- 946 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
344 - EL BATIN
Onur BİLGE
Şerif Bey Amca, bembeyaz sakallı bir hacı… Yaratılanlara boş gözlerle bakmanın günah olduğunu söyleyen, göze çarpan her şeyde Allah’ı aramayı öğütleyen, mütefekkir bir insandı. Babam, öğrendiğini öğretmeden rahat edemeyen bir yapıya sahipti. Ne yapar yapar, çevresindekileri vakıf olduğu her konuda bilgilendirmeye başlardı. O kadar ki, ev ödevi vermeye başlayacağını sanırdım. Belki anlaşılıp anlaşılmadığını kontrol etme amacıyla hemen oracıkta bir sözlü sınav da yapabilirdi.
Yaptıkları bütün konuşmalardan, kabaca, Allah’ın varlığını, Bir’liğini anlayabiliyordum. Onları seyrediyor ve dinliyordum ama konuştukları, anlayabileceğim dilden değildi. Aradan çok uzun zaman geçmişti. O gün o arkadaşıyla orada neler konuştuklarını, olayı hatırlatıncaya kadar akla karayı seçtikten sonra babamdan alarak kaydettim. Ez Zahir de El Batın da benim o yaşta kavrayabileceğim sıfatlar değildi. Kopuk kopuk bir takım sözler kulağımda kalmıştı. Kaleme alırken, onların aralarını hep babam doldurdu. O günkü tefekkürü tekrar yaşamış oldu.
“Zahir, zuhur etmiş. Her yerden bakıyor. Her nesneden konuşuyor ve: “Allah var, bir!..” diye haykırıyor. Ya Batın? İşte onun izahı çok zor. Öyle değil mi, arkadaşım?” dedi, Şerif Bey Amca. Babamın, arayıp da bulamadığı… Bahçe masasına doğru yaklaşıp bir sandalye ona, bir sandalye kendisine çekip otururken, sakin sakin:
“Anlatacağım.” dedi.
Derin bir nefes aldıktan ve annemden buz gibi bir su istedikten sonra elindeki inciri tekrar açıp anlatmaya başladı:
“Bu bir incir tanesidir. Tek bir meyve… Dıştan görünüşü tek, yani bir tanedir. Ehadiyeti temsil eder. İçini açınca, önümüze galaksileriyle kâinat çıkar. Vahdet içinde kesret... Birlik içinde çokluk… Kesret, Vahdaniyete sütredir. Çokluk, Tek oluşu perdeler. Çokluğun bitirildiği yerde Bir, apaçık meydandadır.
Kesretle Vahdet, bir ile sıfır kullanılmak suretiyle var edilen sayılara benzer. Bir olmasa, sıfırlar hiç bir değer ifade etmez! Allah birdir! O açılım ise sonsuz...
Büyük patlama ile başlayan ve devam etmekte olan açılım, her şeyin aslına döndüğü gibi bir şekilde geri gelerek yok olacak. Çünkü maddedir. İnsan, sadece maddeden meydana gelmemiş, Yaratan’ın sıfatlarıyla donatılmış, bilinç sahibi olduğu için yok olan kısmıyla değil çok olan kısmıyla hep var olacaktır. Çünkü hesap vermek zorundadır. Hak ettiğini almak için tekrar var olacak ve istese de ölemeyecektir.
Bunca yaratılan içinde, sadece inciri ele alalım, şöyle bir tefekkür ederek neler ifade ettiğine bakalım!
Görüldüğü gibi bu yüzü çokluk âlemi… Çevirip kapatarak eski haline getirdiğimizde her şey yok oluyor, sayısal olarak ortada sadece bir tek incir kalıyor. Batın idi, Zahir oldu. Ne zaman? Her şey var edildiği gibi yok edildikten sonra… O zamana kadar nerde? Kesrette gizli… Tevhit, kısaca bu! Kesretten Vahdet’e varmak.
Cemal görmek de bundan farklı bir şey değil. Düşüncede, her zerrenin yok edildiği anda O’nun cemali apaçık ortaya çıkar.”
“Ne yazık ki O’nu göremiyoruz. Çokları varlığından habersiz yaşamakta… Duyu organlarımızla algılamamız mümkün değil. İşte burada iman zorlaşıyor. İman, her babayiğidin harcı değil! Dinimiz, gabya imanı gerektiriyor.”
