- 460 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER(5)
43.YABANCI KUMA
Yusuf Ağa, sık, sık Karacaviran köyüne giderdi. Bizim köy ile komşu köyün arasında 4-5 km. mesafe vardı. Orası , bizim köyden büyük ve zengindi. Onların da bağları ve bilhassa, çay kenarında havuç tarlaları vardı.
Bir gün anam hastalandı, acılar içinde kıvranıyordu. Bana,
-Yusuf! Ölüyorum, git , amcana haber ver, gelsin, dedi. Sık, sık midesinden şikayet ediyordu, otururken, hep iki büklüm olur, devamlı , elini yumruk yapar, midesinin üzerine bastırırdı. Bu sefer durumu çok kötü görünüyordu, ölecek diye korkmuştum. Komşu köye doğru, hem koşuyor, hem de ağlıyordum. Ne kadar zamanda oraya vasıl oldum, hatırlamıyorum , ama tazı gibi koşmuştum. Amcamın nerede olduğunu tahmin ediyordum. Hacı Ömer Ağa faizle para verirdi ve ikisinin arası çok iyiydi. Tahminim doğru çıkmıştı. Ona yaklaşarak:
-Amca! Anam çok hasta, ölecek galiba, Seni çağırıyor, dedim. O eşek sırtında, ben yaya, hemen yola koyulduk. Öyle koşuyordum ki, bazen onu geçiyor, sonra durarak bana yetişmesini bekliyordum.
Köye vardığımızda, anamın sancısı geçmişti. Yusuf Ağa anama bakarak;
-Seni, Ankara’ya, kardeşimin yanına göndereyim, bir doktora götürüp göstersin, dedi.
Güdül pazarını bekledik. Yusuf Ağanın üvey babası, bekçi Hasan dede ve ben anamı, eşeğe bindirerek, Güdüle götürdük. Onlar, külüstür bir otobüsle Ankara’ya gidecek, ben de eşeği köye, geri getirecektim. Tanıdık, bakkal Caferlerin dükkanında, otobüsün hareket saatine kadar bekledik. Onları yolcu ederken üzüntüm çok büyüktü. Köye dönerken, eşek sırtında “anam iyileşsin” diye Tanrıya dua ediyordum.
Hasan dede, anamı, H.Hüseyin amcalara bırakıp geri dönmüştü. Aradan 15 gün geçmiş, anamdan , henüz , bir haber çıkmamıştı. Köyde de, bir dedikodu almış yürümüştü: Yusuf Ağa, Karacaviran’dan bir kız ile evlenecekti.
Komşu köye sık, sık gitmesinin sebebi buydu demek, artık işin mahiyeti anlaşılmıştı
Haber gelince, eşekle, anamı almak üzere, Güdül’e gittim. Anam, bakkal Caferlerin dükkanında oturmuş, bekliyordu. Beni görünce,, mavi gözleri güler gibi oldu. Yolda gelirken;
-Ana hastalığın geçti mi? diye sordum.
-Doktorlar muayene ettiler, ama bir şey bulamadılar, yine de , midem için, toza benzer bir ilaç verdiler, cevabını vermişti. Ama , ben ,Onun hala dalgın ve üzüntülü olduğunu görüyordum. Sevgili küçük oğlu, Celali bile sormamıştı ve yol boyunca, hiç konuşmamıştı. Belki de Yusuf Ağanın , üstüne kuma getireceğini biliyordu.? Belki de, daha önce, bu konuyu konuşmuşlardı?
Anam evde artık hayalet gibi dolaşıyordu. Hiç sesi çıkmıyor, sanki, dünyadan elini, eteğini çekmiş gibi davranıyordu.
Bir gece, yattıkları odadan sesler yükseldi; kulak verdim, münakaşa ediyorlardı. Seslere Nadire de, Emine de uyanmış, merakla dışarı çıkmışlardı. Galiba, anam ağlıyordu. .
O geceyi takip eden günlerde, anam hocalara gider olmuştu. Geredeli hocaya iki defa muska yazdırmıştı. Ümitsizlik neticesi, çareyi böyle şeylerde arıyordu. Kendisini çok zavallı hissediyordu. Başında, Nadire ve Ben, iki yetim vardı. Celal de henüz bebekti. Babasından kalan tarla ve bağları, Yusuf Ağa elinden almış, satmış, yeni bir ev yaptırmış, ayrıca sürü sahibi olmuştu. Kocası ile nikahlı olan kendisi idi. Gelecek olansa kendine kuma olacaktı. Ama , bu hadiseden sonra, en büyük çöküş, kendini yorgun ve olduğundan daha fazla yaşlı hissetmesiydi. Kocası kendinden gençti , ama, alacağı kız, Yusuf Ağadan çok daha gençti. Yapacağı fazla bir şey yoktu. Asırlardır, Anadolu kadınının kaderi böyleydi. Erkekler tarafından, devamlı, istismar edilmişlerdi. O da mecburen, kaderine boyun eğecekti.
