İSKİLİPLİ ÂTIF HOCA’NIN RÜYASI
Bekir Yalçınkaya
Karşımda sanki iki ayrı dünyayı yansıtan bir dâvâ muhakemesi var.
Birincisinde asaletli din adamlarının Türkiye isimli bir ülkede, manevî cihazlanmayı temsile soyunuşları.. Birbirileriyle Tevhid sevdasına icabette yarışları.. Kendi başlarına çıkartılan kanunla şapka namlı ve Türk’ün örf-adetine mugayyir bir giyinme farikasını, “giyeceksin, kanundur” denmezden önce Frenk malı olarak görmeleri ve bunun için de 1926’da çıkartılan Kanun’dan tam iki yıl önce bir Frenk Mukallitliği’ne karşı çıkışları.. İşte bu çıkışın eserini ortaya koyacak kadar yürekli olan İskilipli Atıf Hoca, sadece nev’i şahsına münhasır bir imanî fikirle 1924’te Firenk Mukallitliği isimli eseri neşrediyor. Sonrası malûmdur ki Kel Ali isimli bir İstiklal Mahkemesi Reisi’ne kalan iftiralar zinciri içinde Cumhuriyet döneminin kaygılarını, bu kaygılarla birlikte bir devrin en alâ din âlimlerini bir bir yoketmeye yöneliş..
Devrin Fener Patriği Grigoryos’un Rus Çarı I. Aleksandr’a yazdığı mektuptaki; “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür…. Bunun da kestirme yolu dinî ve manevî hayatı temsil eden teşkilat ve şahsiyetleri milletleri üzerinde müessir kudret halinden çıkarmak. Halkı da ananat-ı diniyye ve milliyetlerine intibak etmeyen haricî telkin ve fikirlerle tahrip etmektir… ancak o zaman maddî vesaitin faikiyetine istinad edilerek Türkleri yıkmak mümkün olacaktır” şeklindeki tavsiyelerine adeta yamanma gibi halet-i ruhiyeyi gösteren ve Kel Ali’nin başını çektiği İsnad Zümresi’nin İstiklal Mahkemesi Komitesi; bu değerli âlim ve fazıl insanı, önce Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine harman ettiği din adamları arasında Eser-i Cedid vapuruyla Sinop Kalesine sürmüş, oradan Çorum’a, Boğazlıyan’a ve Sungurlu’ya uzanan bir sürgün yoluna düşürdükten sonra, Necip Fazıl’ın dediği gibi; Affedersiniz; bir yanlışlık oldu! hitabiyle serbest bırakıp teselli mükâfatı olarak da İptidaî Dahil Medresesi Umum Müdürü yapmıştır.
Bir gün Amerikan elçiliği grubundaki yaşlı bir Amerikalı’nın: “Keşke genç olsaydım da talebeniz sıfatiyle yanınızda kalsaydım. Sizden feyz alsaydım..” Diğer bir gün Dünyaca meşhur bir İtalyan müsteşrikinin ilmine hayran kalıp: “Ben Arap ve Hind illerini gezdim ve bir çok din âlimiyle görüştüm. Hiçbiri beni sizin kadar doyuramadı” diye tarif ettiği Atıf Hoca, kendisine üç ayaklı br Kel Ali sehbasının hazırlanmakta olduğu yıllarda yine ecnebi idareler altında bulunan İslâm topluluklarının girişeceği ıslah hareketleri için bir ışık mevkiindedir. Atıf Hoca ‘sadece ezberleme bir ilimle değil, o ilmin tefekkür hassası ve en ince hikmetleriyle de doludur.’ Hattâ bu tefekkür hassası içinde Vahideddin’in Yıldız Sarayı’ndaki iftar sofrasında tam bir Avrupalı edası ve bir diplomat itinasiyle çatal-bıçağını kullanışı dahi vardır ve “çatal-bıçakla yemek yemeyi günah sayanlar var” diyen Sultan’a; “Hayır, Şevketmaab; bu işde hiç bir günah yoktur! Peygamber Efendimiz, çatalın prensibini ortaya koyan ucu tırtıllı bir dal parçasiyle de yemek yedikleri gibi, kendilerinden sonra icat edilen temizlik vasıtaları ve faydalı aletlerin kullanılmasında dahi hiç bir dinî engel düşünemez!” diyecektir.
