- 856 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Çürük Yağmur Kokusu / II
Isınmamış nemli bir odanın içinde günler adeta çürüyordu. Bazı önemli konular unutuluyor, önemsizler öne çıkıyordu. Sanki sokaktaki yağmur suları bir curcunanın içine akıyordu.
Kül tablası ağzına kadar dolmuştu. Odadaki ekşimsi koku bir hayvan ölüsüne ait gibiydi. Annemin göz kapakları yorgun görünüyordu.
Ellerini kasıklarının üstüne bastırıp “Cehenneme gitsin artık.” dedi.
İrkildim. Ona döndüm.
“Haydi Fabien, aptal aptal yüzüme bakma iyiyim ben.” dedi. Sanki uyuşturucu almıştı. “Camı aç, ateş basıyor beni, sen de kıvrıl yanıma uyuyalım…”
Güçlükle kendimi yatağa, annemin yanına attım.
Tedirgindim. Hep tedirgin... içimdekiler beni korkutuyordu.Göğsümün ağrısı ellerime doğru yayılıyordu. Onları kesip atmak istiyordum. İçimde bir ejderhayı korkutabilecek kadar büyük bir ateş yanıyordu ve ben o ateşi püskürtmek, haykırmak istiyordum.
“Benim içimdeki yangın senin yüzünden anne...”
Ne söylediğimi duymadı. Uzun saçlarının kapadığı yüzünün altına ellerini sokarak yatağın içinde büzüldü. Başı omzumdaydı. Saçlarını okşadım o uyurken.
* * *
Odama çekilip düşünüyordum. Her şeyi, yeni baştan. Bir daha, bir daha bir kez daha... Pencereyi açıp her seferinde ilk kez görüyormuş gibi yağmurun yağışına bakıyordum. On beş yıldır bir dakika olsun dinmemişti. Gökyüzü kara yeşil bir renk alıyor, yağmur bir lanetmiş gibi yağıyordu, hızla yayılan veba salgını gibi. Elbise dolabımın kapakları ve uzun süredir giymediğim elbiselerim yosun tutmuştu. Neden yağmurlu bir günün çocuğuydum sanki. Bir yıl önce doğmuş olsam güneşi görmüş olacaktım.
Sinirlerim gittikçe yıpranıyordu.
Sırt üstü uzanıp odanın tavanına bakıyordum. Ellerim uyuşuyordu, tutmayan ayaklarım rüzgârın savurduğu başka yerdeydi.
Kararan bulutlara bakıyordum çoğu zaman, tepedeki dağın doruklarına çökmüş, orada duruyordu. Korkunç görünümlü gri bulut kümesinin altında durmak, ellerimi yana açıp tekerlekli sandalyemi uçurumdan aşağıya bırakmak istiyordum. Annemden başka üzülen olur muydu?
Olmazdı.
Defalarca elim kalbimde ölmeyi bekliyordum. Saat sayar gibi. Bilmediğim bir şeyi sayıyordum. Her sabah bir şeyin biteceği güne yaklaşmış olmanın sevinci oluyordu içimde. Ne olduğunu bilmiyordum. On beş yıldır bu duvarların arasında tekerlekli sandalyeyle dolaşarak bir yere yaklaştığımı da sanmıyordum.
Orada bir şeylerin eksilmesini ve çoğalmasını ister gibi, bir şeyde durulmasını bekler gibi, kaba bir gölgenin ruhuma dokunuşu gibi, bir kedinin tırnak izlerini kucaklar gibi uzanıyordum yağmurun sesinde.
Babamın bağırması, annemin değişken ruh hali bende kaçma isteği uyandırıyordu. Bahçe çamur... Bahçe kapısına kadar bile gidemeyeceğim açık. Kapının ardındaki yağmurluklara baktım. Biri benim için biri babam. Benimki sadece kiliseye giderken kullanılıyordu. O da bazen. Annem yağmurluk aldırmamıştı.
“Üç dört güne durur...” diyordu.
Durmuyordu.
Evden çıktığını hiç hatırlamıyorum. Kiliseye de gitmiyordu.
“Evde insan kendi kendine ne günah işleyebilir?” diye sormuştu bana.
“Melekler günah işlemezler.” diye yanıtladığımda babam yanıtımı cinsel içerikli bulmuş ve tokadı basmıştı.
Annem bir melek değildi. Sıradan bir ev kadını, el süpürgesi ya da kibritti.
