- 607 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (9)
. 7. İKİNCİ EŞ
Yengemin ailesi çok kalabalıktı. Babası, İzmit’in eşrafındandı. Ben oraya gitmeden evvel, yaşama veda etmişti. Rahmetlinin, beş çocuğu vardı. Üç oğlan, iki kız. Yengemin en küçük kardeşi, yaşı bir hayli olmasına rağmen, hâlâ bekardı. Diğerleri ise evli, çoluk, çocuk sahibi idiler. En büyük ağabeyinin yirmi yaşlarında bir kızı vardı ama, annesi Onu, üç- dört yaşında bir çocukmuş gibi, neredeyse, biberonla besleyecekti. Yengemin kız kardeşi, bir subayla evlenip uzaklara gitmişti. Diğer ağabeysi, Dayımın bando takımından talebesi ve en sevdiği insandı. Onun da , Dayım gibi, ilk evliliği, acı ile son bulmuş, çok sevdiği eşini kaybetmişti. Acısını, sokaklarda sarhoş gezerek, içki kadehleriyle, unutmaya çalışmıştı. Sevdiği kadın ,Dayım gibi, Ona da , yadigar olarak, bir kız çocuğu bırakmıştı. Çocuğa, babaannesi bakıyordu . Yıllar sonra, annesinin ısrarıyla, tekrar evlenmiş, Yeni eşinden de bir kız bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti.
Babaanne, ilk torunu öz , diğerlerini, üvey olarak kabul ediyor, ilk torununa, mütemadiyen, bu yönde telkinler yapıyordu. Neticede, ilk torunu, - belki de annesinden mikrop kaptığından,- verem illetine yakalanmıştı. Henüz hastalığın başlangıç safhasındaydı. İşte, ilk geldiğim gün, Yengemin, “ yeğenim “ diye tanıttığı kız buydu. 15 yaş civarındaydı. Tatlı bir esmerliği vardı, Boyu uzunca, endamı ince ve hoştu. Hareketleri ve duruşu, sığınılacak bir liman gibi sakindi. Gözlerinin rengi, sanki, denizin yeşile döndüğü durumdaki gibi, fakat gözbebeğinin etrafında, noktalardan oluşan bir halka, bir hare vardı. Bacakları düzgün, dudakları biraz dolguncaydı. Elmacık kemikleri biraz çıkık gibiydi. Gülerken, yanağında , tatlı bir gamze oluşuyor, dişleri bembeyaz meydana çıkıyordu. ( Bir bakıma, Prenses, Süreyya’ya benziyordu)
Babaannesiyle, sık, sık yengemlere gelirlerdi. Çiğdem ile akran ve iyi arkadaştılar. İlk günlerden başlayarak, benimle en çok alay eden Erkan, sonra da bunlardı. Bana bakarken, fısıl, fısıl konuşurlar, bakıp, bakıp gülerlerdi, alay ettikleri belliydi. Aslında Ümmühan’ın, insanlarla alay edecek bir tipi yoktu, Ancak, Çiğdem’e uyduğu aşikardı. En çok, ayağımdaki çarıklara gülüyorlardı. Onu çıkarıp. Bahçeye gömdükten sonra da başımdan çıkarmadığım eski şapkamı ele almışlar, “ çıkar” diye ısrar ediyorlardı. Eski şapkam, yıllarca, başımı, soğuktan ve güneşten korumuştu. Köyde, şapka, ancak yatarken çıkarılır, kalkar, kalkmaz da başa geçirilirdi. Bu bana mahsus bir özellik değildi, bizim köyün erkekleri, hep böyle yaparlardı. Şapkamı, en sonunda, bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra terk etmiştim, Hatıra fotoğrafında, her nedense, Erkan da vardı. Halbuki, benimle en çok alay eden O idi ve öyle bir fotoğrafta, yan, yana gelmeyi hiç istemezdim.
Bazen , yengemin tarafı bir araya geldiği zaman, yemekler yendikten sonra sıra müzik faslına geçilirdi. Yengemin ve kızların sesleri ve usulleri oldukça güzel ve iyi idi. Hele büyük ağabeyi’nin kızının kendisi gibi sesi de çok güzeldi. Yengem hem ud çalar hem de şarkılara iştirak ederdi. Benim de sesim güzel olmasına rağmen cesaret edip ,onlara iştirak edemezdim. İşte böyle zamanlar, benim için zevkle dinlediğim bir müzik ziyafeti olurdu. Sık, sık tekrarlanan bu ziyafetleri hiç kaçırmak istemezdim.
8. DAYIMLARIN DOSTLARI VE BİR ÖYKÜ
Dayımların ahbapları, dostları çoktu. Sık, sık ziyarete gelirler, yaz aylarında, kameriye altında sohbet ederlerdi. Hepsi, saygıdeğer, efendi insanlardı. Bunlardan biri, rahmetli olmuş, tabip bir generalin eşi idi. Lütfi ye teyze, Yengemin çok aziz ahbabıydı. Bana, tavsiye mektupları vererek destek olduğu için, hiç unutmayacaktım
Bazı kış gecelerinde, oturmaya, veya yemeğe misafir olarak gelenler de olurdu. Arada bir, kare oluşturup, zevkine, poker oynarlardı. Bunlardan biri de Halide abla ve kocasıydı.
