- 742 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (15)
ZORLU DÖNEMECLER-2
BİRİNCİ BÖLÜM (lütfen, z.d. 1nci yi okuyun)
Birinci kitabın sonunda şöyle bir ifade kullanmıştım.
MECHULE DOĞRU(eylül-1951)
1951 yılında Haydarpaşa lisesini bitirdikten sonra, arkadaşım Selahattin ile İnönü kampına yaklaşırken, kafamda şu düşünceler mevcuttu.
Acaba zaman bana ne gösterecekti? Köyden yamalı pantolon, ayağımda çarıkla yaya olarak çıktığım b u kader yolculuğuna, acaba uçarak mı devam edecektim? Kaderim ve alın yazım acaba nasıl yazılmıştı? Herhalde bunu, kampa katıldıktan sonraki olaylar ve zaman gösterecekti
. PLANÖR KURSU
Öğleden sonra saat 1400 de nihayet İnönü kampına varmıştık. Etrafta pek çok insan (bizim gibi) vardı. Havada planörler uçuşuyor, insanlardan bir kısmı uçan planörleri izliyor, bir kısmı da küçük bir binanın önünde sıraya dizilmiş ayakta bekliyorlardı..
Arazi düzlüktü ve . o düzlüğün tam güneyinde yüksek dağ platosu görünüyordu. Dağ platosunun kampa bakan yüzü, kale duvarına beziyordu. Sanki bıçakla kesilmiş gibiydi.
Bizden önce gelenler, kulübenin önünde kuyruk oluşturmuşlar, bir kısmı da sağa, sola koşar haldeydiler. Bunlardan bir kısmı belki öğretmen, belki de bizden önce gelip, kabul görmüş talebelerdi. Çünkü üzerlerinde toprak rengi eşortman vardı. Bizde kulübenin önünde kuyruktakilerin arkasına takıldık ve sorduk ‘’kayıtlar burada mı yapılıyor’’ diye?
Görevliler, sıradakilere, isimlerini soruyorlar, Onlar da cevap veriyorlardı. Yakınlaştıkça anladık ki görevlilerin önlerinde isim listesi vardı ve listede isimleri işaretliyorlardı.
Bizim de kaydımızı yaptıktan sonra yemekhane, yatakhane, dershane gibi gerekli yerleri gösterdiler ve sorumuz üzerine de ders saatleri hakkında bilgi verdiler. . Ayrıca pilotlara özgü eşortman dağıtılacağını bildirdiler. Akşam yemeği ve yatmadan önceki saatlerde, burası ile ilgili soru ve heyecanlarımız devam ediyordu.
Ertesi günü, dersliklerin birinde toplandık. Hoca ‘’arazi yapısı ve planörlerin özellikleri hakkında nazarî bilgi vereceğim’ diyerek söze başladı
.Nazarî bilgiler 20 saat sürecekti ve bu bilgiler verilmeden planörle uçmak çok sakıncalıydı. Daha sonra planörün motorsuz uçuşu , hava oluşumları hakkında bilgi verilmeye başlandı.
Teneffüs için dışarı çıktığımızda diğer iki sınıfın talebelerini de gördük, Her kafadan bir ses çıkıyordu, anlaşılan Onlar da bizim gibi ders üzerinde yorum yapıyorlardı.
Öğle yemeğinden sonra, hocalar, bizi pistin kenarında topladılar, planör uçuşlarını izleteceklerdi.
Sabahın serin ve sakin havası öğleden sonra hareketlenmiş, rüzgar esmeye başlamıştı. Bu arada hocalardan birkaçı pistte bulunan planörlerin başına gitmişlerdi.. Yanımızda bulanan hoca’ Şimdi planörün önüne bir jip gelecek, uzun çelik bir tel ile hem jip, hem de planör bağlanacak, jip hareket edecek, arkasındaki planörü çekmek suretiyle hızlanacak , planör bu çekiş gücü ile biraz havalandıktan sonra, uygun bir anda, hoca ayağının bir hareketi ile çelik teli planörden ayıracak ve havanın kaldırma gücünden istifade ile planör uçmaya devam edecektir. Rüzgarın yardımıyla da yavaş, yavaş yükselecek’’ dedi ve ‘’şimdi izlemeye devam edin’’ diye de ilave etti.
Böylece 5-10 planörün uçuşunu izledikten sonra tekrar dershaneye dönmüştük.
Diğer günlerde de hocalar, hem planörlerin nasıl uçtuğunu bize izlettiler, tanıttılar hem de nazari derslere devam ettiler
Kamp idaresi Cumartesi, Pazar günleri talebeleri serbest bırakıyorlardı. Eylül ayı idi ve havalar güneşli ve sıcak geçiyordu. Kamp bölgesi yerleşim yerlerinden uzaktı. İnönü kasabası kampa üç km. mesafedeydi. Arkadaşlardan kimileri kasabaya iniyor, kimileri kuytu bir yerde, ufak paralarla pişti oynuyordu. Bizim gibi bazıları da İnönü muharebelerine sahne olan araziyi tanımak için bölgeyi görmeye gidiyordu.
Bir Pazar günü pişti oynayan guruba takıldım. Bununla da kalmadım, ısrara dayanamayıp oyuna iştirak etmedim mi? Üstelik elli kuruş da para kaybetmedim mi! Kendi, kendime çok kızdım.’ ‘Utan, aptal utan !Yasemin ablan ancak 250 kuruş para gönderebiliyor, ki onu da annesinden kalan dükkan kirasından! Tatillerde kazandığın para olsaydı, acaba böyle bir halta karışır mıydın’’ diyerek tövbe etmiştim. Bu benim için ilk ve son tecrübem olacaktı.
Nazarî dersler bittikten sonra, sıra planör uçuşuna gelmişti. Talebe sayısı çok, planör ve hoca miktarı nispeten azdı, bu sebeple, haftada on saatlik uçuş dersi bir ay sürecekti. Benim hocam bir astsubay emeklisiydi.. Zayıf fakat efendi bir insandı. 20 talebeye eğitim verecek ve uçuracaktı. Aynı zamanda talebelere, bir tavsiyesi vardı.. Boş zamanlarımızda planör uçuşlarını, uzaktan da olsa takip etmeliydik.
Hoca ilk uçuşa çıkarken oldukça heyecanlıydım. Ön tarafa kendisi, ben arkaya bindik, Jip geldi, çelik tel bağlandı, Jip hareket etti, ve havalandık. Yükselerek karşıdaki dağın üzerindeki platoya indik. Oradan tekrar havalandık biraz dolaştıktan sonra tekrar kampa süzüldük ve indik. Bu işlemi talebeler bir defa yapacaktı, ama hoca kim bilir kaç defa tekrarlayacaktı!.
Yalnız kaldığım ilk planör uçuşumda nutkum tutulmuştu. Sanki kendimi bir boşlukta hissettim. Hocam arkamda devamlı konuşuyordu. ‘şöyle yap, böyle yap ‘ diye.. Kamptaki insanlar da gittikçe küçülüyordu. Nihayet yükselmiş, dağın üstündeki platformdan yukarılara çıkmıştık.. Bu yükseklikte biraz dolaştıktan sonra dağdaki düzlüğe inmiş olduk. Orada da insanlar, vasıtalar vardı. Burada rüzgar daha fazla idi. Dolayısıyla kaldırma gücü daha fazla , planörü uçurmak daha kolaydı.
