- 562 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER(4)
33. İLK GÖZ AĞRISI
Artık üçüncü sınıfa gidiyorduk ; Eylül ayı idi. Okul açılalı iki hafta olmuştu. Öğretmenimiz H. Kaya,
- size iyi bir haberim var, dedi. Merak etmekle beraber, nedir diye kimse bir şey sormadı, yüzüne öylece bakıyorduk. Sonra kendisi devam etti.
-Habipler köyünü, kardeş köy, okulunu kardeş okul seçtik. Köyün öğretmenine mektup yazmıştım, O’ da kabul etti. Hepimiz, kızlar hariç, Cumartesi günü, erkenden yola çıkıp, oraya gideceğiz. Bildiğiniz gibi, her talebenin bir numarası var, numaranın karşılığı , orada hangi talebeye ait ise, onun arkadaşı olacak, Onun evinde bir gece misafir kalacak, ertesi günü, yani Pazar günü de geri döneceğiz ..
Öğretmen, , seçilen kardeş köyü göstermek için bizi okulun bahçesine çıkardı. Köy uzaktan görülüyordu. Komşu Keşanuz köyünün çukurluğu ve yemyeşil akan çayından sonra, arazinin yapısı, birdenbire yükseliyor, geniş bir plato halini alıyordu. Dolayısıyla, Keşanuz’a göre yüksek olan Habipler bizim köyün seviyesinde bulunuyordu. Bu sebeple de orası, bizim köyden görülebiliyordu. Öğretmen sözlerine devam ederek;
-Köy odasında, köyün ileri gelenleriyle konuştuk. Onlar kabul ettiler, ama, yine de her talebe, ailesine haber versin, yarın erkenden yola çıkacağız, ancak öğle namazından evvel oraya vasıl olabiliriz, dedi
Biz çocuklar bu habere çok sevinmiştik. Tanımadığımız bir köy görecek, tanımadığımız talebelerle tanışacaktık. Yine de öğretmene sormadan edememiştim”-Öğretmenim! Oradaki arkadaşlar da bizim köyü ziyaret edecekler mi? Kız arkadaşlarımız, bizimle neden gelmiyorlar? Öğretmen de cevabında şöyle demişti
-Kardeş köyün talebeleri, gelecek sene, nisan ayında , bizi ziyarete gelecekler; kız arkadaşlarınızı götürmüyoruz, çünkü, uzun yolu kat etmekte belki zorluk çekerler. Belki de bizim yürüyüşümüzü yavaşlatırlar. Bu konuyu, köy odasında konuştuk ve böyle bir karara vardık. Ama kardeş köy çocukları, mesafeyi göze alırlarsa, kızlı, erkekli gelebilirler.
Ertesi günü, erkenden, aşağı harmanlarda toplandık. Öğretmen önde, biz arkada, yola koyulduk. Yolun taşlı, topraklı olması ve mesafenin uzaklığı, büyük çocuklar için fazla problem yaratmıyordu; ama bizler, Keşanuz çayını geçip yol yokuşa vurunca yavaşlamaya başladık. Ayrıca küçük, küçük taşlar ayaklarımıza batıyordu. Kiminin ayağında çarık vardı; ben dahil, kimi de yanıl ayaktı. O mesafeye kadar fazla sorun çıkmamıştı.
Yol biraz genişleyince, öğretmen, bizi toplayıp sıraya sokuyor, hep bir ağızdan, marş söyletiyordu. “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan........” Biz marş söyleyerek yürürken, tarlalarda çalışan köylüler de, bize hayret ve biraz da merakla bakıyorlardı. Herhalde , ilk defa , böyle toplu yürüyüş görüyorlardı.
Bir kuyu başına gelince, bir ağacın gölgesine oturarak, mola verdik. Genellikle, köyler ve köylerle kasabalar arasında böyle kuyulara rastlanırdı. Bu kuyuları hayır sahipleri kazdırır, temmuz ve ağustos sıcağında, uzun mesafe kat eden ve susuzluktan yanan insanlar, bunlardan , buz gibi su içerek, hayır dua ederlerdi. Onlar için bu kuyular, büyük bir nimetti. Biz de buz gibi suyu içerek, hayır dua etmiştik.
Köye yaklaşırken, ezan sesini duymuştuk; köy odasının önüne vardığımızda, köy öğretmeni, köy çocukları ve bir kaç köylü bizi karşıladı. Öğretmenler, aralarında hoş - beşten sonra, bize öğle yemeği olarak, gözleme ve ayran ikram etmişlerdi. Bilahare, köyün dışında olan okula götürdüler. Okulun bahçesine, meyve ağaçları ve çiçekler dikmişlerdi. Bir kısmının üzerinde , hâla , çiçekler vardı. Okulları da bizimkinden büyük ve bakımlıydı. Merdivenlerden çıkarak, büyük bir sınıfa girdik. Sıralara , kardeş talebelerle , sıkışarak oturduk.
Köy öğretmeni, kara tahtanın önüne geçerek, bizlere.
--Sizleri, kardeş köyün çocukları olarak, aramızda görmekten sevinçliyiz, tekrar, hoş geldiniz diyorum. Şimdi numara sırasına göre, bizim çocukları, birer, birer buraya çağıracağım. Onlar kendilerini, sizlere tanıtacaklar, sonra, aynı numaraya sahip kardeş köyün çocuğu buraya gelecek, O da kendini tanıtacak, aynı numaraya sahip iki talebe, tanışma işi tamamlanıncaya kadar sınıfta kalacak, bilahare ev sahibi talebe, misafirine, köyümüzü tanıtacak ve evinde bu akşam misafir edecektir. Yarın da , yani Pazar günü, misafirleri, köyümüzden yolcu etmiş olacağız, dedi. Artık numaraları okuyup, talebeleri çağırmaya sıra gelmişti.
“Bir----, iki----, üç---, numaralar okunuyor, eşleşenler, gülerek el sıkışıyor, sıralarda , yanyana oturabilmek için boş yer arıyorlardı.
Öğretmen, “ beş numara “ diye seslenince, güzel bir kız ayağa kalkmasın mı! Ben de biraz heyecanlı, biraz utangaç, ayağa kalktım; Ona doğru yürüdüm, önce O elini uzattı, tokalaştık, ( Öğretmen tembih etmeseydi belki tokalaşma olmayacaktı) Kendimizi tanıttık ve sonra , bir sıra bulup, yan yana oturduk. Sanki, herkesin gözü, ikimizin üzerindeymiş gibi hissettim. Kızın da yüzü kızarmış gibiydi, ama benden daha rahat hareket ediyordu. İsmi, Halime idi. Üzerinde, renkli basmadan, bir entari vardı. Bizim köyün kıyafetlerinden farklıydı. Ayaklarında lastik pabuçlar, başında da renkli bir yemeni, baş örtüsü vardı. Baş örtüsünün altından, omuzlarına doğru, örgülü , sarı saçları uzanıyordu.
Okuldan çıkıp, yan yana yürürken, görebildiklerim, bunlardı. O , köyü hakkında bilgi veriyordu, ama ben etraftan ziyade kıza bakıyordum. Bir ara, kendimi toplayarak, acaba ben ne söylemeliyim diye düşündüm ve bir anda:
-Köyünüz, okulunuz güzelmiş, sen de güzelmişsin! deyiverdim ve hemen kızardığımı hissettim,. Yüzüne bakınca, Onun da kızardığını ve başını önüne eğdiğini gördüm.
