Kanada , NATO ya girdikten sonra, bunların imalatını Amerika’dan satın almış, 1954 yılında da kodifiye ettikten sonra 107 adedini Türk Hv. Kuvvetlerine vermişti. Önce 141 ve 143 filolar teşkil edilecekti. Daha sonra da 142 filo.
Saatler öyle ayarlanmıştı ki, uçaklar havadan piste süzülürken, merasim başlamıştı. Merasime iştirak edenler arasında, 1nci Kuvvet Komutanı Enver paşa, dahil yüksek rütbeli subaylar, üs komutanları, ikmal merkezinden Alb. Adil giray, diğerleri ve Kanada temsilcileri de vardı.
Artık üs olarak yerleşmiş, eğitim uçuşlarına başlanmıştı.
Bu arada İzmir ikmal kursunda beraber kurs gördüğümüz Hamdi Ütğm. de ikmal komutanlığına tayin olmuştu. Sayır Yb. ikmal komutanı, Ramiz Ütğm. Stok kontrol subayı.,(Nihat tğm. Yolsuzluk sebebiyle Merzifon’dayken tutuklanmıştı) ben de depolar subayı olarak göreve devam ediyorduk, Hamdi Ütğm. Birinci Üs den buraya tayin olunca depolar subayı olarak görevlendirilmişti.. Beni de piyasa alımları için Mutemet olarak görevlendirmişlerdi..
Piyasa ile ilgili, istek ve ihtiyaç hasıl olduğunda, bir vasıta ile şehre iniyor, kırtasiye, oto parçaları, muhabere cihazlarıyla ilgili parçalar vs. satın alıyordum. Bunların kayıtları tutuluyor, ihtiyaç sahibi birliklere veriliyordu. Satın alırken, ilgili mağazaları dolaşıp, kaliteli ve ucuz olmasına dikkat ediyordum. Para tahsisi 1nci Kuvvet Komutanlığı tarafından sağlanıyordu. Dolayısıyla 1nci Kuvvet Komutanlığı Lojiktik başkanlığına hesap vermem gerekiyordu. Bu sebeple Lojistik Başkanı Alb. Özcan ve sivil memur Refik bey ile tanışmıştım. İkisi de beni sevmişlerdi. Özcan Alb. Yaşlı, saçları ağarmış, kısa boylu, iyi bir insandı. Genellikle Ona uğradığım zamanlar, kuvvet komutanı Enver paşa da Onu ziyarete gelmiş oluyordu. Anlaşılan arkadaştılar, Enver paşa beni görünce ‘’ kestir şu bıyıklarını’’ diye söylenir, Özcan Alb. da ‘ ‘uğraşma çocukla’’ diye beni müdafaa ederdi. İngilizce çalıştığımı bildiği için Özcan Alb. Bana büyük bir İngilizce lügat ı(Laruz) hediye etmişti. Ondan çok istifade etmiş, lügati her zaman kullanırken, kendisini yâd etmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Sivil memur Refik bey de uzun boylu, 40-50 yaşlarında efendi bir insandı, Ondan da satın alma konularında çok şey öğrenmiştim. Bu hususta, çok bilgi ve tecrübe sahibiydi.
Üs Komutanlığının daha kapsamlı ve büyük ihtiyaçları ise, Eskişehir’de bulunan Satın alma Komisyonu tarafından sağlanıyordu.
Ben de bir- bir buçuk sene süren mutemetliğim süresince, her yönüyle bilgilenmiş ve tecrübe sahibi olmuştum
. C.. YASEMİNDEN MEKTUP
Ben böyle hay, huyla uğraşırken, Yasemin ablamdan bir mektup aldım.’’kocamdan ayrıldım, senin yanına gelmek istiyorum’’diyordu. Arada bir mektuplaşıyorduk ama, şimdiye kadar durumu hakkında bir şey yazmamıştı. Şaşırmıştım bu mektuba! Merak da etmiştim. Uçucu bekar arkadaşlarla üs de kalıyordum. Bu durumda bir ev tutmam gerekecekti. Bunun için izin almama da gerek yoktu. Nasıl olsa araba altımda her gün satın alma işleri için şehre iniyordum.
Tğm.. maaşımla iyi bir ev kiralayamazdım. Çarşıya, pazara pek uzak bir ev de istemiyordum. Bu sebeple, Asker’i hastane ile Odun pazarı arasında, yeni gelişmekte olan bir semtte ev bulup kiraladım. Ama Bahçesinden birkaç basamakla aşağıya iniliyordu. Yani oturma odasından yolu görmek için ayağa kalkmak gerekiyordu. Ev sahibesi yaşlıca bir kadındı. Bir de 30 yaşlarında bir kızı vardı.
Yatak, yorgan karyola edindim, birkaç da kap- kacak. İstanbul’dan ne taşıyabilecektik ki!?
