- 562 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SUSKUNLUĞUMA AĞLAMIYORUM ARTIK
Çalan ev telefonumu açtım. Karşımdaki sesi hemen tanıdım tabii. Ancak sesin rengi, ahengi duymaya alışık olduğum türden değildi bu kez. Uzun zamandır tek başına taşıdığı ağır bir yükü omuzlarından atmanın, çözümleyemediği sancılı bir sorunu çözüme kavuşturmanın coşkulu, huzurlu ve kendinden emin fotoğrafı gibiydi…Kısa bir hal hatır sorma faslından sonra, “eğer zamanın varsa sana kısa bir şey okumak istiyorum” dedi. Okuduklarını soluksuz dinledim. Uzun süredir kaleme almaya çalıştığı ve üzerinde titizlikle durduğunu bildiğim biyografisinden kesitti okudukları. Büyük şaşkınlıkla suskun kaldım bir süre. Düşündüm…
Anlamıştım, çözmüştüm sesindeki mucizevi değişimi. Kurtulmuştu! Onca yıl sonra, öncelikle kendi kendisinden aldığı güçle yeniden doğmuştu kendi küllerinden. Bedenini, duygularını, ruhunu acımasızca ateşe verenlere inat. Varoluşunun inanılmaz zafer nağmeleriydi güneşin yedi rengini çağrıştıran sesi şimdi.
Güçlü olmak! Kime? Kimlere? Neye karşı? Ve niçin güçlü olmalıyız? Asıl soru: Güç nedir? Nasıl güçlü olunur?
Kendi kendimize karşı mı güçlü olmalıyız ilk önce? Hayatın karşımıza çıkaracağı aklımızdan bile geçirmediğimiz olası kötü sürprizlere karşı mı? Duygularımızı, aklımızı allak bullak edebilecek derin travmalara karşı mı? Hem kendimize hem başkalarına karşı oluşabilecek öfke, şiddet ve nefret hezeyanlarıyla başa çıkabilmek için mi daha çok da?
Bunların önlemini, bütün bunlar başımıza gelmeden önce alabilir miydik? Bunu tek başımıza başarabilmemiz mümkün olabilir miydi?
Topluma alıcı gözle bakıp, yeterince gözlemlediğimizde şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza kanımca. Ya oldukça rahat, hatta umursamaz. Ya coşkulu, neşeli. Yada fazlaca hoşgörülü, iyi niyetli. Ancak çoğunluk açık yada gizli, dayanılmaz öfke patlamalarının sınırında…
Bunların hiç biri sağlıklı refleksler değil elbette.
İnsanın kendi özünü bulabilmesi. İç çatışmalarından kurtulabilmesi. Yaşadığı acılardan sıyrılabilmesi için öncelikle kendinden alacağı güçle, düşünme yetisini kullanmasıyla ve kendisini sevgiyle kucaklamasıyla mümkün olabilir sanırım. Ve bunları içselleştirip, özümseyip, yaşama geçirebilme koşuluyla doğal olarak da…
Peki asıl insanın aklını, ruhunu besleyen. İnsan olabilmenin can damarı sayılan Öğrenim ve Eğitim? Aile+Çevre+Okul+Toplum dörtlemesinin katkılarıyla sağlanacak oluşumlar?
Tavsiye üzerine girdiğim muhitimdeki şık bir Cafenin yöneticisi olarak tanıdım kendisini. Her hali farklı biri olduğunu belli ediyordu. Ara sıra uğruyor, gözlüyordum hissettirmeden…Gelenlerle yakından ilgileniyor, siparişleri bizzat kendisi götürüyordu masalara çoğunlukla. Bir şekilde ben de kendisiyle yakınlaşmaya başladım. Ancak gördüm ki, ‘ser verip sır vermeyenlerdendi.’ Oldukça mesafeli ve konuşmaktan çok dinlemeyi bilenlerdendi. Daha sonraları birbirinden değişik iki iş yerine çevirdiler mekanı. Onlarda da aynı yoğun performansı ve başarıyı gösterdi.
Köy kökenli dört çocuklu bir ailenin iki kızlarından biriydi. İlkokulu köyde tamamlamıştı. Ailece yakın bir kasabaya taşınmışlar, ortaokula orada başlamıştı. İkinci sınıftayken matematik öğretmeninin tacizine uğramıştı uzun süre ısrarla. Susmuş, için için gözyaşı dökmüştü yalnızca. Ortaokuldan mezun olduğu yıl İstanbul’a göçmüşlerdi yine ailece. Hemen bir işte çalışmaya başlamış, açıktan sınavlara girmiş ve lise diplomasını almıştı. Çalıştığı iş yerlerinde sendika başkanlığı yapmış topluma sesini duyurmuştu, lakin kendi sessiz çığlıklarını yüreğine gömmüştü. Bu gizli gizli kanayan yaraya, kent yaşamına yeterince ayak uyduramamanın. Evlenmemiş ve çocuk sahibi olamamışlığın üzüntüsü de eklenince çok ciddi psikolojik sorunlar yaşamaya başlamış ve uzun süre hastanede yatmak zorunda kalmıştı.
Tüm bu yaşadıklarını meşakkatli bir kalem yolculuğuyla yazıya dökmüştü gözyaşlarının yerine.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.