Yusuf Ağa yine komşu köye gitmişti. Bir kaç gündür yoktu ve bitişikteki eski evde, bazı hazırlıklar yapılmaktaydı. Galiba, gelin oraya gelecekti.
Bir ara, katır ve eşek sırtında bazı eşyalar gelmiş, eski eve yerleştirilmişti. Bir kaç gün sonra da, Yusuf Ağa, yeni karsıyla çıkagelmişti. Düğün falan yapılmamıştı bizim köyde; Ama, kadının köyünde neler yapıldığı hakkında herhangi bir fikrimiz yoktu.
Kadın genç ve güzeldi. 20-22 yaşlarında gösteriyordu. Sakindi ve iyi bir insana benziyordu. Davranışları, sanki, anama tabi olmuş gibiydi. Anama, abla diye hitap ediyordu. İsimlerimizi çabucak öğrenmiş, ve bizi adlarımızla çağırıyordu.
Anama, bazen kafa tutan ,Nadire ve bana , sığıntı muamelesi yapan Emine, yeni anasına karşıydı. Sanki Onunla her an kavga edecekmiş gibiydi. Belki de Ona, babasının sevgisini çalan kadın gözüyle bakıyordu. Anamı bütün köylü severdi. Kimseyle münakaşa ve dedikodu etmez, herkesin iyiliğini isteyen sakin bir kadındı. Bu sebepledir ki bütün köylü, bilhassa kadınlar anam için çok üzülmüşlerdi. Bütün köylü için yeni gelen kadın bir yabancıydı ve öyle de kalacaktı.
Yeni gelinin benimle arası iyi idi. Bana anlayışlı davranıyordu, tarlalara, bağlara beraber gidiyorduk. Çalışkan bir kadındı, Babası ölünce, ağabeyi, Hüseyin ağanın yanına sığınmış, orada yaşamaya başlamıştı. Onların da tarla ve bağları vardı ve oralarda çalışmaya alışkındı. Şimdi ise Yusuf Ağanın tarla ve bağlarında , kullanılamayan kısır yerleri kazarak, verimli hale getirmeye çalışıyordu. Bu arada , bana da sözleriyle gayret veriyor, çalışmamı sağlıyordu. Ben de gücümün yettiği kadar çalışıyordum. Aramızda duygusal bir bağ doğmuştu. Belki de anamın göstermediği yakınlığı, O gösteriyordu.
44.KÖYLER ARASI İTİLAFLAR
Keşanuz (Yeşilöz) ile, bizim köyün arası hiç iyi değildi. Keşenuz, bizim köyün 2km güneyinde, civar araziye göre, çukur bir yerde, çay kenarında yerleşmişti. İki köy birbirine çok yakın olduğundan, tarlalar ve meralar iç içe idi. Bilhassa mera sınırı ve sınır itilafları devam eder giderdi. Hayvanları otlatırken, bazen, bizimkiler, Onların tarafına, bazen de Onlarınkiler bizim tarafa tecavüz ederlerdi. Ormanlar için de aynı şey söz konusuydu. Bilhassa kuzeyimizde bulunan Sorgun, orman ihlali sebebiyle , bizim köyden çok şikayetçiydi. Bu ihlal olayları, köylerin gençleri arasında, bazen, silahlı bir çatışmaya bile sebep olabiliyordu. İbrahim ağabeyim, arkadaşı Kel Şevket, Berber Halil İbrahim, Turpçu gibi gençler, silahsız dağa , kıra gitmezlerdi. Bunlar ve Bunlar gibi bir kaç genç daha, köyün yürekli insanları ve efeleriydi. Bu gibi gençler olmasaydı, bilhassa, Keşenuz’un insanları, bizim köyün mera ve ormanlarını talan ederlerdi.
Bir gün ( ki bu olaylar daha ziyade ilk bahar ve yaz Aylarında vuku bulurdu) dağdan silah sesleri gelmeye başladı Ağabeyim ve Kel Şevket ormandaydılar. Ayrıca köyden birisi, koşarak gelmiş, dağda çatışma çıktığını haber vermişti. Köylülerle birlikte, biz çocuklar da heyecanlanmıştık. Mevsim icabı, köyün çoğu gençleri İstanbul’a gitmişlerdi. Zaten Keşan uz’lular, böyle zamanları kollar olmuşlardı. Yine de Turpçu gibi cesur ve yürekli gençler , dağlara koşmuşlardı. Biz çocuklar da Onlarla gitmek istemiş fakat bırakmamışlardı. Bütün gün merak içinde beklemiştik. Bilhassa kadınlar endişe içinde idiler; çünkü zaman , zaman silah sesleri duyulmaktaydı. Güneş batarken, yiğitler, gruplar halinde köye dönmüşler, Allah’tan, yaralanan, falan olmamıştı. Mesele anlaşılmıştı: Keşan uz’un çobanları, hayvanlarıyla, bizim köyün meralarına tecavüz etmişler, odun kesmekte olan, ağabeyim ve arkadaşı, Onları kokutmak için havaya ateş emek zorunda kalmışlardı.