İstanbul’a Cuma akşamı hareket ettim. Doğruca Hatice halanın evine gittim. Çünkü orada olacağını yazmıştı. Karşılaştığımızda gözleri yaşla doldu. Kucaklaştık. Halası (ki benim de öz halamın kızı oluyor) beni görünce sevindi. 1941 yıllarından beri tanıyordum. Kurbağalı derenin yanında, yoğurtçu parkına yakın, kız kardeşinin evinde yalnız yaşıyordu. Geçimini ise biraz kızının yardımı, konu komşunun çoraplarını tamir etmek, biraz da Müezzinle anlaşmak suretiyle cami yardımlarından sağlıyordu..Ahşap evin üstünde de kızı Fatma, oğluyla oturuyordu. Hatice halanın kocası vaktiyle kendisini terk etmiş, Fatma’nın ise kocası ölmüştü. Fakat çalışıyordu. Hatice halanın kız kardeşi, Şükriye hala ise asıl ev sahibiydi . Ankara’da oturuyor, ancak yazlarını geçirmek üzere İstanbul’a geldiğinde oturmak üzere, evinin alt katının bir bölümünü kendine ayırmış bulunuyordu.
O akşam , ablam durumu bana uzun anlattı ki bunlardan çoğunu zaten biliyordum. Kocasının, kendi yeğeni ile ilişkisini, Beykoz’da iken her hafta Polonez köye gidişini, bu yüzden aralarında bir soğukluğun başladığını, Kadıköy’e taşındıklarından itibaren de ayrı odalarda yattıklarını, İki kızının geleceği için, kendi parasıyla alınan arsa üzerinde inşaat başlattığını, İnşaatın parası hariç, her şeyiyle, kendisinin uğraştığını, kocasının inşaatla ilgilenmediğini, binanın ise bitmek üzere olduğunu, artık tahammülü kalmadığını, anlaşarak ayrıldığını, her iki tarafın da avukatının, kocasının arkadaşı olan Esat bey olduğunu, nafaka istemediğini vs…her şeyi anlatmıştı.
Ayrıldıktan sonra, bir müddet, oturdukları evin karşısında bulunan komşusu ve arkadaşı Perihan hanımlarda kalmıştı. Sonra, rahmetli babasının İzmit’te bulunan evine, bir odasında oturmak ümidiyle gitmişti. Alt ve üst katta oturan kardeşleri, bilhassa ikinci katta oturan, Erkanın itirazı ile karşılaşmıştı. Halbuki evin üçüncü katında müstakil bir oda, tuvalet ve banyo vardı ve Hasan dayısı orasını elden geçirecek, oturulacak hale getirecekti. Yalnız mutfak Erkanla müşterek olacaktı. Ama maalesef Erkan, ‘’ katiyen olmaz’’ demişti. Sebebi de güya yumruk, yumruğa kavga ettiği, benim oraya gelmem düşüncesiydi.
Halbuki, babaları öldükten sonra, ve bilhassa anneleri de ölünce, yasemin, abla olarak Onlara kol kanat germişti. Ne evden, ne de eşyalardan miras olarak bir şey istememiş, üstelik uzun yıllar anasından kalan dükkanın kirasından kardeşlerine yardım etmişti. Velhasıl, İzmit’ten hâyal kırıklığı ile ayrılmıştı.
Ayrıldığı kocasının akrabaları ise, gerek Beykoz’da, ziyarete gittikleri zaman, gerekse Kadıköy’de, duruma bakarak, Yaseminin tarafını tutuyorlardı. Hattâ ayrılması için Yasemini teşvik bile ediyorlardı. Ne bil sinlerdi ki, kocasından nafaka bile istemeyecek, ve böyle çaresiz duruma düşecekti. Bu arada, aynı akrabalarının ( Bahri ağabey ve Bedia yenge) oğlu Sedat yengesine şöyle bir teklif yapmıştı.’’Yenge, ben yakında Almanya’ya çalışmaya gideceğim. Biliyorsun, karım da orada, istersen seni de oraya çalışmak üzere götüreyim, Nasıl olsa bir iş buluruz, ’’ demişti. Yasemin, önce, bu teklifi kabul etmişti , ama birkaç gün geçtikten sonra aklı başına gelmiş, O uzak diyardan çocuklarımı özlediğimde nasıl gelirim düşüncesiyle vazgeçtiğini bildirmişti. Çünkü çocuklarını çok seviyor, Onlara hasret kalmak istemiyordu. İşte tam o sırada ben aklına gelmiştim ve mektup yazmıştı. Başka tutunabileceği bir dalı kalmamıştı…...
Bunları bana anlatırken gözyaşları sicim gibi akıyordu. Şimdi Onun elinden tutma sırası bana gelmişti. Çünkü vaktiyle O da benim elimden tutmuştu.
İkimiz de sabaha kadar, gözyaşları içinde oturup dertleşmiştik, uyku falan hak getireydi.
Sabahleyin saat ona doğru, Hatice hala ile vedalaştıktan sora, babalarının işe gittiğini düşünerek, çocuklarını görmeye, vedalaşmaya gittik. Çocuklar annelerine, O da onlara sarıldı, öyle duygulandım ki ağlamamak için kendimi zor tuttum .Hele küçük kız anne gitme diyor, başka bir şey demiyordu. Büyüğü ise duygularını pek belli etmiyordu.
