- 548 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (11)
E. BEŞİNCİ BÖLÜM
1. HOŞ BİR KARŞILAMA
Boğaz vapurunun Emin önünden kalktığını öğrenince, oraya kadar yürüyerek gittim. Bir talebe bileti, bir de simit alıp vapura girdim. Boğazın muhteşem güzelliğini, ilk seyahatimde beynime kazımıştım. Şimdi ise gözüm oralara bakıyor, fakat bir şey görmüyordu. Kafamda bin bir düşünce vardı.
Yokuşu tırmanırken, kendi, kendime konuşuyor, mücadele ediyordum. “ Acaba, beni nasıl karşılayacak,! surat mı asacak? Belki bir sürü de sual soracak! Acaba, gitsem mi? Yoksa, dönsem mi? Adımlarımda tereddüt vardı, zaman, zaman yavaşlıyordum. Sonunda, kararlılıkla—“Hadi oğlum, cesaretini topla! İyi karşılanmazsan, bir gece kalır, okula dönersin. Orası, hasret duyduğun aile ortamı değil, ama senin sığınabileceğin bir yuva.”
Eve yaklaşırken, başımı kaldırıp üst kata, pencerelere şöyle bi baktım, kimse görünmüyordu.
Bahçe kapısı açıktı, bahçeye çıkan merdivenleri adımlarken, yukarıdan, kahkaha sesleri duyuluyordu. Kapının madenî tokmağını bir kaç defa vurdum, bir müddet sonra, merdivenlerden inen cılız bir ayak sesi duyuldu. Bir kız çocuğu, kapıyı açtı. Bu tanımadığım, zayıf, çelimsiz bir çocuktu. O da beni tanımadığı için, yukarıya sesleniyordu.
-Anne! Bir ağabey geldi, seni istiyoo.. Sonra da Yasemin ablamın başı pencereden göründü. Benim olduğumu anlayınca
--AA.!. Yusuf gelmiş! Gel, gel, yukarı çık!. Yukarı çıktım. Merdiven başında beni bekliyordu. “ hoş geldin” dedi ve beni kucakladı , yanaklarımdan öptü Karşılayışı, çok candan ve samimi idi. “ Koca delikanlı olmuşsun “ diyerek, şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu. “ Seni hangi rüzgar attı “ Bu soruya, Rüzgar değil, fırtına attı “ demek isterdim ama , deyememiştim. Ben görmeyeli, ceylan gibi, ince ve narin yapısı, biraz kalınlaşmaya başlamıştı. Galiba, şişmanlıyordu. Ama güzelliği, hâlâ, o şahane güzellikti.
--Hadi gir içeri, arkadaşlarla oturmuş, sohbet ediyorduk . Koca salona girdiğimizde, karşılıklı iki kanepede oturan üç kadın gördüm. Gözlerini dikmiş , merakla bana bakıyorlardı.
--Bu delikanlı, akrabam, daha doğrusu, babamın akrabası oluyor, adı da Yusuf, okuyor. Her birinden çıkan,
--Hoş geldin, sesleri duyuldu ama, gözleri, hâlâ üzerimde idi. Anlaşılan, daha fazla şeyler öğrenmek istiyorlardı. Artık, Onları kahkahaya boğan konu unutulmuş, konu ben olmuştum.
Kadınlardan biri sarışın, kırmızı ve geniş suratlı, ablamla aynı yaşlardaydı. Diğerleri, daha yaşlıydılar. Biri esmer, iri yapılı, gözlerinin altı morarmış, diğeri zayıf, ufak, tefek, buğday renkliydi. Konuşmalarından, birbirleri ile samimi oldukları anlaşılıyordu. Ben, kanepenin bir köşesine oturdum. Ya yokuş çıkmaktan, ya da sıkıldığımdan, yüzüme ve vücudum e ateş basmıştı.( Zaten, oldum olası, yabancı insanların içinde sıkılmışımdır.)
Ablam, Onların ne kadar meraklı olduklarını bildiğinden olmalı ki, daha fazla açıklama ihtiyacı duyarak,
--Yusuf, babamın, öz dayısının oğlu, Köyde üçe kadar okumuş, İzmit’e geldiği zaman , babam ,Ona sahip çıkarak, ilk okulu tamamlamasına yardımcı olmuş, şimdi ise, Bilecik’te parasız yatılı olarak okuyor.....
Ben söze karışmadan, anlatılanları dinlemekle yetiniyordum. Demek ki, ablam, benim durumumu takip ediyor, her şeyi biliyordu.
Bir müddet sonra, yine eski konularına dönmüşler, konuşurken, anlaşılan , zamanı unutmuşlardı.
--Neredeyse vapur gelecek, biz artık kalkalım, sözleriyle, misafirler ayağa kalktılar ve salonun kapısına doğru yürümeye başladılar. Ablam, merdiven başında, Onları uğurlarken, hepsine, isimleriyle hitap ediyordu. Ben de bu sayede, üçünün de ismini öğrenmiş oluyordum. Sonra, salonun penceresine gelerek, Onlara el salladı. Onlar da bekler gibi, dönüp, dönüp pencereye bakıyorlardı. İkisinin evi, zaten sokağın karşı tarafındaydı. Kendine akran olanı ise, yukarı doğru yürüyüp gitmişti.