Bu gibi olaylar, davarların sayısında büyük bir azalma oluncaya kadar devam edecekti (Sonraki yıllarda, Tiftik keçisinin, ormanları tahrip ettiği gerekçe gösterilerek, takip edilen politikalar değişmişti. Bu nedenle, sürü sahipleri, keçilerinin miktarını azaltacak veya tamamen tasfiye edecekti, dolayısıyla, tiftik ticareti de başka alternatifler bulunduğundan, önemini kaybedecekti.)
Keşanuz’la, bizim köyün arasındaki en büyük problem, SU SORUNU idi. Bizim köyün 1km. kuzeyinde, dağın eteğinde, Ilıca dediğimiz yerde, bir kaynak vardı. Bu kaynak K Hasan emminin bağından çıkıyordu. Hasan Emmi, ölmeden önce, köylüden habersiz, kaynak suyunu, komşu köye satmıştı. Keşan uz’lular, suyu, künklerle , köylerine götürmek istiyorlardı. Bu maksatla, bir gün kazma küreklerle, kalabalık bir grup ılıcaya gelmişlerdi. Bunu haber alan bizim köylülerle, aralarında arbede çıkmıştı. Taşlı, sopalı, birbirine giren köylüler arasında yaralananlar olmuş, iş mahkemeye intikal etmişti.
Komşu köy, bizimkinden, iki, üç misli kalabalıktı. Köy çay kenarında, bir vadi içinde kurulmuştu. Daha zengindi; çeltik ekiyorlardı, Güdül yolu , Onların arazilerinden geçiyordu. Değirmenlerine de bizim köylü muhtaçtı. Diğer taraftan, Okumuş insanları çoktu. İnsanlarının çoğu, nahiye, kaza ve başkente kadar dağılmış, iş güç sahibi , hatta memur, avukat olmuşlardı.
Su davası birkaç sene sürmüş, neticede , bizim köy kaybetmişti. Bu davanın kazanılmasında, O köyün okumuş insanlarının büyük rolü olduğu söyleniyordu.
Bizim köy toplama sularla idare ederken, kendi arazisinden çıkan, gürül, gürül akan , kaynak suyunu, komşu köy halkına kaptırmıştı Onlar afiyetle içiyordu. Köyümüzün su deposu bile yoktu. Sular, kış ve ilk baharda , boşu, boşuna akar, yaz gelince, bilhassa, bahçelerin sulanmasında, büyük su sıkıntısı çekilirdi. Aslında içilen suyun sağlıklı olduğu da söylenemezdi. Çünkü, insanlarımızın çoğu, mide ağrısından şikayetçi idiler.( daha sonraki yıllarda, bir hayır sahibi, köye su deposu yaptıracak, evlere akar su bağlanacaktı, ama yine de yazın sıcağında su sıkıntısı çekilmeye devam edilecekti,; komşu köye , devlet , ayrıca içme suyu getirecek, fakat Onlar , bizim köyün suyunu kullanmaya devam edeceklerdi. Bunun adı da hakkaniyet, adalet olacaktı, bu nasıl adaletse?)
45.BİR CİNAYET ÖYKÜSÜ
Yaz ve sonbahar geçtikten sonra, köy işleri durgunluğa girerdi. Köylüler, daha bir rahatlama havasında olurlardı. Ekinler kalkmış, buğdaylar öğütülmüş,, pekmez kaynatılmış, tarhana, bulgur, yaprak ve turşular derken, bütün kış hazırlıkları tamamlanmış oluyordu. Artık bundan sonra, gerek insanlar için, gerek hayvanlar için, beslenme ve ısınma işi kalıyordu. Zaten, bütün hazırlıklar da bu maksatla yapılıyordu.
Kadınlar için ise, yaz kadar meşakkatli olmasa da, kışın da iş bitmezdi. Ekmek pişirmek, yemek yapmak, hayvanlarla ilgilenmek,, odunluktan odun taşıyıp, sobayı yakmak, yine Onlara kalıyordu. Erkekler ise, zaten çalışmayı, fazla sevmezlerdi. Artık köy kahvesi Onların mekanı idi. İki köy odasından, birinde orta yaş ve üzerindekiler, diğerinde gençler otururlardı. Yalnız birinde radyo vardı ve haber dinlemek isteyenler, haber zamanı, orada toplanabilirlerdi. Haberlerden sonra da yorumlar ve dedikodulara devam edilirdi. Her iki odada da odun sobası, devamlı yanar, zengini, fakiri burada ısınırlardı. Çocuklar her iki tarafa da gitmekte serbestti. Onlar daha ziyade, gözlemci, dinleyici durumunda idiler, her şeyi burada öğrenirlerdi. Tabii, soğuktan korunmak da onlar için en büyük nimetti.
Delikanlılar bilhassa uzun kış gecelerinde vakit geçirmek için, kendi aralarında, pişti, kaptıkaçtı, kızma birader, domino, ceviz oyunu gibi oyunlar oynarlardı. Galiba ceviz oyunu, bizim köye mahsus bir oyun şekliydi.
