- 884 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
345 - EL VÂLİ
Onur BİLGE
Şerif Bey Amca, kalp hastasıydı. Tansiyon, şeker, kolesterol… Bildiğimiz bu kadardı, bilmediğimiz kim bilir daha neleri vardı! Ölüm ensesinde geziyordu. Yani o böyle diyordu. Sık sık virajı dönmekten bahsediyor, Allah’a kavuşmasının yakın olduğundan söz ediyordu. Hastalıkların tesiriyle meydana gelen dolaşım bozukluğundan ayaklarının şiştiğini söylüyor:
“Ayaklarım ayakkabı istemiyor artık. Yola konma zamanları yaklaştı.” diyor, çok ayakta duramıyordu. Arada sırada kafa kâğıdının eskidiğindan bahsediyordu. Her gün kapıdan çıkarken ev halkıyla helalleştiğini söylüyor, her ihtimale karşı hazırlıklı olmak gerektiğini ısrarla belirtiyordu. Belleğime, ne anlama geldiklerini zamanla anlayacağım sözler kaydediyordu.
“İnsan, ölümü karşılarken, hayattan kopmamalı, Sevgili’ye gidişin sevinciyle kahkahalar atabilmeli. Takati kesilinceye kadar çalışmalı ve sonunda, ölüm geldiğinde, kolları iki yana düşüvermeli.” diyordu.
Bildiğim bileceğim bir ölüm vardı. O da benden bir yaş küçük olan arkadaşımın ölümüydü. Ona göre ise ölüm çok farklı, oldukça detaylıydı. Oysa Ali ölüvermişti. Düşünmeden, kurmadan, beklemediği bir anda, aniden...
Öylesine mutlu gitmeliydi ki vücuduna sinen ilâç kokusuna rağmen, ruhen yeni kazılmış toprağın nemini hissetmeli, ezilen çimlerin ve merasime gelen çiçeklerin kokusunu duyabilmeli, adeta yaşayarak gelmeliydi kabre. Nefessizken dahi doğayı soluyabilmeliydi. Sıcacık yatağına girer gibi mezarına girmeli, ölümün tadına vara vara uzanıp yatmalıydı. Şöyle ilikleri kemikleri dinlenmeliydi.
Hastalıklarının günden güne artmasıyla iyice köşeye sıkıştığının farkındaydı. Nihayetinde ölecekti, kurtuluşu mümkün değildi. Kaçacak yer yoktu. Adım adım yaklaşmakta olan ölümü kabullenmekten başka çaresi kalmamıştı.
”Büyük bir ayna kırılmış. Kırılıp yere saçılmış. Kâinat içine düşmüş. Düşmüş ama paramparça...” diyordu, babam. Evreni anlatıyordu güya. O kadar çok ve sık duyagelmiştim ki bu sözü, artık ezberlemiştim. Fakat öylesine kayda geçmişti. Ne anlama geldiğini falan bilmiyordum. Bilmem imkânsızdı. Çok küçüktüm. Sadece olayı küçük çapta hayal edebiliyordum. Gözlerimin önünde kocaman bir ayna oluyordu, kırılmış, paramparça... İrili ufaklı parçalar değişik konumlarda... Bazıları göz alıcı bir biçimde parlıyor, bazılarının yalnızca kenarları, uçları... Hepsinin içine gün ışığı düşmüştü mutlaka ama ben hepsinde birden göremiyordum. Ancak hangisine yaklaşıp bakış açımı ayarlasam, onda parlıyor, gözümü alıyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Bu aklımda kalan sözle ne onun ne anlatmak istediğini şimdi şimdi anlamaya başladım. Tasavvuftan söz ediyordu. Her ayna parçasında bir varlığın tebessüm etmekte olduğundan bahsediyordu. Bakış açısı ayarlandığında aynada aynalıktan eser kalmadığı, birer yalancı güneş halini aldıklarını anlatmaya çalışıyor, Tevhid’e değiniyordu.