Elbiselerini toplayıp bir bavula koydu, bir kutuya da bir kaç kap kacak. İstasyona gitmek üzere araba çağırdım. Ayrılırken, büyük değil ama, küçüğün feryadı kulaklarımızdaydı, İkimize de ayrılmak zor gelmişti. ‘’ Muhakkak sizi, en kısa zamanda görmeye geleceğim, merak etmeyin Yusuf ağabeyiniz söz verdi’’ diyerek onları ve kendini teselliye çalışıyordu.
D. ESKİŞEHİR-İLK KİRALIK EV
Haydarpaşa İstasyonuna vardıktan sonra, bavulları ve eşyaları yerleştirdik, sonra trenden indik zar, zor da olsa bir şeyler yedik, tekrar trene döndük, neredeyse akşam oluyordu ve tren hareket etti.
Yol boyunca, bütün gece, gözümüze uyku girmedi. O ağladı, Onu ağlar görünce ben de ağlıyordum. Ağlıya, ağlıya Eskişehir’e ulaştık. Artık sabah olmuştu. Bir arabaya binerek eve gittik. Güzel gözleri hâlâ yaşlıydı. Benzi sapsarıydı. Sanki, zayıflamış, çökmüş gibiydi. Sandalyelerden birinin üzerine çöker gibi oturdu. Gözleri kapalıydı, hiç bir yere bakmıyor, öylece oturuyordu. Yavaş, yavaş kendine geldi, etrafına bakmaya başladı. Çıplak bir evdi, sükûtu hayale uğramış gibiydi, ama bir şey demedi. Gururlu bir insandı. Her şeyi sineye çekecekti anlaşılan.
Bu gün pazardı, Sabaha kadar beraberdik, Pazartesi günü mesai başlayınca nasıl yalnız kalacaktı acaba? Ben de Onun için üzülüyor, Onu düşünüyordum.
Serde ikmalcilik vardı ya! Yiyecek bir şeyler alıp eve koymuştum, İyi ki öyle yapmışım, Pazar günü olduğuna göre yiyecek bir şey bulamayacaktık. Basit bir kahvaltı yaptıktan sonra öyle yemeği için ne yaparız diye düşünürken kapı çaldı. Ev sahibesi Yaşlı kadının kızı, elinde bir tepsi ile kapıda göründü. ‘’Annem bir şeyler gönderdi, afiyetle yiyin’’ dedi. Ablama dönerek de, ‘’hoş geldiniz, çok da güzelmişsiniz, ben yine gelirim’’ diyerek çıkıp gitti.
Onların evine de, bizimkine de bahçeden giriliyordu. Onların merdivenleri yukarı, bizimki de kapımızı açtıktan sonra, birkaç basamak aşağı iniyordu. Bahçe yüksek duvarlarla çevriliydi ama bahçeye daha bir şey ekilmemişti. Çünkü evin inşaatı daha yeni bitmişti.
Artık benim de bir evim olmuştu. Akşamları, eve dönmemi bekleyen bir insan vardı. Gerçi görev icabı, vaktimin çoğunu şehirde geçiriyordum, ve bazen de öğle yemeği için eve uğruyordum. O zaman ablam da seviniyordu.
Artık mesaiden sonra, yavaş, yavaş şehri dolaşmaya, ev için ufak, tefek bazı şeyler almaya başlamıştık. Aldığımız şeyler ufak da olsa gerçekten seviniyorduk. Hele bir seferinde, tanıdık bir yerden, elektrikli ızgara almıştık, ikimiz de çok sevinmiştik, Bu ızgara alışverişini, uzun zaman hatırlayacaktık. Bir hatıra olarak beynimizde yer edecekti.
Geceleri de dışarıya çıkmaya başlamıştık. Eskişehir’in ortasından geçen Porsuk nehri ve üzerinden geçen köprüler vardı. Nehir boyu, sanki mesire yeri gibi, kalabalık insanlar dolaşıyordu. Bazen biz de onların arasına katılıyorduk. Geceleri de sinemaya gider olmuştuk. Tabii, dramatik Türk filmleri olduğunda, ikimiz de duygulanıyor, ağlamaktan filmi izleyemiyorduk.
Ağlamak deyince, bir gün yaşlı ev sahibemiz, bahçede beni gördü ve konuşmak istedi. Meğer ablam, ben mesaiye gidince, evde yalnız kalıyor, v e yüksek sesle, çocuklarım, çocuklarımı özledim diye, feryat-figan ağlıyormuş.(bu satırları yazarken benim ağladığım gibi)
Bu durumu ablama söylediğimde, ‘’doğru’’ dedi ve ilâve etti. ‘ ‘’ben çocuklarım diye feryat, figan ağlarken, yaşlı kadın kapıyı çalıyor, elinde, ya bir süt kabı, ya yumurta, ya da yoğurt çanağı ile geliyor ,’ bunlar Çitteler’den geldi, sana da getirdim’’ diyerek içeri giriyor ve Onu teselli etmeye çalışıyormuş. Hiç bir gün de, ‘’niye ağlıyorsun!?, neden çocuklarından uzak burada kalıyorsun diye soru, sual etmezdi’’ dedi. Aradan zaman geçti, ev sahibesi yaşlı kadın hastalandı ve Yaseminin kucağında ruhunu teslim etti. Yasemin çok üzülmüştü ama cesur olduğu için kadının çenesini bile bağlamak Ona düşmüştü. Yaşlı kadının Kendi kızı üzüntüden bir şey yapacak durumda değildi.
