- 597 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER(7)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1. DÖNÜŞ YOLU..
Eylülün ikinci haftası olmuştu. Mahalleye çıkma işleri, artık, yavaş, yavaş tavsamıştı. Bostanlar da sararıyordu. Ya bana ikinci bir iş bulunacak, ya da , köylülerle beraber, köye dönmek mecburiyetinde kalacaktım. Muhittin, bir gün, suskunluğunu bozarak,
- Kırıkkale fişek fabrikasında , uzaktan akrabamız olan biri, bir usta başı var; oraya gidelim ve Ondan, senin için bir iş isteyelim” dedi.
- Olur, ama, senin bu kulüben ne olacak?
-- Onu kapatır gideriz, bir şey olmaz, hoş olsa da fark etmez ya! Zaten, havalar soğuduğunda, her zaman olduğu gibi, ucuz bir otele çıkarım.
Köylülerden bir grup, dönme hazırlığına girişmişlerdi, biz de öyle yaptık. Çok geçmeden, Ankara’ya, tren biletimizi bile almıştık.
Son akşam, Fener yolundaki kahveye uğradık., Bizden sonra geleceklere veda ettik. Onlara durumu ve dönmekteki maksadımızı izah ettik.
Ertesi günü, öğleye doğru, trene, kömürle işleyen kara trene bindik. Üçüncü mevki, ve tahta kanepeler. Bostancıya kadar, veda edercesine, güzel köşk ve bahçeleri, gıpta ile seyrettim. Zaten hiç, bunca güzelliklere, haset ve kıskançlık duyarak bakmamıştım ki. Bu güzel yerlerden ayrılıp, yine çile çekmeye, köye mi dönecektim? Yol boyu , Tanrıya dua ediyordum.
“Tanrım, yalvarırım! Böyle aciz durumdayken, bi daha beni köye döndürme”! Ben böyle içimden, dua ederken, Muhittin, birden bire ;
—Yusuf!, İzmit’te bir akrabamız var, belediyede, mevki sahibi biri, Ben askerliğimi yaparken, gidip görmüştüm, istersen Ona bi uğrayalım! Belki sana bir iş buluverir. —Olur, ama Ankara’ya bilet almadık mı? O bilet yanmaz mı? diye sorunca ;
—Yanarsa , yansın! İzmit’te inelim bakalım, bizi nasıl karşılayacak? Duruma göre, ne yapacağımıza sonra karar veririz. Böyle bir karara vardıktan sonra, köylülere de bundan bahis ederek, Onlara veda ettik ve İzmit’te, trenden indik.
Belediye binasına girdiğimizde, koridorlarda, resmi ve sivil kıyafette, pek çok insan dolaşıyordu. Muhittin, resmi kıyafetli, birisinin yanına sokularak, bir şeyler sordu; galiba zabıta memuru idi.
-İşte şu oda! Ama, ben , kendisine bi sorayım, diyerek-içeri girdi-. Girmesiyle, çıkması bir olmuştu.
-Girin , çocuklar! Sizi bekliyor, deyip, kapıyı açıverdi. Biraz çekingen, içeri girdik. Masanın arkasında, yakası kırmızı resmi ceketli, gözlüklü, çıplak kafalı, şişmanca bir kimse oturuyordu. Gözlerini bize çevirmiş, gözlüğünün üstünden, bizi süzüyordu. Muhittin, biraz yaklaşarak;
—Dayı, ben Muhittin! Yelli köyünden, dayın Molla Süleyma’nın oğluyum, Bu da , kardeşim Yusuf! deyince, dayımız, yavaş, yavaş yerinden kalktı; benim yüzüme baktı ve ;
-Ne kadar, rahmetli Yusuf ağabeyine benziyorsun, deyerek, bana sarıldı, yanaklarımdan öptü. Yüzüne baktığımda, gözlerinin yaşla dolduğunu fark ettim. Ben çok duygulanmıştım. Bu gözyaşları, dayısını ve rahmetli ağabeyimi ne kadar sevdiğini anlatıyordu. Böyle bir yakınlığı hiç beklemiyordum. Şaşırmış, biraz da sevinç ve gurur duymuştum. Bizi oturttu, çay söyledi. Masanın yanında oturan delikanlıyı göstererek;