İşte böyle kış gecelerinden birinde, oyun esnasında, Turpçu ile, Emir Alinin iki oğlu, (Ali ve Veli) arasında, oyun yüzünden, bir anlaşmazlık çıkmıştı. Her iki taraf da , birbirlerini, hile yapmakla suçlamışlar, bu sebeple , yumruk, yumruğa girmişlerdi. Turpçu, Anasız, babasız büyümüş, büyüyüp, geliştikçe gözü kara ve atak davranışlarıyla, kendini, köylüye kabul ettirmişti. Komşu köylerle itilaflarda, herkesten önce O koşar, yürekli ve cesur hareketleriyle, Onları yıldırırdı. Gerçekten, köyün sevdiği ve güvendiği biri, köyün efesiydi.
Bu hadisede, Turpçu, efeliğine, ataklığına, bu güne kadar elde ettiği şöhrete helâl getirmek istemiyordu. Öbürleri de, korkmakla beraber, birbirlerine dayanan iki kardeş olmalarına güveniyorlardı. Ayrıca, köy delikanlılarına mahcup olmamak gibi sebeplerle, dikleniyorlardı. Netice de köy delikanlıları, Onları , zorlukla ayırmış, iki kardeşi odadan çıkarmışlardı. Her iki tarafın da silahlı oldukları biliniyordu. Köy delikanlılarının en büyük tutkusu, bir silaha sahip olmaktı. Bu da tabanca olurdu. Onlar aç kalmaya razı olurlar, yeter ki bir tabancaları olsundu. Tabii , tabanca bulabilmek, ve de alabilmek, büyük bir işti. Her babayiğit, ne kadar arzu ederse etsin, böyle bir şeye sahip olmayabiliyordu.
Turpçunun içi, içini kemiriyordu. Nasıl oldu da , bu gece tabancasını, yanına almamıştı. Eğer tabancası olsaydı, ikisinin de , göz yaşlarına bakmaz, haklardı. Ona göre , hadise daha kapanmamıştı. Nasıl olurdu da, Ona, kendisine kafa tutabilirlerdi.? Kızgınlığı gittikçe artıyordu. Duramadı, oturamadı, kafasında bin, bir düşünce, hadiseden yarım saat sonra odayı terk etti. Dışarıdaki, insanın iliklerine işleyen soğuğu, hissetmemişti. Kafasında, sabit bir fikir oluşmuştu. Evine gidip, tabancasını alacak, Onların biraz uyumalarını bekleyecek, bir iple bacalarından aşağıya süzülecekti. Kendisi, ufak tefek olduğundan, bacadan sığabileceğini tahmin ediyordu. Kendi evine geldi, kapıyı sessizce açıp içeri girdi. Zaten karısı, onun gece yarıları gelmesine alışmış, küçük yavrusunu koynuna alarak, derin bir uykuya dalmıştı. Onun gözü, karısı ve çocuğunu değil, şimdi tabancasını arıyordu. Aradığını hemen buldu ve yine sessizce dışarıya kayıverdi.
Sokak zifiri karanlıktı. Düşmanlarının evine ulaşmak için, köşeyi dönüp, elli metre daha, ilerlemesi gerekiyordu. Tam üzüm oluğunun önünden geçiyordu ki çapraz ateşe tutuldu.” Ah! Anam! Yandım! “ dedi ve olduğu yere yığılıverdi. İki kardeş, O kadar korkmuşlardı ki, kan tutmuş gibi, yerlerinden, kımıldayamamışlardı. Zaten, silah sesleri, gecenin sessizliğinde, sanki, bomba tesiri yapmış, bütün köy uyanmıştı. İlk dışarıya fırlayan Hacı Halil idi. Elinde çıra, Turpçunun, yerde, boylu boyunca , yattığını görünce, işin vahametini kavramıştı. Köy odasından ayrılırken, Onların kavga ettiklerini duymuştu. Zaten, iki kardeş, cinayetin işlendiği yerde, ellerinde tabanca, şaşkın bir vaziyette, öylece, duruyorlardı. Kötü haber, bir şimşek hızıyla, köye yayılmış, bir taraftan da feryatlar başlamıştı. Turpçunun genç eşi , çocuğunu kaptığı gibi, oraya koşmuş, kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Kocasını , kanlar içinde görünce, çocuğunu bir tarafa fırlatmış, koşarak üzerine kapanmıştı. Artık şimdi , ağıt yakmak zamanıydı.
Muhtarla, bekçi, Hasan Dede cinayet mahalline ilk gelenlerdendi. Muhtar, bekçiye tembih etmekteydi.
-Hasan baba.! Ölüye kimse yaklaşmasın! Ben şimdi, Güdül’e, jandarmaya telefon etmeye gidiyorum. Hasan Dede-“Olur Yusuf ağa, jandarma gelinceye kadar, Onun başında bekleyeceğim” cevabını veriyordu. Ayrıca, iki kardeşe dönerek,,
-Sakın jandarma gelinceye kadar, bir yerlere ayrılayım demeyin! Tembihinde bulunuyordu.