Misafirleri uğurladıktan sonra, ablam, misafirlerin oturduğu yerleri düzeltmeye koyuldu. Bir taraftan da,
--Halise, kızım! Yusuf ağabeyine bir bardak çayla, kurabiyelerden getir, diye sesleniyordu.
--Bu da kimin nesi? Daha önce görmemiştim, soruma karşılık,
--Bu çocuğu, evlatlık olarak aldık. Aynı zamanda, Gülcan’a arkadaş olur diye düşündük.
Ne zaman soru yağmuruna tutulacağım diye merak ediyordum, bunu geciktirmek için,
--Abla, bu kadınlar, kim,? Diye sordum
--Onlar, çok sevdiğim, komşularımız. Gelin geldiğimden bu yana , beni hiç yalnız bırakmadılar. Sık, sık böyle toplanır muhabbet ederiz, Onlar , bana böyle yakınlık göstermeselerdi, kendimi çok yalnız hissederdim. burada zaten yapılacak fazla bir şey de yok ki!.
Lezzetli kurabiyeleri yiyip, çayı yudumlarken, soru yağmuru da yağmaya başlamıştı.
-Şimdi, anlat bakalım, geliş sebebini? Eğer dediğin gibi, gezmeye gelseydin, babam, seninle, bi şeyler gönderirdi. Yoksa Ondan habersiz mi geldin? Artık kaçış yolu yoktu Nasıl olsa, gerçeği öğrenecekti. Durumu, anlatmak mecburiyetinde kalmıştım.
--Erkan ile kavga ettik. Bahçede, birbirimize girdik. Galiba, attığım yumrukla, burnu kanıyordu. Ben de evden kaçtım.
--Hay ALLAH, neden yaptın böyle bi şey? Onun ne kadar, huysuz ve hırçın olduğunu biliyorsun. Sen bari uymasaydın Ona!
--Kavga ettikten sonra pişman oldum ama.!
--Neyse, olmuş bi kere. Enişten gelince, Onunla konuşurum, belki İzmit’e gider, aranızı bulmaya çalışırım.
--Hayır, abla! Geri dönmek istemiyorum. Artık eskisi gibi olmaz, Dayıma, Yengeme ne yüzle bakarım?.
--Ama, babam çok üzülür, sana güveniyor, hatta, seninle gurur duyuyordu. “Altı çocuğumdan hiç biri, o veya bu sebeple, okuyamadı, ama, Yusuf okuyacak” diyordu.
--Onu üzdüğümü, hatta, nankörlük ettiğimi biliyorum . Bu sebeple çok, çok üzülüyorum. Ama ne dönebilirim, ne de yüzlerine bakabilirim.
Bu arada, kapı çalınmış, Halise, açmak için koşmuştu....Tahta merdivenlerin, ağırlık altında, gıcır, gıcır ses çıkardığı duyuluyordu. Bir müddet sonra, salona uzun boylu, yakışıklı, bir erkek girdi. Beni görünce, merak etmiş gibi, bir ablama, bir de benim yüzüme baktı. Ablam,
--Hoş geldin Aydın bey, bu delikanlı, daha önceleri, sana sözünü ettiğim, babamın akrabası, Yusuf¸. Bizi ziyarete gelmiş, dedi.
--Yaa!.. öylemi , hoş geldin, delikanlı., diyerek bana doğru bir adım attı. Ben zaten ayaktaydım, Ona doğru hamle yapıp elini öpmek istedim, öptürmedi, elimi sıkmakla iktifa etti. Benim elim, sinirden, stresten ne kadar soğuksa, Onun ki de o kadar sıcaktı. Bir elinde gazete(AKŞAM) vardı. Onu bırakmadan, tuvalete doğru yürüdü. Anlaşılan, okuması bitmemişti.
İlk görebildiğim kadarıyla, kibar bir hali vardı. Kırk- kırk beş yaşlarındaydı. Yüzünün rengi, biraz mat ve şekli uzuncaydı. Saçları kırlaşmış, alnı , oldukça açılmıştı.
Akşam yemeğine oturduğumuzda, bana sorduğu bir kaç soru hariç, fazla konuşmamıştı. Daha ziyade, ablam konuşuyor, günlük işlerden, ziyarete gelen misafirlerden bahsediyordu.
Aydın bey, bu gün, öğle yemeğinde neler pişirmişler, şirkette neler yediniz? Sorusuna karşılık, sanki, hatırlamakta güçlük çekiyormuşçasına, yediği yemekleri, ağır, ağır saydı. Kelimeler, ağzından, dirhemle çıkıyordu.( Bu soru ve cevap, badema, her akşam devam edecekti.)