Babam, cevap vermek için sabırsızlanarak konuşmasının bitmesini bekledikten, bu arada, ince camlı, uzun limonata bardağıyla bir bardak suyu içtikten sonra ikincisini yudumlarken:
“Yarattıklarının göz kamaştırıcılığından O ’nu göremiyoruz. Sunduğu ve sunmakta olduğu nimetler, O’nu hakkıyla müşahede etmemize perdedir.” diyerek, inciri taneleri tekrar meydana çıkacak şekilde bükerek tamamen ters yüz etti. Yeşil kısım yine gizlenmişti. “Bakınız! Ortaya çıkan, sadece incirin tanelerinin görüntüsü, kâinat ve nimetler.... Yaratan ise görülmeyen yerde… Cemali gizli fakat nimetlerin varlığıyla kendini ispatlamış bir halde. Eski haline getirip, taneleri yok sayarsanız, O’nun cemali ortaya çıkacaktır. Yani incir taneleri O’nu görmeye engel birer sütredir. Ne zaman ki O’nun izni ve emriyle bütün taneler yok olurlar, işte o zaman kalan sadece O’dur! O anlamda Allah, yokluktadır. Yani yerine her şeyin yok olduğu yerdedir. Bu durumda kulun yeri ne ve durumu nasıl olmalıdır? İdrak sahibi olan, neler yapması gerektiğinin bilincindedir. Önce kendini ve kâinattaki yerini, sonra da haddini bilir.”
“Bunca eserinden Sanatkâr’ın varlığını idrak edemiyor, sanki bütün yaratılanlar birer mucize değilmiş gibi mucize istiyor, Firavun gibi yanılgıya düşüyorlar. Onlar için içim yanıyor! Gözleri kulakları kapalı… Gönülleri kapalı… Ne yapsak, ne etsek de gözlerine soksak, Hakikat’i?”
“İki seçenek vardır. İnsan, ya kendini dağıtacak, ya da kendini bilecek! Dolayısıyla da Rabbini bilecek. Ölmeden önce ölerek, kendi ağıtını kendisi yakacak.”
“Nerde, azizim! Akılları, saçlarının ucuna gitmiş! Briyantinli saçlar, Amerikanvari kol kıvırmalar, bağır açmalar… Ellerinde sigara… Büyük küçük kalmamış. Bırak bizim karşımızda… Ezan okunurken bile ayak ayaküstünde… Kızlarımız ona keza! Belden büzme entariler, kollar bacaklar açık… Bir rüzgar esse, başlarına geçiyor. Ellerinde incik boncuk, bellerinde hulahop… Hey gidi gençlik, hey!.. Nasıl olsa dinecek gençlik rüzgârı! Hey gidi kavak yelleri hey!.. Hey, güzel insanlar! El birliğiyle katledilen güzeller, güzellikler… Yapılması emredilenler terk edilmekte, yerine başka şeyler empoze edilmekte… Öyle bir haldeyiz ki bu masmavi gökyüzünü kararttık, yerin dibine battıkça battık, kendimizi de iki dünyamızı da mahvettik!”
”Orasını hiç karıştırmayın! Bizim örf ve adetlerimiz vardı. Az uz şey değildi onlar, iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa dair! Kızlarımız vardı. Teliyle duvağıyla baş göz edilirdi. Onlar gelinlikle girdikleri koca evlerinden ancak ama ancak kefenle çıkarlardı! Allah’ım! Ne müthiş bir töredir, nasıl bir gerilimdir, bu!.. Değişti, değişmekte… Hiç temenni etmiyorum, İnşallah yanılıyorumdur ama böyle giderse daha daha neler olacak! Bu günleri mumla arayacağız! Öyle bir devir gelecek ki değil sigara, esrar parası isteyecek gençler ana babalarından, alamayınca vuracak kıracaklar!”
“Öyle bir gün gelecek ki ana baba, evladından, evlat onlardan kaçacak, derdine düşecek! O günün gelmesi için sadece ölüm var. Fakat bunu fark etmiyorlar. Dünya, yaratılan güzellikler, inen nimetler özellikle gençliğin gözlerini bürümüş, Hakk’ı göremiyorlar. Peygamberimizin şefaatine güveniyorlar ama salâvat getirmeyi bile bilmiyorlar.”
“Geçenlerde Bir arkadaşımızın babası vefat etti. Cenazesine gittik. Üç oğlunun üçü de cenaze namazını kılmayı bilmiyor. Kaçacak yer aradılar. Durum anlaşıldı. Yardımcı olmaya çalışanlar oldu ama abdest almayı da bilmedikleri için cami duvarının dışında beklediler. Ne kadar acı, değil mi?”