E. ESKİŞEHİRDE İKİNCİ EV
Bu ölüm hadisesinden sonra Yasemin, ‘ ‘burada fazla kalmayalım, bir ev bulalım’’ diye bana yalvardı. Artık kiralık bir ev aramaya başlamıştık. Oturduğu yerden sokak bile görünmüyordu. Arayıp tararken İstasyon caddesine yakın bir ev bulduk Artık oraya taşınacaktık Kendisine de gösterdim. ‘ ‘ Eh ne yapalım, hiç olmazsa burası caddeye daha yakın, sokak da görüyor,, şimdilik idare eder’’ dedi. Eski tipte bir evdi ama, hiç olmazsa merdivenleri, zeminden aşağı değil, yukarı doğru çıkıyordu. Evin içini şöyle bir badana yaptırttım temizlettim ve eşyaları taşıttık.. Hatta, kasım ayı içinde olduğumuzdan sobayı bile kurdurmuştuk..
. Benim de daha iyisini tutmak için imkanım olmadığını biliyordu. Hiç olmazsa, istasyon caddesine çok yakındı, o caddede güzel evler, caddede dolaşan insanlar ve canlılık vardı.. Bazı insanlarla ahbaplık etme imkanımız da muhtemeldi
F. DEPREM VE EVLİLİK
Artık 1956 yılına girmiştik, havalar soğuk, soba yanıyordu. Akşam yemeğinden sonra, sobanın kenarında, kanepede oturuyorduk. Bir anda ev sallanmaya başladı, deprem olduğunu anlamıştık. Ben korkudan hemen, kanepenin altına girdim, Onu yanıma çekmeye çalışıyordum. ‘’Haydi gel şuraya’’ diyordum. Bir taraftan da sobanın devrilmesinden korkuyordum..O benden daha cesurdu (her zaman olduğu gibi). Yanıma gelmedi. Allahtan, sarsıntı daha fazla sürmedi. Hemen saklandığım yerden çıktım. Evin içine şöyle bi göz attık. Herhangi bir hasar yoktu. ucuz atlatmıştık. Yalnızca, mutfakta, ocağın üstünde, küçük bir güğümümüz vardı, bacadan bir tuğla düşmüş, onun bir tarafını çökertmişti.
. İnsanlar evlerden, sokaklara, istasyon caddesine fırlamışlardı. Sanki ana, baba günüydü, hava soğuk ve yerler karlı olmasına rağmen kimse evine girmek istemiyordu. Zaten ortalık aydınlanmış, sabah olmak üzereydi.
Üsse gittikten sonra, İkmal komutanına durumu anlattım. Olurunu aldım. Büyük bir çadır alıp getirdim. İstasyon caddesine yakın boş bir arsa bulup çadırı oraya kurdum, Korku geçip evlerimize dönünceye kadar komşularla o çadırda günlerce yatıp kalktık. Bu nedenle de ilerde görüşebileceğimiz, konuşabileceğimiz ailelere sahip olduk
Yasemin ablama, Eskişehir’e getirdiğimden bu yana evlenelim diye teklif ediyor, O ise bir türlü kabule yanaşmıyordu. Çok güzel, bilhassa gözleri iri yeşil. ve şahaneydi. Her ne kadar bazen sinirli davransa da İyi huylu,duygulu, karakterli bir insandı. Birimize yabancı da değildik. Öz Halamın torunuydu. Beykoz’dayken, bir gün bana sormuştu. ‘’ Sevgilin var mı, nasıl bir kız’’ diye.. Ben de ‘’ Şimdilik yok! Senin gibi temiz, güzel, iyi huylu, iyi yemek yapabilen birini bulursam evlenirim.’ Diye cevap vermiştim ve ilave etmiştim. ‘’Onu sana getirip, iyi yemek yapmasını öğretmeni isteyeceğim’’ demiştim. Bu sözümü unutmasına imkân yoktu.
Yanımda kaldığı sürece de güzelliği ve davranışlarıyla, temizliği ve titizliğiyle beni kendine hayran bırakmıştı. Yaşı benden büyüktü ama, her hareketiyle benim aradığım, anlaşabileceğim bir insandı.Ayrıca, yufka yürekliydi, hassastı. En çok da çocuklarına düşkündü.