--Yemek çeşidi bulmakta güçlük çekiyorum, ne pişirmeli bilmem ki? Yusuf , senin istediğin bi şey var mı ? Gülcan, sen ne istiyorsun, kızım?.... Yemekteki konuşmalar, bu mealde devam edip gidiyordu, ve aşağı, yukarı akşam yemeklerinde yalnızca, bu çeşit konuşmalara şahit olacaktım.
Yemekten sonra, enişte bey, Gülcan ile ilgilenip, biraz sevip okşadıktan sonra, kitaplıktan bir kitap alarak okumaya başlamıştı. Benim için, çocukların yattığı bahçe tarafına bakan odada , bir yer yatağı hazırlanmıştı . Halise’nin gözleri, daha sofradayken kapanmaya başlamıştı. Gülcan’ın gözleri ise fal taşı gibiydi, yatağa gitmek istemiyordu. Bulaşıklar yıkanmış, işler bittikten sonra, yatma zamanı gelmişti ki, biz yatmaya giderken, Enişte Bey, hâlâ , oturduğu kanepede, okumaya devam ediyordu.
2. ESKİ BİR KONAK
Ev konak gibiydi. Belki, gibisi fazlaydı. Oturulan katta dört büyük oda, bir de boydan, boya uzanan, büyük bir salon vardı. Odalardan birini yemek odası olarak kullanıyorlardı. Buraya, bir bölme ilavesiyle, uydurma mutfak yapılmıştı. Eski konaklara mahsus büyük mutfak, aşağı katta, kiracılara bırakılmıştı. Aşağı kata inen, çift taraflı ahşap merdiveni, renkli camekânlı, büyük kapılar ayırıyordu. Yaşanan kata, bahçe tarafından, ayrı bir ahşap merdivenle çıkılıyordu. Üç odanın Yani Deniz tarafına bakan yatak, çeşme üstündeki misafir ve bahçe tarafındaki yemek odasının ve sofanın çift kanatlı büyük kapılarıyla tuvalet koridorunun kapısı, salona açılıyordu. Bahçe üzerindeki odanın kapısı ise, merdiven başındaki, sofaya açılıyordu. Kapılar ve döşeme tahtaları, (muhtemelen çerçeveler) ıhlamur ağacından yapılmıştı. Devamlı , fırçalanarak temizlendiği için tahtaların renkleri kehribar sarısı gibi, tertemizdi. Salona, bir kaç, renkli, desenli büyük kilim serilmişti.
Evde akar su yoktu. Su, sokakta bulunan çeşmeden, kovalarla taşınır, büyük, toprak küplere, büyük kaplara biriktirilirdi. Kullanma kapları ise, hep muslukluydu. Küplerin ve diğer kapların üzerleri, tertemiz , beyaz bezlerle örtülüydü. Ayrıca üzerlerine de tahta kapaklar konulmuştu.
İlk sabah, erken uyanıp, salona girmiştim ki, ablamın, benden önce kalktığını gördüm.
--Madem erkencisin, çabuk, tuvalet işini hallet.! Geç kalıpta, orayı eniştene kaptırırsan, bir saat beklersin, ..dedi.
Gerçekten, söylediği doğruydu. Enişte Bey, mahut yerde, bir saate yakın kalıyor , kahvaltıyı, bir bardak sütle geçiştiriyor ve hızlı adımlarla, iskelenin yolunu tutuyordu. Sabahlarını, bu minval üzere ayarladığı anlaşılıyordu.
Biz kahvaltı ederken kapı çalındı. Uflaya, puflaya, yaşlı bir kadın çıkageldi. Burnunun kenarında, iri bir beni vardı. Sabah, sabah, bu da kim diye düşünürken, ablam açıklama yaptı.
--Kayın validemin yadigarı, Kaynanam, buraya gelin gelirken, Onu da yanında getirmiş, ölünceye kadar da hizmet etmişti. Şimdi yaşlandı, bazen bizde kalıyor, bazen de oğluna, torununa gidiyor, Eski günlerin ve kaynanamın hatırına buraya istediği zaman gelip , istediği kadar kalıyor.
3. GÜZEL BİR HAMİ
Kahvaltıdan sonra, ablam, bir ara,
--Gece, enişten ile konuştum, İzmit’e gitmeme gerek kalmadı. Burada kalman için anlaştık. Bidayette, biraz, muhalefet etti, ama, neticede, Onu ikna ettim. Zaten, babam, “Bana bi şey olursa, Yusuf’a sahip çık, O , benim eserim olacak” demişti. Her ne olursa olsun, Onun yine aynı düşüncede olduğuna eminim. Bunu, eniştene de söyledim, O da kabul etti...., dedi.
Bu habere çok sevinmiştim. Yine tutunacak bir dalım olmuştu. Teşekkür etmek istedim, fakat O, buna fırsat vermeden,
- -Haydi bakalım iş başına! Yapacak çok işimiz var, ev temizlenecek, su taşınacak, yukarı bahçeden, biraz da çalı, çırpı toplayıver, çamaşır yıkarken, kazanın altını tutuşturmak için lazım oluyor, dedi.
