- 521 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER(6))
İKİNCİ B Ö L Ü M
1. İSTANBUL’A İLK ADIM
Sapanca dan itibaren, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Hem etrafa bakıyor, geçtiğim, gördüğüm yerleri beynime nakşetmeye çalışıyor, hem de dudağımda, bir türkünün nağmelerini seslendiriyordum.
İzmit, Gebze, Pendik derken, nihayet, Fener yoluna ulaşmıştık. Daha Pendik’e gelirken, --İşte İstanbul dediler, trenden inmediğimizi görünce, ‘‘İstanbul’a geldiysek, niçin inmiyoruz,’’ diye sorunca, ‘’Daha bizim ineceğimiz yere gelmedik’’, yanıtını vermişlerdi. Bostancıyı geçtikten sonra da
Fener yolunda, trenden inmiş, gide, gide iskeleye dayanmıştık. Peki, şimdi ne olacak, nereye gidecektik Sorar gibi, eniştemin yüzüne baktığımda,
-Muhittin Ağabeyin, ancak, akşam üstü kahveye uğrayabilir, O, uğramasa bile, seni Onun yattığı yere götürür, teslim ederim. Sen şimdi, Abdullah ve Osman ile kahveye git, otur, beni bekle, Ben şimdi, Kızıl topraktaki, amcama uğrayıp, geldiğimi haber vereceğim., Diyerek uzaklaşmıştı. Anlattıklarına göre: Eniştemin amcası, uzun yıllar önce buraya gelip yerleşenlerdendi. Halen kızıl toprakta, evi , evinin karşısında da kömür deposu vardı. İşi, odun kömürü satın almak ve satmaktı. Eniştem de , buraya geldiğinde, Onun evinin bahçesindeki kulübede kalıyordu.
Fener yolundaki kahve, bizim köylülerin uğrak yeriydi, Mahalledeki işleri bittikten sonra, buraya gelirler, hem dinlenirler, hem de muhabbet ederlerdi. Ama Muhittin konusuna gelince, işler değişiyormuş Onun ne yapacağı, nereye gideceği belli olmaz. Bazen, kahveye günlerce uğramazmış.
Gerçekten, saatlerce beklememe rağmen, ortalıkta görülmemişti. Ekiz eniştem gelinceye kadar beklemiş, bu arada, nüfus kağıdımı, cebimden çıkararak, ilk boş sayfasına, 5 mayıs 1941 Fener yolu yazmıştım. Bu tarih ve yer , benim ve talihimin ilk dönün noktasıydı.
Artık, karnım da fena halde acıkmıştı. Ne para vardı ne de pul, bir simit alacak kadar bile param yoktu. Nihayet ,eniştem gelmiş, Muhittin’i göremeyince,
--Haydi, kalk, yattığı yere gidelim, dedi.
2. AĞABEYİM MUHİTTİN
Eniştem önde, ben arkada, demir yolunu takip ederek batıya doğru yürüdük. Yüksekçe bir yere gelince,
--İşte, bak! Orada, diyerek, ağabeyimi gösterdi. Burası, yüksekçe bir yerdi, etrafında ne ev vardı, ne de bark. Muhittin, küçük bir kulübenin önünde ateş yakmış, ateşin üzerinde bir tencere, bir şeyler yapıyordu. Bizi görünce, ayağa kalktı ve ilk sözü,
-Ne diye, Onu, buraya getirdin ? demek oldu. Ben , bu davranışına, biraz, bozulmuştum. Beni kucaklayacak, “hoş geldin kardeşim, iyi ki Onu getirdin, enişte” diyecek sanmıştım .Eniştem, Onun yüzüne, ters, ters bakarak , La havle çekti ve,
--Yusuf , çok yalvardı, çok ısrar etti. Köyde bırakmaya, çileleriyle baş başa kalmasına gönlüm razı gelmedi. Bundan sonrası, ağabeyi olarak sana ait, Allah, ikinizin de yardımcısı olsun” diyerek, uzaklaşıp gitti .