Böyle, böyle zaman geldi, hocanın kontrolü yerine planörü ben uçurmaya başladım. Eğitimin sonuna doğru pek çok arkadaş, uçuşta başarısız oldu ve buruk bir şekilde kampı terk ettiler. Başarı hırsı olsa bile böyle bir durumda insan ister istemez üzüntü duyuyordu
Bu arada bir de kaza olmuş, ölümle sonuçlanmıştı. İlk şehidimizi vermiştik..
Malik, Darüşşafaka lisesi mezunu idi. Anlaşılan benim gibi kimsesizdi, yetimdi..Atak, çevik, yürekli bir insandı .İyi voleybol oynardı. Biraz da kavgacı görünüyordu..
Bir gün planörü yalnız başına havalandırmış, biraz havada yalnız dolaştıktan sonra, kampın pistine inmek istemişti. Kampın civarında, ağaç direklere gerilmiş telefon telleri vardı. Bir tesadüf veya hata yüzünden, jip de değil de planörde kalan çelik çekme teli, telefon tellerine sarılmış dolayısıyla, planörün süratle yere çakılmasına sebep olmuştu..Haber kampta yayılınca, kimileri beni kaza yaptı zannetmişler, fakat ben sağ, salim yere inince durum anlaşılmıştı. Ertesi günü ise Malik’i gözyaşları arasında İstanbul’a uğurlamıştık.
2. PARAŞÜT İLE
Planör uçuşunda başarı brövesi aldıktan sonra sıra paraşütle atlamaya gelmişti. Bu sebeple de Eskişehir hava üssüne gidecek, bir gece, Hava Harp Okulunun yeni yatakhanesinde yatacak, uçak seslerine kulaklarımızı alıştıracaktık. Her talebe üç defa paraşütle atlama yapacak, bunun için Eskişehir hava üssünde bulunan C-47 uçakları kullanılacaktı.
ilk Hava Harp Okulunun yatakhaneleri, İnönü kampındakilere göre çok konforluydu.. Gardolablarıyla, yeni karyola, tertemiz yataklarıyla çok hoşumuza gitmişti. Üstelik bir de devamlı sıcak suyu bulunan hamamı mevcuttu.. İlk gecemiz, gerçekten uçak sesleriyle uykusuz geçmişti.
İlk defa yüreğimiz pır, pır ederek C-47 uçaklarına bindik. Daha havalanmadan, uçak içinde, paraşütleri sırtımıza nasıl takacağımız, uçaktan ,tarlalara nasıl atlayacağımız hakkında bilgi verildi. Havadayken de paraşütler sırtımıza takılmış oldu. Atlama sırasında paraşütler, deklanşörü çekmek suretiyle bizim tarafımızdan değil, uçağa raptedilmiş bir tel vasıtasıyla kendiliğinden açılacaktı.
Nihayet, atlama mahalline yaklaşırken, görevliler sırtımızdaki paraşütleri kontrol ettiler ve bizi ayakta sıraya dizdiler.. Paraşüt deklanşörleri uçaktaki tele irtibatlı olarak, atla emriyle uçağın kapısından,. kendimizi boşluğa bıraktık. Hem korkuyu, hem de zevki bir arada tattım. Ayağım toprağa bastığında, doğal olarak daha mutluydum.
Atlama sırasında, Sezai arkadaşımın kolu kırılmış, mevcut olan ambulansla hemen Eskişehir hava hastanesine gönderilmişti. İkinci günkü atlayışımızda ise Attila Turagay arkadaşımızın ayak bileği kırılmıştı. Bir generalin oğlu olan Attila’yı yine ambulansla hastaneye göndermişlerdi.
Daha önceki atlayışlarımızda yalnız sırt paraşütleri kullanılmıştı. Üçüncü ve son atlayışımızda ise hem sırt, hem de göğüs paraşütü kullanılacak denmişti. Fakat bu defa göğüs paraşütleri tarafımızdan açılacaktı. Ne yazık ki atlama sahasında, sığırların otladığı fark edilmemişti.. Ben tarif edildiği şekilde göğüs paraşütümü açmıştım. açmasına, açmıştım da , yere indikten sonra, bir de bakayım ki sırt paraşütüm yüzlerce delik içindeydi. Eğer göğüs paraşütümü açmamış olsaydım o yükseklikten ve o süratle yere çakılıp ölmüş olacaktım. Dolayısıyla , hayatta kalışımı, son emri verenlere borçluydum. Gerçi her atlayıştan sonra paraşütler kontrol ediliyor, ondan sonra katlanıyor olsa da demek ki böyle kazalar olabiliyordu. Başarılı atlayanlara birer de paraşüt brövesi vermişlerdi.
3. MOTORLU UÇAK KURSU
Eylül ayının sonlarına doğru, Türk Hava Kurumunun Etimeguttaki uçak kursunda idik. Hocamız Bahattin İdemen adında bir sivil pilottu. Dört talebesi vardı. Ben, Aziz Aksüt, Özcan Köktürk, Necati Akar. . Böyle pek çok gurup vardı. Her gurubun hocası ve çift kişilik bir uçak bulunuyordu.. Her gün birer sorti yapacaktık. Bu eğitimde de başarılı olmak için gayret gösteriyordum. Hocamın kanaati olumluydu, ama bir de idareciler vardı. 15 saatlik eğitim uçuşundan sonra, başarı sertifikası vermişlerdi. Bu arada elenen talebeler olmuş, neticede 58 kişi kalmıştık
4. SAĞLIK RAPORU
Artık son durak Eskişehir hava hastanesi olacaktı. Uçuşa elverişli olduğuma dair sağlık raporu almam gerekiyordu. Bunca zaman iaşe ve ibatemizi devlet sağlıyordu. Bir de sağlık raporu alırsam okullu olacak, beni çok sevindirecekti. Artık okulda kalıyorduk. Hastaneye gide gele yorgun düşmüştük.. İlgililer, bilhassa duyma, görme ve tazyik odasında kalabilme, dayanıklılık üzerinde duruyorlardı. Neticede uçuşa uygundur ifadesini taşıyan sağlık raporunu okul idaresine teslim ettikten sonradır ki derin bir nefes alabilmiştim.
5. HAVA HARP OKULU
Artık resmi elbise giyerek hava harp okulu talebesi olmuştum. Bu sevincimi kiminle paylaşmalıydım. Yasemin ablama bir mektup yazarak durumu anlattım. Onun da benim kadar sevineceğini biliyordum.
A. KARACILIK EĞİTİMİ
İlk aldığımız piyade eğitimi idi. Karacı bir binbaşı bize 15 gün süre ile hocalık yaptı. Yat, kalk, silah kullanma, kendini koruma, hayatta kalma gibi eğitimler almıştık. Arkadaşların çoğu askerî okullardan gelmişti, fakat benim gibi sivil okullardan gelenler de vardı. Bu gibi eğitime daha çok bizlerin ihtiyacı bulunuyordu. Zaten onlar benim gibilere ‘ çaylak’ diyorlardı. Bu çaylakların içinde ,orta ve liseden arkadaşım Selahattin Yılmaz da vardı ki Onun kazanmış olmasına çok sevinmiştim.