İşte zelzeleden sonraki günlerde, düşünmüş, taşınmış, Teklifini kabul ediyorum, seninle evleneceğim’’ demişti. Bu kararı beni çok sevindirmişti. Bu kararımızı tartışacak, yargılayacak, hatta iyi mi, kötü mü ? diye soracağımız kimsemiz yoktu. Bu ikimizin kararı idi. Çocuklara gelince, Onlar zaten beni tanıyorlardı. İkimiz de Onların bu kararımızı kabulleneceklerini düşünüyorduk.
İş evlenme dairesinden gün almaya ve iki şahit bulmamıza kalmıştı. Hamdi Ütğm. Ve Astsubay Halil Kunt en sevdiğim ve güvendiğim insanlardı. Gandi Hamdi, durumu anlatınca, ‘’yaşı senden büyükmüş, yine de Allah mutlu eder’ diyerek şahitliği kabul etti. Hamdi, Yaseminin, Halil Kunt da benim şahidim olacaklardı. Böylece 4-4-1956 yılında ,Belediyenin Evlendirme dairesinde, yalnızca iki şahit huzurunda Evlendirme memuru önünde imzaları atıp evlenmiştik. Hamdi, bu durumu ölümsüz yapan bir de fotoğraf çekmişti. O sıra, Yalnızca üç kişinin, ‘’Hayırlı olsun, Allah sizi mutlu etsin, ömür boyu bir yastıkta sağlıklı ve mutlu yaşayın’’ diyen dualarını alabilmiştik.
İlk ve son evlilik hediyemizi arkadaşım Selahattin Yılmazdan almıştık. Selahattin benim en sevdiğim arkadaşımdı, Orta okuldan bu yana hep beraberdik. O uçucu olmuş, Amerika’da eğitim görüp dönmüş, yine aynı üstte beraberdik. Onun nikah şahidim olmasını çok isterdim. Ama tatbikat sebebiyle başka bir üsse intikal etmişlerdi. Pilotlar bize nazaran çok daha iyi maaş alıyorlardı. Bu sebeple, yine pilot olan Yılmaz Kürşat arkadaşımızla odun pazarına yakın bir ev tutmuşlardı. Yasemini İstanbul’a gönderdiğim zamanlar, onları, evlerinde ziyarete giderdim. Bir ara, babası rahmetli olduktan sonra, annesini de getirtmiş, dolayısıyla Onu da tanımıştım. Annesi, Yaşlı, zayıf, namazında, abdestinde, çok efendi bir insandı. Sela, evlendiğimi duyunca, bir hediye almak istedi. Mantoluk bir kumaş almak istiyordu, ‘’Ama kendisi görüp seçsin ‘‘ dedi. Beraber bir mağazaya gittik, Yasemin de beyaza yakın ama daha koyu çizgileri bulunan biraz tüylüce bir kumaş seçmişti. Bir terziye verip bedenine göre diktirmiştim. ,Onu senelerce zevkle giymişti. .Sela yı ( ki ben öyle hitap ederdim,) Yasemin de çok sevmişti. Gerçekten çok efendi, ve anlayışlı bir insandı. (Kendisi, Uzun seneler bekar kalmış, sonradan 1965 yılında Ankara’da evlenmişti. Biz de nikâh ve düğünlerinde bulunmuştuk. Gelin hanımın kulağına eğilerek şöyle demiştim ‘ benim en çok sevdiğim arkadaşımı sakın üzme, birbirinizi ömür boyu sevin ve mutlu olun’)
G. KADIKÖYDE TEK ODA
1956 yılının yaz aylarını yaşıyorduk. Biliyordum ki, Yasemin, Çocuklarını özlemişti. Verdiğim sözü hatırladım ve ‘’Kadıköy’de bir ev tutsak, seni oraya göndersem ister misin?’ deyince gözleri parladı ve sevinçten boynuma sarıldı.. Hemen Bedia yengeye bir mektup yazdım..Kiralık bir yer buluvermesini istedim. Bir hafta geçti, geçmedi cevap geldi. Bedia yenge kendi odalarından birini en genişini teklif ediyordu. Evleri, Kadıköy, altı yol’a yakındı. Çocuklara da yakın sayılırdı. Yürüyerek gelip, gitmek mümkündü. Tekliflerini kabul ettiğimizi bildiren mektubu hemen gönderdik.
Hem Kadıköy’de, hem de Eskişehir’de iki evin kirasını ödeyecek durumda değildim. Herkes zaten maaşların azlığından şikayet ediyordu. Benim gibi küçük rütbeli subaylar ne yapsındı. Bir çare düşünmeliydim. Yasemin Kadıköy’de kaldığı sürede, buradaki evden çıkacak, yine üs misafirhanesine, bekar arkadaşlarımın yanına dönecektim.
İkmal komutanından bir hafta izin aldım, evin kapısını kapattım, Yaseminle beraber İstanbul’un yolunu tuttuk.
Bedia yenge, bize vereceği odayı hazırlamıştı. Geniş bir odaydı, karyola, yatak, koltuklar bile vardı. Mutfak, banyo ve tuvalet müşterek olacaktı.
