- 1086 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
343 - EZ ZAHİR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Aşağı yukarı bize her hafta gelen, bizim de ziyaretine gittiğimiz, saygın bir dedemiz var. Babam hariç, evde herkes, Annem bile ona ‘Şerif Bey Amca’ diyor. Beyaz sakallı, heybetli, asil bir beyefendi… Hanımı da onun gibi... Nezih bir insan... Her gelişinde, ceketinin sağ cebine elini sokuyor ve küçük bir kesekâğıdı çıkarıyor, tertemiz sevecen tebessümüyle yüzümü okşarcasına bana uzatıyor. Almıyorum. Anneme uzatıyor. “Küçüğe getirdim.” diyor, yavaşça. Ceketin rengi ve kumaşı değişiyor, bu alışkanlığı hiç değişmiyor. Kışsa lacivert kaşe, yazsa krem rengi keten...
Her seferinde nane şekeri getiriyor. Hani şu yastık şeklinde olan, küçük, beyaz şekerler… Rüzgarlı şekerler… Ağzıma ferahlık, serinlik esiyor. Her gelişinde nane şekeri beklemeye başlıyorum. O demek, rüzgârlı şeker demek.
Bahçesinde envai çeşit çiçek var. O zamana kadar adını duymadığım, kocaman yapraklı çiçekler… Büyük gaz tenekelerinde yetiştiriyor, her gelişinde bir başka çiçekle geliyor. Filkulağı, devetabanı, kauçuk... Çok sulandığında, yapraklarının uçlarından su damlatmaya başlayan, yaprakları filin kulağına benzetilen o bitkiyle onun sayesinde tanışıyorum. Yavaş da olsa yeni yapraklar çıkarmasını, çoğalmasını takip ediyorum. Önce rulo halinde geliyor, büyüdükçe açılıyor ki ne açılma!
Sararan dalları kesildiğinde, onunla oynanmaması gerektiğini, akan suyunun cilde değmesiyle binlerce iğne batıyor hissi uyandıracağını, ne kadar yıkanırsa yıkansın meydana getirdiği kaşıntının tesirinin uzun süre geçmeyeceğini deneyerek öğreniyor, suyunun zehirli olduğuna inanıyorum.
Varlıklarıyla bana arkadaşlık eden bu çiçeklerden, yaprakları delikli ve dilimli olan o bitkiye neden devetabanı denildiğini anlamaya çalışıyorum. Devenin tabanı bu kadar büyük mü olur acaba? Delik delik ve de dilimli… Üretilmesini de tarif ediyor. Yanlarından çıkan uzantılarının başka saksılara geçirilmesi gerektiğini, oralardan kök salacağını ve yeni bir bitki oluşacağını anlatıyor:
“Allah’ın çeşit çeşit üretme yöntemi vardır. Tohumundan, yaprağından; sporlanarak, gövdeden çubuk veya dal kırılarak yani kanırtmaç alınarak… Bu şekilde çoğaltmaya da daldırma usulü denir.” diyor.
Yeni bitki oluştuktan sonra o uzantının kesilerek ana bitkiden ayrılması gerektiğini ekliyor. Merakla uzantı çıkarmasını bekliyoruz. Annem, söyleneni aynen uyguluyor. Misafir odamızda çiçeklerimiz çoğalıyor.
Babam, yattığımız odada olmalarını istemiyor. Geceleri, onlar da bizim gibi oksijen alır, karbondioksit verirlermiş. Sadece gündüz kullandığımız bölümlerde olmaları gerekirmiş. O zaman havayı temizler dururlarmış.
Kauçuğumuz, kızaran bir uç çıkarıyor. Yaprak kınıymış. Kılıç kını gibi yani… Yaprak, onun içinden çıkıyor. O da sararıp düşüyor. Bu bitkinin dalı ya da gövdesi kesilince içinden süt gibi, yapışkan bir sıvı çıkıyor. Bundan kauçuk imal ediliyormuş. Hızla büyüyor. Giderek ağaç halini alıyormuş.
Fasulye ekiyoruz bir köşeye. Çok az da bakla… Bunların ekilişini ve çimlenişini ilk defa görüyorum. Hızla büyümesini seyrediyorum. Kargılar dikiyoruz yanlarına. Onlara sarılıyor, uzuyor, dört bir taraftan mahsul veriyorlar. Bir karış oluyorlar. Kırmızı toprak... İlk ekişi… Gübre falan istemiyor. Topluyoruz topluyoruz, bitmiyor. Herkese dağıtıyoruz. Bir tarafı topluyoruz, diğer taraftakiler yetişiyor. Yedi mahalleye yetiyor. O kadar körpeler ki kırınca su tanecikleri sıçrıyor.