Muhittin, hiç bir şey demeden, yemek yapmaya devam ediyordu. Ateş üzerindeki kaba, biraz yağ koydu, Domates, soğan, maydanoz, biber doğradı, sonra da dört tane yumurta kırdı, Karıştırıp, pişirdikten sora,
--Haydi gel! Acıkmışsındır, yemek yiyelim ,dedi. Hakikaten çok acıkmıştım. Yaptığı şey de çok güzel kokuyordu. Ekmeği fazla değildi. Fakat yaptığı yemek , her neyse, çok lezzetliydi. Çok acıkmıştım. Bir bu kadar olsa daha yerdim. Yemek esnasında , Muhitti’nin ağzından tek kelime çıkmamıştı.
Yemekten sonra, bulaşık kaplarını, kulübenin yanındaki bir çukurun başına götürdü,.
Gel de şunları yıkayalım, dedi. Önce, ince bir kum ile bakır sahanları ovdu; sonra , Arap sabunu ile bir bezi köpürterek kapları yıkadı., ben bir ibrikten su döktüm, O’ da çalkaladı.
Kulübenin içinde, yere serilmiş tahtaların üstünde bir şilte, üzerinde de eski bir yorgan vardı. Ayrıca, bir kaç tane kap kacak, bir de testi görünüyordu. Galiba, bütün eşyası bunlardan ibaretti.
Muhittin, sanki, Karadeniz’de gemileri batmış gibi, düşüncelere dalmıştı.”Köyde ne var, ne yok? Ana ve Ebe nasıl” diye bir kaç sual sorduktan sonra, yine suskunluğuna bürünmüştü.
O’nu yeni, yeni tanımaya başlayacaktım. İyi yemek pişirmek, temizlik, olumlu yönleri, suskunluk, geçimsizlik, sebatsızlık olumsuz yönleriydi. Bu karakter yapısını ve yaşayış tarzını zamanla öğrenecektim. Ayrıca, sanatkarlık tarafı da vardı. Resim ve heykel yapma gibi işler, basit te olsa, elinden geliyordu. Askerliğini, inzibat eri olarak, Hadım Köyde yapmıştı. Okul görmediği halde, askerlikte öğretilenler ve bizzat kendi gayretiyle, okuma , yazma öğrenmişti. Bizim köylüler gibi, mahalleye çıkıp sebze meyve satmıyordu. Ayak üstü işler yapmasını seviyor, bazı şeyler alıp satıyordu. Şimdi ise, kuyu kazma işiyle uğraşıyordu. Bu işleri kendisi buluyor, bir işçi temin ederek, kazma işini yaptırıyor, kendisi de kuyunun taşla örülmesi işini yapıp tamamlıyordu. En son işi ise, Kalamış’ta, Ahmet Paşa zadenin köşkünün bahçesindeydi. Bir ara düşüncelerinden sıyrılarak,
-Nüfus kağıdın var mı? Dedi.
-Evet, okul bitirdiğimi gösteren şahadetnamem de yanımda,deyince,
--Yarın muhtara gidip, senin için, ekmek karnesi alalım, paran olsa da , karne olmadan, ekmek alamayız, dedi.
Ertesi sabah bir gün önceden kalmış tarhana çorbasını, ısıtıp içtikten sonra, çalıştığı köşke gittik, Köşk, Kalamış’ta, yattığımız yere yakındı. İşçisi gelmiş, kazma işine devam ediyordu. Muhittin, patron edasıyla,
-- Bu benim kardeşim, biz muhtardan ekmek karnesi almaya gidiyoruz, sen kazma işine devam et, dedikten, ve bir kaç yeri kontrol ettikten sonra muhtarlığa doğru, yola koyulmuştuk.
3. İLK KAZANCIM
Muhittin, bana, fındık fışkınlarından örülmüş, küçük bir küfe alıverdi, bir miktar da para vererek,
-Artık, senin de bir işin oldu, Bununla, yarından itibaren, diğer köylüler gibi, mahalleye çıkıp, hıyar satacaksın,! Unutma! Daldalın Osman, yarın seni Selamı Çeşmede bekleyecek, Onunla bostanlara gidecek, O, sebze alırken, Sen de taşıyabileceğin kadar, hıyar alacak, mahalleye beraber çıkacaksınız. Sana yol gösterecek, ve mahalle ve sokakları tanıtacak, dedi.