—Bu da benim büyük oğlum, Erdem, dedi. Erdem, sarışın, yakışıklı bir delikanlıydı. Heyecandan, Onun , orada oturduğunu fark etmemiştim. Dayımız, bize, köyle ilgili bazı sorular sorduktan sonra, oğluna dönerek ;
—Sen kardeşlerini eve götür, ben daha sonra geleceğim., dedi. Sessizce bürodan ayrıldık; yolda Erdem Ağabey Muhittin’le konuşmaya devam ediyordu. Çarşının içinden geçerek eve ulaştık, ev fazla uzak değildi. Demirden yapılmış, bahçe kapısını açarak, çiçeklerle bezeli bahçeye girdik. Bahçenin bir tarafında kameriye altında oturanlar vardı. O tarafa doğru yürüdük. Onların, biz yaklaşırken, bizi merakla süzdüklerini fark etmiştim. Onlara yaklaştığımızda, Erdem;
—Anne, Bunlar babamın akrabaları imiş, Onları, eve getirmemi söyledi, deyince, meraklı bakışlar yok olmuştu. Herhalde, bizi işçi zannediyorlardı ki , bunda da hakları vardı. Muhittin,
—Yenge, benim, Muhittin , diyerek, kadının elini öpmüştü; ben de öyle yaptım. Bu arada, kıkır, kıkır gülen kızlara gözüm ilişmişti. Anlaşılan, kıyafetimi yadırgamışlardı. Muhittin’in değil ama, benimki gerçekten gülünecek durumdaydı. Ayağımda çarık, yamalı bir pantolon, rengi kaçmış bir mintan ve başımda eski bir kasket. Yenge hanım benim ismimi sorunca; Bizden önce oğlu davranarak”—Yusuf muş, anne “ dedi. Bu defa , yenge hanım;
—Şöyle oturun, biz de tam çay içecektik, karnınız açsa, kızlar, bir şeyler getirsinler, deyince, ikimiz birden:
—Hayır aç değiliz, yenge dedik ve bankın bir kenarına, ezile, büzüle oturduk. Bize, gevrek simitle, beyaz peynir ve çay ikram ettiler. Simidin tazeliği. Kokusu, peynirin lezzeti, uzun süre damağımda kalacaktı.
Yengemiz kısa boylu, esmerce, iri kahverengi gözlü, yüzünün biçimi, biraz tatarımsı, kırk beş-- elli yaşlarında bir kadındı. Kızlar bir tarafta dururken, yiyecekleri ve çayı kendisinin getirmesi, Onun hareketli ve çalışkan bir insan olduğunu gösteriyordu.
Kameriye altında dört kız vardı. Onları, “bu yeğenim, bunlar da benim kızlarım “ diye tanıtmıştı. Yeğenim dediği, uzunca boylu, düzgün vücutlu, esmer tenli, ela gözlü, güzel bir kızdı. Kendi kızlarından büyüğü, kısa boylu, sarı saçlı, yuvarlak yüzlü, mavi iri gözlü ve tombuldu. Üzerinde kısa bir entari vardı ve bahçede yalın ayak dolaşıyordu. Ortancası, esmer, siyah düz saçlı, siyah gözlüydü, üzerinde düz, ince bir entari, ayaklarında şıpıdık terlikler vardı. En küçüğü ise, buğday tenli, iri kahverengi gözlü, kahverengi kıvır, kıvır tek örgülü uzun saçlarına renkli kurdele takılmıştı. Dört , beş yaşlarında güzel bir çocuktu. Erdem ağabey, Muhittin’den biraz küçük görünüyordu. Boyu benden büyüktü. Sarışın, yeşil gözlü, kıvırcık, sarı saçlı, yakışıklı bir delikanlı idi. Davranışları kibar, konuşmalarında ise biraz, rekâket vardı. Dayım, bu benim büyük oğlum dediğine göre, bir oğlu daha olmalıydı, ama Onu henüz görememiştik. Kameriye altında otururken, yengemin ve Erdemin kızlara seslenişlerinden anladığıma göre: Büyükten, küçüğe doğru kızların adı. Ümmühan, Çiğdem, Menekşe, ve Fulya idiler. Ümmühan, yeğen oluyordu; gururlu bir görünüşü vardı: Sanki bize küçümseyerek bakar gibiydi.
İnsanları tetkikim bitmiş, sıra etrafıma gelmişti. Henüz evin içine girmemiştim. Ev, üç katlı, yeni inşa edilmiş bir bina idi. Ev kendilerine aitti. Üst katları, resmi bir müessesede kirada idi.