Bahçede çalışmak, apayrı bir zevk! Toprak, taşlardan arındırılıyor. Çıkan taşlar, kovalara konarak taşınıyor, evin etrafına döşeniyor, üstlerine beton dökülüyor. O küçük taş parçalarına helik, bu işe de krizma yapmak deniyor.
Arka arsayı da satın alıyoruz. Oradaki taşlar kırdırılıyor. Sarı saçlı, kırmızı yanaklı, seyrek dişli, zayıf; paçaları sıvanmış keten pantolonlu, kolçakları kıvrılmış kareli gömlekli; ayağında, defalarca pençelenmekten ağırlaşmış olduğu hissedilen, kaba görünümlü, arkasına basılmış delik deşik ayakkabıları olan bir adam, elindeki külünkle kayalara vurdukça kıvılcımlar çıkarıyor, arada sırada avuçlarına tükürerek işine devam ediyor. Avuçları acıyor mu, kabarıyor mu, yoksa külüngün sapının kaymaması için mi, bilmiyorum. Belki de hepsi…
Kan ter içinde çalışıyor. Zorlandığında: “Ya Allah! Bismillah!..” diyor, olanca kuvvetiyle vuruyor. Sair zaman belli bir tempoda, çalışıyor. Ne var gücüyle, ne de savsaklayarak… Annemin dikkatini çekiyor, müdahale etme gereği duyuyor:
“Şimdi alacağım külüngü elinden, vuru vuruvereceğim, hepsini kırıp çıkacağım! Şöyle kuvvetle vursana! Böyle giderse bu iş on günde bitmez!”
Her yer kırmızı toprak… Sıcak bir yaz günü… Öyle sıradan değil, Antalya’nın yaz sıcağı… Ter paçadan akıyor! Alnından süzülen, kalkan tozla birleşmiş, yüzünü gözünü çamur içinde bırakmış. Gömlek sırtına yapışmış, her yeri ıpıslak! Adam, işini bırakmadan kesik kesik nefeslerle cevap veriyor:
“Hanım abla! Ben sadece bugün çalışmayacağım ki! Yarın da bu işi yapacağım. Gücümün hepsini burada harcarsam, yarın yataktan nasıl kalkarım? İşe nasıl giderim? Ona can mı dayanır! Kuvvetimi idareli kullanmam lazım. Biz senin gibi etli sütlü yemiyoruz. Senin dediğini yaparsak, çoluk çocuk aç kalır. Eve ekmek götüremeyiz. Zaten götürdüğümüz bir kuru ekmek… Yanında ne olursa… Çorba, bulgur bulamaç…”
Bu olay, annem tarafından defalarca tekrarlandığı için konuşma metni hafızama kazınmış. Onun için aynen aktarabildim. Olay anında oradaydım. Manzara gözümün önünde, rahatça tasvir edebiliyorum. Fakat gelene gidene anlatılmamış, o kadar tekrarlanmamış olsaydı belki konuşmayı noktasına, virgülüne kadar aktaramayabilirdim.
“Ben işin o tarafını hiç düşünmemiştim. Adamcağız haklıydı.” diyordu, her anlatışında. “Her iş dışarıdan kolay…”
Para kazanmanın ne kadar zor olduğunu, babaların neler çektiğini ilk o olayla öğrenmeye başlamıştım. Benim babam ilkokul öğretmeniydi. İşi çok yorucu değildi. Sınıfta, annemin kabul gününe gittiğinde konuştuğu kadar konuşuyordu nihayetinde. Yani bana öyle geliyordu. İkisi de yarım gün gidiyordu. Babam her iş günü, annemse samimi arkadaşlarının her kabul günü… O da çok konuşuyordu, günlere gittiğinde. Her sorulan soruya cevap yetiştiriyor, eve yorgun dönüyordu. Bir de:
“Hatır için gittim. Kabul günleri yoruyor beni. Hiçbir şey yapmıyorum, oturduğum yerde, konuşmaktan yoruluyorum. Bir de herkes bir ağızdan konuşuyor, kafam şişiyor. O onunla konuşuyor, o onunla… Herkes birbirine duyurabilmek için sesini yükseltiyor da yükseltiyor! Sırtımda taş taşısam, bu kadar yorulmam! Her seferinde bin pişman oluyor, yine gidiyorum.” diyordu.
Arka bahçenin seviye ayarı birkaç günde bitmişti. Bulunduğumuz yerde de Antalya’nın genel jeolojik yapısına uyan taş türü vardı. Çok sert taşlara az rastlanıyordu. Çoğu kolayca dağılıveriyordu.
Yeraltından sık sık, çok güzel ve değişik şekillerde taşlar çıkıyor, genelde oluklu oluyorlar, bahçe tanziminde dekor olarak kullanılıyordu. Falez taşı diyorlardı. Kışları çok yağmurlu olduğu halde bu yeryüzü şekli tamamını anında emmeğe müsait bir yapıdaydı. Yer yer zerzemin vardı. Zir-i zemin… Yani yeraltında kocaman oluklar… O kadar su, oralardan girip, yeraltından akarak bir yerlerden denize ulaşıyordu. Akarken de taşlarda oluklar oluşturuyor, onları şekilden şekle sokuyor, sanat eseri haline getiriyordu.