Karacılık eğitimi görürken, bir taraftan da arkadaşlarla tanışmıştık. Hava Harp Okulu talebesi olarak 58 kişi kalmış, herkesin huyunu , suyunu öğrenmeye başlamıştık. Esas okulumuza döndükten sonra da okul komutanı dahil öğretmenlerimizi de tanıyacaktık.
Hava Harp Okulu komutanı kur.Alb. Gavsi Uçagök idi. Sınıf hocamız da kur.Yzb. Necdet Doğançay
B. OKULUN AÇILIŞI
İlk Hava Harp Okulunun açılışı çok görkemli olmuştu. Hava K. K. nı dahil, kuvvet komutanları, İkmal mrk. Komutanı Adil Giray, Yüksek rütbeli subaylar, okul komutanı öğretmenler derken çok kalabalık merasime iştirak etmişti. Herkesin sırtında, biz talebeler dahil, pırıl, pırıl üniformalar vardı. Merasimde İstiklâl Marşımızı söyleyip komutanların önünden geçerken de uçaklar havadan merasime iştirak etmişler, Gökyüzünde gösteri uçuşunda bulunmuşlardı. Bu durum biz talebeleri gururlandırmış, göğsümüzü kabartmıştı.
C. CUMHURİYET BAYRAMI MERASİMİ
Şimdi öncelikli olarak 29 ekim cumhuriyet bayramının resmî törenlerine iştirakimiz mevzuubahisti. Törenler ve Merasim, Başkentte yapılacaktı ve çok iyi çalışmamız gerekiyordu. Çünkü benim gibi acemi talebeler, sivil okullardan gelenler vardı. Bu sebeple, esas duruş, rahat, silah omuza, uygun adım marş gibi günlerce süren çalışmalar yaptık. Merasimden iki gün önce de iki C-47 uçağı ile Türk Hava Kurumunun Etimeguttaki meydanına uçtuk. Oradaki tesislerde alışık olduğumuz yeme içme, yatma ,ulaşım gibi hizmetlerinin sağlandığını anladık. İsteyen resmi otobüslerle şehre inebilir, görülecek yerleri gördükten sonra geri dönebilirdi. Bu Ankara’yı görmeyenler için büyük bir fırsattı.
Ben de Ankara’yı ilk defa göreceklerdendim. Gerçi 9-10 yaşımda, köyümden İstanbul’a gitmiş, 1945 Bolu depreminde köye gidip dönmüştüm ama hep Sincan istasyonundan trene binmiş, inmiş, yalnız orasını görmüştüm. Otobüsler bizi Kızılay ordu evi önünde bıraktı. Selahattin ile Kızılay caddesini, etrafı ve vitrinleri şöyle bir dolaştık, öğle yemeğimizi de ordu evinde yedikten sonra, Dış kapı semtinde bulunan akrabalarımı ziyarete gittim. Rahmetli Arif dayımın oğlu, Gök İsmail, eşi ve kızları, Dış kapıda oturuyorlardı. Resmi elbise ile beni ilk gören akrabalarım olacaktı. Ev adreslerini de bilmiyordum ama köylülerin uğrak yeri Dış Kapı kahvesiydi. Orada, bizim köylülere sorarak öğrenecektim. Dayım harpte şehit olmuş, oğlu Gök İsmail, Benim üvey babamın kardeşi Hasan Hüseyin ağanın yanında iş bulmuş çalışıyordu. Eşi Hanife ablayı da tanıyordum. Kızları da benimle akrandı. Kapının ziline bastım, Hanife abla açtı , beni görünce çok şaşırdı, Onun için sürpriz olmuştu. Resmi elbiseyle karşısında durmam, şok tesiri yapmıştı.
Birbirimize sarıldık. Duygulanmıştı anlaşılan. Kızlar Emine ve Fatma da geldi ama dayım yoktu çalışıyor dediler..Bir müddet oturup çocukluk günlerimden, ve gelecekten bahsettik, köyden, annem ve kardeşlerimden haberler sordum, cevaplar aldım, Onlar da memnun kalmışlardı ben de.. Bir ara, meraklı- turşucu Hanife abla ‘’Bir sevgilin var mı Yusuf?’ diye sormuş, ben de isim vermeden Ümmühanı tarif etmiştim. Sonra da Kızıl aydaki otobüse zamanında yetişmek üzere, vedalaşarak ayrıldım. Otobüsü tam zamanında yakaladım. Arkadaşlar hayatlarından memnun görünüyorlardı. Arkadaşlarla beraber Etimesgut’a, THK Tesislerine, Akşam olmadan dönmüş olduk.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı merasimi için erkenden kaldırıldık, kahvaltımızı yaptık, otobüslere bindik ve ilk uğrağımız Anıtkabir oldu.
Buraya ilk defa geliyor, Atatürk’ün huzuruna ilk defa çıkıyordum. Burası sanki ana, baba günüydü. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Adnan Menderes, başta olmak üzere, hükümet Erkânı, üst kademe generaller, subaylar ( kıyafetler tiril, tiril, apoletler pırıl, pırıl ) halk, askerî ve sivil okullar, tabii olarak, kor diplomatları da ön safhalarda görmek mümkündü.
Önce merasim duruşu, arkasından istiklâl marşı söylendi, bilahare sıra ile mozoleye girildi. Kara Harp ve Deniz Harp okulundan sonra sıra bize geldi. İçeri girdik, oldukça geniş bir alanı vardı. Tavanı çok yüksekti. Yukarı bakarken şapkaların düşme ihtimalini düşünmek gerekiyordu..
Okul adına Doğançay Yzb. İki askerin yardımıyla Atatürk’ün mozolesine çelenk koydu. Geri, geri çekilerek selam ve saygı duruşunda bulundu.
Biz talebeler de sıra ile geçerken sağ elimiz kasketimizde, Atatürk’e selam ve saygılarımızı iletmiş olduk. Buradan uygun adımlarla, otobüslerin beklemekte olduğu yere geldik ve hipodroma gitmek üzere hareket ettik.
Güneşli, ılık ve güzel bir hava vardı. Halk her geçen birliği veya okulu çılgınca alkışlıyordu. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Adnan Menderes ve Genel kurmay Başkanı tribünlerde, önlerinden geçenleri, ayakta selamlıyorlardı.
Biz de Denizcilerin arkasından, Doğançay Yzb. Başta olmak üzere hareket etmiştik. Türbinlere yaklaşırken yüreğim küt, küt atarken, hem heyecan hem de gururla yürüyordum. Tam zamanında, başlarımızı sağa döndürdük, gözlerimiz türbinlerde, hiza ve mesafeyi koruyarak yürürken halkın bizi alkışladığını duyuyorduk.. Türübünlerin önünden geçtikten sonra ise derin bir nefes almıştım.. Aynı gün C-47 uçaklarıyla okulumuza geri dönmüştük.