Bahçe, evin üç tarafını çeviriyordu. Her üç tarafında da yollar ve çiçek tarhları muntazam bir şekilde tanzim edilmişti. Batı taraftaki kısım biraz daha genişti. Burada meyve ağaçları için bir bölüm ayrılmıştı. Ayrıca , tavuklar için bir kümes, ve odun konacak bir depoyu içeriyordu. Meyve bahçesi bölümünde, vişne, kiraz, armut, erik incir gibi muntazam dikilmiş, fazla boy atmayan cinsten, ağaçlar dikilmişti. Yine evin batısında, binaya yakın büyük bir dut ağacı görünüyordu.
Daha, demir bahçe kapısından içeriye girer, girmez çiçeklerin canlı ve güzelliği dikkatimi çekmişti. Çeşitli renkte, hala açan güller, sardunyalar, begonyalar, kına çiçekleri göze çarpıyordu. Bilinçli bir el tarafından bakım gördüğü belliydi. Hem bahçenin giriş tarafında, hem de batı tarafında, bahçe sulamak için musluklar vardı. Ayrıca, güney tarafta, çiçek bahçesinden bir duvarla ayrılan ve etrafı çitle çevrilmiş, oldukça geniş bir sebze bahçesi vardı ki bakımlı olduğu, domates, patlıcan ve biberlerin canlılığından, belli oluyordu. Ancak , buranın mülkiyetinin komşularına ait olduğunu söylüyorlardı. Boş olan bu araziyi, bir öneri üzerine, dayım ve çocukları tarafından, zorlu bir uğraş neticesinde, sebze bahçesi haline getirilmişti.
Biz otururken, küçük, beyaz tüylü köpek havlayarak, bahçe kapısına doğru seyretti. Şişman bir çocuk, bahçe kapısından içeri girer girmez, köpek Onun etrafında, fırıl, fırıl dönerek sevgi gösterisinde bulunuyordu. Şişman, bize doğru gelirken, bir taraftan köpeği seviyor, bir taraftan da bize merakla bakıyordu . Sanki , bu çulsuzlar da kim der gibiydi. Annesi;
—Hoş geldin Erkan, Bunlar, babanın akrabaları, deyince;
—Neden daha önce gelmemişler, neden geç kalmışlar! Evin inşaatı ve tamamlanması sırasında, Onları da çalıştırırdık, diye, güya şaka veya espri yaparak mutfak tarafına doğru yürümüştü. Annesi de
—Aç mısın Erkan, diye arkasından sesleniyordu.
Erkan sarışın, anormal şişman, büyük kafalı, kahverengi saçlı ve gözlü, tatar suratlı bir çocuktu. Benimle akran veya biraz daha büyüktü. Giysilerine zor sığıyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Babamın yeğenini, yani dayımı bekliyor, bir an önce gelmesini, istiyordum. Her halde, bize soracakları vardı. Bizim de Ondan isteklerimiz olacaktı. Belki , bana uygun bir iş bulabilirdi.
Kızların, çığlık ve şamataları arasında, bahçe kapısının sesini duydum; dayım geliyordu. Sırtında resmi elbise, başında şapkası, kısa boylu, toplu bir insandı. Yine gözünde gözlükleri, elinde de bir paket taşıyordu. Paketi yengeme uzatırken,
—Dözem! Kaşar ve beyaz peynir aldım, dedi. Ayrıca, cebinden küçük bir paket çıkararak, yanına sokulan , sevip, okşadığı Fulya’ya verdi. Biz Onu görünce ayağa kalkmıştık,
“Oturun çocuklar” dedi ve şapkasını, Menekşeye vererek;
-Hadi kızım! Bunu içeriye götür, derken, ceketinin düğmelerini açarak, yanımıza oturdu. Saçları dökülmüş, yalnız kenarlarında kalmıştı. Gözleri iri ve insanın içine nüfuz edercesine, bakıyordu. Artık sırası gelmişti; bize sorular sormaya başladı.
—Yusuf! Kaç yaşındasın? Kaçıncı sınıfa kadar okudun? Cevap verirken, bir yandan da nüfus cüzdanımı ve okul belgemi cebimden çıkarıyordum. Önce nüfus kağıdına bi göz attı ve;
—Doğum tarihin doğru mu? dedi. Benden önce Muittin cevap verdi.
—Pek doğru sayılmaz, dayı;! köy yerinde, askere biraz geç gitsin düşüncesiyle, nüfus kağıdını geç çıkartırlar. Sonra , dayım, okul belgemi alıp incelemeye başladı ve arkasından, bir soru daha geldi.