Temizlik ve çamaşır için yardımcı kadın gelmekle beraber, kendisi de kadınla birlikte çalışmaya alışmıştı. Bazen de bu gün olduğu gibi, bu gibi işlere, kendisi soyunuyordu. Ben de elimden geldiği kadar Ona yardım edecektim. Yediğim ekmeğin karşılığını, az da olsa vermeliydim.
Temizlik, Onun en büyük tutkusuydu. Önce misafir odasından başlanacak, koltuklar, sandalyelerin tozu alınıp temizlendikten sonra dışarı salona taşınacaktı. Maksat, oda süpürülürken, üzerlerine toz konmasındı. Sarı süpürge, aslında, temizlikten ziyade, tozları ayağa kaldıran bir aletti. Süpürge işi bittikten sonra, sabunlu (Arap sabunu ) su ile silme işlemi başlardı. Pencerelerin bazı çerçeveleri seyyardı. Onlar çıkarılır, sabunlu su ile fırçalanır, sonra camlar silinirdi. Silme işi merdivenlerde son bulurdu. Giriş kapısının dış tarafı da, muhakkak, su ve süpürge ile yıkanıp temizlenirdi. Dışarısı temiz olursa, evin içi de temiz olur düşüncesindeydi. Tabii, kilim ve halıları, bahçede, bir ipe asmak ve sopa ile döverek temizlemek ve tozlarından arındırmak da unutulmayacaktı. Bilhassa böyle günlerde su taşımak, temizliğe su yetiştirmek oldukça zordu. Bütün bu işlerin yapılması, kolay değildi. Ev koca bir berhaneydi, iş neredeyse, akşama kadar sürüyordu. En sonunda da, taşıma, ve ısıtma su ile , tuvalet aralarında, banyo yapmaya sıra geliyordu.
Aslında, yemek pişirmek de, bulaşık yıkamak da bir işkenceydi. O kadar geniş mekâna mukabil, yemek odasından bir bölme ayrılarak, uydurma bir mutfak yapılmıştı. O daracık yerde, maltızda yemek pişirmek ve bulaşık yıkamak bir işkenceydi. Arada bir yardım etmek maksadıyla, bulaşıkları ben yıkardım ve ne kadar sıkıntı çekildiğini bilenlerdendim....Büyük konaklara mahsus, geniş bir mutfak alt katta var omlasına, vardı da, kiracılar kullanmaktaydı.
Enişte Bey, eve bir ekmek bile getirmezdi. Vaktiyle öyle alıştırılmıştı. Bu alışkanlığını değiştirmemiş ve değiştirmeye de hiç niyeti yoktu. Bu sebepledir ki, evin alış veriş işleri de ablama aitti.
Ablam, komşu kadınlarla, bostanlardan sebze, kasaptan et almak maksadıyla, taa.. Akbabaya giderdi. Orada, her şey çok daha ucuzdu. Bostan sahipleri, “ bostana girin, istediğiniz gibi toplayın “derlerdi. Salatalığın körpesi, patlıcanın en siyahı, domatesin olgunu ve kırmızısı, fasulyenin ayşesi tercih edilirdi. Et de okka ile satılır, istenilen yerden kesilip verilirdi. Öğle sıralarında, Karakulak suyu başma gidilir, orada piknik yapılır, akşama doğru da , sırtlarında , ellerinde yük, güle oynaya, eve dönülürdü. Bu, Onlar için hem gezi, hem de ticaret oluyordu . Bazen, ben de bu gezi ve ticarete katılırdım. Bütün bunlara rağmen, yine de pazara gitme ihtiyacı doğduğunda, evden oldukça uzak , kasabanın yokuşlu bir sokağında kurulan pazara gidip alışveriş yapma görevi bana aitti. Bir piliç, 25 kuruştu.
4. ENİŞTE BEY
Bazı Pazar günleri, Enişte beyle , motor iskelesine gider, oradan denize girerdik. Deniz tertemizdi. Yüzen balıkları, berrak suda, zevkle seyrederdim. O çok güzel yüzer ve kulaç atardı. Bense, doğru , dürüst yüzme bilmiyordum. Yüzerken, bana, müstehzîyâne baktığını hissederdim. Açıkça alay edemiyordu, galiba, terbiyesi buna müsait değildi.
Yürüyüşü çok seviyordu. Bir nevi hobisi gibiydi. (Daha sonraki yıllarda da şahit olacağım gibi) Cumartesi eve geldikten ve biraz dinlendikten sonra,
--Şöyle bi Polonez köye kadar gidip geleyim, diyerek, kıyafetini değiştirir , ayağına lastik pabuçları geçirir , ablam da , Onun için ( giysi ve çamaşırlarını havi ) bir çanta hazırlardı. Enişte bey de sessizce çıkıp giderdi. Orası, çok uzak olmasına rağmen, sorduğumuzda,
--Orman içlerinden kestirme yollar biliyorum, diye cevap verirdi. Genellikle Pazar günü, ikindiye doğru, eve dönerdi. Tuvalet arasında, banyosunu yaptıktan sonra, anlaşılan rahatlar, eline bir kitap alarak okumasına devam ederdi.