-Haydi ! bize gidelim , diyerek, uzaktan evlerini gösterdi. Evin çatısı kiremitli idi. Anlaşılan, yeni tiplerdendi. Evin önüne geldiğimizde “ ana “ diye seslendi. Ses veren olmayınca, kapıyı iterek, açtı. “ Az bekle” diyerek, bir ibrik ve havlu ile geldi. “ayağını yıkayalım “ deyince; yalın ayak olduğumu hatırladım ve pis, topraklı ayakla ,içeriye girilmeyeceğini anlamış oldum. Ayağımı ve yüzümü yıkadıktan sonra biraz, ferahladım. İçeriye girip de anasını göremeyince.
-Galiba, anam su getirmeye gitmiş , dedi. Her köyde olduğu gibi, anlaşılan , bu köyde de su sorunu vardı. Evleri iki katlıydı, bir merdivenle ikinci kata çıkılıyordu. Konuşmuş olmak için,
-Bizim köyde, evlerin zemini , genellikle, hayvanlar için, ahır olarak ayrılır, sizinki nerede? Dedim. İlk defa gözlerimin içine bakarak,
-Bizim ahır , evimizin arkasında, ayrı bir bölmede, dedi. Bu defa, yemyeşil, iri gözleri olduğunu fark etmiştim. Burnu küçük ve düzgün, güzel yüzüyle uyumluydu; dudakları ince ve kiraz gibi kırmızıydı. Onu , kaçamak, tetkik ederken, kalbimden, sıcak bir şeylerin aktığını hissettim.
Bir müddet sonra, su dolu iki bakraçla, anası çıkageldi. Halime, cankurtaran gibi
“-Yardım edeyim ana “ diyerek, güğümleri, anasının elinden alırken,
-Bu oğlan, kardeş köyden, numara arkadaşım, bu gece bizde misafir kalacak, yarın da gidecekler, dedi. Gidip, anasının elini öptüm, tertemiz, beyaz bir örtü örtülmüş sedire oturmam için, bana yer gösterdiler.
Akşama doğru Halime’nin babası geldi. Durumu bildiği anlaşılıyordu, “hoş geldin” deyip oturduktan sonra , bana, köyümüz ve ailem hakkında sorgu, sual etti. Aslında , fazla konuşmaktan hoşlanmazdım. Ancak, sorulan suallere cevap veriyordum. Kendimi , biraz da acz içinde hissediyordum; Zengin bir ailenin yanında, fakir bir insan , başka nasıl hissedebilirdi ki?! Üstüm, başım, ayağım fakirliğin nişanesiydi.
Akşam yemeğinde, Tavuk, pirinç pilavı ve ayran vardı. Kendi bostanlarının mahsulü, karpuz da kesmişlerdi. Yemem için çok ısrar ediyorlardı, Ama heyecanım, fazla yememe mani olmuştu.
Yukarda, odalardan birine temiz bir yatak sermişlerdi. Duvarlardan birinde, Hazret -i Ali’nin kılıç tutan bir hayali resmini işlemişlerdi. Yattım, ama gözüme bir türlü uyku girmemişti. Halime’yi çok beğenmiştim ,fakat, beni düşündüren asıl mesele, nisan ayında, bizim köye geldiklerinde, kızı nasıl misafir edeceğimiz idi. Bu husus aklıma takılmıştı. Anama nasıl söyleyecektim, gerçi Yusuf Ağa, gösterişe düşkün ve misafirleri severdi ama bu durumu nasıl söyleyecektik ve nasıl karşılayacaktı? Halime’ye mahcup olmak ta vardı.
Ertesi günü, kardeş okulun çocukları bizi uğurlarken de , yol boyunca da aynı soru kafamda , tekrarlanıp duracaktı. Ayrıca, Halime’nin güzelliği de hiç gözümün önünden gitmeyecekti. Acaba bu, çocuk kalbime düşen, ilk kıvılcım, ilk aşk mıydı?
34. ATANIN ÖLÜMÜ
Artık kasım ayına girmiştik. Bir gün öğretmenimiz, sınıftan içeri girdiğinde, çok üzgün olduğu, her halinden belli oluyordu. Yerimize oturduktan sonra,
--Çocuklar ! Size kötü bir haberim var, Gazi Mustafa Kemal vefat etmiş, dedi. Bir anda sınıfa bomba düşmüş, hiç kimse kalmamış gibi sessizlik oldu. Sonra yine hepimiz birden ağlamaya başladık. Öğretmenimiz, Ondan sık, sık bahseder,” O olmasaydı, biz olmazdık” derdi. Yaptıklarını, teker, teker anlatırdı. Etem amcadan da Onun hakkında çok şeyler dinlemiştim.
büyük insanın, atamızın ruhunu şad etmek için , merasim yapmış, okul bayrağını, yarıya indirerek saygı duşunda bulunmuştuk. Ayrıca, öğretmenin teklifiyle, bütün köylünün iştirak ettiği bir merasim, pınarın önünde yapılmıştı. Bu yönüyle, aydın ve milliyetçi olan köylümüz, öğretmenimize, Onun hakkında bir konuşma yapmasını istemişlerdi. Konuşma esnasında, herkes gerçekten çok duygulanmış, göz yaşı sel gibi akmıştı. Ayrıca O büyük insanın ruhu için, köy camiinde mevlit okunmuştu
35 ERZİNCAN DEPREMİ
Bir yıla daha girmiştik. Devamlı kar yağıyordu. Bir gece tipi ve fırtına bütün civarı karla kaplamış ve bilhassa, okul yolunu bir adam boyu doldurmuştu. Değil çocuklara, büyüklere bile , geçit verecek gibi değildi. Okulumuz, köyün dışında, 200-300 mt. Uzağında, tenha bir yerdeydi. Öğretmenimizin çağrısı üzerine, kazmasını, küreğini kapan köylü koşup gelmiş, yarım saat içinde yolu açmışlardı. Okul ne de olsa , sıcaktı. Köylünün getirdiği odunlar sayesinde, sınıftaki soba devamlı yanıyor, soğuktan donan ayaklarımızı, sobanın etrafında ısıtma imkanı buluyorduk.
İşte böyle bir günde, Köy odasındaki radyodan, Erzincan depreminin acı feryadı duyulmuştu. Biz çocuklar dahil, bütün köylü, Türkiye’yle beraber, depremde ölen otuz beş bin kişi için ağlamış, Onların yasını tutmuştuk. Bu dondurucu kış günlerinde, evsiz , barksız kalan binlerce insanın acısını içimizde hissetmiştik. Sanki Atatürk’ün ölümü yetmiyormuş gibi, bu ikinci felaket de milletimizi derinden yaralamıştı Bu felaket üzerine bir ağıt bile yakılmıştı.” Erzincan duman oldu, halimiz yaman oldu.......” gibi . Bütün köylünün ağzından düşmemişti bu acıklı ağıt, Bunu devamlı dile getirerek, Felaketzedelerin duygularına ortak oluyorduk.
36 . KÜÇÜK ODUNCU
Üçüncü sınıfı bitirip diploma almıştık. Köyde, dört ve beşinci sınıflar okutulmuyordu. Eğitmen , tekrar, birinci sınıftan başlayarak, köy çocuklarını üçüncü sınıfın sonuna kadar okutmaya devam edecekti. Dört ve beşinci sınıfı okumak isteyenler Keşenuz’a, orta okulu okumak isteyenlerin ise Güdüle gitmesi gerekiyordu. Okumayı çok sevdiğim halde, böyle bir istekte bulunmam mümkün değildi. Nede olsa durumumu biliyordum. Biraz idrak sahibiydim. Badema, karnımı doyurabilmem için, işe yaramam gerektiğinin de idrakindeydim. Halamın sözleri hala kulağımdaydı .. Mektup hadisesinden sonra, anam ,beni Onlardan alıp götürürken, halam arkasından şöyle seslenmişti.