Halide abla, dayımın, Selamı çeşmeden komşuları oluyordu. O zaman, küçük bir çocuk olan Halide abla ,annesi ölünce teyzesinin yanına sığınmıştı. Şimdi , otuz yaşlarında, güzel, güzel olduğu kadar da hareketli bir kadındı. Fakat çok konuşan bir kadın. Kimi görse, hemen konuşmaya, derhal Onunla ahbaplık etmeye başlardı. Erdemle ben, işte öyle akşamlarda, oyundan ziyade, Onun güzelliğini seyretmekten zevk alırdık. Açık yürekli, samimi bir insandı. Kendi hayatı dahil, aklına ne gelirse anlatırdı.
Çok küçük yaşta, babası ölmüş inek besleyip, sütçülük yapan dedesi Ona sahip çıkmıştı. Küçükken her istediği yerine getiriliyordu. Dedesi ölüp, İstanbul, Çiftehavuzlar’da , teyzesiyle yaşarken, henüz 17 yaşındayken Erzurum’un küçük bir kasabasından, bir doktorla evlendirmişlerdi. Evliliği müteakip, doktor, eşini, kendi kasabasına götürmüş, orada görev yapmaya başlamıştı. Doktor, mutaassıp bir aileye mensuptu. Gelinlerinin, güzel ve açık olması, Onları son derece rahatsız etmişti. Bilhassa kaynanası , Ona ,adata, işkence ediyordu. Bir çocuğu olmuş, Onu bile bağrına basamadan, yaptıkları eziyetler, tahammül sınırın aşınca, kocasını terk ederek, İstanbul’a, teyzesinin yanına dönmüştü. Çok geçmeden de “çocuğun öldü” diyerek boşanma kağıdını göndermişlerdi.
Aradan bir müddet geçince, genç bir pilot teğmenle, sevişerek evlenmişler, daha, aşklarını , sevgilerini, doya doya yaşayamadan, kocası, uçak kazasında şehit olmuştu. Senelerce, sevgili kocasının yasını tutmuş, ama, genç ve güzel bir kadın olduğu için, erkekler peşini bırakmamışlardı. Nihayet, İzmit’te görevli, bir tütün eksperiyle evlenmişti. İzmit’te, eski komşusu, dayısını bulmaktan, çok mutlu olmuştu. İşte, zaman, zaman buraya misafir gelerek, kısa bir müddet de olsa eğleniyordu. Çünkü, kocası, çok kıskançtı ve her hangi bir yere , eğlenmek için götürmüyor, Onu yalnız olarak bir yerlere göndermiyordu. Hatta, bu kıskançlık krizleri, Onu dövmeye varıncaya kadar ileri gidiyordu. Bazen, dayısına, yengesine, ağlıya, ağlıya gelerek, kocasını şikayet ediyordu. Onlar da, her ikisinin arasını bulmak için çırpınıyorlardı.( Aradan yıllar geçecek, Son ve beşinci koca olarak, vaktiyle kendisine aşık olup kaçmalarını teklif eden ,, halasının, oğlu ile evlenecek, fakat, şehit olan pilot teğmeni, hayatı boyunca unutmayacaktı. Her sene çok iyi bir insan olan kocasıyla Onun kabrini ziyarete devam edecekti.)
9. BİR GÖNÜL İŞİ
Artık , kış bitmek üzereydi. Öğretmenin gözüne girmiştim. Beni takdir, zaman, zaman da teşvik ediyordu. Dersleri, öğretmen anlatırken, can kulağı ile dinleyerek, öğrenmeye gayret ediyordum. Çünkü, evde, ders çalışmaya, fazla zaman bulamıyordum.
Okulda ,dört oğlan çocukla, arkadaşlığımız, çok iyi idi. Hoş, artık hepsinin ağabeyiydim ya! Bu dördünün de beğendiği birer kız vardı. Onlara:
Sakın! Muallâ’ya göz dikmeyin, diye tembihte bulunuyordum. Güya, O da benimkiydi. Ama, kızın, bundan hiç haberi yoktu. Toplu hatıra fotoğrafları çekilirken bir yolunu bulur, Onun yanında veya arkasında yer alıyordum.
Bir gün, arkadaşlardan biri, MALTA TAŞI getirmiş, bana gösteriyordu. Kafamda da Muallâ’yı sevdiğimi nasıl gösterebilirim sorusu vardı. İşte bulmuştum! Taşı yontarak, kâlp şekline sokacak, üzerine de Onun baş harflerini kazıyacaktım. Nitekim, arkadaşımdan taşı alarak , düşündüğümü gerçekleştirmiştim. Eserimi, yaldızlı bir kutuya koydum. Niyetim onu, gizlice, Mualla’nın sırasının gözüne koymaktı. Fakat, arkadaşlar görüp, durumu anladılar. Bense, tevil yoluna sapıp, onu, öğretmen için yaptığımı söyledim Ancak, taşın üzerine işlediğim ikinci harf, öğretmenin soyadını tutmuyordu. Dolayısıyla, yalanım ortaya çıkmıştı. Onlar, göndermem için ısrar edince, yakın arkadaşı, Suna vasıtasıyla, Mualla’ya ulaştırmaya karar verdik, Çünkü, O bir, iki gündür okula gelmiyordu. Sunanın getirdiği haber ise , ümit kırıcıydı. Mualla, kutuyu alıp, durumu anlayınca, infiale kapılmış, benim özenle yaptığım eserimi, yere çalıp kırmıştı. Üstelik, öğretmene şikayet edeceğini söylemişti. Gerçekten, okula geldiği zaman, öğretmene durumu anlatmış ve beni şikayet etmişti. Allah’tan ki, öğretmen olgun bir insandı. Belki de böyle, çocukça hadiseler, başından çok geçmişti. Her ikimizi de , odasına çağırarak, bilhassa bana nasihat etmiş ve bu gibi hadiselerin bir daha tekerrür etmeyeceğine dair benden söz almıştı. Böylece, işi tatlıya bağlayan öğretmenimiz, ikimizi barıştırmış oluyordu. Muhtemelen, bu hadiseyi, ben ve Mualla hariç herkes, çabucak unutacaktı. ( Ancak lise yıllarında, Mualla’nın veremden öldüğü haberini duyduğumda, Bu küçük olayı , acı ile karışık, tekrar hatırlayıp, yaşayacaktım.)
