- 824 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
339 - El MUKADDİM
Onur BİLGE
Bursa’daki ilk yılımın defteri, benim için kârla, ülkem açısından zararla kapanmıştı. Annesi babası yanında olan mutlu öğrencilerdendim. Parasal hiçbir sorunum yoktu. Bir taraftan çalışarak ülke ekonomisine katkıda bulunuyor, onun huzurunu duyuyordum. Çevre edinmiştim. Pek çok arkadaşım vardı. Başta Define olmak üzere en yakın dostlarım Viranecilerdi. Bir yıl daha bitiyordu. Geçen yılın olaylarını şöyle bir hatırlamaya çalıştım.
Suriye’den kaçak olarak Türkiye’ye giren silahlı anarşistlerle güvenlik kuvvetleri arasında çıkan çatışmalarda, askerlerimizle köylülerimiz yaralanıyor, şehit oluyorlardı. Sabotajları engellemek için havaalanlarına komutanlıklar kurulmuştu. On bir ilde sürmekte olan sıkıyönetim sadece Sakarya ve Zonguldak’ta kaldırılmıştı. Milletvekili Abdürrahim Türk arabasında öldürülünce, iki aşiret birbirine düşmüş, on iki kişi ölmüştü.
Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile Konsolos Bahadır Demir, Mıgırdıç Yanıkyan isimli bir Ermeni tarafından öldürülmüştü. Ermenilerin, Marsilya’daki bir kilise avlusuna diktikleri Türkiye aleyhtarı bir anıt nedeniyle Fransa’yı protesto etmiştik, Türkiye Büyükelçisi yurda dönmüştü.
Bazı partiler birleşme kararı almak zorunda kalmıştı. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay görevinden ayrılmış, yerine Fahri Korutürk getirilmişti. Hükümeti kurmakla görevlendirdiği liderler, görevleri iade etmişlerdi.
Türkiye’nin büyük rüyası olan inci gerdanlık İstanbul’un boynuna takılmış, Boğaz Köprüsü Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından törenle açılmıştı.
Bir yazısından dolayı ceza alan Çetin Altan, Korutürk tarafından affedilmiş, Nihal Atsız tutuklanmıştı. Kemal Tahir, Şükufe Nihal, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halikarnas Balıkçısı, yani Cevat Şakir Kabaağaçlı, İsmail Dümbüllü ve İsmet İnönü ölmüştü.
Yunanistan’da darbe olmuş, İsrail Filistin Savaşı yeniden başlamıştı.
Ülkenin durumu hiç de iç açıcı değildi. Bu yıl da değişen bir şey olmamıştı. Bir yılın bilânçosunu yapmak kolay, yaraların sarılması oldukça zordu.
Birileri düşüyor, birileri çıkıyor, hiçbir şey değişmiyordu. Bölüne bölüme küçülen partiler çaresizlik içindeydi. Rakipleriyle birleşmek zorunda kalmışlardı. Madem beraberlik kurulabiliyordu, o zaman ayrılığa ne gerek vardı? Herkes lider olmak, gücü elinde tutmak istiyordu. Anarşi devam ediyordu.
Evlerimizde apayrı dünyalarımız ama bazı benzer taraflarımız vardı. Televizyon, hayatımıza iyiden iyiye girmiş, ekran bizi çoktan esir almıştı. Herkes kendi evindeydi, fakat seyredilen şeyler aynıydı. Siyah beyaz televizyonlarımız, tek kanalımız vardı. Pencere kenarlarına tutturulan uyduruk tel antenlerle uğraşmaktan bıkıyor, yönünü zar zor ayarlayarak görüntü alabiliyorduk. Boyuna akıyor, konsantrasyon bırakmıyordu.
Hayat içinde hayatlarımız vardı. Akşamüstleri Tatlı Cadı’mız, akşamları Kaçak’ımız… Komiser Colombo’muz, Doktor Kimble’ımız… Avukat Petrocelli’miz vardı. Kunta Kinte’miz… Gece yarıları uyanıyor, boks maçları seyrediyorduk. Tüm zamanların en iyi boksörü unvanına sahip ağır sıklet boks şampiyonu Cassius Marcellus Clay Jr, Müslüman olmuş, Muhammed Ali ismini almıştı.