Bahçeye çıkınca bir kulübe gördüm. Zaten bize kiraladığı odanın bir kapısı da bahçeye açılıyordu. Kulübenin ne işe yaradığını sordum, Bahçe ile ilgili alet, edevat deposu olarak kullanılıyormuş. İçinde hem su, hem de lavoba varmış. ‘’Ama şimdi kullanılmıyor’ ‘ dedi. Aklıma bir fikir geldi, anahtarını istedim. ‘’ Şöyle bir bakmak istiyorum’ ‘ dedim..
İçine baktıktan sonra da düşüncemi tahakkuk ettirmeye karar verdim.
Hem Yaseminle, hem de Bedia yenge ile konuştum (çünkü evde onun sözü geçiyordu) Orasını mutfak olarak kullanacaktık. Bunun için lav obayı değiştirmek, yanına bir tezgah koymak, tel dolabı gibi bir şeyler ilave etmek gerekecekti. Sıva, badana gibi işleri de yaptırırsam, gül gibi bir mutfak elde etmiş olacaktık.
Geri dönmeden önce, mutfak işini tamamlamış, herkesten de bir ‘aferin’ sözü duymuştum. Artık çocukları gelip, gitmeye başladığından dolayı eşim, hayatından çok memnun görünüyordu.
Ben de bu memnuniyet içinde Eskişehir’e dönmüş, evi boşaltmış, eşyaları ikmal depolarından birine koymuş ve üs misafirhanesine taşınmıştım. Halen mutemetlik görevim devam ediyordu. Arada bir Cuma mesaiden sonra bekar pilot arkadaşlara katılarak,,Yeşilköy’e uçuyor, oradan Kadıköy’e geçiyor, Pazar öğleden sonra da geri dönüyorduk.
Aradan zaman geçiyordu. Yine uçucu arkadaşlarla Kadıköy’e gittiğimde Yaseminin yüzünün değişik olduğunu gördüm. ‘Ne oldu’ diye sordum. Hiç sorma dedi ve anlatmaya başladı. ‘’nasıl öğrendiyse, öğrenmiş, bir gün Muhittin (ağabeyim) çıka geldi. Altında bir araba ve özel şoförü de vardı. İzmir’den İstanbul’a taşınmışlar. Bir de bebeği varmış. Beni evine davet etti. Adres verdi, Ben de merak ettim, bir gün Halide ablayı da alarak verdiği adrese gittim. Bir de ne göreyim, Oturdukları daire zemin katı ve pislik içinde, lağım kokuyor. Çok üzüldüm, daha ziyade çocuk için. Biliyorsun Muhittini pek sevmem. Ne istikrarı vardır, ne de sebatkârdır. ‘Buradan hemen çıkın, bir ev buluncaya kadar da benimle kalın,!’ dedim. Geldiler bir daha da çıkmak bilmediler.. Çocuk ciyak, ciyak ağlar, karısı ise uyuşuğun biri, senin anlattığına göre, Onunla evlenmesi de ayrı bir hikayeymiş ya! , Ayrıca anasının çocuğuna bakacak hali yok, Çocuk ağladıkça, beni ve bilhassa küçük kızım Gülşeni suçluyor, ‘çocuğuma bakmıyorsunuz’ diye. Tek bir odada yatmak bana da, onlara da zor geldi. Netice de çıkıp gittiler ama sıkıntıdan da benim yüzüme felç geldi. Allah Halide abladan razı olsun, O olmasaydı, doktor bulup bana yardım etmeseydi yüzüm, felçli kalacaktı, şimdi biraz düzeldi’’ dedi. Ve ilave etti, ‘’Artık Eskişehir’e dönelim’’.
H. ESKİŞEHİRDE ÜÇÜNCÜ EV
., Ben Eskişehir’den Yasemini götürmek maksadıyla gelmiştim. , Buraya gelmeden önce Eskişehir’in en güzel, en işlek yerinde bir ev tutmuştum. . tekrar Yasemini getirmek istiyordum. Nitekim, şehrin merkezine yakın, önünde park , arkasında Yurt sineması, ve altında pastanesi olan, cadde üstünde , Nasip apartmanında bir daire tutmuştum. Ama teras katındaki, iki daireden biriydi . Yurt sinemasına ve sinemanın önünden geçen caddeye bakıyordu. Öbür dairede oturanlar ise, İkmal merkezinden emekli olmuş bir sivil memurdu,. Remzi bey. Karısı Kadriye hanım. çocukları olmadığı için evlatlık olarak aldıkları 15 yaşındaki Saynur. Ayrıca diğer katlardaki komşularımızdan biri de 1nci Hv.Kv. komutanlığında görevli kur. Alb. muzaffer yıldızdı. Genç yaşındaki karısı ölmüş 9 yaşındaki kızına baktırmak üzere, Kadıköy’de oturan ablasını çağırmıştı. Onlarla da ahbap olmuştuk.