10. İLK İŞÇİLİĞİM
Okul tatil olmuştu. Dayıma, iş bulup, çalışmak istediğimi söylemiştim. Para kazanıp, okul sırasında, harçlık yapmayı düşünüyordum. Muhittin para bırakmadığı için, sinema parasını bile, yirmi beş kuruşta olsa, dayımdan istemek mecburiyetinde kalıyordum. Gerçi, evin vekilharcı gibiydim. Dayım, çarşı, Pazar için , bana para verir, itimat ederdi. Ben de , hiç bir şekilde, bu itimadı, suiistimal etmeyecektim. Ama, gönül işine gelince, işler farklılaşacaktı.
Halk evi binası yapılıyordu, Bana da bir iş bulunmuştu. Binanın, yer döşemesi için karo ya ihtiyacı vardı .Karo işini alan müteahhit, inşaata yakın bir atölye kurmuştu. Burada, , bir usta ve beş-altı elemanla, karo yapıyorduk. Kum ve çimentoyu, belirli oranda karıştırarak harç yapıyor, 30x30 badındaki kalıplara döküyorduk. Kalıplanmış harcın üzerine, daha önceden kırılmış mermer parçalarını serpiştirerek, harcın içine gömülmesini sağlıyorduk. Kalıplar kuruduktan sonra da çıkararak, bir makineyle silme ve cilalama iş yapılıyordu. Böylece, karolar, yere döşenecek hale geliyordu. İş fabrikasyon olmadığından, çok yorucu ve zahmetliydi; aynı zamanda, insanın, üstü, başı, pislikten batıyordu. Yengem, beni , o halde görünce, haklı olarak söyleniyordu. Her şeye rağmen, okul devresinde, harçlık yapabileceğim bir kaç kuruş kazanabildiğim için, zorlukları umursamıyor, ayrıca, galiba, biraz da gurur duyuyordum.
11. RESMİN CANLISI
Bu arada, Erdem İstanbul’a gönderilmişti. Dayım, ilk torununu özlemiş, Onu getirtmek istemişti. Dayımın özelliklerinden birisi, çocukları çok sevmesi, ve çok merhametli olmasıydı. Sokaklarda dolaşan, pejmürde kıyafetli bir çocuk görse, peşine takar eve getirirdi. Onu, yedirir, içirir, uygun düşen kendi çocuklarına ait kıyafetlerle giydirir, büyük bir zevk duyarak, gönderirdi. Yengem de, dayımın bu davranışlarına, bazen, kızardı.
Erdem, dört- beş yaşlarında, tombul bir kız çocuğu ile dönmüştü. Torun, Gülcan, kızıl saçlı, kahverengi gözlü, sakin görünüşlü, çok sevimli bir çocuktu. Artık evin göz bebeği O idi. Dede, torun, birbirlerini çok seviyorlardı. Teyzeleri, Onu , oyalamak, eğlendirip, güldürmek için , birbirleriyle yarış ediyorlardı. Geceleri , kimin koynunda yatarsa, O şanslı sayılıyordu. Çocuk da, teyzelerinin yanında, hayatından çok memnun görünüyor, bilhassa çiğdemin şaklabanlıklarına bayılıyordu.
Bir hafta- on gün sonra, çocuğunu özleyen annesi, faytonla çıkagelmişti. Bahçede, teyzeleriyle neşelenen kız, annesini birden bire karşısında görünce, her şeyi unutup, koşarak boynuna sarılmıştı. Her ikisi de birbirlerini özlediklerini söylerken, bizim kızlar da “abla” diye etrafını sarmışlardı. İşte o zaman, dikkatimi ve ilgimi, Ona çevirmiş. Duvarda gördüğüm resmin canlı modeli olduğunu anlamıştım. Resimde göremediklerim ise: ince, minyon, mütenasip vücudu, yine ince, düzgün bacaklarıydı. Teni, buğday rengi ve duruluğunda, saçları ise, biraz daha uzun ve sarı renkteydi. Gözleri ise, iri, orman yeşili, gözbebeklerinin etrafı hareli ve tahmin ettiğimden daha güzeldi. Canlı, vakur ve hayat doluydu. Beni tanıttıklarında, sanki kardeşlerinden biri imişim gibi, sıcak ve samimi davranmıştı. Artık, kardeşleri gibi, ben de Ona , abla diyecektim.
Herkese, ufak, tefek hediyeler getirmişti. Davranışları ve tavrı, kardeşlerinden farklı bir yapıda olduğunu gösteriyordu. Konuşmaları, kahkaha ile gülmesi, hayata bağlı ve mutlu olduğu intibaı veriyordu.