D. DERSLER BAŞLIYOR
Artık dersler başlamıştı. Dört elle sarılmalıydım. Allah yardım etmiş buraya kadar gelmiştim. Yüzümün kara çıkmasını istemiyordum. Bana İnananlar vardı. En başta da Yasemin ablam vardı. Bu arada hem Yasemin ablama, hem de Ümmühan’a mektup yazmayı da ihmal etmiyordum, Hafta sonları mektupları postaya vermek üzere ya nizamiyedeki küçük postaneye, ya da şehre kadar gidiyordum. Yasemin ablamdan cevap alıyordum ama , Ümmühan’dan hiç cevap aldığımı hatırlamıyordum. Bazen de Ümmühan’a hak veriyordum. Benim gibi kimsesiz ve fakir bir insana niye değer versin diki!.
Yılmaz Kürşat adında hobisi olan bir arkadaş daha edinmiştim. Okul idaresi ona bir yer göstermiş, boş zamanlarında maket yapıyordu. Ben de mika ile bir şeyler yapmaya başlamıştım. Ben daha ziyade mika üzerinde çalışıyordum. Uçak modeli veya isimlik gibi. Yaptıklarımı hediye etmeyi düşünüyordum. Maksadım daha ziyade boş vakitlerimi değerlendirmekti. Değer taraftan mika bulmak kolaydı. Nasıl olsa uçaklar kâl olunca ufak tefek işler dışında işe yaramaz oluyordu.
Çok geçmeden arkadaşlarla kaynaşmıştık, Onlar bana, (Selahattin dışında, ki O bana Yusuf ağabey diye hitap ederdi) bir de lakâp takmışlardı. Saçlarımın sık ve sert, burnumun büyük olmasından dolayı Stalin’e benzetmişlerdi ve ‘‘STALİN’’ diye çağırıyorlardı. Boru lakâbını kullananlar da vardı. Bunun sebebi ise, gece yatakhanede konuşanları susturmak için, kalın sesimle! ‘’susun , uykumuz geldi, yatalım’’ dememden ileri geliyordu
Önemli, önemsiz 27 ders vardı. Bu yoğunluk içinde neredeyse kendimizi kaybedecektik. Kasım ayında idik, sanki kış erken gelmiş gibiydi. Ve zaman , zaman da kar atıştırıyordu.. Hafta sonları şehre seyrek iniyordum. Daha ziyade hobi ve mektup yazarak vakit geçiriyordum. Tabii, köyde fazla alışık olmadığım halde, Pazar günleri banyo yapmayı da ihmal etmiyordum.
İkinci defa, üşüttüğüm için doktora gitmek mecburiyetinde kaldım. Doktor İlhan yüzbaşı , ise, gide, gele artık ağabeyimiz olmuştu. Gerçekten iyi bir doktor ve çok efendi bir insandı. Bütün talebelere sanki arkadaşlarıymış gibi davranıyordu. (Onunla seneler sonra, Gümüldür kampında karşılaşacak, eşim kâlp krizi geçirdiği için Ondan yardım isteyecektim)
Geceleri artık uçak seslerine alışmıştık .Bizi fazla rahatsız etmiyordu, Gece uçak sesleri duymadığımız zaman, havanın sisli veya pistin buzlu olduğunu anlıyorduk.
Artık kış gelip geçmiş, bahar aylarını yaşıyorduk, Zaman, zaman sözlü ve yazılı imtihanlar oluyorduk. Öğretmenler bizi, biz de öğretmenleri tanıyorduk. Ama yine de imtihan dendi mi yüreğim pır, pır ediyordu. Hocalarımızın içinde böbürlenen, yüksekten bakan, dağ yarattım görünümünde olan insanlar yoktu. Dersler yönünden bize yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bazen talebelik psikozuyla, hocaları konuşturmak isteyen arkadaşlar oluyor ve hocalar da o yönde davranıyordu. Fakat hava taktik hocamız Kur Bnb.Muhsin Batur asla böyle bir konuşmaya yanaşmayanlardandı. Çok ciddi, görünüşü ve tavırlarıyla çok kibar bir insandı.. Ütğm. Tahsin Şahin Kaya , kısa boyluydu. Öyle bir yürüyüşü vardı ki, yüksek dağları ben yarattım der gibiydi. Zaman, zaman da çok cana yakın olurdu. O zaman istediğimizi sorma imkânı bulurduk. Ütğm. Mehmet Bilir, uzun boylu, zayıfça ve çok kibar, cana yakın bir insandı. Tğm. Halit Altın anık da spor hocamızdı. Uzun boylu, şişmancaydı.. Bilhassa voleybol oynarken, karşı taraf takımla devamlı kavga eder pozisyonu alırdı. Bir gün böyle voleybol izlerden, nereden aklına geldiyse, arkadaşların el falına bakmaya başladı. Sonunda sıra bana geldi. ‘’ Oo. Senin el Çizgilerin çok karışık, Fazla bir tahminde bulunamayacağım. Ama görüyorum ki ömrün uzun olacak’’demişti. Her neyse, biraz korkmakla beraber, hocalarımızın hepsinden memnunduk. Aslında benim durumumda olanlar, sınıfta kalırız, okuldan atılırız korkusu yaşıyorduk.
E. YANLIŞ MEKTUP
Bir Pazar günü, her zaman olduğu gibi, Yasemin ablamla , Ümmühan’a mektup yazdım, zarflarına koyup, postaya vermek üzere şehre indim. Mektupları postaladıktan sonra da sinemaya gittim. Dönüşümde, gece yatarken, içime bir şüphe düştü. Acaba mektupları zarflarına koyarken, karıştırmış mıydım? Bu şüphe yüzünden bütün gece gözüme uyku girmedi. Yasemin ablama yazdığım normal bir mektuptu. Fakat Ümmühan’a yazdığım bir aşk mektubu idi. Neler yoktu ki. Duygu yüklüydü. Yasemin ablamın Ümmühan’ı sevdiğimden haberi yoktu. Zaman, zaman Beykoz dayken ilgilendiğim Ayşe’den bahseder, haberler verirdi. İki yüzlü halime ne diyecekti. İki kâlpli deyip kestirip atacak mıydı? Eğer şüphelendiğim gibiyse, çok kötü duruma düşmüş olacaktım. Ama beklemekten başka da çarem yoktu. Ne kadar bekleyecektim bilemiyordum
Daha sonraları şüphem doğrulanmıştı. Yasemin ablamdan mektup aldım ve bir satırla da hatamı yüzüme vurmuştu. ‘ Ümmühan’a yazdığın mektubu aldım’ diyordu. Oradan havadis vermeye devam ediyordu. Büyük kızı Gürcan’ı çamlıca kız lisesine yazdırmışlardı, Fakat Onu hafta sonları, gidip almak, pazartesi günleri taa Beykoz’dan okula götürmek çok zor geliyormuş, bu sebeple Kadıköy’de, yel değirmeni’nde kiralık bir ev tutmuşlardı.
Beykoz’daki evlerini kapatmışlar, fazla eşyaları orada bırakmışlardı. Alt katlarında oturan Ayşelerden ise hiç bahsetmiyordu.