Hikâyesi oldukça ilginçti. Küçük yaşlarda boksa merak sarmış, on iki yaşındayken dövüşmeye başlamış, çok geçmeden National AAU ve Altın Eldiven Şampiyonası’nda amatör kayıtlara girmiş, on sekiz yaşındayken Roma Olimpiyatları’nda ağır hafif sıklette altın madalyayı alarak profesyonel lige döndükten sonra ünü giderek artmaya başlamıştı.
Yirmi iki yaşındayken, S. Liston’ı yenip Dünya Şampiyonu olmuş ve dinini değiştirdiğini açıklamıştı. Üç yıl boksa ara vermek zorunda kalmıştı. "Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım!" diyerek Vietnam Savaşı’na gitmediği için beş yıl hapis ve on bin dolar para cezasına çarptırılmış, lisans ve pasaportu elinden alınmış, dava sonuçlanıncaya kadar parasal sıkıntılar yaşamış, iflas ettiğini açıklamıştı. Unvanlarına el konulmuş ve bokstan uzaklaştırılmıştı. Bütün bu olumsuzluklar karşısında yılmamış, ailesinin yardımı ve üniversitelerde para karşılığı yaptığı konuşmalarla İslamiyet’i anlatarak ayakta kalmayı başarmıştı.
Temyiz davasını kazanıp tekrar boksa dönmüş, üç buçuk yıl ara vermiş, bu süre içinde sadece iki maç yapmış olduğundan, ’Asrın Maçı’na Joe Frazier ile çıkmış, hazırlıksız yakalandığı için profesyonel boks kariyerinde ilk defa yenilmişti. En kısa zamanda şampiyonluğu geri almak arzusuyla çıktığı ringte, Ken Norton’a sayı ile yenilmiş, bu arada çenesi kırılmıştı. Herkesin kendisinden ümidini kestiği anda, azimle çalışmış, rakiplerini arka arkaya yenerek unvanını korumayı başarmış, Ken Norton’ı da yenip rövanşı almıştı.
Şimdi de Joe Frazier ile unvan maçı için anlaşmıştı. Joe Frazier ile George Foreman’ın maçı kalmış, Frazier iki rauntta sürpriz bir şekilde nakavt olunca, Muhammed Ali önce Fraizer ile maç yapıp arkasından da Foreman’la maç ayarlamış, iki maçı da nakavtla kazanmıştı. Bu yolla hem kaybettiği unvanını almış hem de daha bitmediği göstermiş olacaktı. Bahisçilerde yediye bir favori iken, rakibini umulmadık bir taktikle, sekizinci rauntta nakavt etmiş, Floyd Patterson’dan sonra unvanını tekrar elde eden ikinci boksör olmuştu.
O, sadece bir boksör değildi. Bedensel gücüyle de güçlü kişiliğiyle de çok farklıydı. İslamiyet’i seçmek, "Benim onlarla sorunum yok." diyerek Vietnam Savaşı’na gitmemek gibi güzel şeyler yapmıştı.
Allah, dilediğini galip, dilediğini mağlup ediyordu. İstediğini geri bırakıyor, istediğini ileriye geçiriyordu. Onun da iyi niyetini ve emeğini boşa çıkarmamış, Mukaddim sıfatıyla tecelli ederek hak ettiği başarıyı kazanması için yardımcı olmuştu.
Onu seyretmek için gece yarıları yapılan özel sunumları izliyorduk. Saatlerimizi iki kırk beşe kuruyor, sahura kalkar gibi maça kalkıyorduk. Tüm İslam âlemi ona dua ediyordu mutlaka. o da o kadar dua alan insan nasıl olursa, öyleydi. Öyle güçlü, öyle güvenli, başarılı…
Maç bitene kadar heyecandan iki paket sigara içtiklerini söyleyenler vardı. Aslında bir kısmı da gösteriydi. Önce rakibinin etrafında dans ediyor, sonra şakalaşır gibi vurmaya başlıyor, buna: “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım!” diyordu. Her iki tarafın da taraftarları vardı ve üzerlerine bahis oynuyorlardı. Bir şeylerin planlandığı gerçekti. Uygulamada Muhammed Ali’nin Müslüman kişiliği oyunbozanlık ediyordu, muhakkak. Öyle söylentiler vardı. Ona güveniyor, hakkında hüsnüniyet besliyorduk.