- Artık, Yusuf işe yarar hale geldi. Nadire gibi, Onu da köle gibi çalıştıracaksınız., Daha önce aklınız neredeydi”?
Okul devrelerin de bile, anam bana iş gördürürdü.
--Yediğin ekmeği hak etmelisin, derdi. Kış mevsiminde, hayvanlara yem ve su verme, tımar etme, ahır temizliği gibi işler bir yana, ( Nadire ve Yusuf Ağanın kızı Emine olmasına rağmen) bazen ev temizliğini bile bana yaptırırdı. Bu sebeple, bazen, Nadire’ye kızar, benden iri ve güçlü olmasına rağmen, en zayıf yerini bildiğimden, saçlarından tuttuğum gibi yere çalardım.
Artık, okul bittiğine göre, daha çok çalışmam gerekecekti. En zorlu işlerden biri de , kışlık yakacak odun getirmekti. Odunları eşekle taşıyacaktım, ama, kaç eşek yükü? Ne kadar getirebilirsen, o kadar makbul idi. Kestiğim odunları eşekle taşıdığım için, galiba şükretmeliydim. Bazıları-, ebemin yanındayken, benim yaptığım gibi, - odunları sırtında taşıyordu.
Odun kesip taşıyacağımız yerler, köye pek yakın değildi. Bazen, köyden iki- üç km. uzağa, çatağa kadar gitmemiz gerekiyordu. Dere boyunca, arazi, dolayısıyla, yol düzdü. Çatağa gelirken sağ ve solda, ve buradan sonra da dağlar yükseliyordu. Meşe odunu kesmek için köye yakın dağlar daha uygundu,; çamlar ise, kesile , kesile daha uzaklarda kalmış, bu sebeple Kızık Yaylasına, veya Büyük ve Küçük yaylaya kadar gitmek mecburiyetinde kalıyorduk. Genellikle, anlaşarak, konuşarak, iki veya daha çok kişinin katıldığı gruplar oluşturarak odun kesmeye giderdik. Grubun içinde , en küçüklerinden biriydim. Benim katılmam, zorunluluktandı. çalışırsam ekmek vardı; aksi takdirde azar işitmem ihtimali mevcuttu. Biraz onur sahibi olduğum için, kendime söz söyletmek istemezdim.
Kışlık odun olarak kesip getirdiklerim, daha ziyade, yaş ve kuru çam, çalı, çırpı dediğimiz, toplama odun ve en makbulü de meşe idi. Çamı, cinsine ve kalınlığına göre, keserken zorlanıyordum. Bazen çam sert, bazen de balta körlenmiş oluyordu. Çamı kesip devirmekle iş bitmiyordu. Onu dal ve budaklarını keserek ayırmak, sonra da , gövdesini, eşeğe yüklenecek uzunlukta, parçalara bölmek gerekiyordu. Tabii, sık, sık yorulup mola veriyordum. Aynı zamanda işe başladığımız büyükler, çabucak, işlerini bitirmiş oluyorlardı. Kestiğimiz çamdan, bir eşek yükü odun edince, geri kalanı başka bir zaman istifade etmek düşüncesiyle, orada bırakıyorduk, Tabii, başkası onları bulup istifade etmemişse.
Odunu hazırladıktan sonra eşeğe yüklemek de benim için büyük sorundu. Bazen, acz içinde kalıyordum, Eğer , benden büyüklerden biri yardım etmezse, bu iş bir saatimi alıyordu, ve hırsımdan, ağladığım olurdu. Bu durumda, genellikle eşeğe kızardım, yerinde durmuyor diye.
Aslında, eşeğe odun yüklemek, benim gibi boyu.- Bosu olmayanlar için, kolay bir iş değildi. Her şeyden önce, yükü ,sağlı, sollu dengeli ayırmak gerekiyordu. Ayrılan yükün arasına eşek çekilecekti.; asgari, iki tane, eşeğin yüksekliğinde, çatallı odun veya sopa gerekliydi. İki ucu eşeğin semerine bağlı urganın, diğer uçları , sopanın çatallı yerinden geçmek suretiyle, tekrar semerin gancasına bağlanacak şekilde ayarlanmalı, insanın iki kolu göğsü önünde kıvrılmış odun taşırmış gibi, odunlar urganın üstüne istif edilmeliydi. Urganın üzerine yüklenen odunlara sopa payandalık yaparken, aynı şekilde yükleme işi, eşeğin öbür tarafında da devam ettirilmeliydi. Sonunda , çatallı sopalar, yüklerin altından çekilerek, yük eşeğin semerine , dolayısıyla, eşeğe yüklenmiş olmalıydı. Ancak, bu işlemleri yaparken, eşek yerinde durmalıydı. Durmaz, hareket ederse, işte o zaman cinler başıma üşüşüyordu. Böyle durumlarda, bazen dizimi, bazen de eşeği dövüyordum. Çoğu zaman da benden büyüklerden yardım itiyordum. Huylu Osman, bana en çok yardım edenlerdendi, Ben de genellikle, Onun gittiği yere gider, peşini bırakmazdım. Bazen, Onunla yiyeceklerimizi bile paylaşırdık. Azığımız da , genellikle, zeytin, ekmek, yeşil soğan, sonbaharda ise taze cevizdi. Nadiren de olsa , anam, ekmeğime tereyağı sürüverirdi. Hele Onun yaptığı şahane cevizli sucuk da varsa, O gün bayram ederdik. Odun etmeyi tamamladıktan sonra, bir kuyu başında, bir çamın gölgesinde, azığımızı yiyerek yorgunluk çıkarırdık. Huylu Osma’nın sesi çok güzeldi, bu arada bir türkü tutturur, dağlar inlerdi. Ben de zevkle dinlerdim.
Yük taşıyan eşek ve katırlar için, semer de çok önemliydi. Eğer kaliteli semer olmazsa, hayvanların sırtını vurur, yara açardı. Bu da hayvanlara çok ıstırap verirdi. Kötü semerin açtığı yaralar, iyi bakılmaz, tedavi edilmezse, uzun müddet hayvandan istifade edilmezdi. Bu sebeple, Güdül’de bu işin ustaları vardı. Gerçekten semercilik maharet isteyen bir işti. Sorgun’daki en yaşlı teyzemin kocası da semerciydi ve Yusuf Ağa, genellikle, semeri Ona yaptırırdı. Bu sebeple sorun çıkmaz, hayvan yük taşırken, biz de semer üstünde rahat ederdik.
Her zaman çam ağacı kesmiyorduk,; meşe en çok tercih edilen odundu. Üstelik, çam keserken, bir de korucu tehlikesi vardı. Meşe, ocakta veya sobada, daha uzun zaman dayanır, hem daha iyi kor dökerdi. Meşe koru çok dayanır, ateşini uzun süre muhafaza ettiği için, mangallara alınır, sobası olmayan odaları ısıtmakta kullanılırdı. Hani derler ya! “ Odunun iyisi meşe, kadının iyisi Ayşe “
Meşenin de iki türü vardı. Biri kara meşe , diğeri ak meşe; ak meşenin kabukları pürüzsüz ve daha az dayanıklı, kara meşenin kabukları pütürlü ve daha çok dayanıklıydı. İşte benim sorunum da , bu kara meşeden kaynaklanıyordu.