Kimse , cinayet mahallinden ayrılmak istemiyordu,. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi,
- Bütün kabahat kardeşlerde;Turpçuya pusu kurmuşlar, kalleşçe davranmışlar, diyor; kimi de
- Baksanıza! Turpçunun da tabancası, yanı başında, O da , kardeşleri öldürmeye geliyormuş, diye , yorumda bulunuyorlardı.
Ortalık ağarırken, silahlı, iki jandarma, yorgun, argın çıkıp gelmişti. Ne at vardı, ne de başka bir vasıta, gecikmelerinin sebebi, karla kaplı olan yolun durumu, hem de , karakol komutanlarını uyandırıp emir alma zorunluluğuydu. Karda , kışta, soğukta, bir yerden , bir yere gitmek de , Onların çilesiydi. Muhtar önde, Onlar arkada, cinayet mahalline gelmişler, alelusul, görgü şahitlerini sorgulayıp.”Mahkeme sırasında, sakın ifadelerinizi değiştirmeyin “ tembihinde bulunduktan sonra, iki kardeşin bileklerine kelepçeyi vurarak, beraberlerinde , götürmüşlerdi.. Er de olsa, jandarmalar, köylünün en çekindiği kimselerdi.
Maktul hâlâ, karların üstünde, yattığı yerdeydi. Defin için savcının izni gerekiyordu. Savcı, akşama doğru, muhtara telefon etmiş, Bu karda kıyamette, köye kadar gelmesine gerek olmadığını, kardeşlerin ifadelerini zapta geçirdiğini , maktulu defnedebileceklerini söylemişti.
Ağır ceza mahkemesi Ayaş’ta olduğundan, mahkumlar, oradaki ceza evine götürülmüşlerdi. Mahkeme iki sene sürmüştü. şahit olarak yazılan köylülerin, mahkemeye gidip, gelmekten anaları ağlamıştı. Bin pişman olmuşlardı; taşlı ve uzak yollarda, kaç tane çarık lastik pabuç eskitmişler ne kadar yorulmuşlar, ne kadar iş kaybına uğramışlardı. Netice olarak, hakim, Şahitlerin ifadelerini , mahkumların iyi hallerini de göz önüne alarak, cinayette, nefsi müdafaanın varlığını kabul etmiş, canileri, iki buçuk yıla mahkum etmişti. Onlar da mahkeme neticelendikten iki ay sonra, ellerini, kollarını sallayarak, köye dönmüşlerdi. Olan, baba yiğit Turpçu ve Onun geç karısı ile çocuğuna olmuştu. ......Bu nasıl adaletti.? Köylünün aklı buna pek ermemişti.
. 46. ÜÇÜNCÜ NESİL ABACI—(üçüncü hısımlık
Nadire ablamı da, Abacılardan, Mustafa Çavuşun büyük oğlu, Fevzi’ye nişanlamışlardı. Bu işe biraz bozulmuştum. Abacı sülalesine, bu, üçüncü defa kız vererek akraba oluşumuzdu. Önce Ebem, sonra anam, şimdi de ablam.! İnşallah, ölüm, boşanma, kuma getirme sebebiyle, dedesi , babası, Yusuf ve H. Hüseyin amcaları gibi, bu Abacı da başka bir kadınla ikinci bir evlilik yapmaz, Nadire’yi mutsuz etmezdi.
Fevzi’ye , henüz, enişte demeye alışamamıştım. Kendisi , aslında iyi bir delikanlı idi. Babamın rahlesinden ders almış, eski Türkçe okuyup, yazmasını ve kur’anı Ondan öğrenmişti. Ayrıca, büyük olmasına rağmen, bizimle beraber okula gitmişti. Babası gibi, konuşması da güzeldi. Bana da çok iyi davranıyordu.
Bir gün beni bularak,
-Haydi seninle odun etmeye gidelim, dedi. ilk defa böyle bir teklifte bulunuyordu. Anlaşılan, kayın biraderinin kalbini kazanmak istiyordu. Halbuki, o güne kadar, oduna, hep, küçük kardeşi Osman giderdi.
Eşeklere binerek yola koyulmuş, taa Kızık yaylasının arkalarına, Sorgunun ormanlarına ulaşmıştık. Odun toplamak için, benim gittiğim en uzak mesafeydi bu. Çamlar arasından bakınca, Sorgunun yeşil çayırları, seyrek, seyrek ve sırf ağaçtan yapılmış evleri görünüyordu. Bu ormanlık sahalar, Fevzi’nin çok iyi bildiği yerlerdi. Çünkü, anası ölünce, babası, Sorgunlu bir kadınla evlenmiş, dolayısıyla, Fevzi buralardan çok gelir, geçer olmuştu.
Burada kesilmiş ve kurumuş odun çoktu. Kısa zamanda işimizi bitirmiştik. Zaten öğle olmuş, karnımız acıkmıştı.