Akşam, babası gelip Onu gördüğünde, bir sürpriz havası yaratmış ve baba- kız sarmaş, dolaş olmuşlardı. babası, Onu kucağına oturtmuş, sanki bir çocukmuş gibi şımartmak istemişti Birbirlerine çok düşkün oldukları, her hallerinden belli oluyordu.
On günlük misafirliği sırasında, eli, kardeşlerinin üzeriden gitmemişti. Nihayet, dönmeye karar verdiğinde, Dayım, tren biletini aldırtmış, bir kutu da peksimet yaptırtmıştı. İzmit’in ekmek karnesi, artık, İstanbul’da geçmiyordu. Bu sebeple, en makbul hediye, Onlar için, peksimetti Çünkü, kasabalarında, ekmekler çamur gibi çıkıyor, çok sıkıntı çekiyorlardı.
Bana, gideceği sabah, fayton çağırmamı söylemişti. İstasyona kadar beraber gitmiştik. Ayrılırken, yanaklarımdan öpmüş, İstanbul’a beklediğini söylemişti. Tombul, sevimli küçük Gülcan da boynuma sarılmış, bu hareketiyle beni sevdiğini belirtmişti. Birlikte, bir fotoğraf çektiremeden, gittiklerine gerçekten üzülmüştüm.
12. BİR SAYFİYE KÖYÜ
Okul tatilinde, evin diğer erkekleri gibi benim de hafta boyu , işçi olarak çalışmam gerektiğinden, bazen, Pazar günleri, vapurla, Değirmen dereye gidiyorduk. Orası, sakin, tenha bir sayfiye köyü idi. Dağları, bağları yemyeşildi. Denizi, billur gibi temiz, kıyıları tabii plajdı. Ulu çınar ağaçları altında gazinoları vardı. Havası güzel, sıcak havalarda bile, tatlı esintisi devamlıydı.
Yengemin görümcesi, Yani, Ümmühan’ın üvey anası oralıydı. Fındık ve üzüm bağları, bahçeleri vardı. Halk, çok misafirperverdi. Deniz kenarında otururken, köylüler, katır sırtında, küfelerle, fındık, kiraz, üzüm, mısır, çeşitli meyve taşırlar, bize de ikram ederlerdi. Sandallarla, 20-30 metre açıkta, balığın çeşidi tutulurdu. Balık, o kadar boldu ki! Balığı , bilhassa tekiri bol olan başka bir köy de Hareke idi. Bir keresinde, Dayımla, trene binip oraya gitmiştik. Yörenin kiraz bayramıydı. Köylüler, çeşit, çeşit, dalbastı kirazlar getirmişler, meydanda sergilemişlerdi. Dayım da ,halka hitaben bir konuşma yapmıştı. Nede olsa particilikten kalma, köylülere hitap etme deneyimi vardı. Üstelik bu defa , İzmit belediyesini temsil ediyordu. Dönüşte, bize, en âlâsından , bir sepet kiraz, küçük bir çavalye da barbunya balığı hediye etmişlerdi.
13. GERİ DÖNME KORKUSU
Okul , yeniden başlamıştı. Artık, beşinci, yani, son sınıfa gidiyorduk. Arkadaşlarla buluşmak, beni sevindirmişti. Dersler, benim için, fazla sorun değildi. Çünkü, kendime güveniyordum. Dersi , daha anlatılırken, öğrenme prensibini elde etmiştim.
Geçen sene, gönül maceram, karşılık bulamamış, fiyaskoyla sona ermişti. Artık, kendimi, sevilmeyecek kadar çirkin buluyordum. Kocaman bir burunla, belki de öyleydim. Ümmühan’la, Çiğdemin, devamlı , benimle, alay edip, dalga geçmelerinin sebebi belliydi. Onlar da bilhassa Ümmühan’da haklıydı, Kim bilir, etraflarında, ne kadar yakışıklı çocuklar vardı. Bana niye baksınlardı ki! Ama, gönül bu! Çocuk gönlü de olsa, bir yerlere kaymak istiyordu.
Ümmühanı çok beğeniyordum, asıl sevdiğim, benimle ilgilenmesini istediğim O idi. Ama , Onu, daha ulaşılmaz görüyordum. O kadar güzel ve mağrurdu ki! Kim bilir, kaç delikanlı, Ona aşıktı. Benim gibi, bir çirkinle, bir çulsuzla neden ilgilen sindi ki !
Geçen yaz, Değirmen Derede, gezmek, deniz derken, Çiğdemle aramızda bir yakınlaşma olmuştu. Sanki, benimle, eskisi kadar alay etmiyor, evde cam silerken bile bana yardım ediyordu. Bir duygusallıktır başlamıştı.
Bir gece , bir münakaşa sesiyle uyandım. Dayım ile yengemin sesleriydi bu. Salon yatak odalarına yakındı ve ben yer yatağında, orada yatıyordum. Sesler açıkça duyuluyordu. Dayım;
- Bu böyle olmayacak ! Yusuf’u köye gönderelim, diyor ve ısrar ediyordu. Yengem de aynı yanıtı tekrarlıyordu:
—Bey! Onlar daha çocuk, Bu geçici bir şey, biraz bekleyelim, devam ederse, bir çaresine bakarız, biraz sabredelim!.