İlk baharla birlikte, avuçlarımın derileri, kısım, kısım soyulurdu. Bu durum son bahara kadar devam ederdi. Bu süre zarfında , elimin içi, bir çocuğun eli gibi, ince derili ve hassas olurdu. Çare olur diye, Ayşe halamlarda kalırken, Onlarla birlikte, Beypazarı yakınlarındaki içmelere gitmiştim. Fakat içmeceler, Onları bilmem ama, bana çare olmamıştı. ( Bu durum uzun yıllar devam edecek, azalan stres ve dengeli beslenme neticesinde sona erecekti.)
İşte ellerimin yaz boyu süren, hassaslığı sebebiyle, diğerlerinden ziyade, kara meşe odununu ederken, keserken bana dayanılmaz acılar veriyordu. Her odun etmeye gidişte, ellerimin derileri çizilir kan içinde kalırdı. Kanayan ellerim, uzun süre sızım, sızım sızlar, acısı içime çökerdi. Çoğu vakit dayanamaz ağlardım. İşte böyle zamanlarda, kaderime, hayatıma küfürler ve isyan ederdim. Buralarda durmayacağıma dair, yemin eder, kendi, kendime söz verirdim. Bu durum, bana eşeğe odun yüklemekten daha zor ve ıstıraplı gelirdi. Ama öyle veya böyle , bu işleri yapmak mecburiyeti vardı. (Bu duygularımı, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dizelerle dile getirecektim.)”
ÇOCUKLUK ANISI
“Yetim ve öksüzdüm, hem anadan, hem de babadan
“Çocukluğu yaşamadım, öyle kötü havadan.
“Belli bir acım var ki, kalbi kanatan,
“Sana sığınmıştım, ey Yüce YARADAN.
“Ne çocukluğu yaşadım, ne sevgi tattım;
“Ne baba tanıdım, ne ana kucağında yattım;
“Dağdan odun toplar iken , ellerimi kanattım;
“Kendimi gurbete, çok küçük yaşta attım”
“Karda, kışta, çırılçıplak ayakla,,;
“Dağ gittim, zorbalıkla, dayakla,
“Çalış, didin, para kazan, ne hakla?
“Acı günleri unutma, kabus gibi sayıkla!
37..ŞEYTAN İŞİ
Ağustos sonuydu. Harmanlar kalkmış, diğer işler mey anında, un öğütme gereği duyulmuştu. Keşenuz’un değirmeninde sıra bulmak mümkün değildi. Dolayısıyla, buğday çuvallarını eşeklere yükledik, grup halinde, 15- 20 km. uzaktaki değirmene gitmek için yola koyulduk. Grupta , İbrahim Agam da vardı.. Daha doğrusu, O gidiyor diye, beni de buğday yüklü eşekle Ona emanet etmişlerdi.
Küçük bir kervan olarak, değirmene geç vakitte ulaştık. Değirmenci, uzaktan gelen bizleri, misafirperverlikle karşıladı; akşam yemeği olarak, bize, çaydan tuttuğu, sazan balıklarıyla, bulgur pilavı ikram etti. Bense balığı pek sevememiş, pilavı tercih etmiştim.
Burada da sıra vardı; bizden önce gelenler, buğdaylarını öğütüyorlardı. Bizim için sıramız gelinceye kadar , yapılacak bir iş yoktu . Çay kenarında, söğüt dallarının altına uzanıp, çayın şırıltısını dinleyerek, konuşarak vakit doldurmaya çalışıyorduk. Değirmen bir vadi içinde olduğundan, güneş çabuk gözden kaybolmuştu. Hava karardığı için, kör kandilin aydınlattığı, değirmene girmiştik. Loşluk ve değirmenin, çalışırken çıkardığı monoton ses, insanın hemen uykusunu getiriyordu. Herkese, un öğütenler hariç, bir rehavet çökmüş, bir tarafa kıvrılıp uykuya dalmıştı.
İşte böyle bir gecede, ilk defa beni şeytan aldatmıştı. Sabahleyin farkına vardım bu işin; İbrahim Agam bu konuda beni uyarmıştı. Böyle durumlarda, bütün vücudumun yıkanması gerektiğini, aksi takdirde, günaha gireceğimi belirtmişti. İyi ki, yanımızda çay akıp duruyordu; kimseye görünmeden, uzaklaştım ve kendimi çayın serin sularına bırakıverdim ( N e yazık ki, melun şeytan, hayatım boyunca, zaman, zaman bana bu oyunu oynayacaktı.)
38. KÜÇÜK ÇOBAN
Bir gün, Yusuf Ağa, Çobana yardımcı olayım diye, beni Kızık Yaylasına gönderdi. Çobanların bir çoğu, başka , başka yöre ve köylerden tutulurdu. Tabii, bizim köyden olanlar da vardı. Mesela, Hanife ablamın kocası çobanlık yapıyordu. Bizim çobanın yardımcısı da, bir müddet için köyüne gitmiş, O gelinciye kadar da benim çobana yardım etmem isteniyordu. Zaten çobanların ekmekleri iki, üç günde bir köyden giderdi. Bunu, ya ben götürürdüm, veya dağa oduna giden birisiyle gönderilirdi.
Keçiler kış mevsimini ağılda geçirirler, çoban onları otla veya çamları keserek - (ki biz buna PÜR derdik,)- beslerlerdi. Yerler karlı da olsa, hava biraz güneşli ise, ağıldan dışarı çıkarılırlar. Bilhassa meşelerin yapraklarıyla karınlarını doyururlardı. Yaz gelince yüksek yaylalara götürülürler, artık bir mevsim oralarda otlarlardı. Gündüzün sıcağında pek otlamadıkları için, bazen mehtaplı gecelerde bile, otlamaları için kıra salıverilirlerdi. Böyle gecelerde, çoban ile, çoban köpeklerine büyük görev düşerdi. Keçiler, oğlaklar, kurtlara yem olabilirlerdi. Başlarına herhangi bir kaza da gelebilirdi.
Haftada bir gün tuzlanmaları gerekiyordu, Tuz , onların beslenmesi için gerekli bir şeydi. Geniş bir sahada, yassı kayaların üzerine tuz serpilir, keçiler koşa, koşa gelir, büyük bir iştahla tuzları yalarlardı. Bu defa susayan sürü, Büyük yayladaki göle doğru yönelir, oraya ulaşınca , kana, kana su içerlerdi. Artık, sıcakta, çamların altına uzanıp, geviş getirme zamanlarıydı. İşte çobanların en rahat zamanları buydu. Gece sürüyü korumak için gözlerini kırpmayan çobanlar, artık çamların gölgesine uzanarak, rahat, rahat uyuyabilirlerdi.
Keçiler çok sevimli hayvanlardı. Uzun tüyleri pırıl, pırıl parlardı. İlk bahar gelince tiftiklerinin kırpılması gerekiyordu. O zamanını zaten belli ederdi, Sair zamanlar hiç bir şey olmazken, bu mevsimde keçiler çalılara sürtündüğünde, tiftikleri , çalılarda kalır, mal sahibi için kayıp olurdu. Bu sebeple zamanında kırpılması, hem de ehil kimseler tarafından kırpılması tercih edilirdi. Böylece, sürü sahipleri, zayiatsız ve temiz kırpılan tiftiklerden daha fazla gelir elde ederlerdi. Keçiler kırpıldıkları zaman çırıl çıplak kalırlardı. Bazen de havalar anormal soğuk yaptığında üşüyüp, büzüşürlerdi. Bazıları şeytan gibi en olmadık yerlere tırmanırlardı, Öyle sarp yerlerde dolaşmaya alışkın olduğum halde, ben bile, onlara ulaşmakta zorluk çekerdim. Bazen de inatları tutar, bizi çileden çıkarırlardı. Marttan itibaren keçiler yavrulamaya başlar, bu çobanlar için bir sorun olduğu kadar, bir bayram sevinci de yaratırdı. Biraz büyüyünce, oğlakları, öyle sevimli ve cana yakın olurdu ki, tutup sevmeden edemezdik, Bu sırada anaları da civarımızdan ayrılmaz, garip, garip melerdi. Yavruyu bıraktığımızda, hoplaya zıplaya, anasına koşardı.