- -Gel şurada bir kaynak var, azığımızı orada yiyelim , diyerek beni oraya doğru götürmüştü. Kaynağa ulaştığımızda, şırıl, şırıl billur gibi suyun aktığını görmüştüm. Elimi soktuğumda, buz gibi soğuk olduğunu hissettim. Çamların gölgesine, çimenlerin üzerine oturup, azık çıkınlarımızı açtık; benimkinden soğan zeytinden başka gözleme çıkmıştı. Annem gözlemeyi çok iyi ve lezzetli yapardı. Gözleme yaparken, daha ziyade, haşhaş yağı kullanır, bu da gözlemeyi çok yumuşak ve lezzetli yapardı. Her yiyen anamın gözlemesini methederdi. biraz da cevizli sucuk vardı. Anam cevizli sucuğu da çok iyi yapardı. Her halde damadına ikram edilsin istemişti. Onun ekmeğine tereyağı sürülmüştü. Bunları bölüşerek, iştahla yerken,
-Bal, baklava olsaydı bu kadar iştahla yemezdik, dedim.
-O da var, demez mi?!. Çıkının bir tarafından, defter kağıdına sarılmış tahin helvasını çıkarıp önümüze koyuverdi. Şimdi durumu anlamıştım. Nişanda, Güdül’den, tepsilerle helva yaptırılır, diğer, armağanlar mey anında, kız evine gönderilirdi. Bu, köyün, unutulmayan, geleneklerinden biriydi. Bize gelen helvayı, sağa, sola dağıtmış, çoktan bitirmiştik. Demek, Fevzilerin evinde tahin helvası, hala mevcuttu . Helva ile gözleme, bir arada çok iyi gitmişti. Azığımızı yedikten sonra , öyle susamıştım ki! Kaynaktan avuç, avuç buz gibi su içtiğimi ve içtiğim suyun tadı ve lezzetini hiç unutmayacaktım. ...
.47. KADERİM VE BİR VAAD
İkiz eniştemi, her gördüğümde, sakız gibi yapışıyor, ilk baharda , beni de İstanbul’a götürmesi için yalvarıyordum. O ‘ da, Yusuf Ağadan çekiniyor olmalı ki, bana olumlu veya olumsuz bir cevap veremiyordu. Ne de olsa, O , köyün muhtarıydı, arasının bozulmasını istemezdi. Ama bütün köylü biliyordu ki, Yusuf Ağa , beni bir köle gibi çalıştırıyordu. Artık işine yarar hale gelmiştim. Acaba, beni elinden kaçırırsa kızar mıydı? İşte eniştem bunları düşünüyordu. Ama yine düşünmeden edemiyordu. Bu , böyle ne kadar devam edebilirdi. Çünkü , biliyordu ki benim için köyde hiç bir istikbal yoktu. Çileli bir hayatın karşılığı, koskocaman bir sıfırdı.
Oturduğumuz evin penceresinden, köy odasının önü görülüyordu. Bir ara baktığımda, büyükler oturmuş, konuşuyorlardı, Aralarında Ekiz eniştem de vardı. Onu görünce sevinmiştim. Çünkü, karısına ve kızlarına fazla yük yükleyen köylülerden değildi ve buraya seyrek gelirdi. Hemen yanına giderek,
-Enişte! İstanbul’a giderken beni de götürecek misin ? diye tekrar, tekrar yalvarırcasına sorunca, etraftakilerin de teşvik eder mahiyette konuşunca:
_ Peki! Söz veriyorum ,götüreceğim. Seni götürür, Muhittine teslim ederim, deyiverdi. Bu söz beni çok sevindirmişti. Hemen sarılıp elini öpmüştüm. Ona güvenim sonsuzdu. Yapamayacağı bir şey için söz vermesi mümkün değildi. Bu arada köylülerden biri kendine göre parlak bir fikir ortaya atmıştı.
-- Yahu! Bir de muhtara sorun. Belki, kızı Emine’yi , Yusuf’a verir de, oğlanın İstanbul’a gitmesine gerek kalmaz!. Diğerleri ise bu fikre itibar etmediklerini gösterir harekette bulunmuşlardı.
Artık, ilk baharı iple çekiyordum Kendime biraz güven gelmişti. Eskisi kadar zavallı hissetmiyordum. İçinde bir ümit belirmişti. Gidecektim ve ne olursa, olsun, köye dönmeyi düşünmeyecektim.
Şubat, mart, nisan derken, günler geçtikçe, heyecanım artıyordu. Ama , ilk bahar başlar başlamaz, dağlar ve bağlar bizi bekliyordu. Nisan ayında, ellerimin derileri yine yüzülmeye, kara meşeleri tutup keserken kanamaya, sızım, sızım sızlamaya devam ediyordu. Acı ve göz yaşım birbirine karışırken, yakında kurtulacağım diye, sabır ve kararlılığımı sürdürüyordum. Acaba , beni oralarda , neler bekliyordu;? Ondan hiç haberim yoktu.