Durumu kavramıştım, Demek, Onlar da işin farkına varmışlardı. Anlaşılan, Dayım , bana çok kızmıştı. Belki de eve aldığına pişman olup, üzülmüştü. Bense, Onu kızdırmak ve üzmek, hiç, ama hiç , istemezdim. Bu sebeple, kendimi toplamam, çeki- düzen vermem, duygularımı bir tarafa atmam gerektiği kararına varmıştım. O sabahtan itibaren, araya mesafe koymaya başlayacaktım. Nitekim, öyle de yaptım, ama , karşımdaki, bu çekingenliğimi pek anlamamış, yanlış yorumlayarak, çok geçmeden, tekrar alay eder tavırlarına başlamıştı.
14. PİYANİST KOMŞU KIZI
Dayımların üst tarafında, iki katlı bir ev vardı. Bu evin alt katında ise, üç kızı olan bir aile oturuyordu. Bizim kızlar, Onlarla çok iyi arkadaştılar, Onların büyüğü hariç, bizimkilerle, bir araya gelince, gırgır, şamata vakit geçiriyorlardı. En büyük kız, diğerlerinden farklıydı. Davranışlarında, daha vakur, daha ciddiydi. Hanım efendiydi. Bizimkiler de Ona abla diye hitap ediyorlardı. 18-20 yaşlarında ve konservatuar talebesiydi Bana da ilk gördüğümden beri iyi ve nazik davranıyordu. Erkanla, Çiğdem benimle alay edip, gülüştüklerinde, hiç tasvip etmez, bazen Onları ayıplar, Bunu da yüzlerine söylerdi. Merhametli, herkese karşı insancıldı. Bu defa da gönlüm Ona doğru meyil etmişti. Alafranga müziği pek sevmediğim halde, Onun çaldıkları hoşuma gidiyordu. Bazen piyano çalarken, ben de , bahçede çalışıyorsam, durur Onu dinledim, Ama , biliyordum ki, benimkisi, bir hayaldi ve bu hayalimden, Onun hiç mi, hiç haberi yoktu.
15. BOLU DEPREMİ
1944 yılını ocak ayıydı. Sabaha karşı, bir yer sarsıntısı ile uyanmıştık. Evin duvarları öyle kalındı ki, bir kaç sıva çatlağı ile felaketi atlatmıştık. Ama, Bolu ve civarından kötü haberler gelmeye başlamıştı. Oralarda, ölüm ve hasar olduğu söyleniyordu.
Aradan, bir kaç gün geçmişti, Okul dönüşü, Dayım da arkamdan eve girmiş, ve bana dönerek:
-Yusuf! Eve geliyordum, bir kaç kişinin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Güdül ve civarında da zelzeleden, hasar gören yerler varmış. Seni köye gönderip, kendi gözünle, neler olup, bittiğini görmeni istiyorum. 100 lira yol parası vereceğim, trene atla, hemen yola koyul , dedi. Bu haber ve Dayımın kararlı hali, bende endişe yaramıştı. Fazla vakit kaybetmeden, istasyona yollandım, 20,3o da kalkan eksprese bilet aldım. Yol boyunca da acaba köyde neler oldu? Şeklindeki endişem devam etmişti. Sabahleyin, Ankara’da, istasyondan, otobüs garına ulaştığımda, benim gibi, köye gitmek isteyen insanlarla karşılaştım. Otobüsle Ayaş’a kadar gidince, orada da köyden, çadır ve yardım malzemesi almaya gelenlerle karşılaştık. Onlar, köyün durumunu anlatınca , üzüntüden kahrolduk. Çadır ve yiyecek malzemelerini katırlara yükleyerek, kimi zaman hayvan sırtında kimi zaman yaya, kar, çamur, sel suları ile boğuşarak, gece yarısı köye ulaşmıştık. Doğruca annemlere indim. Annem ve kardeşim celâl ile hasret giderdikten sonra, yorgunluktan, hemen yatmak mecburiyetinde kaldım. Gecenin karanlığında göremediğim yerleri, sabahın ışığında, harap olmuş görünce, çok üzüldüm. Bizim, eski ev, tamamen çökmüştü. Çok sevdiğim, ikiz eniştem, Şükriye ablam ve beş çocuğu, hayatlarını kaybetmiş, damdaki hayvanlarının tümü telef olmuştu. Ebemle, benim kaldığım odada ise, yalnızca, Muhittin kurtulmuştu. Nerelerde dolaştığı belli olmayan Muhittin, O kış köye gelip, bizim eski evde kalmaya karar vermişti. Zelzele sırasında, Çatıdan düşen bir mertek, Omun üstünde koruyucu olmuş, hayatını kurtarmıştı. Tanrı, Onun ecelini henüz geciktirmişti. Ebemin, eceliyle de olsa ölmüş olması, beni derinden yaralamıştı. Bu sebeplerle, göz yaşlarımı tutamamıştım.
Kardeşim Celâl büyümüş , annem biraz daha zayıflamıştı. Nadire’nin bir oğlu olmuş, ismini, Mehmet koymuşlardı. Onun çocuğunu da görmek kısmet olmuştu. Keza, Yusuf Ağanın da , yabancıdan, bir oğlu olmuştu. Muhittin de , bir kıza aşık olmuş, bu yüzden, köyden ayrılamamıştı. Üstelik, sevgilisine hediye almak bahanesiyle, benden 35 lira tırtıklamıştı. Her şeye rağmen, hayat devam ediyordu. Köyde üç gün kalarak, geri dönmüştüm.
