- 410 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şişenin Dibinden
Orada, o gölgelerle dolu loş yerde her zamankinden çok yabancıyken kendine, tek başınalığını en derininde hissetti. Kardeşini uyandırmayı düşündü... Ama gece lambasının kör ışığında o da kendisi gibi öyle yabancıydı ki! Ulaşılmaz bir yerde ruhunu gezdiriyordu. Kendisinin bu gece asla yapamayacağı o seyahati yapıyordu bu şehirdeki binlerce insan gibi.
Nasıl söylerdi onlara? Sabah uyandıklarında bedenleri kadar ruhları da var olduğunda bu evde, şimdikinden çok daha yakın da olsalar kendisine, bir açıdan da o kadar uzaklaşacaklardı ki! Söyleyemediğin kelimeler boğazında düğümlenirken kimse o kadar da yakının olamazdı çünkü.
Nasıl o hale gelebilmişti? Müzik ve alkol bu kadar ölümcül bir karışım mıydı gerçekten? En küçük tıkırtı yapmadan sinsi bir hırsız gibi anahtarıyla açmıştı kapıyı. Birkaç saat önceki o yoğun bulanıklıktan eser yoktu zihninde. Sarhoşken en küçük bir dur ihtarında bulunmayan beyni bulutlardan sıyrılmış, aradan beliren güneş hiçbir şeyi saklamadan, çok acımasız bir dürüstlükle yüzüne vurmuştu kaybettiği tüm ayrıntıları.
O oğlanla bilmediği bir evde bulmuştu kendini saatler önce. Evet, alkol böyle sihirli bir şeydi işte. Zamanda ani sıçramalara neden oluyordu. Sanki bir filme dönüyordu hayat. Gereksiz ayrıntıların yok olduğu, ancak seyircinin ilgisini çekebilecek kadar önemli şeylerin varlık bulabildiği… Zaten bir insan neden o kadar içerdi ki o zıkkımdan?! Hayatı iç bayacak bir filme dönüştüren o bin bir zırvalıktan kurtarmak, içine bol kepçe heyecan katıp ondan milyonlarca insanı koltuklarında mıhlayacak kadar renkli bambaşka bir film çıkarmak için değil mi?
Yalnız o kadehleri ard arda devirirken, gözden kaçan bir şey oluyordu genelde. Seyretmek ve yaşamak arasındaki farkın çok da küçük olmadığı… Bunu anlayabilmen için sabahın olması gerekiyordu. Dışındaki dünyada gece hüküm sürse de içindeki dünyaya sabah geldiğinde ve zihnindeki tüm loşluklar aydınlanmaya başladığında o fark koca bir aralık açıyordu iki kavram arasında. Bir şeyi seyretmekten hoşlanman ille de o şeyi yaşamaktan da hoşlanacağın anlamına gelmiyordu, anlıyordun bunu. Hayat bir film değildi çünkü.
Sabah kardeşine anlatacaktı her şeyi. O da bu zamanın insanıydı ne de olsa. Anne ve babasıyla konuşursa olacağı gibi bilinmeyen bir dilde konuşuyormuş gibi hissetmezdi en azından onun karşısında. Evet, şaşırırdı belki. Ama yabancı yabancı bakmazdı ona. Sanki büyük bir ihanete uğramış gibi, ablasını ondan çalan affedilmez bir yanlışla karşı karşıya kalmışçasına şimşekler yağdırmazdı ona gözleriyle.
Annesiyle babasıysa, kardeşinin yapmayacağı tüm bu şeyleri eksiksiz yapacaktı, biliyordu. Hatta ondan nefret bile edeceklerdi belki de. Bunu göze alamazdı. Hayır, bu geceyle ilgili onlara tek kelime bile etmeyecekti.
O oğlanı tanımıyordu bile. Ve o yabancıyla en özelini paylaşmıştı. Artık o da o büyük eksikle yaşayan kadınlardan biri olacaktı. Özeli kalmayanlardan… Bir barda daha yeni tanıştığı bir erkeğe bedenini sunan bir kızın ömür boyu sırtında taşıyacağı o ağır yükü sırtlanacaktı o da. O yük yokmuş gibi davranacak, yaptığı yanlışı kendine ‘doğru’ olarak sunmak için sayısız denemelere girişecekti. Duygusallıktan en ufak nasibini almamış o birlikteliği güzel kelimelerle süslemeye çalışacak, hatta belki de aşk diyecekti ona. Onu kendinden çıkaran, vahşi bir hayvana döndüren duygunun ne olduğunu aslında çok iyi bilse de tamamen yolunu kaybetmemek adına büyük bir ısrarla reddedecekti.
“Sabah olsun her şey değişecek.” diye mırıldandı. İşe gider gitmez istifa dilekçesini sunacaktı patronuna. İş ilanlarında kendisini ruhen daha çok doyurabilecek, zihnini bulutlarla kaplayıp onların arasında kaybetmek isteyeceği şeylerin olabildiğince az yer kapladığı yepyeni bir dünyanın izlerini sürecekti. Varsın aldığı diplomaların, kültürel düzeyinin tam olarak hakkını vermeyen bir iş olsun... Yeter ki bir şişenin dibinden seyretmeyi tercih ettiği bir dünya sunmasındı ona.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.