İşte, Kadıköy’e gittiğimde de Yasemini getirmiştim. Yasemin, ‘’Kiraladığın evlerin en güzeli burası’’ dedi. Biraz dinlendikten sonra, terasa çıkıp, manzaraya ve parkın görünüşüne bakmak istedi. Bir de baktı ki, teras cüruf dolu, Kışın kömür yakan apt. sakinleri , cüruflarını terasa dökmüşlerdi. Emir eri aldırmayan, eve sokmayan insan şimdi benden emir eri getirtip cürufları attırmamı bekliyordu, Burasını temizletip herkesin istifadesine sunmak istiyordu. Gerçekten Onun dediğini yapmış, bütün apartman komşularımızdan,, büyük bir övgü almıştık. Remzi beylere gelince, Kadriye hanımla Yasemin çok iyi anlaşıyorlardı, dolayısıyla, mesaiye gittiğim zaman artık gözüm arkada kalmıyordu. Bir gün, ben üs’te iken, sana telefon var’ dediler. Telefondaki, kardeşim Celâldi. (ana bir, baba ayrı) asker olmuş, Muhabere Bölüğünde, Eskişehir Yıldız Tepe’de imiş. ‘’Size gelmek, konuşmak istiyorum’’ dedi. Adresi yazdırdım. ‘’Pazar günü gel bekliyorum’’ dedim.
. Asker kıyafetiyle eve geldi, sarılıp öpüştük, Yengesini de ilk defa görüyordu, elini öptü. Zaten efendi, saygılı bir çocuktu. Tayin edildiği yer İzmit, Yurt içi bölge komutanlığı imiş. Köy muhtarı olan, para harcamasını, sehafeti çok seven babası, oğlunu uçağa binip, Ankara’dan İstanbul’a, oradan da İzmit’e gitmiş. Bölge Komutanı ile konuşmuş, oğlunun Ankara’da askerlik yapmasını sağlamaya çalışmışsa da, Celal Eskişehir’e, yıldız Tepedeki Muhabere Bölüğüne gönderilmiş. Açıkçası, benden destek istiyordu. Yıldız Tepe Onun için uzak geliyordu, Karargah ise şehir içinde, Odun pazarı semtinde idi ve Celâl, kendisinin oraya gönderilmesini istiyordu ‘’.Bölük komutanınızla konuşacağım, inşallah istediğin olur’’ dedim.. Beraber öğle yemeği yedikten sonra da birliğine döndü. Gerçekten, bir fırsatını bulup, bölük komutanı ile konuşmuş, yazıcı olarak, karargaha gönderilmesini sağlamıştım..O da memnun kalmıştı, dolaysıyla biz de.
Artık, ikmal komutanlığında bana ihtiyaç duyulmuş, mutemetlik görevim sona ermişti. Benim yerime, bir subay kadar bilgili, ahlakça da efendi olan astsubay Feti bu iş için görevlendirilmişti.
1957 yılının 30 Ağustosunda, Ütğm.liğe terfi etmiştim. İkmal komutanlığımdaki göreve ilaveten, tabldot işleriyle de görevlendirilmiştim. Aşçı Yusuf adaşımdı, çok şişman olduğu kadar, çok güzel yemekler de yapardı. Tabii erlerden de yamakları, yardımcıları vardı. Her ay ödenen ücretler karşılığı, komutan dahil, genellikle, herkes öğle yemeklerini tabldottan yiyordu. Tabii bekar olanlar, bazen, akşam yemeklerini de tabldottan yerlerdi. Her gün öğle yemeğinden sonra Yusuf usta ile bir araya gelip, ertesi günün menüsü hakkında konuşur, karar verirdik. Verdiğimiz karar gereği, bir sonraki gün için, ihtiyaç duyulan malzemeleri satın almak üzere, aşçı Yusuf’la, ilgili astsubay, şehre inip alışveriş yaparlardı.
Özel günler için, özel yemekler de hazırlanırdı. Meselâ, haziran ayının birinci günü, Havacılar Günü olarak kabul edilmişti. O gün üsse, siviller de davet edilir, resmî otobüslerle getirilip, götürülür, uçuş gösterileri yapılır, hatta, sivillerden isteyen birkaç kişi de uçurulurdu. Onlara da havacılığın, uçmanın zevki tattırılırdı. Hava güzel olursa, sanki piknik yapmaya gelmişler gibi, misafirlere de özel yemekler sunulurdu.
Eşim de böyle özel bir gün dolayısıyla, ilk defa üsse gelmiş, uçakları, uçuşları, uçucu kıyafetleriyle pilotları yakından görmüştü.. Piknik yapmamız, hele hele Yusuf ustanın irmik helvası, çok hoşuna gitmişti.
İ. KADIKÖYDE İKİNCİ KİRALIK EV
Eskişehir’de uzun bir süre yaşadıktan sonra Kadıköy’de ikinci bir ev tutmanın zamanı gelmişti. Çünkü Yasemin yine ‘’çocuklarım’’ demeye başlamıştı.