Tatil olunca, ‘bize gel’ demeyi de ihmal etmemişti Bizim okul ise diğer sivil okullardan farklı idi. Ne zaman tatil olacağı konusunda da henüz bir emir gelmemişti.
F. YAZ TATİLİ
Nihayet bizim okul da on beş günlük yaz Tatiline girmişti. İmtihanlar, uçaklarla ilgili gözlemler derken süre uzamıştı. Allahtan ki bütün arkadaşlar sınıflarını geçmişlerdi. Artık rahat rahat tatil yapabilirdik. Herkesin, tatilde gideceği yerleri vardı...Beni ise bir düşünce almıştı. Köye gitmeyi hiç istemiyordum.. Karar vermekte zorlansam da İstanbul’a gitmeliydim. Güler yüzle karşılanmazsam, bir gün kalır ,okula dönerim diye düşündüm…22 ağustosta tren istasyonuna gittim, biletimi aldım ve İstanbul’a hareket ettim.. İzmit ten geçerken eski günlerimi hatırladım.. Birinci kitapta bahsettiğim gibi, dayım 1946 yılında vefat etmişti. Kim bilir, Erkanla kavga edip, evden kaçtığım için bana ne kadar kızmıştı. Ne var ki altı çocuğundan en büyüğü, elimden tutmuş, bana , Dayımdan sonra ikinci hami olmuştu.. Belki de Dayım, Erkanın karakterini bildiği için, bana fazla kızmamıştı Çünkü Yasemin Ablama , ‘’Yusuf’ a iyi bak O benim eserim olacak’’ demişti. Bunları düşünerek biraz olsun teselli buluyordum..
Kadıköyü biliyordum ama, Yel değirmeni semtine hiç gitmemiştim. Haydarpaşa’ da, trenden inince birisine sordum, Eliyle işaret etti. Oradan Yel değirmeni semti görünüyordu. Rıhtıma kadar yürüdüm. Tepeye doğru yükselen pek çok sokak vardı. Birisinden yürümeye başladım. Gördüklerim, İki taraflı, bitişik nizamda eski Rum evleri idi. Tepeye çıkınca ‘‘Yeşilay sokağı nerede ‘’ diye sordum . Sorduğum yere uzak değildi. Doğru yolda olduğumu anladım.. Artık kapı numarasını bulmam gerekiyordu. Uzun bir sokak değildi. Sağ tarafta , bahçeli, ahşap bir ev, solda ise aradığım evi bulmuştum.. Üç katlı bir evdi. Apartmanın giriş kapısı açıktı. İçeriye girdim. Bir merdiven aşağıya, bodrum katına, diğeri yukarıya çıkıyordu.. Üç, dört basamak çıktıktan sonra sağdaki dairenin kapı numarasını gördüm.
Biraz da heyecanla, zile bastım.. Kapıyı evin evlatlığı Saliha açtı. Beni görünce şaşırdı. Hemen ‘’ anne! Yusuf ağabey geldi’’ diye seslendi. Kapı açılınca antre görünüyordu. Yasemin ablam beni görünce çok sevindi. Hemen birbirimize sarıldık. Samimi olduğu belliydi. Gülcan ve Gülşen’i sordum. Gülcan İzmit’e gitmiş, teyzelerini çok sevdiği için orada kalıyormuş, Gülşen de sokakta arkadaşlarıyla oynuyormuş..’ Biraz hoş sohbetten sonra, ‘’Gülşeni bu sene okula yazdıracağız., yakın da Gazi okulu var oraya’’ diye ilave etti. İzmit’tekileri sordum. Mükerrem hanım ‘( üvey annesi) çok hasta imiş. Uzun, uzun hastalıktan, Mükerrem yengeden bahsetti. ‘’ Onun için üzülüyorum’’ dedi.
Şöyle bi etrafıma bakındım, Beykoz’daki konak gibi ev nerede, bu ev nerdeydi!. Oranın salonu, bu dairenin tümünü içine alır diye düşündüm. girince sağ tarafta misafir odası, onun yanında bir yatak odası, bir de onun tam karşısında bir yatak odası daha., yanında tuvalet ve mutfak. Bir de antre, Okadar!. . Mutfak bahçeden ışık alıyor. Misafir ve yatak odalarından biri sokağa bakıyor. Antre de ise bazen ışık yakma ihtiyacı doğuyordu.. Eşyalarının çoğu da Beykoz’da kalmış anlaşılan.. Karyola bile getirmemişler. Yer yatağında yatıyorlar. En büyük sıkıntıları ise su kesilmeleri.. Gündüzleri kesiliyormuş, geceleri de çok az akıyormuş. Bu yüzden kap, kacak doldurmak icap ediyormuş. Zaten Beykoz’da iken de su yönünden şanslı değillerdi. Orada da dışardan. Çeşmeden su taşıyorlardı. Allahtan çeşme , hemen evlerinin önündeydi. Su taşımaktan, Saliha nın kolları uzamıştı(bu işin şakası ya)
Daha sonra Gülşen geldi. Beni görünce .kucağıma atıldı. Bana ‘’dayı’’ derdi. Şapkamı görünce hemen başına geçirdi..Aynada kendine Şöyle bi baktı. ‘’büyük geldi’’ deyip.. çıkardı... Daha küçükken, Beykoz’da Türkân Ona küfür etmesini öğretmişti. Kızdığı zamanlar söylüyordu. Biraz mızmızdı. doğru, dürüst yemek yemezdi. Ekmek lokmalarını kitaplığın altına atar, yedi sanılsın isterdi. Yemek yedirmekte annesi zorlanırdı. Babası da ağlayıp huysuzluk yaptığı zamanlar tuvaletin yanındaki karanlık odaya kapatırdı. Orada ağlamaktan gözleri şişerdi. Akşama doğru enişte bey geldi. Beni görünce elini uzattı.’’ Hoş geldin. Ne var, ne yok, dersler nasıl, sınıfı geçtin mi?’ ’ dedi. Cevap verince tuvate doğru yürüdü.., Çıktıktan sonra da gazetesini alıp okumaya başladı. Ablamla, Saliha da sofrayı hazırlamaya başlamışlardı. Sofrada, ablam kocasına, ‘’ bu gün öğle yemeğinde ne yediniz’’ diye sordu. O da, ağır, ağır sanki hatırlamakta zorluk çekiyormuş gibi cevap verdi. Ben bu sahneleri iyi hatırlıyordum. Ablam sorarsa cevap verir, konuşurdu. Konuşmaktan ziyade okumayı severdi. Bilhassa tarih kitaplarını tercih ederdi. Bazen bana da tarihten sorular sorardı. Kanepede gece yarılarına kadar oturur okurdu. Herkes yatar, O okumaya devam ederdi. Buna rağmen sabahleyin erken kalkıp tuvalete girmesi gerekiyordu. Beykoz’dan Eminönü ne vapurla gitmek mesaiye yetişmek erken kalkmasını icap ettiriyordu. Eğer, tuvalete girmek için geç kalmışsanız, yandınız demekti. Enişte bey çıkıncaya kadar beklemek gerekiyordu. Tuvaletten geç çıkan cinsindendi. Her şeye rağmen uzun boylu, yakışıklı bir insandı.Ama yalnız kendi rahatını düşünen biri idi. İşten dönerken bir ekmek bile eline alıp getirmezdi. Yetişirken aile öyle alıştırmıştı.