—Bu belgeye göre, üçüncü sınıfı iki sene önce bitirmişsin; öyle mi?
-Evet, Dayı!” diye cevap verdim.
-Peki, o iki sene zarfında ne yaptın? Neden okumadın? Aslında bu sorunun cevabı uzundu. Kısaca:
—Okula devam edebilmek için, başka bir köy veya kasabaya gitmem gerekiyordu. Böyle bir imkanım yoktu. Dağda, bayırda çalıştım, cevabını verdim. Muhittin;
—Dayı! Yusuf’a bir iş , derken; O sözünü kesti. Bir taraftan yengeme bakarken, bir taraftan da;
—Bu gece burada kalın, yarın düşünürüz, dedi. Kalmamız hakkında, yengemin de tasvibini almak ister gibiydi.
Bu konuşmalar sürerken, zaman geçmiş, hava kararmak üzereydi. Yengeme dönerek;
—Dözem! Ben acıktım, çocuklar da acıkmıştır , yemek hazır değil mi? Diye sordu. Sesinde, biraz da otoritesini kanıtlamak ister gibi bir hal vardı. Demek yengemin adı, Dözem di; böyle de isim hiç duymamıştım !
Akşam yemeği hazırlıkları başlamıştı. Daha ziyade , yengem koşuşturuyordu, Kızlar bahçenin bir tarafında, muhabbette idiler. Oğlanlarsa, böyle şeylere hiç karışmıyorlardı. Muhittin de kont gibi oturuyordu. Yengeme yardım için, sessizce kalktım, O mutfak kapısından, bana tabak, bardak, çatal, kaşık veriyor, ben de onları, kameriyenin altındaki, üzerine muşamba yayılı, masanın üzerine yerleştiriyordum. Sofra hazır olunca, nihayet kızlar da çağrılmıştı. Ümmühan yoktu, herhalde evlerine gitmişti.
Yemekte, ekmek tahdidi yoktu. Ekmek dilimlerini, yığılı görünce şaşırmıştım, Bu bolluğun sebebini, bazı şeyler gibi, sonradan öğrenecektim. En çok yoğurt çorbasını ve nar gibi kızarmış, böreği sevmiştim. Yoğurt çorbası, biraz tarhana çorbasını andırıyordu ,ama çok farklı ve lezzetliydi. Böreği çok sevmeme rağmen, bir dilimle iktifa etmiştim, Hem dilimler çok büyük kesilmiş, hem de aç gözükmek işime gelmemişti. Erkan ise, börek dilimlerini, sanki çiğnemeden yutuyordu. Elleriyle yediği için, böreğin yağları, neredeyse, dirseklerinden akacaktı. Börek tepsiyle ortaya konmuştu ve hemen, hemen yarıya inmişti.,. Yengem, Erkan’a
—Artık yeme, çocuğum, yeter” dediğinde,
—Ya! Onu fırına, kim götürdü, getirdi, benim hakkım herkesten fazla olmalı, diye cevap veriyordu. Yemek bitikten sonra, sofrayı kaldırırken de yengeme yardım etmiştim, O sırada kızların her biri, bir taraf dağılmıştı. Yengem mutfakta, bulaşıkları yıkamakla meşguldü. Dayım;
—Ben, biraz erken yatacağım , diyerek içeri girmişti. Biz dört erkek kameriyenin altında oturmaya devam ediyorduk. Erkan, durmadan, şaka ve şaklabanlıklar yaparak, bizi güldürüyordu,, Erdem ise, Onun yaptıklarına gülmekle beraber, daha olgun ve ciddi bir tavır sergiliyordu. Erkan dahil, çocukların hepsi, ağabeylerine karşı daha saygılı davranıyorlardı. Artık yatma zaman gelmişti. Yengem, mutfak kapısından bana seslendi. Yanına varınca;
—Ayağındaki çarıkları çıkar, bahçe musluğunda yıka, işte sana takunya; sonra içeri gel de sizin için yatak yapalım, bana yardım et, dedi. Bir de eski terlik gösterdi. Dediklerini yaptım, içeri girdim. Bana, döşek , yorgan ve yastıkların yerini gösterdiği yerden taşırken, evin iç durumunu da gözlemlemiştim. Salon ve salamanje olan bölüme oda kapıları açılıyordu. Salonun doğusundaki oda, dayım ve yengeme aitti. Batısındaki oda ise kızlar için ayrılmıştı. Bu odadan ayrıca bir kapı ile banyoya giriliyordu. Salamanjeye , bir yatak odası, - ki burada, Erdem ve Erkan yatıyordu, - mutfak, ve banyoya ulaşan bir koridorun kapısı açılıyordu. Binaya giriş kapısı da burada idi. Salamanjede bulunan masa ve sandalyeleri ayarlayarak, yatacağımız döşeği yere sermiştik. Gerek yastıklara kılıf geçirirken, gerekse yatağa çarşaf sererken, yengemin, bizden yüksünür bir hali yoktu. Hatta bana ve muhittin e pijama bile uydurmuştu. Ben de ilk defa, pijamalı, çarşafı mis gibi kokan bir yatakta yatıyordum. Ama, kafama üşüşen düşüncelerden, gözüme epey bir müddet uyku girmemişti.