Böylesine medeni, ama medeni olduğu kadar da Allah’ın ipine sarılıp milletinin şer fikir ve fiillere maruz kalmasına göz yumamayan İskilipli Atıf Hoca, aynı zamanda kendisine, ayrılırken bir hediye vermek isteyen Hünkâr’a “Kulunuzu ihsan almaya alıştırmamanızı niyaz ederim, Efendimiz!” diyecek kadar bir Sultan’ın, “hediyeni kabul edemediğim için beni affet evlâdım! Öyle bir meslek ve dâvâ üzerindeyim ki, maddî menfaatin miskal kadarına bile tahammül edemem” diyecek kadar da emektar bir odacısının önünde nefs imtihanını Rabbi’ne karşı lâyıkıyla veren bir kuldur.
İkincisinde; işte, ne yazık ki ükemizin en güzel değerleri üzerine icad edilmiş İstiklâl mahkemeleri, gönderdiği hafiyeleriyle 1926 senesinin Sonbahar’ında bu âlimi Aksaray Laleli’ye ait Fethibey caddesinin 14 numaralı evinde, tam da Akşam namazının ortasında yakalıyor. Yine Necip Fazı’ın tarifiyle; ‘Kılık ve edaları şüphe verici üç adam.. Sivil oldukları hâlde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûb birliği içinde, başlarında, yeni kabul edilmiş bulunan Şapka Kanunu tatbikatına ait (fötr) biçiminde, yani şu Anadolu’nun foter dediği nesneden müstekreh örnekler’le girdikleri Atıf Hoca’nın kütüphanesindeki kitap raflarında tek tek kitapları elden geçirip, odasını talân ediyorlar. Bu hâl karşısında kızı Melahat düşüp bayılıyor. Atıf Hoca kızını ayıltmaya çalışırken, eşi Zahide Hanıma da, “misafirlere bir kahve pişir” emrini veriyor. Sonra; ‘Kendisiyle görülecek bir işlerinin olduğu’nu söyleyenlere karşı; “Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?” diyen eşine cevabı; “Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve Müslüman.. Ne yapsınlar, emir kulu” oluyor..
Tevekkülünün, en çirkin işlere soyunan bu insanlara himmet dağıttığı bir adam, o kahve faslının hemen ardından Polis Müdüriyeti’nde tıkıldığı loş ve pis hücrede, banko denilen tahtadan bir sıra üstünde uykusuz gecelere mahkûm ediliyor. O uğursuz gecenin sabahında Zahide Hanım “Kocamı görmek istiyorum!” dese de göstermiyorlar. Sadece bir memur Atıf Hoca’nın; “İyiyim, merak etmesinler, Allah’a bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler!” istek sözüne tercüman olabiliyor.
Neticede Hoca’yı Giresun’a gönderiyorlar! Burada kendisini hesaba çeken İstiklal Mahkemesi suçlandırıcı hiçbir vesika ve delil bulamıyor ve Atıf Hoca’yı yeniden İstanbul’a iade ediyor.
..Ve sonra o malûm Kel Ali oyunu sahnedeki yerini alıyor. Giresun’da garib bir adam, sokakta avaz avaz haykırarak şapka giymeyeceğini söylüyor. “Niçin giyemezsin sapkayı?” dediklerinde de adam şöyle zırvalıyor; “İstanbul’da yüksek din âlimlerinden Atıf Hoca’yla mektuplaştım. Kendisi, bana şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bunun dînen küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim!”
Frenk Mukallitliği’nin sadece giyilmeyen Şapka’da kalmadığı bu zamanlarda Atıf Hoca, Ankara’da Kel Ali namlı Ali Çetinkaya’nın başkanlık ettiği İstiklâl Mahkemesi’ne sevkediliyor. Atıf Hoca’yla birlikte birçok hocanın muhakemesine hazırlanan istiklâl Mahkemesi’nin dâvâlıları arasında ‘niçin şapka giymiyorsunuz’ sorusuna muhatab; Uşaklı Hoca Süleyman, Uşak İmam Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozkırlı Ahmed ve Sultaniyeli Durmuş hocalarla Dağıstanlı Şeyh Şerafeddin ve arkadaşları vardır ki, hepsi de şapkaya muhalefetten ve Rize, Erzurum, Giresun, Sivas ve diğer yerlerdeki taşkınlıkları körüklemekten sanıktırlar.