Akbaba’da, babasından miras kalmış , fındık bahçeleri vardı. Bir gün, “ birlikte gidelim “ diye teklifte bulundu. Her ne kadar, kestirmeden gittikse de yol oldukça uzundu. Belki, 10-15 km. vardı. Köy çocuğu olduğum halde, Ona ayak uydurmakta zorluk çekmiştim. Üstelik, dönüş yolunda, bir de koşu teklif etmez mi? Delikanlılığa yediremeyip kabul etmiştim. Mezarlıklara yakın, düz, toprak bir yoldu. 200 metre ilerde, bir hedef tespit ettik. Oraya kim önce varırsa, O kazanacaktı.
--Bir, iki, üç, sözüyle ileri atıldık. Bacakları uzun ve süratliydi. Kendimi, o kadar zorlamama rağmen, bir at başı kadar da olsa, benden öne geçmiş ve kazanmıştı.
Kitaplığında çok kitap vardı. Akşamları, daha çok, Osmanlı tarihi olmak üzere, devamlı, okurdu. Beni mahcup duruma düşürmek istediği zaman, tarihten sualler sorardı. Zaten, en çok konuştuğumuz, ortak konumuz tarihti. Tarihi sevmeme , çoğu konuları, tarihleriyle bilmeme rağmen, bazen hatırlayamadıklarım oluyordu. İşte o zaman, müstehzîyâne tavrını takındığını fark ederdim. (İlerde, bu kütüphaneden ben de istifade edecek bilhassa, eski Türkçüye merak sararak,, çat, pat öğrenecek ve Reşat Nuri’nin Akşam Güneşi adlı romanını okuyacaktım)
Evde bulunduğu süreler, çok az konuşurdu. Ailece görüştükleri, üç arkadaşı vardı. Mahallenin muhtarı, Spor kulübü başkanı ve bir avukat. Onlarla buluştuklarında, konuşacakları konular çok oluyordu. Demek ki, evde fazla konuşmamasının nedeni, “siz ne biliyorsunuz ki, sizinle ne konuşayım,” tavrıydı.
Ev ile ilgili konularda, konuşan daha ziyade, ablamdı. Ama, ablam, bu konuma gelebilmek için, yıllarca sabır göstermiş, çile çekmişti. Kaynanası, en ufak bir şeye dahi, Onu karıştırmaz, her şeye kendisi karar verirdi. Sofrada bile, her şeyin iyisini ve çoğunu oğlunun yemesini ister, oğlu da ona uyardı. Kulakları ağır işitirdi. Buna rağmen, ablam ona yardım etmeyi sürdürürdü. Enişte bey, pek bi şeye karışmaz, her şeyde olduğu gibi, ilgisiz görünürdü. “Ne haliniz varsa görün” der gibiydi. .. Kaynanası rahmetli olduktan sonra , ablam, ancak, evinin kadını olabilmişti
Enişte bey, ancak, istendiği, hatırlatıldığı zaman, evin yiyecek masrafları için para bırakırdı. Cüzdanından para çıkarırken, arkasını döner, uygun gördüğü parayı kütüphanenin önüne bırakıverirdi. Ablam da onuruna yediremediği için ne bıraktığı paranın ne maaşının miktarını sorardı. Enişte bey, cimri miydi? Tutumlumuydu? Pek bilinmezdi. Ama, eşinin kıyafet ve ayakkabı alırken en iyisine karar vermesine pek de sesi çıkmazdı.
Gülcan’ı , herhalde çok severdi, Gülcan, uslu, tombul, kınalı saçlı, kimseyi üzmeyen bir çocuktu., Ama, Ona, ilgisini, sevgisini pek göstermezdi. Belki de ilk çocuğunu aldırtmak hususunda, eşine baskı yapmasının bir ezikliği vardı içinde. Neyse ki, ablam, Onun muhalefetine rağmen, çocuğunu doğurmakta kararlı davranmış ve fikrini değiştirmemişti.
Son zamanlarda, ablamın şişmanlığı, daha doğrusu, hamileliği açıkça belli olmaya başlamıştı. Bu konuda, ne ben , kendisine bir şey soruyordum, ne de kendisi bir açıklama yapıyordu. Yalnız bir gün Gülcan’a,
--Bir kardeşin olsun ister misin? Diye sormuş, küçük kız da” Hayır istemiyorum “ demişti.
5. ORTA SONDAYIM
Artık, okula dönme zamanı gelmişti. Bir aya yakındır buradaydım. Ev işlerine yardım, sokaktaki çeşmeden su taşıma, alış veriş, kışlık odunları, sobaya girecek şekilde kesme ve yerleştirme, yukarı ve aşağı bahçenin tanzimi derken, dışarıda, yevmiye ile çalışmaya pek fırsat bulamamıştım. Okul harçlığı İçin, İzmit’te kazandığım on beş lira ile Muhittinin verdiği yirmi lira vardı. Yasemin ablam, ayrılırken cebime biraz harçlık koydu ve
--Her ay, az da olsa, sana bir kaç kuruş göndereceğim,, dedi. O ‘ da kira gelirine güveniyordu. Rahmetli annesinden miras kalan bir dükkan, İzmit’te, kirada idi. Bana sarılıp, vedalaşırken,
--Unutma! Artık, benim himayemdesin, tatilde, yine buraya geleceksin, deyerek, benim moralimi ve güvenimi tazelemişti.