2. İZMİTTE BİR HAMİ
(İkinci dönemeç )
Sabahleyin, erkenden,gürültü etmemeye gayret ederek, yatağı toplamış, masanın üstüne koymuş ve bahçeye çıkmıştık. Yine ses çıkarmamaya gayret ederek, süzgeçli kova ile yerleri sulayarak, bahçeyi temizlemiştim.
Yavaş, yavaş ev halkı uyanmaya başlamıştı. Erken kalkan erkeklerdi. Yengem ve kızlar henüz uyuyorlardı. Dayım da bahçeye çıktı. Yengem gelince, kameriye altına, kahvaltı hazırlığına başlanmıştı. En son gelen Menekşe olmuştu.
Dayım kahvaltısını bitirince, Muhittin e dönerek;
—Biz , gece, yengenle konuştuk, Yusuf u, burada okutmaya karar verdik, sen gidebilirsin, dedi. Bu habere çok sevinmiştim. Hemen kalkıp, ikisinin de elini öptüm. O an , benim için, sanki, kaderimin ve talihimin, döndüğünün işareti gibiydi. Dayımın Çocukları içinde, bu habere sevinen veya üzülen var mıydı acaba?
Muhittin, trene yetişmek bahanesiyle, kahvaltıdan hemen sora, ayrılıp gitti. Bana para bile bırakmamıştı. Miktarını bilmemekle beraber, İstanbul’da biriktirdiğim bütün paramı Ona vermiştim. Artık beş parasız kalmıştım....
3..OKUL HAZIRLIĞI
Dayım henüz işe gitmemişti. Yengem , şimdiden hazırlıklara başlamıştı bile,
—Sana, bir ayakkabı, bir de pantolon uyduralım, Erdemin gömlekleri sana uyar, sonra da bir okul önlüğü dikerim ..;Dayım da;
—Okula kaydının yaptırılması için müdürle konuşurum. İnşallah beni kırmazlar, Okullar halen başlamış durumda, diye ilave etti. Dayım, ceket ve şapkasını giyerek , belediyeye, Erkan, klor fabrikasına çalışmaya, Erdem de yukarı kata, resmi daireye , işine gitmişlerdi. Yengem, vakit kaybetmeden, dikiş makinesini açıp, başına oturmuştu. Erdem Ağabey’ in eski pantolonunu, kesip , biçerek, bana uydurdu. Bir de gömlek giydirdi. İlk defa yırtıksız ve yamasız, pantolon ve gömlek giyiyordum. Artık, sıra pabuca gelmişti. Dayımın ve Erdemin ayakları küçüktü; dolayısıyla , eski ayakkabıları bana uymuyordu. Erkanın ayakkabıları bana uyuyordu, ama, onlar da çok eskiydi. Boyanmayla falan olacak gibi değildi. Zaten, yengemin gönlü de buna razı değildi.
—En iyisi, dayına söyleyip, sana yeni bir pabuç aldırtmak, öğle yemeğine geldiğinde, ben Ona söylerim, dedi.