Üç tane çoban köpeğimiz vardı. Görevleri, sürüyü kurtlardan korumaktı. Boyunlarında demir dikenli tasma bulunurdu, Köpeklerin , kurtlara karşı en zayıf yerleri boyunları olduğundan, bu demir tasmalar , kurtlara karşı, köpekleri koruyucu olurdu. Çoban köpeklerine çok değer verilirdi. Beslenmeleri için , icabında keçi bile feda edilir, kesilebilirdi. Tabii, keçiler seçilirken, zayıf düşmüşler, hastalıklılar, kaza ile yaralananlar tercih edilirdi. Hastalıklı olmadığı takdirde, çobanlar, kendilerine de pay ayırırlardı. Taze koparılmış kekikle , eti ateşte közleyince tadına doyum olmazdı. Tiftik keçisinin eti, koyun etinden daha lezzetli olurdu. Artan etleri çoban, kavurma yapar, çam ağaçlarına asarak muhafaza ederlerdi., En sıcak günlerde bile çamlar rüzgar yapar, o esintiyle kavurma soğuk havadaymış gibi haftalarca saklanabilirdi.
Tavşan, keklik, yaban kazı, yaban tavuğu, çobanların başlıca avlarındandı. Hatta, keklik yumurtasından bile istifade ederlerdi. Ama ben kekliklerin avlanmasını hiç istemezdim. Görünüşleri o kadar güzel ve zarif, sesleri o kadar nağmeli ve yanıktı ki ! Onların sekerek yürüyüşüne, çıkardıkları seslerin gevrekliğine bayılırdım. Uzaktan, onları rahatsız etmeden , dakikalarca gözlerdim
Keçi sütü ise çobanların vazgeçilmez gıdalarındandı, sık, sık sütlaç yaparlardı. Ama bu şekersiz yapılan bir sütlaçtı. Ayrıca köyden de , bulgur, tarhana gibi gıdalar da gönderilirdi. Yanlarında kap, kaçak bulunur, bunları pişirmek fazla sorun olmazdı.
Gece uyurken veya yağmur yağdığında kepeneğe bürünürdük , hem yağmurdan, hem de soğuktan korunurduk. Yıldızlı gecelerde ise, en büyük zevkim, sırt üstü , kepenek üzerine uzanıp, gökyüzünü seyretmek olurdu. Böyle gecelerde kendimi, masal diyarlarına gitmiş farz eder, çeşit, çeşit tahayyüller içinde dalar giderdim. İşte böylece, çoban yardımcılığım devam ediyordu ki, bir sabah, kepeneğin içinden çıktığımda, boynumu, bir taraftan, diğer tarafa döndüremediğimi fark ettim. Çoban hasan ağabeye seslendim.
- Hasan ağabey! Gel bak , hele! Boynumu, bir taraftan diğer tarafa çeviremiyorum, sağ tarafıma doğru eğilmiş kalmış , dedim. HASAN ağabey geldi, baktı, elledi, külledi, değişen bir şey olmadı.
- Biraz bekleyelim, belki geçer, dedi. Öğleye doğru da
-Haydi, sen köye git; belki cin çarpmış olabilir, okutur, üfletirsin, dedi. Boynumda bir katılık hissediyordum, dolayısıyla , ben de endişelenmiştim. Yavaş, yavaş, yürüyerek, köye vasıl oldum. Anam beni görünce:
--Niye geldin oğlum, amcan duyarsa kızar, iyi ki köyde değil, hemen geri dön! dedi. Durumumu anlatınca da ,Beni, Geredeli hocaya gönderdi, seni bi okuyuversin, belki cin çarpmıştır. Namaz sonrası , Geredeli hocayı bulup, boynumu gösterdim.
-Seni cin çarpmış, şimdi okurum, geçer, diyerek okumaya başladı. Üstelik bir de tükürüğünü yüzümde hissetmiştim. Ama değişen bir şey yoktu. Bir iki gün geçince üzüntüm artmaya başladı, Sadullah’ın boynu da böyle eğri idi, ya Onun gibi, boynum eğri kalırsa diye endişe ediyordum. Bir hafta -on gün köyde böyle dolaştım, Yusuf Ağa beni böyle görmüş, insafa gelerek, tekrar, çobanlığa göndermemişti. Daha sonra, boynum kendiliğinden geçmiş, buna çok sevinmiştim. Demek ki bu hal soğuk gecelerin ve tabiatın bana bir azizliği idi.
39. VAHŞİ ATIN ÖYKÜSÜ
Bir pazartesi günü (Güdülün pazarı) ,Yusuf Ağa, eşeğin sırtında, yedeğinde , kuzgunî bir at ile çıkageldi. Köy odası önünde oturanlar,
- Hayrola, Yusuf ağa, bu atı yeni mi aldın, diye soru yağmuruna tuttular. Yusuf ağa da
- Evet yeni aldım, daha doğrusu, değiş, tokuş ettik; birisinden tiftik parasından dolayı alacağım vardı, onun yerine atı almak mecburiyetinde kaldım, diye cevaplandırdı. Sonra da bana dönerek:
-Haydi! Şunu al, önce , şöyle bir dolaştır, teri soğusun, sonra da su içirip, ahıra götür ve yemini ver,” diye talimat verdi.
At, kuzgunî siyahtı, tüyleri parlak ve kısa idi. Kapara gözleri biraz da vahşi bakıyordu. Yelesi bol ve uzundu; ayak bilekleri incecikti. Hantal değil, bakımlıydı; bacakları, benim boyumdan uzundu. Başım, karnının hizasına ancak geliyordu. Başı ise dik ve yükseklerdeydi. Atı bu görünüşüyle , çok sevdim, ama ya huysuzluk yaparsa diye korkuyordum. Hayvana, pınarın yalağından su içirirken, Yusuf ağanın konuşmasını duyuyordum.
-Hayvan, daha bir buçuk- iki yaşında, biraz huysuzluk yapıyor, halen kimseyi sırtına bindirmiyor.
Atı ahıra götürdüm, yularından, direğe bağladım, Yem torbasına, biraz saman, biraz da arpa koydum, boyum yetişmediği için, ayağımın altına bir şeyler koyarak torbayı, başından , zorlukla geçirdim.
Artık görevim, onu yemlemek, sulamak, kaşağı ile tımar etmek ve bacakları açılsın diye, her gün on beş yirmi dakika dolaştırmaktı.
Aradan bir aya yakın zaman geçmişti. Yusuf ağa, anam’a ”Yarın Cuma, erkenden çıkıp Uruş pazarına gideceğiz, Köyden bir kaç kişi daha var, Onlar da bizimle gidecekler, atı orada satmayı düşünüyorum, Yusuf da benimle gelecek”diyor, anam da mecburen kabul ediyordu. Ve bize yolda yememiz için erzak çıkını hazırlıyordu.
Ertesi günü, erkenden, küçük bir kafile olarak yola koyulmuştuk. Yusuf ağa eşek sırtında, bense, at yedeğimde olmak üzere yaya olarak gidiyorduk. Neyse ki bir kuyu başında mola verdik de dinlenme imkanı bulabilmiştim.