Ertesi gün, Güneş henüz yüzünü göstermeden, ben Selamı- Çeşmeye vasıl olmuştum. Henüz etrafta, kimseler yoktu, biraz daha bekledim. Osman ağabey, küfesi, sırtında, göründü. Osman, köyde komşumuzdu. Bizim ev ile, Onlarınki bitişikti. Muhittin ile akrandı. Senelerdir, İstanbul’a gider, gelirdi. Dolayısıyla, buralarını, çok iyi biliyordu. Bostancıya kadar, yürüyerek gittik, çünkü, en büyük ve ucuz mal veren bostanlar oradaydı. Bostan sahibi, Osmanı tanıyordu. Osman beni göstererek,
--Bu çocuk, bizim köyden, yalnızca , hıyar alıp satacak, Buralara alışıncaya kadar Ona kolaylık göstermeni istiyorum, dedi. Bostancı da “ olur” manasında başını salladı.
Ben hıyar toplarken, büyüklerini tercih ediyordum ki, Osman yanımda belirdi.
--Böyle çok büyüklerini toplarsan, kolay, kolay satamazsın, Körpe ve orta boylarını topla, burunlarındaki çiçekleri de sakın düşürme! Onlar tazelik ifade eder, mahallede dolaşırken, çiçeği burnunda diye bağır ki, müşteri çekebilsin, diye tavsiyede bulundu. İşimiz bittikten sonra, Osman önde, ben peşinde, küfeler sırtımızda, yola koyulduk. Yolda giderken,
--Sana, mahalle ve sokakları göstereceğim, Öğrendikten sonra, kendin de yalnız olarak, dolaşabilirsin, dedi.
Sırtında küfesi, avazı çıktığı kadar,” Domataaa, Fasülyeeee ,bamyaaa,” diye bağırırken, henüz benim sesim çıkmıyordu. Bu arada, O’ da beni ikaz ediyordu,
“- Bağır oğlum, bağır,! hıyar!, körpe hıyar! Çiçeği burnunda hıyar” ve ilave ediyordu, sakın saat dokuzdan önce bağırma! Aksi takdirde, mahalleliden azar işitirsin!. İlk hıyarı satıp, elime parayı saydıkları zaman, kedime güven ve içimde de bir sevinç vardı.
İki , üç gün içinde, kendi başıma alıp, satmayı öğrenmiştim. Erkenden Bostancıya gidiyor, hıyarları toplayıp, sayarak, eğrelti otlarıyla küfemi süslüyor hıyarları yerleştiriyordum. Küfe sırtımda, sokak aralarında dolaşarak, tane hesabı, satıyordum. Hıyarın tanesi, delikli, iki buçuk kuruştu. Günde, 200-300 tane hıyar sattığım oluyordu. Satılmayanları, bazen ben yiyor, Bazen de kulübeye getiriyor, domatesle , soğanla, çoban salatası yapıyor, yemekle yiyorduk. Para kazanıyorum diye de çok memnundum.
Öğle üzeri, veya, küfenin boşalma durumuna bağlı olarak, nihai konak yerim, Selamı -Çeşmenin, demir yolu tarafıydı. Burada , ulu çamfıstığı ağaçları, ıhlamur ve dut ağaçları vardı. Etrafta da , bir kaç tane , görkemli köşkler bulunuyordu. Arazi, aşağı, yukarı bomboştu. Satış durumuna göre, buraya bazen erken, bazen geç geliyordum, Öğle yemeğim, hâlâ kuru bir simitten ibaretti. Bazen de hayrat olarak bildiğimiz dut ağacına çıkar dut toplardım. Burada köylülerle buluşup , konuşur, bazen de ağaçların gölgesine yatar dinlenir biraz da kestirirdim; ne de olsa, kırlarda yatmaya alışıktım. Günün son durağı olan, yattığımız kulübeye giderken, Fener yolundaki kahveye, şöyle bi uğrar, kim var, kim yok diye bakardım, Kafa dengi birisini görürsem, oturur bir iki laf eder, günümüzün nasıl geçtiğini, ve gördüklerimizi anlatırdık.