Geçen yıl içinde olanlar da sıraya konmuştu. Olayların, İlahi bir akışı vardı. Hiçbir şey kendiliğinden olamazdı. Fiillerin gerçek sahibi vardı. O dilemeden olmayacağı gibi olmasını istediği zamandan ne bir saniye önce ne de bir saniye sonra gerçekleşebilirdi. Olayları sıraya koyan da O’ydu. O zaman, senaryosu yazılan bir eser sahneye konmuştu. Uzay Tiyatrosu’nda Evren oynamaktaydı. Dekor tastamamdı, oyuncular rollerinde son derece başarılı… Bizler, iyimizle kötümüzle, İlahi bir eseri mükemmel bir şekilde oynamaktaydık.
İşte bu yıl da bitmişti. Zaman ne kadar hızlı akıyordu! İnsan o akışa ne kadar masumca bakıyordu! Ders geçmek, sınıf geçmek, okul bitirmek… Bunlar bizim içindi. Allah, Mukaddim’di. Her şeyden önce olan, dilediğini öne alan, yaklaştıran uzaklaştıran, dünya ve ukbada derecelendiren, bazılarını diğerlerinden üstün kılan, istediğine maddi ve manevi nimetler verip yükselten, öne geçiren, ilerlemelerini sağlayandı. Bütün mahlûkatı O yaratmıştı, ancak seçtiklerini ileri almıştı. İnsanların, kendi niyet, gayret ve amelleriyle O’na lâyık olmaları neticesinde bazılarını dince bazılarını dünyaca derece derece yükseltmiş ve yükseltmekteydi.
Zalimlerin yaptıklarından habersiz değildi. Onlara vereceği cezayı, gözlerin dehşetle dışarı fırlayacağı güne ertelemekteydi. Mukaddim sıfatı, Allah’ın meşiyyet ve iradesiyle ilgiliydi. Hakîm olan O’ydu. Dilemeleri hikmet üzereydi.
İnsan vücudunda, başa öncelik verilmiş, kıymet ve rütbece diğer organların önüne geçirilmişti. Konuşma, koklama, görme, duyma, tat alma gibi pek çok iş başta gerçekleşmekteydi. Vücudun her yerini idare eden sinir sistemlerinin merkezi beyindeydi. Baş, diğer organlara takdim edilmiş, onlar geride kalmıştı.
Allah, insanın yeryüzüne halifesi olmasını istemişti ki bu da Mukaddim isminin bir tecellisiydi. Peygamberlerin rehber kılınmalarında da aynı isim tecelli etmişti.
Bizler de iç içe yarışlardaydık. Arka arkaya maçlara çıkıyorduk. Karşılaşmalarda irademizi doğru kullanarak, yapılmaması gereken şeyler konusunda gereken titizliği göstererek başkalarına takaddüm etmeye, onların önüne geçmeye çalışmalıydık. Bu konuda elimizden gelen her şeyi yapmalı, sonucu rıza ve tevekkül ile karşılamalıydık.
Arzu ettiğimiz yerlere gelmek, servet ve makam elde etmekle Mukaddim isminden feyiz almaya çalışmaktaydık. Başarılı olunca sevinmekte, aksi halde de kahrolmamaktaydık. Başarı, hak edenindi. Hak edebilmek için mutlaka çalışmak gerekmekteydi. Önemsememiş, gereken çabayı göstermemişsek, suç bizimdi. Elimizden geleni yapmış fakat yan etkenler nedeniyle başarısız duruma düşmüşsek, kabullenmekten başka yapacak bir şey yoktu.
Dışarıda Elvis Presley fırtınası olanca şiddetiyle esmekteydi, içeride Barış Manço, Tanju Okan, Cem Karaca gibi şarkıcılara Sezen Aksu ve Nilüfer gibi yenileri ekleniyordu. Öncekiler ayakta kalabilmek için kendilerini yenilemeye çalışırken yeniler tutunabilme amacıyla kendilerini gösterme ve sivrilme çabası içindeydiler.
Son iki yılın en önemli olayı, petrol kriziydi. Petrol fiyatları artmış, ekonomileri fena halde sarsmıştı. Opec, her gün kendinden söz ettirmekteydi.
Ne kadar aceleciydik! Bir şeylerin olmasını hemen arzulamaktaydık. Oysa her şey için zaman tayin edilmişti. Her şey için ecel… Bir şeylerin gerçekleşmesi için bir şeylerin saltanatının son bulması gerekmekteydi. Her şeyin bir bedeli vardı. Ödemeye hazır gibiydik. Ne kadar cesaretliydik! ‘Cahil cesareti’ derler ya… Üstüne üstüne yürüyorduk hayatın! Olanca hızımızla!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 339