Kasıklarıma yayılan titreme nöbetlerini gidermek için yağmura karşı gizlice mastürbasyon yapıyordum. Rahip bu tip şeyler yapmamın zor geçen günlerimde günah sayılmayabileceğini söyledi. Yine de yağmuru kirlettiğimi düşündüğüm zamanlar olmuyor değildi. Tekerlekli sandalye sarsılıyor, o sarsıldıkça ahşap zemin kaplaması gıcırdıyordu. Nefes alış verişim düzensizleştiği için de sesimin çıktığı oluyordu. Babam bir keresinde yakaladı.
“Daha halâ altına işiyorsun gerizekalı, hangi kadını düzmeyi düşünüyorsun?” diye bağırıp kahkaha attı.
“Karını...” diye bağırmak geldiyse de içimden sustum. Fakat benden çıkmayan ses aklımın içinde öylesine sert yankıladı ki sabaha dek tanrıya beni bağışlaması için dua ettim. Günlerce annemin yüzüne bakamadım.
Boşalacağımı hissettiğimde kara kaba bulutlar dağılıyor, o anda ne de anaç bir kedinin tırnak izlerini hissediyordum etimde. Sonsuz bir doygunluk hissi... o an kendim oluyordum.
* * *
“Sabah oldu sünepe. Senin yaşındayken ben eve ekmek getiriyordum. Halâ bu yağmurda işe gidiyorum. Ama sen aylak aylak yatıp otuz bir çekmekten başka ne işe yararsın ha? Kalk...”
Yatağa gelen tekmeyle paniğe kapılıp düştüğümde çizmesini öpmemi istedi.
“Peki efendim.”
Sandalyeme tırmanışımı sırıtarak izledi. Odadan çıktı.
Elimi yüzümü yıkarken babam homurdanıyordu.
“Senin çok kıymetli oğlun kendini odasına kapatıp hülyalı bir âşık gibi yağmuru izliyor.” dedi.
İzlemiyordum. Gözlerim kapalıydı. Organımla oynuyordum. Her sabah elimdeki bu tek oyuncağın çalışıp çalışmadığını kontrol etmezsem rahatsız oluyordum .
“Aşık oldu diyeceğim ama etrafında dişi sinek bile yok.”
İçim sızladı, küfretmek istedim. Tekerleği sert hamleyle çevirip yanlarına gittim. Kahvaltı masası hazırdı.
Babam alaycı bir yüz ifadesiyle kahkahayı bastı.
“Fabien ve oyuncağı masaya teşrif ettiler nihayet. Aklı fikri aletinde olan bir adamın insan olabileceğine inanmıyorum. Hele ki yarımsa. Bana bak evlat... GÖZLERİME BAK DİYORUM SANA...”
Korkmuştum .
“SOFRAMIZIN BEREKETİNİ KAÇIRMAYA DEVAM EDECEK OLURSAN O ELLERİNİ BİLEKLERİNDEN KESERİM. DUYUYOR MUSUN BENİ?”
“Anladım efendim.”
Annem gözünden sessizce inen yaşlara engel olamamış, bana sevgiyle ve utançla bakıyordu.
“Acınacak köpek seni.” dedi.
Öyleydim. Tekerlekli bir köpek.
Yüzüme gelen tokat sandalyemi yana doğru devirmişti. Babam öfkesini kontrol edemiyor, üstüme geliyordu. Annem kolundan yakaladı. Birkaç tekme darbesinden kurtulamadım.
“Yapma Diego sen ne zaman sesini yükseltsen çocuk altına işiyor.”
“Demek altına ben bağırdığım için işiyor?” dedi ve annemi savurdu.
Masaya çarpıp yere düşerken babam kemerini çıkartıp pantolonunun düğmelerini çözdü. Az sonra ılık tuzlu bir buhar saçlarımdan kokusuyla birlikte evin nemli havasına karışıyordu.
“Şimdi işesin...” dedi ve organını külodunun içine attı.
Külodunun önü ıslandı. Düğmelerini ilikledi. Yağmurluğunu giyerken servisin sesi geldi. Ölmesi için dua edecek kadar güçlü değildim.
Yine yağmur yağıyordu evin içinde, sürünerek salonun köşesine geçip başımı ellerimin arasına aldım. Kara bulutlar, uçuşan masa örtüsü, kırılan tabaklar, devrilen sandalyeler, tokat sesleri, annemin çığlığı halâ kâbus gibi yankılanıyor, babamın çişinin içinde oturuyordum. Babam kapıyı çarparak çıktı.
Alnıma yayılan soğukluğu parmak uçlarımla gidermek istedim. Soluk alamıyordum, sığınacak liman, bir sığınak istiyordum.