Yatarken bir şey daha dikkatimi çekmişti. Gülşen her zaman olduğu gibi, erken uykusu gelmiş ve yatmak istemişti.. Ablam Saliha’ya, ‘‘hadi kızım sen de yat’ dedi. O da Gülşenin yattığı odaya girmeden önce Benim için misafir odasında yere bir yatak, bir de yanındaki odaya bir yatak serdi. Ondan sonra Gülşenin yattığı odaya girdi. Orada da . Yere serilmiş iki yatak vardı. Ablam da oraya girince durumun değiştiğini anlamıştım. Demek ki yataklarını ayırmışlardı. Beykoz’da yaşanan olaylar aklıma geldi. Ablam, Cuma akşamında, çıkınlarını hazırlar, enişte bey de cumartesi sabahı yürüyüşe çıkıyorum diyerek evden çıkar, Polonez köyde bir gece kaldıktan sonra, Pazar öğleden sonra eve dönerdi. Bir de aynı şirkette çalıştıkları akrabası Aytenin görgü şahidi olup anlattığı hadise vardı. Dayısını, Yaseminin hala kızı Fatma ile öpüşürken görmüş, yengesine de bunu anlatmıştı. Ayten kendini, yengesine borçlu hissediyordu. Çünkü kocasının akrabası olmasına rağmen , kocasını ve kaynanasını ikna etmek suretiyle, yedi kişilik aileyi evin alt katına yerleştiren. Ve Ayten’e iş bulmasını sağlayan yengesiydi.
Bu anlatılanlardan sonra, Yasemin ablam, durumu daha net değerlendirmeye başlamıştı .Çünkü Yasemini, evlenmeye zorlayan, babasını ve üvey annesini ikna eden yeğeni Fatma idi. Daha doğrusu Yasemin, ona abla diye hitap ederdi. Demek ki niyeti kötüymüş, bu zamana kadar kocasıyla ilişkilerini devam ettirmişler diye düşünmüştü o zamanlar.
Enişte bey, iki defa, hafta sonları Kınalı Adaya götürdü bizi .. Orası sakin ve tenha idi. Ablam yüzme bilmiyordu. Enişte bey ise çok iyi yüzücü idi. Ben de fazla biliyor sayılmazdım. Enişte bey meşgul olmayınca, Yasemin ablama ben yüzme öğretmeye kalkıştım. Şişman olduğu için su üstünde kolay kalabiliyordu. Öğle yemeği için Yasemin ablam çıkınlar hazırlamış,, getirilmişti. Yemek yiyip biraz dinlendikten sonra tekrar yüzme dersine devam etmiştik. Hava sıcak, günler uzundu. Ama Yasemin ablamın ısrarı ile gün batmadan eve dönmüştük.
İki hafta kalmıştım, artık dönme zamanı gelmişti. Gülcan henüz İzmit’te idi. Enişte bey ile mesaiye gitmeden vedalaşmıştık. Kapının önüne çıktık. Ablam üzgün görünüyordu. Kendisi için mi? Benim için mi? anlayamadım. Bana veda için Sarılırken, ’ ‘uçucu olma sakın!’’ demeyi de ihmal etmemişti.. Saliha nın elinde su maşrapası vardı. Gülşen’e sarılıp öptükten sonra, yavaş, yavaş Onlardan uzaklaşmıştım.
G. İKİNCİ SINIF
1952 Senesinin, Ekim ayının son haftasında ikinci sınıf olarak derslere başlamıştık. Üniversitelere göre askeri okullar biraz erken başlıyordu. Bazı öğretmenler değişmişti. Mesela, Kur. Bnb. Muhsin Batur, yarbaylığa terfi etmiş, Hv,K K.lığı karargahına tayin edilmişti. Kur. Yzb.. Şahinkaya da öyle.
Doğal olarak talebe adedi de artmıştı. Biz ikinci sınıfa geçince, birinci sınıf için yeni gelen talebelerle kalabalık bir gurup oluşturmuştuk. İkinci sınıfta dersler biraz daha zorlaşmıştı.
Sene sonunda yılbaşı tatili verilmişti. İstanbul’a gitmeye karar verdim. Sınıf arkadaşım Kavak Hasan’ın eski model de olsa bir arabası vardı. Onunla gitmek için sözleştik. Havalar hem soğuk hem de karlı, Yerler kar tutmuş vaziyette. Sabahın erken saatinde yola çıktık. Bozüyük ve Bilecik yönünü tercih ettik. Bu vesile ile Bilecik’e girerken Orta Okulumu da görmüş oldum. Yol, Okulun tam kenarından geçiyordu. O zamanki hatıralar canlandı gözümde.
Bilecik’te öğle yemeğimizi yedik, Şehirde epey değişiklik gözüme çarptı. Yollar ve etraf karla kaplı olduğu için bayağı zorlandık. Eski tip bir araba olduğu için de biraz üşüdük.
İzmit’e geldiğimizde, birden bire karar değiştirdim.’’ Hasan ben burada ineceğim’’dedim. ‘’Neden!’’ diye sormadan edemedi. Akrabalarımı özledim, Onları göreceğim’ dedim. Uzun boyuna, posuna rağmen, çok iyi bir arkadaş, çok iyi huylu bir insandı. ‘’Sen bilirsin ‘‘ dedi ve yoluna devam etti. Burada kar da yoktu ve nispeten hava güzeldi. Sırtımda resmi elbise vardı. Bildiğim yerlerdi zaten. Bir otelin yolunu tuttum. Niyetim burada üç gün kalmak ve Ümmühanı görmekti.
O gece otelde kaldım, Ertesi günü, öğleden sonra, Ümmühanlara gittim. Babaannesiyle yaşıyordu. Kalbim küt, küt ederken kapının ziline bastım. Kapıyı Ümmühan açtı. Beni karşısında görünce hayret etti. Onun için tam bir sürpriz olmuştu.. İçeri girmemi söyledi.. Babaannesi beni görünce tanıyamadı. Sonra kim olduğumu anladı ve sevindi. Oturduk ve konuşmaya başladık. Çok güzeldi. Bilhassa endamı ve gözlerinin rengi menekşeyi andırıyordu, hareliydi. Gülünce de yanaklarında gamzeler oluşuyordu. Elmacık kemikleri hafif çıkıntılıydı. İnsan Ona bakmaya doyamıyordu. O konuşuyor, ben dinliyordum.
Babası, üvey annesi, kız ve erkek kardeşi Değirmendere’de oturuyorlardı. Orada bağları, bahçeleri vardı. Bahçe içinde de, denize yakın, üç katlı ahşap evleri vardı. Oralarını çok iyi tanıyordum.
Kendisi hala iyileşmemişti. O menhus verem hastalığı bir türlü iyileşmek bilmemişti. İstanbul Heybeli Ada sanatoryumu dahil pek çok hastanede tedavi görüştü ama nafile!