Tren, İzmit’in içinden geçerken, acı, acı düdük öttürdü. Geçmiş, kafamda, tekrar canlandı. Kendimi, hâlâ, suçlu hissediyordum. Belediye binası görünüyordu, ama, başımı çevirip, o tarafa bakamadım. Sanki, dayım, pencereden, işaret parmağını sallayarak,” Sana kucak açmakla hata etmişim. Sana güvenmekle, yanılmışım” diyecek. Daha neler, neler söyleyecekti. Bu gidişle, suçluluk duygusu, bende, uzun müddet devam edecekti
6. BAŞ MÜMESSİLLİK
Artık, üçüncü sınıftaydık. Baş mümessil, üçüncü sınıf talebeleri arasından seçiliyordu. Seçilecek kişi, Talebeler tarafından sayılan ve sevilen biri olmalıydı. Bu sene, Elmas seçilmişti. Doğaldır ki, davranışları ve atak tavırları, daha da keskinleşmişti. Ama, bu beylik uzun sürmedi. İki ayın sonunda, baş mümessillik, Ondan alınıp bana verilmişti. Bazı avantajlarına rağmen bu, oldukça ağır ve mesuliyet isteyen bir görevdi. Ben, disiplini seven bir insandım. Merasimlerde olsun, yemekhane, yatakhanede ve mütalaa sırasında olsun gürültü, patırtı ve uygunsuz davranışlara, sanki, bir askermişim gibi, pek müsaade etmezdim. Tabii, disipline uymayanları yola getirmekte, nadiren de olsa zorlandığım oluyordu. Bu konuda, idarenin, ne kadar acımasız olduğunu bildiğimden, mümkün olduğu kadar, hadiseleri, oraya aksettirmemeye çalışıyordum.
7. ÇAM FİDANLARI
Zaman ne kadar çabuk geçiyordu. Ocak, şubat derken mart ayına gelmiştik.
Okulun arazîsi oldukça genişti. Doğuya bakan tarafta, meyilli, geniş, boş bir arazi parçası mevcuttu. Buralara, bir kaç fidan dikilmiş, kimi tutmuş, çoğu kurumuştu. Kurumuşların yerine yenilerini dikmek, boş sahaları da çam fidanlarıyla doldurma fikrimi, hem baş mümessil sıfatı, hem de, köyde, zorunlu olarak katlettiğim ağaçların kefareti olur düşüncesiyle, tabiat hocamıza, öneri olarak sunmuştum. Bu önerim, önce hocamız, sonra da idare tarafından olumlu karşılanmıştı. Çok geçmeden, bu iş tahakkuk safhasına konuldu. Önce, mezkur arazide, fidan dikilecek yerlerin çukurları, bütün talebeler tarafından hazırlandı. Bu iş ders saatleri dışında, daha ziyade, yatılı öğrenciler tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra, kamyonlar, kazmalar, kürekler, çuvallar derken, nihayet kumanyalar hazırlandı. Bir Pazar günü, biz, son sınıf talebeleri, bir kaç öğretmen dağlara doğru yola koyulduk. Şarkılar, türküler, taşlı topraklı , virajlı ve yokuşlu yollardan geçerek bir köye geldik. Burası, UZUN ÖMER İN doğduğu köydü. (Abbaslı). Hani, şu ,İstanbul, Eminönü’nün Nimet ablanın gişesinde M. P. Bileti satan, herkese şans dağıtırken, kendi şanssız olan, boyu iki küsur metre, ayakkabısının ölçüsü 56 no: olan Uzun Ömer in köyü.
Köylülerin, meraklı bakışları arasında, hocalardan biri, kamyondan inerek, Onlarla konuştu ve yanlarına, köylülerden bir rehber alarak yola devam ettik. Rehber önde, konvoy arkada, yüksek, ormanlık bir düzlüğe ulaştık. Etrafta, henüz erimemiş karlar vardı. Hemen kamyonlardan yere atlayarak, kazma kürek işe giriştik. Ancak, çam fidanlarını sökmek, köklerindeki toprakları muhafaza etmek, taşımak, dikileceği yeri hazırlamak maharet isteyen bir işti. Bu hususu, hocamız da biliyordu, köy çocuğu olarak , ben de biliyordum. Her şeyden önce, fidanları söküp, çıkarmadan önce, mevcut yönünün işaretlenmesi gerekiyordu ki, dikerken farklı bir yönde olmasın. Çıkarılan fidanların topraklı kökleri bir çuval içinde taşınmalıydı. Bütün talebeler, bu yönde uyarılmış, ve iki saat içinde , istenilen miktarda, küçük çam fidanları hazırlanmıştı.