İş artık ciddiye binmiş, Yusuf Ağa da bunu kabul eder görünüyordu. Bir gün
-- Senin nüfus kağıdın yok, nasıl gideceksin.? Neyse, , Pazartesi günü, Güdüle , beraber gidelim de sana nüfus kağıdı çıkartalım, başka çare tok, dedi . Gerçekten, Güdüle beraber gitmiş, önce şipşak fotoğrafçıya, oradan da nüfus dairesine giderek, “ZAYİNDEN ibaresi bulunan gecikmiş nüfus kağıdımı almıştık.
Köyde , okul diplomanı da yanına al diye öğütte bulunanlar ve hala Yusuf Ağanın , nasıl olup ta benim gitmeme razı olduğuna şaşanlar vardı.
Anam, günler yaklaştıkça, üzüntüsünü belli etmeye başlamıştı. Bir gün anama,
-Biliyorsun, pantolonum, bir kaç yerinden hem de kat, kat yamalı, Sorgunlu Ebeye söyleyiver de , bana bir pantolon dikiversin. Onun dikiş makinesi olduğunu söylemiştin, Nede olsa Nadire’nin kaynanası olacak!. Anam da “peki söylerim” demişti. Ama bu hevesim tahakkuk etmeyecek, kursağımda kalacaktı.
.48. KÖYE VEDA (ilk dönemeç)
Beklenen gün gelmişti. Yarın sabah , toplu halde yola çıkacaktık.
Anamla, epeydir ,aynı odada yatıyorduk, Sabaha karşı, uyandığımda,Onu, baş ucumda gözlerinden ipler gibi süzülen yaşlarla, bana bakar buldum .. Çok duygulanmıştım, kucağına atılıp, sımsıkı sarılıp, öpmek istedim. Ama ,böyle şeylere alışık değildim. Beni kucağına alıp sevdiğine hiç şahit olmamıştım. Sanki bana hep büyük bir insanmışım gibi davranmıştı. Göz yaşlarımı içime akıtarak, uyuyor numarası yapmıştım.
Sabah, tarhana çorbası- boğazımdan, sanki, katı bir yiyecekmiş gibi geçti. Sırtıma, eski bir mintan, yamalı bir pantolon, ayağımda çarık, başımda ise eski bir kasket vardı. (Sonraki yıllarda, bu duygularımı, aşağıdaki dörtlüklerle dile getirecektim.)
“Köyden göçtüm şehir’ e, bu sefer sıla hasreti
Çıkaramam başımdan, buruşuk, eski kasketi,
Çarığı çıkarıp, ibret için, toprağa gömdüm.
Köyden çıktım, amma, şimdi, bir rüya gördüm.
Öksüz ve yoksul, zorda kalınca,
Çocuk yaşta düştüm gurbet yoluna,
Yaşam savaşına, ilk kez dalınca,
Tutunmak istedim bir dost koluna.”
Anamla Nadire, göz yaşlarını tutamamış, ağlıyorlardı. Emine de üzüntülü görünüyordu. Yusuf Ağanın yeni karısı da üzüntülü gözlerle bana bakıyordu. Anamın hazırladığı erzak çıkınını belime sardım, tahta merdivenlerden inerek, avludan dışarıya çıktım.
Namazdan çıkan köylülerin bir kısmı, köy odası önünde oturmuş konuşuyorlardı. Namaz kılmadığı halde, Yusuf Ağa da oradaydı. Diğerleriyle beraber Onun da elini öptüm. Hala
--Yusuf Ağa! Bu çocuğu bırakmayacaktın, yazık oldu, diyenler vardı. Ama O hiç sesini çıkarmıyordu.
Oradan, aşağı harmanlara doğru uzaklaşırken, anamın ve diğerlerinin, camdan bana baktıklarını hissediyordum. Dönüp baktığımda, hala oradaydılar.
İkiz eniştem ve diğer gurbetçiler , harmanların orada toplanmışlardı. Sabahın erken saati olduğundan, yakınlarından başka, fazla uğurlayıcı yoktu. Şükriye ablam ve çocukları oradaydı, Onu görünce, ebem aklıma geldi. Nasıl olup ta, Onu unutmuştum.
--Enişte ! siz gidin, ben size yetişirim, diyerek, eski evimize , ebeme koştum. Ebem, evin kaşında, iki büklüm, ayakta, sokağa bakıyordu. Merdivenleri, ikişer, ikişer çıkarak Ona ulaştım. Eniştem bu gün gideceğimizi söylediği için, O da beni bekliyordu.
- Gel, Yusufum! Son defa seni öpeyim, deyince birbirimize sımsıkı sarılıp kucaklaştık. Ayrılıp, uzaklaşırken de, “beni unutma Yusufum “diye sesleniyordu( nereden bilebilirdim ki, bu , gerçekten, Onu , Şükriye ablam ve çocuklarını son görüşüm olacaktı).
. 49. YAYA 100 KM.
Güdüle varınca, ufak bir veda faslı da orada yaşandı. Gurbetçilerden Güdüle kadar eşek sırtında gelenler vardı. eşeklerini , diğer köylüler geri götürecekti.