Dayım ve yengem, getirdiğim kötü habere çok üzülmüşlerdi. Acele olarak köye hareket ettiğim için, okuldan da izin alamamıştım. Döndüğümde, hem, öğretmenimiz, hem de arkadaşlarım beni merak ettiklerini söylemişlerdi. Durumu anlatınca , Onlar da çok üzülmüşler, beni teselli etmeye çalışmışlardı.
İkinci karneyi almıştık. Derslerimin üçü iyi, diğerleri pek iyi idi. Karneyi, ilk önce yengeme gösterdim. Notları görünce:
- Sana yeni bir pantolon dikeceğim, Dayına da söyleriz, bir ayakkabı aldırtırız, dedi. Gerçekten dediğini de yaptı. 23 nisan, çocuk bayramı şenliklerine, bu yeni kıyafetlerle gitmiştim. Ama, diğer çocuklar gibi merasim için değil, seyirci olarak.
Zaman ilerledikçe, kan kardeşim kadirle, geleceği düşünmeye başlamıştık. O da , benim gibi, fakir bir aileden geliyordu. Konuşa, konuşa askerî orta okula gitmeye karar verdik. İkimiz de subay olmak istiyorduk . Hevesimiz bu yöndeydi. Resmi elbiseleriyle, subayları gördükçe, onlara gıpta ile bakarak,” işte, bunlar gibi olmak istiyoruz” demeye başlamıştık. Bu konuyu, bir ara, Dayıma da açmıştım:
—İyi düşünmüşsünüz, hele okul bitsin, ondan sonra düşünürüz, demişti.
16. Bir hastalık- kızamık
Mayısın ilk haftasıydı. Cumartesi ve Pazar günü, vücudum da bir kırgınlık, başımda da bir ağrı hissetmiştim. Biraz da öksürüğüm vardı. Buna rağmen, Pazartesi günü okula gittim. İkinci derste, arkadaşlardan biri”—Yusuf ağabey! Senin yüzünde, boynunda kırmızı, kırmızı sivilceler var” deyince, Diğer arkadaşlar bana, dönüp, dönüp bakmaya başladılar, Bu durum, öğretmenin dikkatini çekti ve O’ da beni şöyle bir tetkik ettikten sonra:
—Eve git, istirahat et. Bir doktora göstermeyi de ihmal etme, diyerek, beni eve gönderdi. Önce dayıma uğradım, Beni bir memurla, belediyenin doktoruna gönderdi. Doktor şöyle bakar bakmaz,
—kızamık olmuşsun, istirahat edeceksin, üşütmeyeceksin, sulu şeyler yiyip, içeceksin, tavsiyesinde bulundu.
Artık, yataktaydım. Hararetim ve ateşim yüksekti. Yengem, sık, sık ıhlamur kaynatıp içiriyordu, ama, gözümün önünde, hep Kızık yaylasındaki buz gibi sular canlanıyordu.
Bu arada, Dayım, yine, ilk torununun özlemini duymuş, Erdem vasıtasıyla, getirtmişti. Olacağın önüne geçilmiyordu. Küçük torunu Gülcan’a benden kızamık bulaşmıştı. Herkes üzüntü içindeydi. Annesine ne denecekti, Nasıl haber verilecekti.? Neyse ki, küçük olduğu için, hastalığın seyri, benim kadar ağır olmamış, benden daha çabuk iyileşmişti. Tabii, bunda, Ona gösterilen ihtimamın da dahli vardı.
İmtihanlara, 10-15 gün kalmıştı. Yatakta bile çalışmayı sürdürüyordum. Bir an önce, okula dönmek istiyordum. Ama , rapor almadan, okula dönemeyeceğimi anlatmışlardı. Neticede, doktordan rapor alarak okluma kavuşmuştum. On iki gün süren imtihanlar neticesinde, bütün derslerden, pek iyi alarak, okulu bitirmiş, sevinçle beraber, biraz da gurur duymuştum
17. ASKERİ OKUL HAYALİ
Artık, askerî okula müracaat sırası gelmişti. Dayımla askerlik şube reisine gitmiş, istenilen evrakları hazırlamaya koyulmuştuk. Bunlardan en önemlisi sağlık raporu idi. Askerlik şubesi, kan kardeşim Kadiri ve beni Haydarpaşa askerî hasta hanesine sevk etmişti. Oraya gitmeden önce, yengemin çok yakın arkadaşı olan Lütfi’ye teyze, Baş tabibe hitaben bir mektup vermişti. Baş tabip, doktor olan rahmetli eşinin talebesiydi. Kocası da aynı hasta hanede baş tabiplik yapmıştı. Sevgili paşasını, hasret ve rahmetle anıyordu.
Temmuz ayında, sıcak bir gündü. Trenden iner inmez, Kadirle beraber, dayımın dul olan kız kardeşinin, yani Hatice halamın , Kurbağalı Dere kenarındaki evini arayıp bulmuş ve kendisine geliş sebebimizi anlatmıştık.
Ertesi günü, halamla birlikte, hasta haneye gitmiş, doğruca baş tabibe çıkarak Lütfiye teyzenin mektubunu vermiştik. Paşa , mektubu okuduktan sonra, “ bir engel çıkarsa bana gelin” demişti. Gerçekten de Kadir için değil ama, benim için ilk engel çıkmıştı. Beni muayene eden kulak- burun- boğaz doktoru:
“Oğlum , sen bu kulakla asker olmazsın” diyerek, kulağımda işitme zorluğu olduğunu belirtmişti. Üzülmekle birlikte, soluğu paşanın odasında aldım ve durumu anlattım. Baş hekim, ilgili doktora telefon ederek, kulağımın yıkanmasını ve tekrar muayene edilmemi, emretti ve beni aynı doktora gönderdi. Bu defa sonuç olumluydu. Ancak, raporların hazırlanması zaman alacaktı ve “ iki gün sonra gelin “ denmişti.