4. DUVARDAKİ RESİM
Dayım öğle yemeği için geldiğinde, seni okula kayıt edecekler, müjdesini vermişti. Yemeğini yedikten sonra;
—Dözem, ben yirmi dakika uzanacağım, sonra kahvemi içer giderim, diyerek içeriye girmişti. Yengem de;
—Dayının adetidir ; her gün, yemekten sonra, yirmi dakika kestirir, ondan sonra kahvesini içer. İşte o zaman, ayakkabı işini söyleriz... Aradan bir müddet geçmiş, yengem kahveyi pişirmişti, ama, dayım henüz uyanmamıştı. Bana,
—Git dayına seslen, uyansın, dedi. İçeri girdim, gündüz gözüyle, salonu ilk defa görüyordum. Duvarda asılı bir resim, nazarı- dikkatimi çekmişti. Bu çerçeve içinde genç bir kız resmi idi. Fotoğraf, göğüsten yukarısını gösteriyordu. Bana ilk çarpıcı gelen taraf, gözlerinin güzelliği ve bakışlarındaki canlılıktı. Saçları kısa kesilmiş ve Ona, modern bir hava vermişti. Burnu muntazam, ağzı küçük, dudakları inceydi. Fotoğraf, siyah- beyaz olduğundan, göz ve saçlarının rengi belli olmuyordu. Muhtemeldir ki saçları sarı, gözleri açık renkti. Ben bir anda büyülenmiş gibi dalgın bakarken, Dayımı unutmuştum. Halbuki O, kalkıp, arkama kadar gelmiş, benim kime baktığımı anlamıştı.
—O baktığın resim, büyük kızıma ait. Yasemin ablan, şimdi İstanbul da oturuyor ve evli, deyince, ben biraz da mahcup olmuştum.
--Kahven hazır, dayı! Seni uyandırmaya gelmiştim.
Kahvesini içtikten sonra, yengem, benim için yeni bir ayakkabıya gerek olduğunu anlatmış, O da ,
—Haydi, benimle gel de sana bir pabuç bakalım, dedi. Dayımla çarşıya kadar yürüdüm, zaten yolu oradan geçiyordu. Dayım, siyah bir pabuç beğendi, satıcı, “Kaç numara” deyince, ben şaşırmıştım. Ayakkabı numara ile mi satılır diye. Neticede, deneyerek, ayağıma uygun olanı bulmuştuk. Dayım,
—Ayakkabıları çıkarma, onunla eve git , deyince, çarıkları elime alıp dükkandan çıkıyordum ki, tekrar seslendi.
—Yarın, Erkan ile gidip, vesikalık fotoğraf çektirin. Bir de muhtardan, ikamet ilmühaberi almayı unutmayın, okula kayıt için lazım olacak!.
Ayağımda yeni pabuçlar, eve kadar, zorlukla yürüdüm. Ayaklarım böyle bir cendereye yabancılık çekiyordu. Ayakkabıda, çarığın , kendine özgü rahatlığı yoktu. Eve varıp, elimdeki çarıkları, çöp tenekesine tam atacakken,; yengem;
—Dur Yusuf! Onları atma, şuraya, bahçeye göm. İcap ederse , onları tekrar çıkarır, ibret alman için gösteririz, dedi. (Ne yazık ki, yengem haklıydı; aptal kafam, onları çabuk unutacaktı.)
Ertesi günü, Erkanla fotoğraf çektirmeye gitmiş, vesikalıktan başka, Onunla bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Başımda hala , meşhur, eski kasketim duruyordu. Muhtardan ilmühaberi de alınca, evraklar tamam oluyordu.
Akşam, Dayım eve gelince, evrakların tamam olup, olmadığını anlamak için, bi de O baktı ve Erdeme dönerek,
-Yarın, Yusuf’la,Yeni turan ’a gidin, müdüre benim selamımı söyleyin ve kayıt işlemini yaptırın, dedi.
Ertesi gün, Erdemle, müdürün odasına girdik, Müdür, kayıt işlemlerini, Müşerref hocaya havale etti. Müşerref hoca dayımı tanıyordu ve aynı zamanda benim öğretmenim oluyordu. Okul çit tedrisatlıydı ve her nedense beni öğleden sonrası için kaydetmişlerdi. Biz kayıt işini bitirip, bir sonraki gün başlamak üzere, okuldan ayrılırken, talebeler teneffüse çıkmışlardı. Şöyle bi göz attığımda, hepsi, cıvıl, cıvıl oyun peşinde koşuyorlardı ve benden bir hayli küçüktüler, Bense o devreleri oyunsuz geçirmiştim ve bunların arasında ben şimdi nasıl okuyacağım diye de kendimden utanmıştım.
Eve döndüğümde, yengem, yine makine başındaydı. Bana , şipşak siyah bir önlük dikmiş, bir de beyaz yaka hazırlamıştı Diğer işlerde olduğu gibi pratik ve becerikli bir insandı .
—Bir de çocuklardan kalma, kitap, defter, kalem bulursak, yarına hazırsın demektir, diyerek bana arka çıkıyor ve moral veriyordu.