Annem sırtını yanımdaki duvara yaslayıp hiç bir şey olmamış gibi konuşmaya başladı.
“Biliyor musun Fabien benim babam bir melekti, sessiz sedasız gelir evin bir köşesinde oturur gazetesini okurdu. Annem alkolikti. Evin içindeki çocuklarını görmezdi hiç.”
“Neden anlatıyorsun bunları bana?”
“Fabien, güç, direnmekle birlikte gelir, bu evin asıl direği güçlü erkeği sensin.”
.
.
.
lacivertiğnedenlik / chaotica
YORUMLAR
Tanımlanması güç bir boşluk duygusu... Yağmur sızısı belki...
Belirsiz bir yavanlık.
İçinde kendine bir düşman barındırma hissi belki...
Sonra yavaşça bir kabullenmişlik, ağırlık siniklik çöken yaşamlar..
Çok beğendiğim iki yazarı aynı sayfada görmek şahane güzel.
Epeydir yoktum:)
Bir sürü güzelliği kaçırmışım.
Ama hepsini okuyup telafi edeceğim:)
Lacivertimmmm
Hüzünlüydü ama şahaneydi!
Tebrikler iki kaleme de.
Sevgimle daim.
,
lacivertiğnedenlik
lacivertiğnedenlik
eyvallah ,teşekkürler
gayreti takdir ayrı şey, tenkit ayrı. edebiyatı hep, her nedense kişisel bir şey gibi düşünmüşümdür. yani, yazın sanatı müşterek olamayacak kadar özel bir saha gibi gelir bana. iki yazarın ortak bir hikaye ya da deneme kaleme almasında, gerçekte bir birinden çok farklı iki ruh ikliminin, iki farkı zamanda ve pek çok harici etki altında 'uyumu' oldukça güç olup, bir çok kaygıyı da beraberinde barındırır.
gerçekçi ekole bağlı yazını fantastik kurgulardan ayırt etmek noktasında, gerekçi kurguların daha soluk ama daha sağlam ve zor olduğunu söylemeliyim. belki, yanılıyorumdur ama ben böyle düşünüyorum.
önceki yazılarınızı da okumakla bu güne kısmetmiş;
-kurgusal inşanın fantastik yorumunda hikayecinin, her dilediğini söyleyip sonuna kadar serbest olduğunu varsaymak pek doğru olmamakla, aslında olay örgüsündeki kopuklukları, okuyucunun doldurması talep edilmektedir ki; bu her zaman mümkün olmaz!
-nasıl ki pçtk sesleri sert sestir ve içinde geçtiği kelimeyi daha agresif yapar... aynen öyle olduğu gibi denilebilir; sert, sivri ve keskin ifadeler de yazını sert kılar ve bu sertlik, kimi yazar için bir cazibe odağı olmasını temin eder. lakin burada itirazım; bunun kolay bir yol olduğunadır.
-'kahramanları siste gezdirmek' diye adlandırabileceğim bir yazına yakın duruşu ile bu yazın yaklaşımı, içsel monologların olay örgüsünün önünde yer alması ile daha karmaşık olur ve fakat bu karmaşa anlatıcının monologlar ile olay örgüsünü ne denli birleştirebildiği ile doğru orantılı başarılı olur.
-ana karakterler ile yan karakterlerin-ki bunların sayısı çok mühimdir-olay örgüsü içindeki yer ve pozisyonlarını okuyucunun önceden bilmesi-sona yaklaşmamışken üstelik- her zaman okuyucunun yazından kaçmasına sebep olur.
-monolog tarzı içsel gel-gitlerin yoğun olduğu yazınlarda karakterlerinize insani mimikler katmanız çok önemlidir diye düşünmekteyim.
daha da var aslında ama
vaktim dar ve çıkmam gerekir. şunu da söylemeliyim; ben beğeniyorum ve tenkitlerim sadece daha iyi bir yazın için
saygılarımla...
Canım ya güçlü bir hayal gücün olmalı.. Muhteşem yansıtmışsın yazına okurken adeta canlandı kahramanların hatta yağmurlu hava ve evin içi, karşımda capcanlıydı.... Felaketttt bu resimde eksik olan merhamet ve sevgi ışığıydı biliyormusun..... sevgimle.. ellerine sağlık.
lacivertiğnedenlik
.
inci*
lacivertiğnedenlik
Davidoff
zaten o yüzden çak çak eder çak/maz bir türlü kibritlerin uçları lacim.
başarılarınızın devamı dileklerimle.