- 1346 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ADANA MÜZELERİ
Son zamanlarda, müzeleri ve tarihi yerleri gezip dolaşma fikirleri, iyice beynime yerleşmeye başlamıştı. Çocukluğumdan beri, bu gibi yerlere ve tarihe karşı yoğun ilgim olmasına rağmen, bunlar hiç yapmadığım şeylerdi. Yılbaşından önce, senelik izin için gittiğim Adana’da, bunları gerçekleştirmek, benim için iyi bir fırsat olacaktı.
Eş,dost ziyaretlerinden sonra, bu fikrimi gerçekleştirmek adına, denk getirdiğim bir gün, müzeleri gezmeye karar verdim. İlk olarak sinema müzesine yolum düştü. Burası iki katlı ve fazla büyük olmayan, küçük bir müzeydi. Girişte hemen, Adanalı olan sanatçıların, resimleri dikkatimi çekti. Şener ŞEN,Yılmaz KÖKSAL,Yılmaz DURU,Bilal İNCİ vs. Yine burada bir zamanların boy boy sinema afişleri de bulunmaktaydı. Bir zamanlar insanlar bu filmler için, can atmaktaydı. Sinemalar bu filmler için, tıklım tıklım dolmaktaydı. İnsanlar bu filmlerde hayat buluyor, onlarla ağlıyor, onlarla gülüyorlardı. Afişlere bakınca, çocukluğumdaki o yazlık sinemalar, aklıma geliyordu.
Hemen girişten üst kata doğru çıkınca, burada duvarda bulunan, Yılmaz GÜNEY’in, hapishaneden kendi el yazısıyla kaleme aldığı, mektupları gördüm. Mektuplar, camekan içerisinde korunmaya alınmışlardı. Mektupları okuyunca, neden muhafaza altına alındığını insan, daha iyi anlıyor. İçerik olarak, aynı zamanda mesaj veren, mektuplardı, bunlar. Aklımda kaldığınca sizlere de aktarmaya çalışaım, bu mektupları. Birinde GÜNEY, eşine hitaben yazdığı mektubun bir bölümünde, şunları dile getirmiş;
" Asıl hapishane; insanın, kendi beyninde oluşturduğu hapishanedir. İnsan onu yıkmadığı müddetçe, hiç bir zaman gerçek anlamda özgür olamaz."
Yine eşine yazdığı, bir diğer mektubunun bir bölümünde ise şunları dile getiriyor;
" Hayatta her şeyimizi; ailemizi,sevdiklerimizi,servetimizi kaybedebiliriz. Bunların hiç bir önemi yok aslında. Mühim olan, yarınlara umutla bakabilmektir."
Ders alınması gereken, sözler diye, düşünüyorum. Bir insanın dört duvar arasında bile, nasıl olumlu düşünebildiğini, bizlere açıkça gösteriyor, sanırım.
Daha sonra birinci kata girdiğimde, burada Yılmaz GÜNEY’in, balmumundan yapılmış, heykeli dikkat çekiyordu. Gerçekten de gerçeğini çok da güzel bir biçimde andırıyordu. Yine burada, GÜNEY’in kullandığı sinema filmi çekmek için kullandığı makine, yurt dışından aldığı çeşitli ödüller ve şahsi eşyaları sergileniyordu.
İkinci kata çıktığım zaman burada; bir yaş kütüğü dikkatimi çekti. Hatırladığım kadarıyla üzerinde; Münir ÖZKUL, Aliye RONA,Eşref KOLÇAK gibi ünlülerin çaktıkları, plaketler bulunmaktaydı. Yine burada bir zamanların o meşhur filmlerinin afişleri, dikkat çekiciydi. Bu katın bir odası, kütüphane yapılmıştı. Diğer oda ise; "Altın Koza Film Festivali"nin tarihini yansıtıyordu, adeta. Yılmaz GÜNEY’ler,Filiz AKIN’lar,Fatma GİRİK’ler,Erol TAŞ’lar vs. burada afişlerde, bir zamanlar festivaldeki görüntüleriyle yer almaktaydılar. Bu kattaki büyük odaya geçtiğimde ise burada masada, karşılıklı olarak oturan iki tane balmumu heykeli bulunmaktaydı. Bu heykeller ressam olan; Abidin DİNO ile yazar olan Orhan KEMAL’e ait olan heykellerdi.
İnsan sanatsal eserlerle izleyici de olsa, yakından ilgilendiği zaman, sanatın önemini daha iyi anlıyor. Sanat öyle ya da böyle insan ruhunu inceltiyor. Buna mukabil de insan, sanattan incelttiği ruhuyla beraber, kendi yaptığı işi de büyük bir titizlikle yapıyor. Sanırım sanatın önemi de bu olsa gerek. Önemi büyük olan sanata ise malesef hak ettiği değeri vermiyoruz. Toprağının bağrından bu kadar sanatçı fışkırmış olan, iki milyonluk nüfüslu Adana Şehrinde, bu küçük müzeye gelen insan sayısı, zorunlu olarak getirilmiş, ilk okul talebeleri hariç, bir kaç kişiydik. Nihayetinde ben bile bu yaşa kadar hiç müze gezmemiştim.
Sinema müzesindeki gezimi bitirdikten sonra, buradan Adana Arkeoloji Müzesine geçtim. Burada hemen giriş katta bulunan, lahit mezarlar dikkatimi çekti. O zamanın önemli kişilerine ait olan bu mezarların anlamları, üzerelerinde bulunan, resimlerde gizliydi. Augusta lahiti diye tabir edilen lahitin, üzerine kabartma olarak yapılmış, meyve resimleri bulunmaktaydı. Bunların her birinin muhakkak ki değişik anlamı vardı. Yine burada bulunan diğer lahit ise, Truva Savaşını konu ediniyordu. Bu lahitin ilginç tarafı; Tarsus yakınlarında bulunmuş, olmasıydı. Üzerindeki resimler de Truva Efsanesini yansıtıyordu. Muazzam kabartmalardı. İçeride; Romalı Çocuklara ait heykeller, rahip heykelleri, tanrı heykelleri bulnmaktaydı. Üst kat ise, tadilatta olduğundan, oraya bakma fırsatım olmadı.
Müzenin bahçesinde, yine çeşitli lahitler bulunmaktaydı. Fakat en dikkatimi çeken, romalı asker heykeli oldu. Heykel omuzundan kesik olmasına rağmen, yaklaşık üç metre boyundaydı. O dönemi çok iyi bir biçimde yansıtan, muazzaam bir eserdi. İnsan bu heykellere ve kabartmalara bakınca, o dönemde Roma’lılarda heykeltraşlığın ne kadar ileri olduğunu, daha iyi görüyor. Bahçede yağmur da yağınca, insanın aklına; bu eserlerin yağmur altında tahrip olacağıu aklına geliyor. Yine bu müzede de üç beş tane insan vardı. Gelen insanlar çok az ki; eserlerin belki de tahrip olması kimsenin de umurunda olmuyordur. Ne demeli ki.....
Sonuç olarak; müzeleri gezmek, insanı alıp, geçmişe götürüyor. Çok da iyi bir stres atma yöntemi oluyor, aynı zamanda. İnsan olarak rahata alışmışız. Böyle yerlere gitmeye eriniyoruz. Oysa ki unutuyoruz ki; acı çekmeden mutlu olunmuyor. Ben şahsen büyük keyif aldım. Siz de kendinize bir iyilik yapın, geçmişe doğru uzanmak isterseniz, arada sıra da bir gününüzü böyle yerlere gezmek için ayırın.
Saygılarımla.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.