Ertesi günü, kendi başıma, okula gittim. Zaten, okul, evden 300-400 m. Uzaklıkta idi. Yolda yürürken, talebe kıyafetiyle, buna, sevinmeli miydim? Bunu pek bilememiştim. Okula varınca, daha önce gösterilen sınıfa girdim; sınıf, yol tarafında değil, arkadaydı. Sınıfta henüz kimse yoktu,, arka sıralardan birine geçip oturdum. Gelenler, merakla, bana bakarak, yerine oturuyordu. Sonunda, Müşerref hoca içeriye girdi. Ayağa kalktık. Bize,
-Oturun çocuklar, dedikten sonra, beni gördü ve,
--Arka sırada oturan yeni arkadaşınızın ismi, Yusuf. . İki sene okula ara vermiş, kaydını dün yaptık. Size, kısa zamanda yetişeceğini umuyorum” diyerek, çocuklara beni tanıttı ve hemen derse başladı.
Artık bana bakan yoktu, hepsi de hocayı, dikkatle dinliyorlardı. Bense Onlardan çok daha fazla çalışmalı, öğretmeni dikkatle dinlemeliydim. Hepsinden büyüktüm, Onlara ve bilhassa Müşerref öğretmene mahcup olmamalıydım. Hepsinin ağabeyi durumundaydım.
Nitekim, zaman geçtikçe, hepsi, bana daha çok ısındı ve ağabey demeye başladılar. Tabii olarak, bana daha erken yakınlaşanlar, erkek çocuklardı. Kadir Onların ilk davrananı olmuştu. Kahverengi gözlü, ince yapılı, güler yüzlü, candan bir arkadaştı, arkadaştan da öte, çok geçmeden, kan kardeşi olmuştuk. Sedat, ufacık, tefecik, kürdan gibi, biraz da Japon’a benzeyen, cin gibi bir arkadaştı. Ferhan, benden sonra, sınıfın en irilerindendi. Samimi davranışlarıyla, bütün arkadaşlara, kendini sevdirenlerdendi.
Kızların bir kaç tanesi dikkatimi çekiyordu. Mehlika, iri görünüşlü ve en büyükleriydi. Çalışkan, üstelik iddialıydı. Benimle yarış halindeydi. Bilhassa, tarih derslerinde, öğretmenin sorduğu sorulara cevap veremediği, benim cevaplandırdığım durumlarda, çok bozuluyor, bazen de hırsından, ağladığı oluyordu. Suna, duru tenli, düzgün yüz ve vücutlu, sakin, güzel bir kızdı. Mualla, esmer, ince yapılı , iri, kara gözlü, düzgün bacaklı, ceylan gibi bir kızdı.
5. YENİ BİR YAŞAM BİÇİMİ
Artık, yeni hayatıma, yavaş, yavaş alışmaya başlamıştım. Sabahtan, ev temizliğinde, yengeme yardım ediyor, odaları ve karyola altlarını süpürüp, siliyordum. Ev o kadar kalabalıktı ki, sık, sık günlük misafirler geliyor ve yengemin akrabaları eksik olmuyordu. Dilsiz Emine bacı gibi yardımcılar da yok değildi; ama, yemekti, bulaşıktı, çamaşır ve ütü gibi işler Onların zamanını dolduruyordu. Yengem, sık, sık dikiş makinesinin başına geçiyor, evdekilere ve akrabalarına, devamlı, bir şeyler dikiyordu. Kızlardan fazla bir şey beklediği yoktu. Menekşe, ilk sona gidiyor, büyüğü, kendi havasında yaşıyordu. En küçük ise, henüz, okul çağına gelmemişti.
Dayımla, bazı sabahlar, çarşıya, Perşembe günleri de pazara çıkardık. Çarşı esnafı, dayımla dolaşırken, beni tanımış oluyordu. Alışverişe yalnız çıkar duruma geldiğimde, bana malların en iyisini veriyorlardı. Çarşıya yalnız çıkarken, Funda, illa ki benimle gelmek ister, peşimi bırakmazdı. İstediği, ya kuru yemiş ya da çikolata olurdu. İstediklerini alıp , Ona verdiğimde, çok sevinirdi.