Artık, yaya olarak, yola koyulmaya hazırdık. Kimimizin azıkları, belinde sarılı, kimimizin de omzunda taşıdığı heybe içindeydi. Güdül’den sonra yol yokuşa vuruyordu. Hacılar, Sapanlar derken, Sivrinin oraya ulaşmıştık. Burada, kuyu başında, oturup dinlendik. Bu sivri tepeden, geldiğimiz yöne baktığımızda, arazi bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın en çukur yerinde olan Keşenuz görünmüyordu. Arazinin yapısı, onu görmemize engel oluyordu. Buradan uzağa doğru, Sapanlar, Hacılar, Güdül, Kamanlar, Karacaviran, ve en nihayet, hepsinden yüksekte Sorgun dağlarının eteğinde, bizim köy görünüyordu. O kadar , geniş arazi içinde , yalnız sorgun dağları yeşil orman olarak kalmıştı. Bağların ve tarlaların yeşillikleri belliydi. Diğer yerler ise bozkır ve boz bir renkle kendini gösteriyordu. Bu dinlendiğimiz yer, “Sivri” adıyla anılıyordu ve Güdül Ayaş arasında en yüksek geçitti. Geceleri, köyden baktığımızda, tek tük de olsa buradan Güdüle inen arabaların farlarının ışığını görür merak ederdim. İşte şimdi, buradan, köye bakıyor ve elveda diye el sallıyordum.
Ayaş’a varmadan, hava kararmaya başladı. Eniştem,
--Bu arazi, Ilıcaya ait, burada konaklayıp, geceyi geçirelim, dedi. Burada su bol ve arazi ağaçlıktı. Çıkınlarımızı açıp, hava kararmadan azıklarımızı yedikten sonra, herkes, uzanıp yatacağı bir yer aramaya başlamıştı. Hepimiz, kırlarda, tabiatın kucağında yatmaya alışıktık. Fakat burasının farklı olduğunu, hava kararınca anlayacaktık. Etrafımızı, sanki bir sivrisinek bulutu sarmıştı. Bizim köyde , daha ziyade, kara sinek olurdu, böyle sini hiç görmemiştik. Herkes, çırpına, çırpına bi hal olmuş, netice de yola devam etmeye, sivrisineksiz bir yer bulduğumuzda, orada gecelemeye karar verilmişti.
Ertesi günü, güneş doğmadan, yola düzüldük. Ayaş belini tırmandıktan sonra iniş başlamış, ve akşam üstü, Sincan’a vasıl olmuştuk.
50 .KARA TREN
Sincan, Güdül’den daha büyüktü. Daha yüksek binalar vardı. İlk defa tren istasyonunu, yük vagonlarını ve rayları görüyordum. Köyden buraya kadar 100 km. lik mesafeyi, yaya yürümüştük, ama, ümit ve sevinçten, fazla yorgunluk hissetmiyordum.
Eniştem, hepimizin namına, toptan, tren biletlerini almış, diğerleri , bilet paralarını ödemiş, benimkini, eniştem üslenmişti. Aslında, hepsinin cebinde ancak tren biletine ve tren yolculuğuna yetecek kadar parası vardı. Bu sebepledir ki 100 km. mesafeyi yayan yürümek mecburiyetinde kalınmıştı. Halbuki Paramız olsaydı, külüstür de olsa, seyrekte işlese, Güdül’den, Ankara’ya yolcu taşıyan otobüslere binebilirdik. Tren, Sincan’a, gecikmeli olarak gelmişti. Hepimiz, boş bir vagon bulup , tahta kanepelere oturduk, Bu, kömürle işleyen, kara trendi. Yolculuğumuz, geceye denk gelmişti; uyur ,uyanık giderken, tren her istasyonda duruyordu. Bir şeyler, bir yerler görme arzusuyla, pencereden dışarı bakıyor, fakat, gemici fenerleriyle aydınlatılan, bir iki istasyon binasından başka bir şey göremiyordum. Biletleri kontrol eden adam,
“-Eskişehir, Eskişehir’e geliyoruz” diye seslenince, gözlerimi açtım. Burası daha büyük, ışıkları daha parlaktı. İstasyonda, bir kaç kişi inmiş, bir kaç kişi de binmişti. Tren tekrar, çuf, çuf diyerek giderken, yavaş, yavaş diğerleri gibi, benim de uykum gelmişti. Gün doğarken, gözlerimi açtığımda denizi gördüm,
-- Denizi gördüm enişte, ! denize geldik, deyince, Eniştem gözlerini açıp, şöyle etrafına bi bakındı ve
-- Bu, deniz değil, Sapancı Gölü, oğlum, dedi. Gölü ve İzmit körfezini görünce hayrette kalmıştım. ( Bu hatıra ve hissimi, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dörtlükle ifadeye çalışmıştım)
“İlk tren yolculuğu, henüz çocuk bendeniz;
Sapanca Gölünü, sandım, büyük bir deniz,
Marmara’yı görünce hayrette kaldım.
Güneş batar iken, hayale, ummana daldım”)
index.htm
zorlu6.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.