Bir ara ‘‘yatak odasına gidip biraz istirahat edeceğini’’ söyledi. Beni de yanına çağırdı. Babaanne de ‘’git, yavrum, git’’ diye teşvik etti. Yatak odasına girdik, yatağına uzandı, ben de baş ucuna oturdum. Elini tuttum, hiç ses çıkarmadı, uzun süre öyle kaldık.
Sessizliğini bozarak, ‘’halasına uğrayıp, uğramadığımı’’ sordu?
‘’Uğramadım!’’ dedim. ‘’Yumruk, yumruğa dövüştüğümüz Erdem orada olduğu müddetçe öyle bir niyetim olmadığımı’’ söyledim. Bana kollarını açan dayım da altı sene önce öldüğüne göre öyle bir düşüncem olamazdı. Herhalde, dayımın ruhu da sızlıyor olmalıydı. Beni en çok üzen de buydu zaten.
Epey bir zaman, ellerim elinde öylece kaldığı halde, mektup hadisesinden hiç bahsetmiyordu. Kendisine yazdığım aşk mektubu ablama, ablamınki de Ümmühan’a gitmişti. Gururlu ve onurlu bir insandı. Ben de hiç bir şey sormamıştım.
‘’Ben gideyim’’ deyip ayağa kalktığımda, ‘’Ben de seni kapıya kadar geçireyim’’diyerek. Yanımda geldi. Babaannesinin elini öptükten sonra, evden ayrıldım. Ayrılırken, yüzüne baktım. Üzüntülü görünüyordu. Yokuş aşağı düşünceli, üzgün ve karamsar otele döndüm. (Nereden bilebilirdim ki Onu son görüşüm olacaktı) Karar vermiştim. İstanbul’a dönmeden, doğruca Eskişehir’e, okula dönecektim. Bu sebeple doğruca İstasyona gittim.. Söylemek istediğimi bile söyleyememiştim. Güya ‘’Seni ilk gördüğümden beri seviyorum. Bir sene daha sabret, okulu birince sen de istersen evleniriz’’ diyecektim.
Trende giderken, seneler öncesini hatırladım. Haydarpaşa lisesini okurken, Yaz tatilinde, gemilerde puantörlük yapıyordum. İzmit-Derince deydik. Gemi İskeleye yanaşmış, silolara buğday taşınıyordu. Bir ara iskelede el sallayanları gördüm. Bunlar, Çiğden ile Ümmühan’dı. Cahit ağabey, benim yerime bakacak birisini bulmuş, ben de onların yanına gitmiştim. Kollarında piknik sepetleri, beni bekliyorlardı. Bu işi ayarlayan da Çiğdemdi. Çünkü Derince de olacağımdan haberi vardı. Kadıköy’de, Hatice halanın evinde karşılaşmıştık. Ona, konuşma sırasında, derinceye gideceğimden ve tarihinden bahsetmiştim. Ama İzmit’ten kalkıp Derinceye geleceklerinden haberim yoktu. Benim için de sürpriz olmuştu. Ağaçların altında, denize nazır uygun bir yer bulup, getirdikleri yaygılar üstüne oturmuş piknik yapmıştık. İlk ve orta okulu okurken, benimle alay eden iki kardeş çocuğu, şimdi tavırlarını değiştirmişlerdi. Benim Ümmühanı sevdiğimi ikisi de biliyorlardı.. Orada gün batımına kadar çok güzel ve özel vakit geçirmiştik. Tabii malum günden sonraları da haliyle Ümmühanı sevmeye devam ediyordum.…
Yılbaşından sonra, dersler daha da yoğunlaşmıştı. Bilhassa nisan ayından itibaren, uçaklarla ilgili nazarî ve tatbikî dersler artmıştı. Uçaklarla ilgili her türlü bilgi veriliyor, bilhassa Megister uçakları üzerinde duruluyordu.
1942 yılında, Megister uçaklarının üretim izni alınmış, Kayseri, Hava İkmal- bakım merkezinde üretilmekteydi. Orada üretilen uçaklarla Hava Harp Okulu eğitim yapacaktı. Bu uçakların özelliklerişöyleydi : Uçaklarda, İki kişilik 1xde haviland pistonlu motor vardı. Gücü ise, 130 hp. İdi. Kanat açıklığı, 10.31mt. gövde uzunluğu, 7.50 m., yükseklik 2.03mt..,boş ağırlık 563kg. kalkış ağırlığı ise 825kg. azamî hızı 210 km/h. ,havada kalış süresi 3 ½ saat. , tavan yüksekliği ( uçuşta azamî yükseklik) 5490 m. İdi. Bu uçaklar Hava Harp Okuluna, 1951 yılından itibaren, eğitim maksadıyla verilmişti, Hocalar ilk defa, biz ikinci sınıf talebelerine uçuş eğitimi yaptıracaklardı. Bu sebeple üzerinde çok duruyorlardı. Okul bittikten sonra Megisterler ile uçuş eğitimine devam edilecekti. muhtelif birliklerde de aynı maksatla verilen Megister uçakları bulunuyordu. Ayrıca, hocalar seyrüsefer, meteoroloji, kokpit dersleri de vermeye başlamışlardı.
H. CUMHUR BAŞKANININ ZİYARETİ
Mayıs ayının ortalarına doğru, Cumhur Başkanı Celal Bayar’ın Hava Harp Okulunu ziyarete geleceği ve öğrenicilerle yemek yiyeceği haberi duyuldu. Neyse ki, gerek yemekhane, gerek derslikler (sınıflar) diğer askerî okullara göre çok temiz ve moderndi. Yemekhanede, masalar, sandalyeler ve porselen tabaklar diğer okullara göre örnek olacak Durumdaydılar. Bu durumu, zaten herkes biliyordu. Çünkü yeni açılan bir okuldu. Hamamında devamlı sıcak su vardı. her şey düşünülmüştü. Yemekler de öyle idi. Nitekim Cumhur Başkanı Celal Bayar ve Ona eşlik eden zevat da her şeyden fazlasıyla memnun kalarak ayrılmışlardı. Dolayısıyla biz talebeler de bu durumdan gurur duymuştuk.
İ. OKUL BİTİRME İMTİHANLARI
Artık sıra, okulu bitirme imtihanlarına gelmişti. Tabii olarak bütün talebeler heyecanlı idik. Yoğun bir çalışma içine girmiştik. Bazı konularda kendini zayıf hisseden arkadaşlar, o dersten kuvvetli olan arkadaşlardan destek alıyorlardı. Hatta bazen öğretmenlerden bile, zayıf olduğumuz konularda, yardım ve destek alıyorduk. Gecemizi gündüzümüze katmıştık. Geceden ziyade, sabahın erken saatinde kalkıp çalışmak benim tercih ettiğim durumdu. O kadar çeşitli ders vardı ki, mecburen hocalarımızın önem verdiği konulara yönelmek durumunda hissediyorduk. Ayrıca, ya mezun olamazsak korkusu yaşıyorduk!. Çünkü hocalarımız, ‘’sakın ikmale kalmayı düşünmeyin’’ diye tembih etmişlerdi.