Perşembe pazarı ise, sebze ve meyve yönünden , çok bolluktu. Bilhassa yaz günleri, sebze meyveler, y akın köylerden getirilir, her şey taze olurdu. Köylü kadınlar, üzeri beyaz, temiz tülbentlerle örtülü, üç- beş kiloluk bakraçlarda yoğurt getirip satarlardı. Yoğurtlar taze, kalın kaymakla kaplı olurdu. Üç- beş kiloluk bakraçlar, ev halkına, ancak birkaç gün yeterdi Hafta içinde, bilhassa kış günleri, Çarşı başındaki, Meşhur, Arnavut İslam ‘ın , yine meşhur olan yoğurduna müracaat etmek kaçınılmaz olurdu. Kavun , karpuz ise, mevsiminde, köylülerin getirdiği, öküz arabasıyla , satın alınır, karyola altlarına dizilirdi. Kış mevsiminde ise, narenciye küfelerle gelirdi. Turşular da, büyük gaz tenekelerinde kurulurdu. Ayrıca eşek zeytini denen büyük siyah zeytinler de kilolarla alınarak, suda acısı çıkarıldıktan sonra, tuzlu suda bir müddet tutulur ve zeytinyağlı tenekelere konulurdu. O kadar boğazı, akrabaları, bilhassa, Erkanı doyurmak kolay değildi. Tabii., ben de gelişme çağında idim . Erkan her şeyin en çoğunu, en büyüğünü isterdi. Bazen de, zorbalıkla, bunu geçekleştirirdi. Yemek yemede, en nazlısı ve mızmızı, Menekşeydi; ama, sevdiği bir şey olursa, hayır demezdi. Saatlerce, kahvaltı sofrasından kalkmaz, bilhassa, kavun ve narenciyeye gözü doymazdı.
İzmit’te, ekmek karneyle olmasına rağmen, bizde, böyle bir sıkıntı yoktu. Çünkü, fırınlara un tahsisi yapan Dayımdı. Un tahsisi yüzünden, fırıncılar arasında, dayıma kızanlar da oluyordu. Bunu, tehdit şeklinde gösterenler de vardı. Bir gece, meçhul kişi veya kişiler, evin camına taş atıp kırmak suretiyle, tehdidi fiiliyata dökmüşlerdi. Biz çocuklar da, kimin yaptığını öğrenmek veya tekrarlanmasına mani olmak için, uzun süre, geceleri, nöbet tutmak zorunda kalmıştık.
Öğleden sonraları, okuldan çıkar, çıkmaz eve gelip, bahçe işleriyle meşgul oluyordum. Çiçeklerin toprağını kabartıyor, otlarını yoluyor, suluyor ve bahçeyi temizliyordum. Dayım, böyle çalışmamdan, çok memnun gözüküyordu. Kendisi, bazen, makas elinde, gülleri budar, çiçekleri zevkle izlerdi. Bazen, Erdem ve Erkan da yardım ediyordu. Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, çocuklarıyla beraber, büyük gayret göstererek yaratmışlardı. Her iki bahçeden de, misafirlerine göstererek, zevkle söz ederdi. Çiçeklerini, böylesine sevmesi ve düşkün olmasını, çocuklarına, neden çiçek isimleri koyduğunu gösteriyordu.
Bir gün, bahçede, birlikte olduğumuz bir sırada;
—Dayı! Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, böylesine güzel tanzim edip yetiştirmesini nereden öğrendin?, diye soruverdim.
—Bu bilgi ve tecrübeyi, babamdan öğrendim, diyerek, konuyu değiştirmiş ve daha fazla soru sormama mani olmuştu.
Dayımın otoritesi, evde , oldukça fazla hissediliyordu; ama, bu, bağırıp, çağırma şeklinde değildi. Bunu nasıl sağladığını merak ediyordum, Yengem Ona, hep “ bey “ diye hitap ediyordu. Akşam üstleri , bana,
—Yusuf! Dayın gelmeden, etrafı toplayalım, eve çeki, düzen verelim, evi dağınık görürse kızar, derdi. Zaman geçtikçe, Dayımın, çiçeklerden, bahçeden, daha başka ilgi alanları ve zevkleri olduğuna da şahit oluyordum. Nede olsa, geldiğimden bu yana epey zaman geçmiş kış günlerini yaşıyorduk.
Dayım, radyodan, muhakkak, haberleri dinler, kaçırmak istemezdi. O esnada , gürültü yapılırsa, kızgınlığını, bakışlarıyla belli ederdi. Müzik dinlerdi. Tercihi, klasik müzikti. Gramofona, taş plaklarından( ki pek çoktu) birini koyar, dinlerken, mest olur giderdi. Yalnız Türk klasiklerini değil, Chopin, Verdi gibi bestecilerin eserlerine de vakıftı . Radyodan marşları dinlerken de elini, kolunu , bir orkestra şefi gibi hareket ettirirdi
index
zorlu8.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.