Yörenin jeolojik yapısı, suyun emilimi için çok elverişli olduğundan, şehirde kanalizasyon sistemine gerek duyulmamış, belediye bu konuya hiç el atmamıştı. Atık sular, evlerin arka taraflarına açılan çukurlara gönderilmekteydi. Zamanla o çukurların bulunduğu yerlerde, kendiliğinden çıkan incir ağaçları boy atmaktaydı. Hemen hemen her evin arka tarafında böyle kendiliğinden çıkmış bir incir ağacı vardı. Özel olarak ekilmesine gerek kalmıyor, hazmedilmeden doğaya dönen çekirdeklerden çıkıyor, her yerde irili ufaklı incir fidanlarına rastlanıyor, sinek çektiği için çoğu kesilip atılıyor, bazılarınca birer tane bırakılıyordu.
Yeni alınan arka arsada da öyle kendiliğinden çıkmış, yetişkin bir incir ağacı vardı. İlk ve tek mahsul veren ağacımız. Orta boy, yeşil meyveler veriyordu. Yetişebildiklerimizden olgunlaşanları yiyorduk. O kadar çoktu ki üstünde! Kaşıntı yapan yaprakları yüzünden başındakilere dokunamıyorduk. Birilerine toplattırılacak, reçel yapılacaktı. İncir pestili de meşhurdu.
Şerif Bey Amca’nın dediğine göre, hurma, nar, muz, kiraz ve üzüm gibi incir de Kuran’da adı geçen meyvelerdendi. İncir, çiçek açmadan meyve veriyordu. Aşılanması sineklerle oluyordu. Babam, ona bakınca gayriihtiyari:
“Ne ibret vericidir, incir! Kuran’da “Andolsun incire ve zeytine!” diye geçer.” diyordu.
Şerif Bey Amca’nın bana yine rüzgârlı şeker getirdiği bir gündü. Babam ona arka bahçenin düzlenmiş halini gösteriyordu. O, daha çok bitkilerle ilgilenirdi. Birkaç incir aldı, yaprakların arasından. Kurtlu olup olmadığını merak etmişti. Çünkü bakımsız bir ağaçtı ve o yıl incirlerin kurtlandığını duymuştu. Açıp açıp içlerine baktı. Hareket eden bir şeyler görememiş olmalı ki sıyırarak yedi ve elinde kalan kabukları ağacın altına attı.
Babam da bir incir kopardı ve yararak ters çevirdi. Yiyecek zannettim. Hâlbuki o inciri katiyen öyle açıp ısırarak yemezdi. Elini sürmeden yerdi. Daldan kopan kısmı yukarıya gelecek şekilde altından sol elindeki çatala takar, önce bıçakla çizip, soyarak yerdi. Elindeki inciri ters çevirdi ve ona hitaben:
“Bak, burada ne çok tohum var! İşte Allah’ın yarattıkları böyle çok ve onların hangisine bakarsak bakalım, Allah’ın varlığını idrak ederiz. Yaratılan maddi manevi her şey, O’nun var olduğunu anlatır, ispat eder.” dedi. “Akla gelen her şeyde farklı farklı tecelli eder. İşte, her varlıktan zuhur edişi, Zahir sıfatındandır. İçte kalan yeşil kabuk kısmı ise şu anda Tek’tir ve Batın’ı temsil etmektedir.”
Sonra yerden çıkan falez taşlarını gösterdi.
“Ne varsa yerden çıkıyor. Allah, yeraltındaki taşına kadar sanatını döküyor. Güzelliğini her yerden yansıtıyor. Saklandıkça ortaya çıkmış oluyor. Tabiata baktıkça hayretler içinde kalıyorum, Şerif Bey! Bu ne güzel bir şey, bakar mısın!” diye başladı, emekli kaptana ders anlatmaya koyulayacak sandım. Ben alışıktım dinlemeye. Ya arkadaşları? Bir de baktım ki kaptan da aşka gelmiş, onunla yarışıyor! Çevrede ne varsa malzeme yapıp, birbirlerine yaratılış konusunda açıklamalar yapıyor, yaratılış sebebi hakkında tahminler yürütüyorlar.
Rüzgârlı şekerlerimi yiyorum birer birer. Biraz acı ama olsun! Arada ağzımdan nefes alıyorum. Nefes aldıkça, nane kokulu serin bir hava doluyor ciğerlerime. Annemin sözü kulaklarımda çınlıyor:
“Çatır çutur yeme! Ağzında erit. Dişlerin mahvolacak!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 343