Ah, Şerif Bey Amca, ah! Ağzımda rüzgârlı şeker tadı… Hafızamda o kocaman paramparça ayna… Sonra ölümünü tefekkür ediş tarzı… Paylaşıma razıydı, kaderi olduğu gibi kabulleniyordu. Hastalığıyla, derdiyle, kederiyle, ölümüyle, olduğu gibi gülümseyerek göğüslemek gerektiğini söylüyordu. Babam da benzer şeyler düşünüyordu. Yıllardır:
“Vücut, çözülüp de terkibi aslı olan toprağa çevrilince, nebatatın vücutlarına yürümek, dallarında güçlenmek, yapraklarından bakmak, çiçeklerinden tebessüm etmek de güzeldir. Başka bir biçimde var olması, insanın… Ölüm, hayatın bir başka şeklidir.” diyordu, derin bir tevekkülle.
Arkadaşı, macera dolu fırtınalı bir hayat yaşadıktan sonra mutluluğa kavuşmuştu. Huzur dolu gönlünün güzelliği, ölümü bile güzelleştiriyordu. Viraj derken ne anlatmaya çalıştığını yıllar sonra idrak edebilmiştim. O an gelecek, virajı alıp Sevgili’ye kavuşacaktı. Ölümün yüzü soğuktu ama bu yaşlı deniz kurdu, bir oyun ve bir eğlenceden ibaret olan dünya hayatını geride bırakarak gitme, gidebilme cesaretini şanına yakışır şekilde çevresindekilere bir şekilde gösterebilmeliydi. O bir mümindi. Allah’ı gerçekten çok sevdiğine inandığım bir insandı. Hacıydı üstelik. İnsan dostuna nasıl giderdi? Mutlaka sevinçle… “Şeb-i Arus!” diyordu, Mevlana. Düğün gecesi…
Ölüm provaları yapıyordu, bildiğince. Bahsi geçen sahneye herkesin bembeyaz kostümüyle çıkacağını hatırlatıyordu. Perdenin açılmasını beklemekte olduğumuzu, sırası gelenin sahneye fırlayacağını... Dedem de öyle diyordu. Tekrarlaya tekrarlaya hafızalarımıza kazıdığı benzer sözler vardı:
“İnşallah, gözlerimizin perdesinin açıldığı o çok önemli anda Cemâl görürüz!.. Ölüm Meleği geldiğinde, Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammet S.A.V. i, Ciharı Yâri Güzin’i, Ashab-ı Kiramı, cümle Enbiyaullah ve Evliyaullah’ı görür, sevinç ve mutluluğun tadından, ölümün acısını duyamaz hale geliriz!”
Bu saydıklarının kim olduklarını bilmiyordum. Cemal, birisi miydi? Sadece bir Peygamberimiz olduğundan haberdardım ama kimdi? Nasıl biriydi? NSaygıyla anıyorlardı. Neden önemliydi? O denli uzaktı ki bana! Yaşamış ve o zamanlarda kalmıştı. Değil diğerlerinin, onun hakkında bile hiçbir şey bilmiyordum. Sadece adını duyuyordum. Arka sokakta o isimde bir ağabey vardı. Annem, onun adını söylediğinde bile fısıltı halinde:
“Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed!” diyor, dualarından sonra yaptığı gibi ellerini yüzüne sürüyordu. Bir keresinde merak edip de:
“Neden öyle yapıyorsun?” diye sorduğumda:
“Ona, Peygamberimizin adını koymuşlar. O isim anıldığında, Efendimize saygımızdan ve sevgimizden Salavat getirmemiz gerekir. Sen de söyle benim söylediklerimi!” diyerek söylediğini ezberletinceye kadar tekrarlamıştı. Öğrendiğimin Salat ve Selam olduğunu da zamanla öğrenmiştim.
Bir tek Allah sevilir zannediyordum. En çok O’nu sevmemiz söylenegelmiş, O tanıtılmaya çalışılmıştı. Sevgi sıralaması istendiğinde, her Müslüman evladı gibi:
“Önce Allah’ımı... Sonra annemi babamı…” diyordum, epeydir. O vakte kadar bana, annemden babamdan daha fazla sayıp seveceğim bir başka kişiden hiç söz edilmemişti. Sıralamada onu nereye koyacağımı bilmiyordum. Bunu zamanla idrak edecektim. Hayatıma bir isim daha girmişti ama sadece isim… Daha sonra, okula başladığımda, Kuran’ın onun vasıtasıyla indirildiğini öğrenecektim. Yıllarca bu bilgiyle kalacaktım. Üstelik hakkında, bazılarından olumlu bazılarından olumsuz bir şeyler duyacak, uzun süre bocalayacak, her şeyi merak eden ben, o konuda bilgi edinme gayreti gösterme lüzumunu hissetmeyecektim. Dualarımda bile, hakkında kısaca bilgilendirildiğim Tezveren Sultan olacak, o olmayacaktı. Ne acı!..