Uruş’u ilk defa görüyordum. Dağların arasında, boz bir görünüşü vardı. Gece bir handa kalmıştık, Cuma günü ise, hayvan pazarını boyladık. Pazar toz, toprak içinde, düz, ağaçsız bir arazide kurulmuştu. Gürültü, şamata, kulakları rahatsız ediyordu. Bizim ata , pek çok alıcı çıkmıştı, alıcılar atı çok beğenmişlerdi, ancak, şöyle bir ata binerek , denemek istiyorlardı. Daha binme teşebbüsünde bulunur, bulunmaz, at, durumu anlıyor, huysuzlaşıyor, arka ayakları üstünde , şaha kalkıyordu. Hiç bir alıcı ata binmeye muvaffak olamamıştı , dolayısıyla, at da satılmamıştı. Bu duruma, amcamın canı pek sıkılmıştı.
Ertesi günü, köye doğru yola çıktık. Yürümekten yorgun düşmüştüm. Yolun yarısında, kesin bir kararla:
-Amca! Ata binmeyi bir de ben denemek istiyorum! Ne dersin? diye sordum.
-Hayır oğlum, düşer, bir tarafını kırarsın, pazarda gördün, kimseyi bindirmedi Seni de bindirmeyecektir. Bu esnada, köylülerden biri, söze karışarak
- Ağa, bırak, çocuk bir kere denesin, baksana, Onun yanında kuzu, kuzu gidiyor deyince, Bu defa amcam razı oluverdi.
Atı büyük bir kayanın önüne çektim. Kayanın üstüne çıktım, at kulaklarını dikmiş, bana bakıyordu, başını okşadım, gemini, başının üzerinden geçirdim ve yavaşçacık, sırtına kayıverdim. Hiç huysuzluk yapmamış, hatta kımıldamamıştı. Anlaşılan beni kabul etmişti. Yüzümde büyük bir sevinçle, zafer kazanmış bir kahraman edasıyla, amcama, ve diğerlerine bakmıştım. Onlar da hayretle bana bakıyorlardı. Pınarın önüne kadar , atın sırtında , gururla gitmiştim.
Yusuf ağa ve köylülerin, bu konudaki yorumu, mantıklı ve akla uygundu. Hayvanı , bunca zaman, ben beslemiş, tımar etmiş, her şeyi ile severek meşgul olmuştum. O da , karşılığını, böylece, veriyordu.
Yusuf ağa, bir kere aklına koymuştu; atı satacaktı. Zaten mesleği, alıp satmaktı. Osman çavuş da, amcam gibi alır satardı ama, daha ziyade katır üzerine iş yapardı. Bizim öğretmenin ve arkadaşım Ömer’in babasıydı. Elindeki genç katırları satmak için Gerede’ye gidecekti. Bunu duyan Yusuf ağa, kararını vermişti; biz de onunla gidecektik. Beni de götürecekti; çünkü, at hala, kimseyi sırtına bindirmiyordu . Ama satın almak isteyenler, atın sırtında beni görürlerse, binip de deneyelim demeyeceklerdi. Bu Yusuf ağanın kurnazlığı idi. Doğrusu O, tam bir at cambazıydı.
Ertesi hafta , kervanla, Gerede’ye doğru yola koyulduk Bu sefer yaya değil, zaman, zaman at sırtındaydım. Devamlı değil, çünkü, atın fazla yorulmasını istemiyorduk ..İçimde onun satılması endişesi olmakla beraber, sırtında olmak bana zevk veriyordu.” İnşallah satılmaz “diye içimden dua ediyordum.
Yolumuz, Sorgundan geçiyordu. Burası bir yayla köyü idi. Etrafı yemyeşil ormanlarla çevrili, düz yaylada kurulmuş, çimenlikler içindeydi. Evler, tek katlı ve seyrekti, Tamamen ağaçtan, hatta duvarları, fazla işlem görmemiş ağaçtan yapılmıştı. Sulak olmasına rağmen, sık, sık kuyular açılmıştı. Bu kuyulardan su içenlerin , yemek yedikten bir saat sonra tekrar acıktıkları söyleniyordu. Buranın suyu o kadar soğuk ve faydalıydı.
Ayrıca, burada, bir şey daha dikkatimi çekmişti. Bizim köyden, gelip- geçerken, erkeklerinin, bizimkilerden daha iri olduklarını görüyordum. V e yayla- orman insanları böyle olurmuş zahir diyordum. Ama bu defa, öküzlerinin de, bizim hayvanlardan iri olduklarını görünce, Osman çavuşa sormadan edemedim. Aldığım cevap karşısında biraz mahcup olmuştum. Meğer , gördüklerim öküz değil, çömüş ( manda ) imiş. Bunları ilk defa görüyordum. Bunların farklı olduğunu anlamalıydım. Çünkü, kimi kağnı ile ot taşıyor, kimi de, bilhassa boşta gezenler, bataklık gibi yerlerde, çamur içinde bulunuyorlardı.
Sorgun’u geçtikten sonra, yol hep ormanlar içinde devam ediyordu. Bu kadar sık ormana ilk defa rastlıyordum. Geçtiğimiz patika boyunca, güneşin huzmeleri, bize, zorlukla ulaşıyordu . Güneşin bu kadar aydınlığı da olmasa, gecenin karanlığında yürüyor gibi olacaktık. Rüzgar estikçe, çam ağaçlarının kokusu, burnumuzdan, ciğerlerimize doluyordu. Bu çam kokulu taze hava, bize, büyük bir inşirah vermekteydi. Hele ulu çam ağaçlarının rüzgarda çıkardığı uğultu, sükunet içinden süzülüp gelen bir çağlayan gibi, kulaklarımızı okşuyordu.
Osman Çavuş, bu yolları, çok iyi biliyordu; hatta, katır satmak için, bu tarikle, İzmit’e bile gitmişti. Orada bulunan amcasından ve amcazadesinden, Onun iyi bir mevkide bulunuşundan, amca oğlunun, benim öz be öz, halamın çocuğu olduğundan bahsediyordu. Ama o zaman bu sözler , benim bir kulağımdan girip, öbüründen çıkmıştı. Çünkü, aklımda hep, beni sırtında taşıyan o güzel at vardı.
Gün boyu yol aldıktan sonra, Osman Çavuş;
-Burada konaklayacağız, geceyi burada geçireceğiz , dedi. Yaz olmasına rağmen, güneş battıktan sonra, orman bir hayli soğuk oluyordu. Osman Çavuş tedbirli gelmişti, azıklarımızı yedikten sonra, kepeneğini çıkardı, içine girip yattı. Benim ise üste yok, başta yoktu; dişlerim keman çala , çala uyumaya çalışmıştım.
Ertesi günü, Gerede’yi uzaktan gördük. Artık orman seyrekleşmişti,. Gerede, Güdül’den büyük gözüküyordu; etrafı yeşillik, çayırlık, çimenlikti. Evleri ise genellikle ağaçtan yapılmıştı.