Kulübeye, bazen Muhittin, bazen ben erken gelirdik. Yemek yapmak Ona aitti, bulaşıkları yıkamak, sağı, solu toplamak da bana. Genellikle tarhana çorbası, ve sebze yemeği yapardı. Köylülerin, satılmayan sebzelerinden, ucuz olarak alırdık. Bazen de parasız verirlerdi. Nadiren de olsa, Muhittin, kasaptan et alır, o zaman da türlü pişirirdik. Tabii, en sık yediğimiz yemek, menemendi, meyve olarak da karpuz.
Kazandığım parayı, akşamları, Muhittin’e veriyordum. Ertesi günü alacağım hıyarların parasını ayırmayı da, ihmal etmiyordum. Bütün köylülerin, para biriktirme konusunda düşüncesi ne ise, benimki de öyleydi. Maksadımız, mümkün olduğu kadar fazla para biriktirmekti. Ama muhittininki farklıydı. Eline para geçer geçmez sarf etmeyi çok seviyordu. Bonkörlük gösterilerine bayılıyordu. ( Daha sonraları da şahit olacağım gibi, bu huyu hiç değişmeyecekti, bazen borç alacak, fakat, bu parayı bile safahat yaparak sarf edecekti.) Kendine özgü bir insandı. Bazen, işverene kızar, ne kadar iş yapmış, kaç gün çalışmış, karşılığını istemeden, almadan, çeker giderdi.
--Hakkını neden istemiyorsun , dediğimde,
--Parası Onun olsun! Parası batsın, namussuz herif, diyerek, kendini haklı gösterecek, bir sürü laf ederdi. Alıngan ve kırılgan bir ahlakı vardı. Bu huyu sebebiyle, çok şey kaybedecekti. Bütün hayali, triportör( üç tekerlekli vasıta) almak, bununla, sebze ve meyve satmaktı. Asıl ideali ise, bir lokantaya sahip olmaktı.(Sonraki yıllarda, İzmir’de, bir yiyecek büfesine, daha sonra da ,altmış yaşında, Fener yolun da, böyle bir lokantaya sahip olacak, geçimsizlik ve sebatsızlığı sebebiyle, başkalarına devir etmek mecburiyetinde kalacaktı)
İstanbul’a geleli iki ay olmuştu. Artık bu işe alışmıştım. Sanki yıllardır, hıyar alıp, hıyar satıyor gibiydim. Sırtımda küfe bağırırken, köşklerden,
-- çocuk! Salatalıkçı! Gel, gel” diye seslenirler, bazen de
- Salatalık almayacağız, şu bahçeyi süpürüver, sana para verelim, yemek verelim, derlerdi,.
4. BİLMEDİĞİM BİR TAT
Hâlâ, başkasının yemeğini yemek bana hoş gelmiyordu. İsteksiz de olsam, emeğimin karşılığı diyerek, kabul ettiklerim oluyordu. İşte böyle bir sesleniş, Bostancıda, tek katlı bir evden geldi. Seslenen, 50-55 yaşlarında bir kadındı.
--Şu bahçeyi temizle, sana yemek vereyim ,dedi. Bahçe küçüktü, çalı süpürgesiyle süpürüp bitirdiğimde, beni ısrarla içeri çağırdı. Daha önceleri, bana böyle iş yaptıranlar, bahçede yemek verirlerdi. Ayağımda çarık vardı, sıkıla, sıkıla içeri girerken
--Gel, çekinme, lavoba şurada, ellerini yıka, şu masaya otur rahatça yemeğini ye! Rahat yemen için, ben içeriye gidiyorum, deyerek, içeriye gitti.