”Allah geçinden versin! Günahlarımızı affetsin! Acil şifalar... Allah Yâr ve Yardımcımız olsun! Âmin!” diyerek geçiştiriveriyordu, arkadaşını da dedemi de babam. “Onlarca yıl daha yaşamanı temenni ederim!”
O, bir Allah dostuydu. Allah da ona Dost’tu mutlaka. O, iyilerin Veli’siydi. Hem bir onun değil, hepimizin Veli’siydi. Bir adı da El Vali’ydi. Vali , yönetmekte olduğu şehirden sorumluydu. Allah da kâinatı idare etmekteydi. Her şeyden haberdardı, her yeri aynı anda gören, her sesi aynı anda işiten, bu muazzam kâinatı ve bütün olayları bir başına, üstelik rahatça idare edendi, O’na hiçbir şey zor gelmezdi.
İdare etme yeteneği O’nundu. Vali’ydi. Kâinatın Yöneticisi… Bu sıfat, Kuran’da bir defa ve mealen şöyle geçmekteydi: "Allah bir topluma bir azap istediğinde onu geri çevirecek yoktur. Onlar için Allah’tan başka yardımcı, dost da yoktur."
Valiler, Rabbimize ait bir sıfat taşıyorlardı ama her yeri ve her şeyi göremezler, bilemezler, her zaman görevlerinin başında olamazlardı. Gerçek Vali ise yönetimden bir an uzak kalsa kıyamet kopardı! Yarattıklarının işlerini yoluna koyan O’ydu. Her an bir şende, sınırsız velâyet ve tedbiriyle yaratılanların başındaydı. Her şey O’nun emri ve iradesi altındaydı. Hak edene ödülünü, zâlime cezasını eksiksiz verirdi. İcraat ve idaresinde sebepler yardımcı değil, izzet ve haşmetini gösteren birer perdeydi. Gerçek etki, kudretindendi.
Velâ, maddi veya manevi olabiliyordu. Sahiplik, yakınlık demekti. Sahibinin, azad ettikleriyle olan ilgisi ve onlar üzerindeki hakkı… İki veya daha fazla şeyin, aralarında hiçbir şey bulunmayacak şekilde yakın olması, bir bütün, bir birliktelik meydana getirmesiydi. Din, dostluk, yardım, sevgi, inanış yakınlığı gibi ..
Velî, Dost demekti. Allah, takva sahipleri için Tek Gerçek Dost’tu. Seven, koruyan, yardım eden… Yarattıklarının bütün işlerini üzerine alan… O nedenle hak ve yetki sahibiydi. Bu hak ve yetkiyi, dilediği gibi fakat tam bir adaletle kullanmaktaydı. O bizim Rabbimizdi. Rab; malik, efendi, köle azat eden, azat edilen, yardımcı, ortak, komşu, hısım gibi anlamlara geliyordu ve Kuran’da sadece Allah’ı ifade etmek için kullanılıyordu.
Âlemde rasgele hiçbir şey olamazdı ve hiçbir şey tesadüf eseri değildi. Allah öyle uygun görmüştü ve ne oluyorsa, emriyle oluyordu. Ölümler de öyleydi.
O, Mevlâ’mızdı. Sahibimiz, Dost’umuz… İki cihanda kendisinden yardım umduğumuz… Memlûğun, Mâlik’inden başka sığınacak kimsesi olabilir miydi? Sahibimiz O’ydu, hayır da şer de O’ndandı. Ne verirse razıydık. Bizi başkasına bırakmadığı için huzur içindeydik. Her şeyi O’na havale ederek işin içinden çıkmaktaydık. Zaten her şey O’na havaleydi, kendiliğinden. Yine de biz daima, dememiz isteneni tekrarlamalıydık:
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh ”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 345