Doğruca, hayvan pazarına gittik; Bizim atı görenler, dönüp, dönüp bakıyor” Maşallah” diyorlardı. Pazarda, hemen iki alıcı çıkmıştı; Amcam ata binmemi işaret etti, bana yardım ederek atın üstüne binmemi sağladı. Birinci alıcı ile, pazarlıkta anlaşamamışlardı. İkincisi, kasketli, çizmeli, bıyıklı, yağız bir adamdı. İstenilen fiyat verilince, eller tutuştu, sallandı, sallandı. “Hayırlı olsun “ sözleriyle, pazarlık noktalanmıştı. Alıcı, atı yedeğine alıp götürmüş, benim küçük yüreğim ise, onlarla beraber gitmişti. At ile alıcı gözden kayboluncaya kadar, gözlerim, hüzünle, arkalarından takip etmişti. ( Dönüş yolculuğu, hafızamda hiç yer etmeyecek, fakat, o kuzgunî, güzel hayvanı, hayat boyu, hep hatırlayacaktım. Hele espri olarak .” Sen her şeyi biliyorsun! Allah bilir, Gerede zindanını da biliyorsundur” sözlerine karşı,
“-Evet, Gerede’ye gittim, ve Gerede zindanlarını da biliyorum” derken, O güzel at ve öyküsü, hep hatırıma gelecekti )
40.GARİP BİR CASUS
Köy odasında bir radyo vardı, Ne zaman ve kimin tarafından temin edildiği hakkında, muhtelif rivayetler dolaşırdı. Haber saatleri gelince, köylü, bilhassa, büyükler, odaya dolar, kulak kesilirlerdi. En büyük merakları haber dinlemek, ondan sonra, o haberler üzerinde , kendilerine göre yorumlarda bulunmaktı. Almanlar, komşusu, Polonya’ya, saldırmış, ikinci cihan harbi patlak vermişti. Almanların, bazı memleketleri, kolaylıkla işgal etmesi, Türk insanını da endişeye sürüklemişti. Acaba, bizim için, Türkiye için bir tehlike var mıydı? ATATÜRK öldüğüne göre, İnönü ne yapacak, nasıl davranacaktı? Türkiye’yi harbe sokmayacak bir çare bulunabilecek miydi? Artık, köy odasında, bütün konuşmalar, yorumlar, bu konu üzerinde yapılıyordu.
Bir gün, Yusuf Kaya ile, Kel Şevket, önlerinde, garip kıyafetli, bir yabancı ile, dağ yolundan, pınar önüne, çıkıp geldiler.
—Bu bir casus! Casus yakaladık, diyorlardı. Genç adam, yabancı dilde konuşuyor, eliyle, gökyüzünü işaret ediyor, bazı hareketler yapıyor , fakat, hiç bir şey anlaşılmıyordu. 20-25 yaşlarında görünüyordu; üzerinde, boz renkli, tuluma benzer, bir giysi bulunuyordu. Giysisi toz toprak içinde, yüzünde çizikler, giysisi nin kol ve bacaklarında yırtıklar görülüyordu.
Yusuf Ağa, muhtar olarak, manyetolu telefonun başına geçti. Güdül’e, jandarmaya telefon etme gayretine düşmüştü. Zorlukla, telefonun ucundakine, meram anlatabilmişti. Sonra , köylüye dönerek,
—İki jandarma gönderecekler, Onlar gelinceye kadar, yabancıyı gözden uzak tutmayalım. Belki karnı açtır, bir şeyler, ikram edelim, dedi,. Sonra, bana dönerek,
—Git anana söyle, yiyecek bir şeyler hazırlasın, ekmek, üzüm, ayran, gözleme, ne varsa getir, diye buyruk etti.
Genç adamın aç olduğu belli idi; O ikram edilenleri yerken, köylüler de merakla bakıyorlardı. Bir yandan da konuşmaya, yorumda bulunmaya devam ediyorlardı. Kimine göre Alaman, kimine göre İngiliz, kimine göre ise Rus casusuydu. Böyle konuşmalar uzayıp giderken, İki silahlı jandarma, çıkageldi. Birisinin kolunda kırmızı bir işaret vardı. Yusuf ağa Ona, onbaşım diye hitap ediyordu. Yabancıyı, jandarmaya teslim eden muhtar, rahatlamış görünüyordu. Jandarmalar, casusu , önlerine katıp götürmüşler, biz çocuklar da Onların arkasından, harmanlara , hatta, gözden uzaklaşıncaya kadar takip etmiştik ..
Bu konu, günlerce, köy odasında konuşulmuş, durmuştu. Netice, Ankara’dan Güdül’e, Güdül’den de köye ulaşmıştı. Meğer casus dediğimiz, Alman pilotuydu. Romanya’dan havalanmış, Rusya’nın, Karadeniz’deki tesislerini keşif maksadıyla görevlendirilmişti. Dönüşte, yolunu şaşırmış, saatlerce havada dolaştığı için yakıtı bitmişti. Pilot’da uçağı terk edip, atlamaya mecbur kalmıştı. Uçağın enkazı konusunda ise, yakıtı bittiği için yanmadığı, parçalanıp orman içine dağıldığı yorumu yapılmıştı. Pilot ise, Paraşütünü, ormana gömerek, meskun bir yer bulmak ümidiyle bir patikayı takip etmişti . Bizimkiler de işte bu sırada, casus diye Onu yakalayıp köye getirmişlerdi. Ben de ilk defa, bu vesile ile bir pilot görmüştüm. .
41.İLK HEVESLERİM
Gerçi Ankara- İstanbul arasında sefer yapan uçakları, zaman, zaman, Güdül semalarının üzerineyken görüyorduk, sesini de duyuyorduk. Onları gökyüzünde izlemek, benim en büyük merakımdı.
Abacılardan İbrahim’le iyi arkadaştık. Boş vaktimizde, Onunla beraber olur, tarlalarda koşar, asmalardan üzüm yer, kuytu bir yere oturduğumuzda; “ geçecek uçağı kim önce görecek” diye bahse girerdik. Önce uçağın sesini duyar, sonra gök yüzüne gözlerimizle tarayarak, kendisini görmeye çalışırdık. Güya kendimce deneye, deneye bir yöntem geliştirmiştim. Önce ses, arkasında görüntü diye. Böyle bahse girdiğimiz zamanlarda bu yöntemi kullanarak, önce sesin geldiği tarafa kulaklarımı çevirir, sonra, gözümü, arka taraflarda tarayarak, uçağı, arkadaşımdan önce bulurdum. Bazen, madeni kısmı güneşten parlar, daha çabuk görmemize imkan verirdi.
Yine böyle konuşmalarımızda,
—İbrahim! Ben bu köyde durmayacağım, bir gün muhakkak gideceğim, belki de Şu uçağı kullanan gibi, pilot olacağım, derdim. İbrahim de
—Hadi lan! Bunun imkanı yok işte, diye, benimle alay ederdi. Sözlerim, tabii ki hayalden öte bir şeydi. Olmayacağını ben de biliyordum. Bu, gerçekleşemeyecek büyüklükteydi ama benim ilk hevesimdi. Diğer heveslerim ise böyle büyük değil, küçük, küçük şeylerdi. Muhittinin getirdiği gibi bir bisikleti, küçük kardeşim, Celal için istiyordum, Büyüyüp, para kazandığım zaman, -sanki kardeşim öyle küçük kalacakmış gibi-, Ona bir bisiklet alacağım diye kendi, kendime söz verirdim.
Çakı ve ayna, köy çocuklarının en çok sahip olmak istedikleri şeylerdi. Dağda, bağda, kırda, çakı, en çok kullanılan, ihtiyaç duyulan bir aletti. Onunla üzüm salkımını keser, yaş cevizi oyup içini çıkarır, söğüt alından düdük yapar, velhasıl , sayılamayacak kadar çok iş gördürürdük. Aynı zamanda, bizim için, fiyaka ve koruma aletiydi.
Aynaya gelince: Bu da her an cepte taşınır, arada bir çıkarılarak, yüze, göze bakılır, kendi, kendimizi tetkik etmemizi sağlardı. Bir de iyi, kötü bir tarak olursa, fiyakaya diyecek olmazdı. Ben bunların üçüne de sahiptim. Tarakla çakıyı , Muhittin ağabeyim, İstanbul’dan ilk gelişinde, getirmişti. İbrahim Agam da eski aynasını bana vermişti.