Hayatımda ilk defa böyle lezzetli bir yemek yiyordum. Masada, bir sürahi ile bir de bardak vardı, bir dilim de karpuz. Böyle bir ikrama hiç alışık değildim, Teşekkür için seslenmiş, kapıdan çıkarken de, yemeğin adını sormuştum. “İmambayıldıymış” ismini de ilk defa duyuyordum. Merdivenlerden inerken, kadına içimden dua ettim. Yüksek sesle dua edersem, sanki dilenci olacakmışım gibi geldi bana. (Hayatım boyunca, ne zaman , imambayıldı yesem, o kadını ve o yemeği hatırlayacaktım)
5. KÖŞKLER VE BAHÇELER
En büyük zevkim, boş zamanlarımda, Fener yolundan trene binip, Bostancıya kadar gitmek, başka bir trenle geri dönmekti. Tren yolu boyunca, şahane köşkler, bakımlı bahçeler, rengarenk çiçekler vardı. Onlara baka, baka, zevk duya, duya gider, dönerdim. Köşkler ve bahçeler, o kadar güzel ve zevkliydiler ki, kelimelerle, bunu ifadeye imkan yoktu. Ancak, insan gözle ,(bakmak kafi değil) görmeliydi ki o zevki tadabilsin di. Tramvay yolculuğunda da aynı zevki yaşıyordum. Kızıl topraktan biner, Bostancıya kadar, sağ taraftaki köşk ve bahçeleri, dönüşte de sol taraftakilere hayranlıkla bakardım, Köşkler, yol boyunca, seyrek olmalarına rağmen,güzellikleri gözü doyuruyordu. Hıyar satarken de, bazı köşk ve bahçeler içine giriyor, yine zevk duyuyordum, ama tren ve tramvaydan gördüklerim, sinema şeridi gibi, güzelliklerini, birbiri peşi sıra, sergiledikleri için , insanda ayrı bir zevk yaratıyordu.
6. İKİNCİ BAYILMAM
Tramvay hattı, Kızıl toprakta ikiye ayrılıyor, biri Bostancıya, öbürü Fener bahçeye uzanıyordu. Hatların ayrıldığı, üçgen sahada da tramvay deposu vardı...Fener Bahçe ve Kalamış kıyıları, suyu billur gibi, tabii plajlardı. Fener bahçenin doğusunda, askeri depolar geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu depolara kadar uzanan ayrı bir demir yolu hattı mevcuttu.
Genellikle , Fener Bahçe ve kanlamışta denize girerdik. Tabii ki, sığ yerlerde ve don paça, çünkü , henüz yüzme bilmiyordum.
Bilmediğim bir şey daha vardı ki , neredeyse, başıma büyük işler açacaktı. O da tramvaydan atlamaktı. Dikkat ederdim (nasıl dikkatse), ben yaştaki çocuklar, tramvayın demirlerine tutunurlar, tramvay hareket halindeyken, pat,! Pat! yere atlayıverirlerdi. Çocukluk değil mi, bir gün ben de heves ettim; Fener Bahçeden tramvaya binmiş; artık bizim muhite, yani Kızıl Toprağa geliyorduk. Tramvay deposunun önünde , tramvay hareket halindeyken ve ana hatta geçerken kendimi ileri doğru yere bırakıverdim. Bayılmışım. Kendime geldiğimde, bir sürü insanın etrafıma toplandığını gördüm. Hanımlar, beylerin hep bir ağızdan;
-- Bakın,! Bakın! gözlerini açtı, kendine geliyor, dediklerini duydum. Bu İKİNCİ BAYILMAMDI. Allaha şükür ki yaşıyordum. Bu hata, beni öbür dünyaya da gönderebilirdi. Bir hayli korkmuştum; Oturduğum yerde, biraz daha bekledim, kendimi biraz daha toparladıktan sonra,, söylenen, tenkit edenlerin arasından, sessizce , çekip gittim.
Korkuyu yenmenin yegane çaresi, korkunun üzerine gitmekti. Ben de öyle yaptım. Başka bir sefer, çocukların atlarken yaptıkları hareketlere dikkat kesildim. Atlarken, kendilerini, tramvayın biraz arkasına bırakıyorlardı. Ben de ikinci denememde öyle yaptım. bu defa zafer benimdi. Sanki mühim bir şey yapmışım gibi, gurur duymuş, kendime güvenim artmıştı.
Anasayfa
Zorlu 7
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.