“Sert bir rüzgâr esiyor, batıdan. İnkâr edilemeyen, karşı çıkılamayan, söz götürmez bir çukura savuruyor yeni nesli. Gelecek günlerden korkuyorum. Hayat, ciddiye alınması gereken bir zaman dilimi… Dilimi tutamayışım ondan… Bugünlere geldim ama neler geçti başımdan!”
”Uzun, ince bir yoldur, hayat. Bazen apaydınlıktır, bazen de kapalı, çok bulutlu… Ben de istikbal konusunda öyle karamsarlıklar içindeyim ki anlatamam! Sen kimsin? Ben kimim? Kimiz bizler? Kendimizi biliyor muyuz? Neden yaratıldık? Buna ne gerek vardı? Neden geldik dünyaya? Ne yapmaya? Sonra ne olacak? Nasıl birer akıbet beklemekte her birimizi? İşte bütün bu sorularla insan kendini bulur ve Bir’e varır düşünce!”
“Bir zamanlar ben de öyleydim. Devrimin haylazı, isyankârı… Bu kadar değildik, daha farklıydık. Örf ve adetlerimize sımsıkı bağlıydık ama avareydik biraz. Umursamaz… Dalga geçerdik hayatla. Zamanla anladık ki kazın ayağı öyle değilmiş. Bereket versin ki erken uyandık. İş işten geçmeden… Ölüm bizi o halde de yakalayabilirdi.”
“Herkesin bir deli çağı olmuştur. Olacak bunlar ama belli bir dozu olmalı. Bir ayarı… İki tarafı da dengeleyebilmeli insanlar. Sadece gençlikte değil kabahat. Ana babalarda ne var ki onlara versinler?”
“Ana baba da bir yere kadar. Bir yerde var olsalar da yoklar. Bir de bakmışsın ki yapayalnız kalıvermişsin! Hayat kalleş! Acımasız! Gaddar!.. O kadar zor ve öylesine inişli çıkışlı ki! Aşağı yukarı bütün denizlerde gezdim. Bütün dünyayı gördüm. Tertemiz kalmadık, kalamadık bu çöplükte. Neler geldi geçti başımdan! Belki yeryüzüne gelmiş en büyük günahkâr benim!”
“Mübalağa ediyorsunuz. Keşke herkes sizin gibi olsa! Rica ederim, öyle söylemeyin! Hem siz hacısınız. Size gıpta ediyorum ben.”
“Hacca falan gidip geldim ama kendimle savaşım azalmadı, azalmayacak! Günahın küçüğü büyüğü olmaz. Günah, günahtır. Çektiğim ahtır. Ah! Ne kadar günahkârım ben! Yerim yatağım yok!.. Beni iyi yere gömerler mi acaba? Mezarımda rahat yatırırlar mı? Nefsime ne kadar çok zulmettim! Bu günahkâr kollarım, iki yanıma geldi, ıslah oldum, nihayet. Tam bir dönüşle Allah’a döndüm. Yani öldüm, ölmeden önce öldüm! Nefsimi öldürdüm, öldürebildim nihayet. Hiç de kolay olmadı!”
“Tövbe etmişsin ya, artık üzülme! O bölümünü kes at, hayatının. Rotanı bulmuş, en emin kıyıya çıkmayı başarmışsın. Öyle bir limana demir atmışsın ki artık sana korku kalmamış. Artık ne yandan eserse essin rüzgârlar, sana tesir etmez! İster fırtına çıksın, ister kasırga…”
“O boşluğu insanın… Başıboşluğu… O serseriliği… Nasıl bir gaflet kaplamış ki onca rahat olabilmişim! Zamanla duruluyor, her şeyi idrak etmeye başlıyor insan ve ben şimdi:
“Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” diyorum.
“Gençlik için de umudumuzu kaybetmesek… Bir şeyler yapsak, bir şeyler… Benliğimizi muhafaza için bir şeyler… Milli ve manevi duygular aşılamak için konuşmalar hazırlasak, tiyatro eserleri sahneletsek, filmler getirsek, oynatsak… Meydanı boş bırakmasak…”
“Eskisi gibi değilim. O zindeliğim yok. Yaşlandım artık. Koşuşacak gücüm kalmadı. Bir ayağım çukurda… Sizler yapın, inşallah. Allah muvaffak etsin! İşte geldim gidiyorum, hoşça kalsın Halep Şehri! Ölüm herkesin başında… Bir namazlık saltanatım olacak, taht misali o musalla taşında.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 344