Cumartesi- pazara rastlayan bu iki dünlük süreyi Yasemin ablamlar da geçirmek bana daha cazip gelmişti, halama Onun adresini vermesini, oraya gitmek istediğimizi söyledim. Tramvayla, Üsküdar’a gittik, oradan da boğaz vapuruna bindik. Bu boğaza vapurla ilk seyahatimdi. Vapur zikzak yaparak boğazın her iki tarafını da görmemize imkan veriyordu. Büyük bir zevkle seyrediyordum . Sağlı, sollu, o güzel yalıları ve yemyeşil yamaçları sanki beynime kazıyordum.
Bir buçuk saat süren bir yolculuktan sonra vapurdan inmiş ve sorarak evin adresini bulmuştuk. Ev koca bir konak görünümündeydi. Ablam beni ve arkadaşım karşısında görünce çok şaşırdı. Ona, kısaca durumu anlatınca da :
-İnşallah, ikiniz de subay olursunuz, bunu yürekten temenni ediyorum, dedi. Kocası da Yedek subay olarak, ikinci defa göreve çağrılmış, halen Trakya’da bulunmaktaymış. Yasemin ablam, iki günlük misafirliğimiz sırasında Kadir ve bana sanki itibarlı birer misafirmişiz gibi davranmış, çekingenliğimizi üzerimizden atmamızı sağlamıştı, bu sebeple her ikimiz de , oradan ve Ondan memnun olarak ayrılmıştık ..
18. KAPANAN VE AÇILAN KAPILAR
Sağlam raporumuzu alarak, sevinç ve ümitle, İzmit’e dönmüştük. Bütün evrakları tamamlayarak, askerlik şube reisine elden teslim etmiştik. Artık, Konya askeri orta okul müdürlüğünden gelecek cevabı bekleyecektik, yapacak başka bir şey yoktu.
İki hafta sonunda gelen cevabî yazı bütün ümit ve hayallerimi yıkmıştı. Bu konuda ikinci engel de karşıma dikilmişti. Gelen yazıda şöyle deniyordu” Bulunduğunuz yerde orta okul mevcut, yönetmenliğe göre, sizi talebe olarak kabul etmemiz mümkün değildir.” Benim kadar, Dayım ve yengem de gelen cevaba çok üzülmüştü. Dayımla birlikte, tekrar, şube reisini görmeye gitmiş, Onun tavsiyesi üzerine, bir dilekçe daha göndermeye karar vermiştik. Bu dilekçede.” İzmit’te muvakkat olarak bulunuyorum. Asıl memleketim, Ankara- Yelli köyü dür. Orada da orta okul yoktur. Bu durum nazarı itibara alınarak, okulunuza kabul edilmemi arz ederim” ifadeleri yer alıyordu.
Verdiğimiz dilekçeye cevap gelinciye kadar, zamanımı değerlendirmek ve biraz harçlık kazanmak düşüncesiyle, bir işe girdim. Bir Macar firması, Halk evi ve civarını, asfalt yapıyordu. Bir ekmek ve yevmiye olarak da 275 kuruş veriyorlardı. Güneş bir taraftan, kaynayan katran kazanları diğer taraftan, çalıştığımız yer cehennem gibiydi. Bu işin pisliği de cabasıydı. Üstelik, yengem de pislik içinde eve geldikçe, haklı olarak bana kızıyordu. Neyse ki bu çalışma uzun sürmemiş, bir ay içinde 31 lira alarak işten ayrılmıştım.
Lütfi’ye teyze, benim okula kabul edilmeyişime, bizimle beraber üzülenlerdendi. Bu sebeple, rahmetli eşi vasıtasıyla tanımış olduğu, Askerî liseler Müfettişine, bir mektup yazmıştı. Gelen cevapta :” Bahsettiğiniz çocuğun, Askerî orta okul yönetmenliğine göre, okula kabul edilmesi mümkün değildir. İstenirse, Onu, Kırıkkale askerî sanat okuluna kabul ettirmem mümkündür” deniyordu. Allah bir kapıyı kapamış, yeni bir kapı aralamıştı. Yeni bir ümitle, Ankara’nın yolunu tutmuştum .Belirtilen adrese gittiğimde, Müfettişi evinde hasta buldum. Yine de ilgilenip, telefon etmek suretiyle, beni , Kırıkkale’ye, okul müdürüne göndermişti. Okul müdürü, evraklarımı incelerken, yaşımın 12 olduğunu görmüş ve:
-Maalesef, evladım,! Yönetmeliğe göre, 14-17 yaşları arasındaki çocukları kabul ediyoruz, demişti. Bu kat-î ifadeyi duyunca, üzüntümden , neredeyse, müdürün önünde ağlayacaktım. Böylece, bir ümit daha sönmüştü. Yeis içinde, İzmit’e dönmekten başka çare bulamamıştım. Getirdiğim habere, dayım da, yengem ve Lütfi’ye teyze de çok üzülmüşlerdi. Bilhassa dayım, bir yerlere girip, mutlaka okumamı istiyordu. Okumaya karşı çok hevesli olduğumu bildiğinden, sağa, sola baş vuruyor, kimden yardım alabiliriz diye çırpınıyordu. Aslında, ben de dayıma yük olmak istemiyordum, Beş tane çocuğa bakmanın ne kadar zor olduğunu biliyordum. Üstelik, ticaret erbabı değil, kendisi memur olunca, sıkıntıya düşmüş, evini bile bankadan alığı kredi ile tamamlamıştı.