Her zaman için çocuklarını özlediğini, içinin titrediğini biliyordum. Bu nedenle Kadıköy’de, yine bir ev kiralamak istedim. Bu defa arkadaşı, Perihan hanıma mektup yazdım. O’da Yel değirmeni Uzun hafız sokakta, 114 no.lu evde bir daire tutulduğu haberini verdi. Yine bize yol görünmüştü. Yatak, yorgan, kap, kacak sorun değildi. Çünkü Bedia yengeler, bu gibi şeyleri, mutfak olarak yaptığım, depo gibi yerde muhafaza ediyorlardı. Bu arada ben yazlık iznimi de almıştım. Kadıköy’e gitmenin tam zamanıydı.
Ev sahiplerimiz çok iyi insanlardı. Mustafa bey çalışıyor, Eşi Seniha hanım avukat olduğu halde çalışmıyordu. Çocukları yoktu. Kendileri üst katta otuyorlar, Biz birkaç basamakla çıkılan birinci katta. Ayrıca bir de bahçe katı vardı ama, o zeminden biraz aşağıda bulunuyordu. Orada da iki çalışan insan oturuyordu. Ev çarşıya da çok yakındı. Çarşı yüz metre ya var, ya yoktu. . Ev sahipleri bizi, biz de onları sevmiştik.
Yasemin ayrıca yanına bir arkadaş daha edinmişti. Arkadaşı Perihan Hanımın kardeşi Fevziye…Çalışan bir insandı, bekardı, ablasıyla beraber oturuyor fakat iyi geçinemiyorlardı. Bunu bilen Yasemin Ona bir teklifte bulunmuştu.. ‘’gel kızım, evin bir odasında da sen otur, nasıl alsa sabah gidip, akşam dönüyorsun! Mutfak, vs. müşterek olsun, hatta yemek yapmana bile gerek yok, benim yaptığım yemeklerden sen de yersin,!’’ dedi. Fevziye de teklifi kabul etmişti... Böylece, ben olmadığım zamanlar, Fevziye…Ona can yoldaşı olacaktı.
Ayrıca aynı sokakta, İzmitli iki aile daha yaşıyordu. Yasemin, onlarla da tanışmış, birbirlerine destek olmaya karar vermişlerdi. Zaten Hanife hanım anneannesinin ahbabı oluyordu., Kocası Ali bey ve iki yetişkin kızı bir de oğulları vardı. Oğul evliydi, büyük kızları Semahat da evlenmek üzereydi
Yasemin çocuklarına kavuştuğundan dolayı hayatından çok memnundu. Eh ben de şimdilik buradaydım. Bir ara arkadaşım Selahattin de izinli gelmiş, beraber Büyük Çamlıca’ya pikniğe gitmiş, hem piknik yapmış hem boğaz manzarası seyretmiştik. Çok mutluyduk Ayrıca evde, bahçede, çocuklarla beraber resimler de çektirmiştik. Çünkü Sela’nın yanında taşıdığı bir fotoğraf makinesi vardı.
Bazen, Yaseminle karşılıklı, kağıt ve tavla oynardık, Bilhassa, Yasemin’e bezik oynamasını ben öğretmiştim. Diğer zevkle oynadığımız bir oyun da tavlaydı. Yasemin tavlada bayağı iddialı olurdu.. Bazen de Selayı kendi kafamıza göre evlendirmeye kalkardık.. Ona layık gördüğümüz kızlar da bazen, kendi büyük kızı, bazen de dayısının ortanca kızı Gülbin olurdu. Bu konu ikimizin arasında kalırdı, kimseye de bir şey söylemezdik.
Günlerden, bir gün, İzmitli Hanife abla, Yasemine misafir gelmek istiyor ve kızı Semahatla haber gönderiyor, Geldiği zaman da hoş, beşten sonra, Yaseminin büyük kızı Gülcan için bir damat adayı bulduğunu söylüyor. Ve fikrini soruyor..Aslın da olay şöyle gelişmişti. Gülcan, sık, sık annesini görmeye geliyordu. İşte bu geliş, gidişlerde, Hanife hanım, Yine İzmitli olan Hamamcı ailesine, kızı habersiz olarak göstermiş, Onlar da, çok beğenmişlerdi. Hamamcıların oğlu askerliğini yapmış, yirmi iki yaşında yakışıklı bir delikanlıydı. O’da uzaktan kızı görmüş beğenmişti. Şimdi sıra, Gülcan’ın annesi ve babasıyla görüşmeye kalmıştı. Bu sebeple Hanife Hanım, Yasemini ziyarete gelmiş, durumu bildirerek fikrini sormuştu. Yaseminin cevabı ise şöyleydi. ’’ Karar verecek olan babasıdır. Ben bir şey söyleyemem!’’
Daha sonraki günlerde, durum, Gülcan’ın babasına da intikal etmişti. O da kızını, Trabzon’daki zengin bir akrabasının oğluna vermek istiyordu. Netice Gülcan la, damat adayını buluşturmuşlar, kız da delikanlıyı beğenmişti. Durum bu merkezde olunca, gelip, gitmeler, uzun zaman alacak bir sürece girmişti,
index.htm
zorlu17.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.