1926 yılının 26 Ocak Salı günü, Atıf Hoca, ilk defa İstiklâl Mahkemesi huzurundadır. Başkanlık makamında Üç Aliler kadrosunun Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali’si bulunmaktadır. Kitapçı Abdülaziz ve Ispartalı Hüseyin’den, müdafaasını yazmaya başladığı yatsı vaktinde bir ara yorgun düşüp uyuyakalan Atıf Hoca’ya; “Zavallı, âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı?” diyen arkadaşı Tahir’ül-Mevlevi’ye kadar suçlanan suçsuzlar için varılan ve verilen karar aynen şöyledir: “Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin failleri olmakla maznun bulunan eshastan (şahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca’nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes’ut, saatçı Süleyman, Erzurumlular’dan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Aras Şirketi Müdürü Cafer ismail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül-Mevlevi hocaların nefyine, Tevhid-i Efkaf muharrirlerinden Ömer Rıza’nın hudut haricine tardına, Gostuvar’lı Hüseyin, berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ve İhsan Mahfi efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.”
Mahkeme Reisi, kararın açıklanmasından sonra mahkûmlardan o gece birer müdafaa yazmalarını istiyor. İşte o gece daldığı uykudan uyanan Atıf Hoca: “Uykudan murad hâsıl oldu! Beklediğim rüyayı gördüm!” diyor. Tahir’ül-Mevlevi dehşetle üpererek soruyor: “Ne gördün?” Atıf Hoca müafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzerek: “Kâinatın Fahrini gördüm. Bana; ‘yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?’ dedi. Beni idam edecekler! Allah’ın sevgilisine kavuşacağım! Rüyanın sâdık olduğuna hiç şüphem yok. Allah Resulü’nün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umuminin 3 yıl hapis istediği bir dâvâda idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız. Kafam işlemiyor! Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor.”
Ertesi günü, Mahkeme Reisi: “Müdafaalar başlasın!” emrinin adından Atıf Hoca’ya: “Sıra sizde” dediğinde Atıf Hoca; “Hacet yok efendim; müdafaayı mucip bir suçum olmadığı esasen tebeyyün etmiştir. Vicdanınızın vereceği hükme intizar ediyorum!” diyecektir.
Buna; “Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz” şeklinde mukabele eden Reis biten muhakeme sonunda ve bir saatlik bir Heyet Kararı’ndan sonra elindeki kağıdı zabıt katibine vererek okutturacaktır. Bir sürü sözün söylendiği ve dikkatle dinlendiği anlarda birdenbire şu bir cümle söz bütün salon halkını buza çevirirken âlim ve Fazıl insan Atıf Hoca’nın rüyası da hakikate dönüşecektir; “Babaeski Müftüsü Ali Rıza ile Müderris İskilipli Atıf’ın idamına.. Tahir’ül-Mevlevî ile Ömer Rıza’ya beraet!” Atıf Hoca şaşkın değil, sadece sakin, sadece vecd içindedir. İşte Allah Resulü’nün göründüğü rüyaya fesadın karışmadığı o anda bu büyük âlim, yanındaki Tahir’ül-Mevlevi’nin duyabileceği bir sesle şöyle fısıldıyacaktır; “Zalim ve kaatillerle elbette Mahşer gününde hesaplaşacağız!”
Evet.. Mahşer Günü’ne dair sarfedilen bu mazlum sözün üzerinden tam 86 yıl geçmiştir. Kel Aliler de Mahşer’e göçmüştür. Hesab elbette görülmüştür inşallah!
YORUMLAR
Bu davayla ilgili denilecek şeylerden biri de "mahkeme başkanı" ve aynı zamanda milletvekili olan Ali Çetinkaya'nın "Tanıkların sonradan dinlenmek kaydıyla idama" olarak verdiği "hukuki karardır."Buna olsa olsa hukuk adına utanılası bir karar olarak bakılabilir...
Ve bir "değerlendirmede "Ecevit'ten...(10 Kasım 1969 günlü Ulus gazetesinde)
"fesi çıkarıp,şapka giymenin ekonomik bünyeyi değiştirmediğini" de anlatır.
İstiklal Mahkemelerini hepimizi ders gibi çalışıp,öğrenmesi gerektiği inancıyla,hukukun,herkese lazım olacağını hatırlatarak...
Kısaca 1919-22 arasında 14 tane,1925'te de biri Ankara,biri de Diyarbakır olmak üzere iki tane...