Neticede imtihan günü gelip çatmıştı. Herkes sınav için yerlerini almıştı. Her sınıf için birer hoca görevlendirilmişti. Onlar için nezaret işi, bizim için ise zihnimizi açık tutmak ve zamanı iyi değerlendirmek gerekiyordu.
Bizim sınıfta, sorulara seri olarak cevap veren ve imtihan kağıtlarını erken teslim eden arkadaşlar vardı. İlhan, Sadi, Önal gibi, Eh benim de işim bittiğine göre, sınav kağıtlarını en gec verenlerden olmak istemezdim. Sınav neticesinde yazdıklarımı kafamda şöyle bi canlandırdım ve kazanma ümidimin yüksek olduğu kanaatine vardım.
Sınavdan erken çıkanlar, gruplar halinde .toplanmışlar, kendi aralarında tartışıyorlardı. Tartışmaya katılmaktan pek hoşlanmadığım için, konuşulanları dinlemekle yetindim. Daha sonra sınavdan çıkanlar gruplara katılmışlardı. Herkes verdiği cevaptan memnun görünüyordu. Hiç olmazsa, ben dahil, rahatlamıştık. Artık beklemek gerekecekti. , Dinlenebilir , akşam yatağa yattığımızda rahat bir uyku çekebilirdik
J.. UÇUŞ EĞİTİMİ
Sınavdan iki hafta sonra neticeler açıklanmıştı. Allaha şükür herkes başarılı olmuştu. Ben de 58 talebe arasında 39 Oncu olmuştum. Artık herkes sicil numarasını biliyordu. İmtihanlar bitmişti ama asteğmen rütbelerinin takılmasına daha zaman vardı. 30 Ağustos a kadar uçuş eğitimi alacak, farklı bir eğitim görecektik. Benimle beraber beş arkadaşın hocası, Ast.subay Kd.başçavuş Mustafa Şaşmazdı. Nadir de olsa astsubaylardan uçuş öğretmenleri bulunuyordu. .Mustafa öğretmen 30-35 yaşlarında, zayıf, uzun boylu, sakin biriydi. Bilhassa magister uçakları hakkında çok iyi bilgiye sahipti. Biz talebelere, önce, uçacağımız, uçağın motoru, kokpiti, levye ile kumandayı, kanatlar, tekerlekler, frenler, kalkış, havada seyir (seyrüsefer), piste üzülerek iniş, pistte duruş mesafesi hakkında, nazarî bilgiler verdi. Bazen de uçak pist başındayken, bu bilgileri uçağın üzerinde göstererek de izah ediyordu. ‘’Sizi teker, teker uçuracağım ve uçururken de bilgiler vermeye devam edeceğim’’ derdi. Sıra tatbikata geldiğinde, başıma mikrofon ve kulaklığı olan kaskı taktırdı. Beni uçak mahallinin arkasına, kendisi de uçak mahallin önüne oturdu. Her iki tarafta da her türlü gösterge ve kumandalar mevcuttu. Buraya kokpit deniyordu. Motoru çalıştırmadan önce de, ‘‘birkaç defa uçağı piste indirip kaldıracağım. Benim hareketlerime, kumandalara azami dikkat göstereceksin. Bilahare, Etimesğut’ta öğrendiğin gibi kumandayı sana bırakacağım, uçağı sen indireceksin!. Hiç korkma, Ben senin önündeyim, herhangi hatalı davranışın vuku bulursa ben müdahale edeceğim. Mikrofonla da seni ikaz edeceğim. Acil durumda ben müdahale edeceğim, sakın bunu aklından çıkarma’’ dedi.
Pistte uçağın süratini yavaş, yavaş arttırarak havalandık. Eğitim uçuşları için ayrılan bir hava sahası vardı. Maksat, eğitim dışı uçuşlarıyla bir kazaya sebep olmamaktı. Eğitim için ayrılan sahaya gittik. Sağa, sola, aşağı, yukarı bazı manevralar yaparken, bana da durumu izah ediyordu. 20 dakikalık bir eğitimden sonra, irtifa kaybederek ineceğimiz pistin üzerine geldik ve süzülerek indik. Hoca devamlı konuşuyordu. Tekerleklerin piste temas ettiğini, bundan sonra frene yavaş, yavaş basmam gerektiğini, uçak duruncaya kadar anlattı durdu. Uçak park yerine geldikten sonra da ‘’Bu günlük, bu kadar yeter. Öğle yemeğinden sonra nazarî derslere devam edeceğiz.’’ dedi.
Öğle yemeğinden sonra, uçak ve uçuş hakkında nazarî bilgiler edinmeye devam ettim. Tabiî olarak arkadaşlarla bir araya geldiğimiz zamanlar (yemekhanede, yatarken, istirahat ederken, dışarıda dolaşırken) heyecanla bahis mevzuu ettiğimiz konu uçuş eğitimi oluyordu.
Ertesi gün için, bizim grupta, uçuş eğitimi için ilk sırada ben vardım. Her ne kadar Yasemin ablamın ‘’sakın uçucu olma’’ sözü kulaklarımda ise de, kendime güvenebilmem, ben de uçabilirim diyebilmem için dikkatli olmam, özenli olmam ve marifetimi göstermem lazımdı. Nitekim öyle de yaptım. Her sortide, hocamdan övgüler, alıyordum. Böyle, böyle uçuş eğitimine birkaç gün daha devam ettim. Artık kendime güvenim artmıştı. Badema rol yapmaya devam edebilirdim. Etmeliydim de.
K. FİYASKO
Artık her uçuşta hatalar yapmaya başladım. Uçağın levyesini, iki elimin ortasında, levyenin ellerime temas etmemesine özen göstererek, güya tutuyordum. Öğretmenimin ikazına rağmen, hatalarıma devam ediyordum. Ama hayatî durumlar yaratacak hatalardan da sakınıyordum. Bilhassa, kalkış ve inişlerde, dikkat gösteriyor, icap ederse, ‘ kumanda sizde’ diye hocaya sesleniyordum.
Hocamın canı sıkılıyor, benim hareketlerimi, bidayette çok güzel ve uyumlu bulurken, ‘ ‘şimdi ne oldu da böyle davranıyorsun’’ diyerek hayretini gizleyemiyordu. Bu sebeple diğer talebelerden daha sık ve uzun süren uçuş eğitimine çıkarıyorduk. Anlaşılan, diğer hocalara, benden sitayişle bahsetmiş olacak ki şimdi mahcup duruma düşmüştü. Bundan dolayıdır ki, çok iyi ve efendi bir insan olmasına rağmen bana kızıyor, kızgınlığını da belli ediyordu.
Bir müddet daha böyle deneme uçuşlarımız devam etti. Neticede pes etti ve benimle ilgili olarak, okul idaresine uçamaz raporu vermek zorunda kaldı. Bunu bana da açık, açık söyledi. Ama ben böyle bir neticeye ulaştıktan sonra, kara, kara düşünmeye başladım. Şimdi ne olacak diye de merak ediyordum.
index.htm
zorlu16.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.