Yalnız kaldığım zamanlar, ben de aynayı elime alır, yüzümü, gözlerimi, saçlarımı, kulaklarımı, dişlerimi ayrı, ayrı tetkik ederdim. Gözlerim küçükçeydi, ama renkleri güzeldi. Elâ mıydı? Mavi miydi? Bana göre güzeldi işte! Bakışlarımın ifade ve manası bana bağlı idi. Bazen yumuşak ve sevecen, bazen de sert. Burnum büyükçeydi. (sonraları, daha da büyüyecek, beni oldukça çirkin gösterecekti), Saçlarım kumral gibiydi.( sonraları, simsiyah ve kirpi gibi sert olacaktı) Yüzümün şekli ve rengimden hiç şikayetim yoktu. Buğday rengindeydi. Dişlerim muntazamdı, ama, İbrahim’inki kadar iri ve beyaz değildi. Ayaklarım fazla taraklı değil, fakat devamlı yalım ayak dolaştığımdan, oldukça büyüktü. Ellerim de oldukça büyük, parmaklarım da uzundu.
Köy odası hariç, kimsenin evinde, radyo yoktu. H. Hüseyin amca, bir kurban bayramı, Ankara’dan geldiğinde, anlaşılan daha önceki hizmetlerime karşılık, bana bir oyuncak getirmişti. Bu basit bir radyo idi. Kulağa giren bir kulaklığı, içinde bir nevi kömürü olan camdan bir tüpü, kömüre temas sağlayan, iğne gibi bir teli ve nihayet, toprakla irtibatı sağlayan bir kablosu, teli vardı. Nasıl çalıştığını, H. Hüseyin amca bana öğretivermişti. Gerçekten, bilhassa, güneş battıktan sonra, Ankara radyosunu dinlemem mümkün oluyordu. Daha çok şarkı ve türküleri dinlemesini seviyordum. Şarkıcıların sesi, bana öyle güzel geliyordu ki, çocuk olduğum halde, adeta mest oluyor, duygulanıyor, zaman, zaman da göz yaşlarımı tutamıyordum. Bazen de şarkı söyleyen, kadın, kız herkimse, Ona aşık olur, o yaşta , hayal alemine dalar, “ gelse de yalnızca bana şarkı söylese” diye içimden geçirirdim. Acaba, çocukluğumda, ana ninnisi duymadığımdan mı ileri geliyordu bu duygusallığım,! Merak ederdim
42.KÖPEK VE EŞEĞİN KİNİ
Köy çocuğu olup da, olumsuzluklarla karşılaşmamak
mümkün müydü? .Dağa veya bağa giderken, genellikle, Kara Mehmetlerin evinin önünden geçiyordum. Onların, 8-10 baş davarı, kapılarının önünde bağlı bir de köpekleri vardı. Köpekleri sevmeme rağmen, her nedense, oradan geçerken, beni görünce havlardı. Ben de köpeği kızdırıcı hareketler yapmaktan zevk alıyordum. Bir gün yine oradan geçiyordum ki, nasıl olduysa, köpek tasmasından kurtuluvermez mi! Durumu fark ettim ama geç kalmıştım. Peşimden koşup, bir anda dişlerini, bacağıma geçiriverdi. Bende feryat , figan! Neyse ki pınarın önü çok yakındı, orada her zaman insan bulunurdu. Orada oturan büyükler hemen müdahale ederek, beni kurtardılar; çok korkmuştum , önce su içirdiler, sonra da yaramı açıp yıkadıktan sonra tütün bastırdılar. Ne doktor, ne de ilaç vardı. Kimse de bu durumu fazla önemsememişti. Ama ben haftalarca, zorlukla yürümüş, bacağımın sızısını, günlerce içimde hissetmiştim.
Her zaman odun taşıttığım, eşekle aram pek iyi değildi. İnatçı hayvan, bilhassa, odun yüklerken yerinde durmaz, benden, arada bir sopa yerdi.
Bir gün yine oduna giderken, onu bir taşın önüne çektim, ve semerine atlayıp, üzerine kurulmuştum. Şeytan dürtmüştü. Soğuk pınardan ılıcalara kadar, düz yolu, eşeği bir atmışçasına koşturarak, kat etmek istedim. Başlangıçta, hakikaten, bir at gibi tırıs koşuyor, ben de heyecanla karışık sevinç duyuyordum ki yolun sonuna doğru, eşeğe sanki bir şeyler oldu, arka ayaklarıyla çifteler atmaya başladı. Onu zapt edemedim, şüş, müş dedimse de nafile, artık kontrol ondaydı ve netice , Beni sırtından, bir anda atıverdi. Başım bir yere çarpmış olmalı ki feleğimi şaşırdım, bir müddet yerde uzanmış, kendime gelemedim. Kendime geldiğimde, eşek, ileride durmuş, alay eder gibi, kara gözleriyle bana bakıyordu. Eşekten düşmenin, bu kadar kötü olacağını bilmiyordum, ( Tevekkeli ,”eşekten düşeceğine, attan düş “ dememişler . Artık eşeğe fazla kızamıyordum. Çünkü bu sonu, kendim hazırlamıştım.
Bir gün de pınarın önünde, arkadaşlarla, şakalaşıp, didişiyorduk. Her nasıl olduysa, birisinin dirseği, çenemin altından yukarı doğru, bir balyoz gibi iniverdi . Birden, ağzımdan kan boşanmaya başlamıştı. Büyükler görüp yetiştiler, ağzımı açtırıp baktılar. Dilim, neredeyse, ortasından ikiye ayrılmıştı. Ufak bir parça tutuyordu. Anlaşılan, konuşurken, dilim dışarıdaydı ve o esnada darbeyi yemiş ; alt , üst dişlerim de bıçak gibi dilimi kesmişti. Yapılacak bir şey yoktu; ne doktor vardı ne de hemşire. On beş gün , önce su, sonra da süt ve çorba ile beslenmek mecburiyetinde kalmıştım. Gecelerim uykusuz, gündüzlerim sızı ile geçmişti. Zamanla dilim kendiliğinden, birbirine kaynadı. Ama izi kaybolmayacak, dilimi dışarı çıkardıkça, o olayı hatırlatacaktı.
Taş atmak, taşla herhangi bir yere veya şeye nişan alarak vurmak, köy çocuklarının vazgeçemeyeceği bir alışkanlıktı. Kuş avlamak, veya hayvan güderken, onları, istediğimiz yöne sevk etmek gerektiğinde, taş, en çok baş vurduğumuz nesne idi. Hatta, arkadaşlar arasında, “ kim daha iyi nişancı” diye bahse girdiğimiz oluyordu. İşte böyle bir bahis sırasında, benim attığım taş sekerek, ORMANCININ oğlunun başına isabet etmişti. Orman memuru, bilhassa, yaz aylarında, Hacıların evinde, misafir kalıyordu. Hacının Selahattin ve misafir çocuk ta bizimle beraber olur bazen oyun oynardık. Attığım taştan dolayı, çocuğun başı kanadığı için, köyde hadise olmuştu. Annesi gelip, Onun akan kanını durdurmuştu, ama, herkes babasından çekiniyordu. Acaba, babası ne diyecek, bu olayı nasıl karşılayacaktı?. Orman memuru köylü için kral kadar önemliydi. Bu sebeple köylülerden beni azarlayan bile çıkmıştı. Neyse ki, ormancı, köyde değildi, diğer köylere gözlem için gitmiş ve iki- üç gün sonra dönmüştü. Çocuğun başı da bu zaman zarfında iyileşmeye yüz tuttuğundan, babası, bu olayı normal karşılamış ve hadise de böylece kapanmıştı.
index.htm
zorlu5.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.