Aradan bir kaç gün geçmişti. Bir akşam, dayım eve gelince:
-Yusuf! Sana iyi bir haberim var. Şimdiye kadar nasıl akıl edemedik, hayret! Bu gün milli eğitim müdürü ile konuştum. 1 eylülde, Devletin açtığı leyli meccani imtihanı varmış, müdür, bu imtihana girmeni tavsiye etti. Yarından tezi yok, bir dilekçe ile müracaat etmeliyiz, senin bu imtihanı kazanacağından eminim, diyerek beni sevindirmişti. Tanrı, bir kapıyı kapatıp, yeni bir kapı daha açmıştı . Göğsüme taze bir ümit doğmuştu.
Nihayet, imtihan günü gelip çatmıştı. İmtihan salonuna girdiğimde benim gibi, pek çok talebenin olduğunu görmüştüm. Kan kardeşim kadir de içlerindeydi, çünkü, Askerî orta okuldan Ona henüz cevap verilmemişti. Sorular benim için oldukça kolaydı ve imtihan iyi geçmişti, ancak, neticelerin , bir buçuk, iki ay sonra geleceğini öğrenmiştik. Bunu Dayıma söyleyince:
-Her ihtimale karşı, seni , İzmit Orta Okuluna kaydettirmemiz gerekiyor, demişti. Dolayısıyla. Ben de 15 eylülde okula kaydımı yaptırmıştım.
18 eylül, bu gün bayram. Bir gün önceden, elbiselerimi temizleyip, ütülemiştim. Ceketim, biraz eskiydi, ama olsundu. Hiç olmazsa temizdi.
Biz üç erkek, Erdem, Erkan ve ben bayram namazına gitmiştik. Namazdan sonra da eve gelip, ailece bayramlaşmıştık Kızların üçü de benimle dargın oldukları halde, bayram hatırına, barışıp bayramlaşmışlardı. Dayım, çıkarıp, harçlık olarak 2,5 lira vermişti. Tabii, yengem de mendil. Öğleden sonra ise, Aymet Dayılara, bayramlaşmaya gittik Ümmühan da , bizim kızlara uymuş, benimle konuşmuyordu. O da bayram hatırına elini vermişti Ama biliyordum ki, üç gün bayramdan sonra, benimle yine konuşmayacaklardı. Bütün bunlara sebepse, Çiğdemdi, Ona karşı tutumumdaki değişiklikti.
Aymet dayı da yeğenlerinden ayırmayarak bana da bir lira bayram harçlığı vermişti. Utanmakla beraber, böyle bir günde , bu parayı alamazlık edemezdim. Nede olsa bayram harçlığı idi. Bu paralar üç gün boyunca, sinema ve bayram yeri harcamalarına yeter de artardı bile.
O gün, öğle yemeğini, cümbür - cemaat Aymet dayılarda yemiştik. Onlarla, bilhassa Ümmühan la bir arada bulunmaktan zevk duyuyordum. Ancak yediğimiz et yemeğini tatlılı yapmışlardı. Celep ve kasaplık yaptıkları için, et yemeğini fazlaca yiyorlar ve adetleri veçhiyle, et yemeğini böyle tatlılı yapıyorlardı. Bense bunu pek sevmemiştim.
25 eylülde okullar açılmıştı. Bütün talebeler bahçede toplanmış, kimin, hangi sınıfa gideceği bildirilmişti. Bizim sınıfta, ikisi erkek, altısı kız, olmak üzere sekiz Yenituranlı vardı. İlk günü ders yapılmamış, çocukları ben idare etmiştim. Daha sonra da , beni sınıf mümessili seçmişlerdi. Burada da , öğretmenlere. Kendimi, kısa sürede sevdirmiştim. Hele, İngilizce gibi, ilk defa tanıştığımız bir dersten iyi not almam beni çok sevindirmişti.
index.htm
zorlu10.htm
YORUMLAR
ÇOK GÜZEL ANILAR.AMA BEN İKİNCİ BÖLÜME BİR TÜRLÜ GİREMEDİM.BU BÖLÜMDEN BAŞLADIM TEKRAR.GÜLCAN EŞİNİZ Mİ OLACAK YOKSA.HARİKAYDI.YAVAŞ YAVAŞ OKUYARAK İNŞALLAH BİTİRECEĞİM.SELAMLAR KARDEŞİM.....
Yusuf Canturk
SUZAN HOCAM!
1.ZORLU DÖNEMEÇLER ADINDAKİ ÖYKÜMÜ OKUMAYA DEVAM ETTİĞİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER.
2.OKUDUKCA KİMİN,KİM OLDUĞUNU ANLAYACAKSINIZ.MERAK ETMEYİN.
3.VAKİT BULDUKCA OKUMAYA DEVAM EDİN LÜTFEN.MÜHİM OLAN HERŞEYDEN ÖNCE SAĞLIK!
SELAM VE SAYGILAR