Artık, piknik yapma sırası gelmişti. Gruplar oluşturuldu, kumanyalar dağıtıldı, herkes, konuşa, şakalaşa, azıklar , büyük bir iştahla yenildi, üzerine, buz gibi kaynak suları içildi.
Sıra, oyunlara ve spor etkinliklerine gelmişti. Öğretmenler, önce, Saim ile Elmasın güreş tutmasını istediler, mırın, kırın edince de zorladılar. Elmas, atak tabiatı icabı, kendinden emin görünüyordu. Saim ise, Ondan daha iri yapılıydı, fakat, hareketleri, davranışları ağırdı. Zorlu bir mücadele başlamıştı. Saim, kolay, kolay yerinden sökülmüyordu. Öğretmen ve öğrencilerin teşvik ve bağırışları arasında, Elmas, bir putunu bulup, Saim’i yere devirmiş, sırtını da yere getirmişti. Güreşin galibi belli olmuştu, Elmas, zafer kazanmış kumandan edasıyla etrafına gururla bakıyordu. Bu defa hocalar,
--Sıra sende, Yusuf ! diye sesleniyorlardı. Arkadaşlar da “haydi, Yusuf ağabey, haydi “ diyerek alkış tutuyorlardı. Acaba., öğretmenlerin maksatları ne ola ki,.? Beni sona bırakmışlardı.
--Kim galip gelirse, okulun şampiyonu, O olacak , diyorlardı.
Elmasla, benim aramda, taa, ilk karşılaştığımızdan bu yana, gizli bir sürtüşme vardı. O, herkese, liderlik taslıyordu. ama, bana bunu kabul ettirememişti. Üstelik, bazı arkadaşları da himayeme almıştım, Onlara da diş geçiremiyordu. İkinci sınıftayken, Hüseyin, Saim ve benim, iyi ahlaklarımızdan dolayı, karma sınıfa seçilmemiz ve hele bu sene, Ondan alınıp, BAŞ mümessilliğin bana verilmesi de Onda büyük bir infial yaratmıştı. Bunu , her haliyle belli ediyordu. Anlaşılan, şimdi, kozların paylaşılması sırası gelmişti. Bu nedenle ve büyük bir hevesle, benimle güreşmeyi kabul etmişti. Benden , bir - iki santim daha uzundu. Ancak, ben de bir hayli kilo almıştım. Kendimi, güçlü hissediyordum. Ayrıca, köydeyken, yaylada, epey güreş eksersizleri yapmıştım. Etem amca, bana, güreşin püf noktalarını, oğluyla, pratik yaptırmak suretiyle öğretmişti. Bunlara güvenerek ve biraz da mecburen, güreşi kabul etmiştim. Aksi takdirde, Baş mümessil olarak, hiç bir öğrenciye söz geçiremez olurdum. Bu arada, öğretmenler sabırsızlanıyorlardı. Nihayet, spor hocamız,
--Haydi! Gelin şöyle ortaya, ben, başla deyince, başlayacaksınız, talimatını verdi.
Her ikimiz de, bir kaç hamle ve güç denemesinde bulunmuş,, fakat, bir netice alamamıştık. O’da , ben de , bu işin zor olacağını anlamıştık. Bağırışlar, teşvikler hep benden yana idi ve moralimi yükseltiyordu. Bu moral destekle mi, yoksa Onun ikinci güreşi olmasından mı ? Her neyse, bir pundunu bulup, Onun paçasından yakaladım ve göğsümle de , tüm gücümle, yüklenerek Onu yere çaldım. Aniden, Onun sırtı yere, bana da alkış gelmişti.
Elmas, şaşırmış gibiydi. Biraz da mahcup olmuş ve kızarmıştı. Ama, bende, her hangi bir böbürlenme görmeyince, ve üstelik, elimi uzatarak,
--Sen, zaten yorulmuştun, deyince, rahatlamıştı. Bu hadiseden sonra, Elmasın, tavrı değişmiş ve dostluk gösterisi başlamıştı. Bu dostluğumuz, okul bitinceye kadar da sürmüştü.
Çam fidanlarını, neşe ve sevinç içinde nakletmiş, daha önceden hazırlandığından, yerlerine, ertesi günü, fazla yorulmadan dikmiştik. Her talebenin beş fidanı vardı, Haftada bir sulamak Onlara aitti. Bu bakım işlemi, biz okulu bitirinceye kadar sürmüştü. Okul tatil olunca da bu iş müstahdeme kalacaktı. (Acaba, fidanlardan kaç tanesi hayatını idame ettirebilmişti? Bunu, hep merak etmeme rağmen, sonraki yıllarda, bir defa Bilecik yolundan geçmek kısmet olmuş, fakat soğuk ve karlı bir geceye rastladığı için, hiç bir şey görememiştim.)
8. BİR ZİYARET----BİR NASİHAT
Artık, haziranın ilk haftasındaydık. Tabiat hocamız, Tarım İl Müdürlüğüne müracaat ederek, onlara bağlı bir fidanlığın ziyareti için müsaade almıştı. Ancak, hava anormal derecede soğuk ve üstelik kar yağıyordu. Böyle bir havada, böyle bir gezi olacak şey değildi, ama ne yazık ki önceden programlanmıştı. Bizi, genç bir ziraat teknisyeni karşıladı. Meyve ağaçlarını ve fidanlarını, tek, tek göstererek, bize tanıttı. Bunların içinde, çok aşina olduklarımız da vardı, ilk defa görüp tanıdıklarız da.
Bu ziyaretimizde, iki şey belleğimde yer etmişti. Bu iki şeyi, hayatım boyunca, zaman, zaman hatırlayacaktım. Birincisi; haziran ayına gelmemize rağmen, soğuk ve kara dönüştüren bir hava. İkincisi ise: Ziraat teknisyeninin söylediği, yakındığı husus:.
-Siz, siz olun, lise tahsiliyle yetinmeyin, Liseden sonra, ne yapıp edip, yüksek tahsilinizi tamamlayın. Ben, kendimi, misal olarak veriyorum. Yüksek tahsil yapmadığım için çok pişmanım. Bazılarından , bilir, bilmez emir alıyor, iyi netice vermeyeceğini bilmenize rağmen, onun emirlerini uygulamak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Üstelik, bir de , horlanıyor, aşağılanıyorsunuz, demişti.
Mahut geziyi takip eden günlerde, epeyce arkadaşımız, hazırlıksız yakalandıkları için, hastalanıp, okula iki yüz metre uzaklıkta bulunan devlet hastanesine yatmışlardı. Bunların içinde,--çocukluk değil mi?,--Güzel hastabakıcıların sevdasıyla, yatan çılgınlar da vardı.
9.. BİTİRME İMTİHANLARI
Birinci ve ikinci sınıflar için, tatil süresi , Biz son sınıflar için ise, bitirme sınavları heyecanı başlamıştı. Artık, gece, gündüz hummalı bir çalışma içine girmiştik. İkili, üçlü gruplar halinde, bir ağacın gölgesine oturup, geçmiş dersleri tekrarlıyorduk. Sözlüler için, her derse girişte, heyecanımız dorukta oluyor, sınıftan dışarı çıkınca, rahat bir nefes alıyorduk. Matematik hariç, diğer bütün dersler için, kendime güvenim vardı. Matematik hususunda, kan kardeşim, M, Emin, o ufak, tefek boyuyla, çalışmalarımda, bana yardım ediyordu.
İmtihanlar, Allaha şükür, sona ermişti. Şimdi, iki şeyi, endişe ve merakla bekliyorduk. İmtihan sonuçları- aldığımız notlar- ve liseye, nerede ve hangi okulda devam edeceğimiz.
Baş mümessil olduğum için, okulu pek iyi derece ile bitirdiğimi, diğer arkadaşlardan önce öğrenme şansına sahip olmuştum. Neticede, devam edeceğimiz lisenin ismi de, çok geçmeden açıklanmıştı. Gideceğimiz okul, İstanbul’da, Haydarpaşa lisesiydi.
Haydarpaşa’da okuyacağım için çok sevinçliydim. Hem İstanbul’un şöhreti, hem de sevdiklerime yakın olmak beni mutlu edecekti.
Okuldan ayrılmadan , son akşam yemeğine, sevdiğimiz öğretmenlerden, bir kaçı iştirak etmişti. Birer konuşma yaparak, bizlerle, gurur duyduklarını belirtmişlerdi. Daha fazla çalışmamızı, ahlaklı ve hak yolundan ayrılmamızı öğütlemişlerdi. Nihayet, müdür muavini,
--Sizlerle ilgili,- aldığınız notlar dahil-- her türlü bilgiyi, yeni okulunuza, en kısa zamanda göndereceğiz. Kayıt için, okulunuza uğramayı ihmal etmeyin sakın, diyerek, bizlere son sözünü söylemişti. Hem hocalarımızla, hem de diğer arkadaşlarımızla, vedalaşmamız sırasında, duygulu dakikalar yaşamıştık, Sevdiğimiz arkadaşlardan, birer imzalı resim almış, Onlara birer de resim vermiştim. Hele kan kardeşim, M. Emin, resminin arkasın kendi kanı ile duygulu sözler yazıp imzalamış,
--Seni hiç unutmayacağım, Yusuf ağabey diyerek, boynuma sarılmıştı. Ben de , bilhassa Onu ve diğer sevdiğim arkadaşlarımı, hiç unutmayacaktım.
Ertesi günü, hazırlığımızı yapıp , erkenden yola çıktık. Bolu’lu ve İzmitli arkadaşlarla , aynı vagonda yer kaptık. Geçirdiğimiz imtihan stresini , geleceği konuşarak üzerimizden atmaya çalıştık. Saim ve Selahattin Arif iye’de, Necdet, İsmail ve Kulaksız Fikret İzmit’te trenden inerek ayrıldılar. Bense, Haydarpaşa’ya kadar, geçmişin gölgesinde, geleceğin umudu ile yola devam ettim.
index.htm
zorlu12.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.