- 1577 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
337 - El KADÎR
Onur BİLGE
Çevremde yüzlerce insan, onlarca yakın arkadaş vardı. Fakat ruhumu doyuramıyorlardı. İçim sadece benim için özel olanı arıyordu. Nerede ve kimlerle beraber olursam olayım, çok şey eksikti. İşimde, okulumda, Virane’de, nerede olursam olayım aklıma sık sık gelen oydu. Oydu ruhuma sinen, hücre hücre hissettiğim, hissettikçe garip bir şekilde ürperten, tuhaf bir heyecanla betimi benzimi attıran, bedenimden acayip bir elektrik akımı geçiren… Herkese biraz biraz ihtiyacım vardı, ona çok ama pek çok… Ana baba, kardeş, arkadaş, öğrencilerim bir tarafa, o bir tarafa… Yeryüzünde kendimi en çok ona muhtaç hissediyordum. O bir yana, dünya bir yana… Çünkü o, herkesten çok aşama kaydettiriyordu bana. Herkesten çok… Hiç konuşmasa da… Karşılaştığımız zamanlarda görmezlikten gelse, yan yan kaçsa da… Hal ve hareketleriyle, o dik, dimdik duruşuyla örnek teşkil ediyordu. Onca insan içinde örneğim oydu. Ben, bu çağın şaşkın kullarından biri… Anasının babasının şımarığı… Son çocuğu… O, vaktiyle hiç istenmeyen… Arsızlığıyla yüzsüzlüğüyle dünyaya gelen… Kapkara kıvır kıvır saçlı, ay yüzlü, pembe yanaklı bembeyaz bebek… Yüzü görülünce kıyılamayan, evlat olduğu için bağra basılan, el bebek gül bebek büyütülen… Annesinin içten içe baş belası olarak kabul ettiği, babasının gerçekten çok sevdiği ve herkesten koruduğu kıymetlisi… İnsanların dinlerini arka plana attıkları bir devirde, dinini ve gereklerini öğrenmeye çalışan, Allah’a yaklaşmak için birilerini arayan zavallı… Kalabalıklar içinde bile yalnız olanlar iyi bilir, benim nasıl bir yalnızlık içinde kıvrandığımı!
O yemyeşil ilde, daha çok Altıparmak ile Beşikçiler Yokuşu arasında mekik dokurken, herkesin dünya telaşı içinde olduğu zamanlarda kendi âleminde olan birisi vardı, ilim ve ibadet gibi kutsal işlerle meşgul bir o vardı. Kendi halinde bir Allah kulu… En çok değer verdiğim, en çok sevdiğim, yalnız onun aşkıyla tam anlamıyla mutlu olabildiğim… Yeryüzünde en değerli… Ona o değeri Allah’a olan saygı ve sevgisinden dolayı vermiştim. Belki gerçekten öyleydi ve hak ediyordu belki de ben öyle zannediyor, öyle kabul ediyordum. Yoksa sıradan bir insandı. Diğer insanlardan büyük bir farkı yoktu. Üstelik tıp okuyordu, kadavra kesiyordu ve ben o işten tiksinen biriydim. Dokunduklarına asla dokunamayacağım gibi onlara dokunduğu için ona da dokunamazdım. Aramızda gerçekten hiç bir şey olamazdı. Ne el ele gezen sevgililer olabilirdik ne de evlenebilirdik. O nedenle hiç bir beklentim yoktu. Yalnız, yeryüzünde beni en çok onun anladığı, aynı fikirde olduğumuz kanaatindeydim. Beni sevdiğini bilmenin mutluluğu, çok ama pek çok sevdiğini hissetmenin sarhoşluğu içindeydim ve bu beni dünyanın en mutlu insanı ediyordu. Aşk nelere kadirdi!
Kadîr… Kudret kökünden geliyordu. Güçlü kuvvetli, bir işi yapabilen, becerebilen anlamına geliyordu. Allah’ın sıfatlarındandı. O, kudret sahibiydi, erkliydi. Her şeye gücü yetendi. Kudretini yarattıklarına gerektiği kadar dağıtmakla kalmamış, duygulara da yüklemişti ve insan hayatında aşk, zaman zaman en güçlü duygu olarak öne çıkıyor, diğer duyguları gölgede bırakıveriyordu.
Bir de Kadr sözcüğü vardı. Değer, itibar, onur, rütbe, nicelik, derece anlamına geliyordu. Leyle-i Kadr, Kadir Gecesi demekti ve Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak kabul edilmekteydi. Aslında, bu ay içinde gizliydi ve son on gün, özellikle son yedi gün içinde, tek gecelerde aranmalıydı. O nedenle o bin aydan hayırlı olan geceyi yakalayabilmek için son günleri değerlendirmek, geceleri ihya etmek gerekiyordu.
Sonsuz kudret sahibi, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedirdi. Her türlü güç ve kuvvet de O’ndaydı. Her istediğini, istediği gibi, sonsuz güç ve kudretiyle dileyince yapmakta, dilemezse yapmamaktaydı. Her şeyi yapmaya kadirdi. Zatında yaratmak ve tekvin kuvveti vardı. Ellerimi kaldırsam, avuçlarımı açsam, O’ndan onu dilesem, kaderime paralelse avuçlarıma koyuverecekti. O dilemedikçe ben dileyemiyordum. Onca yakınken, ruhlarımızın çekirdeklerindeyken, madde âleminde zıt kutuplardaki yerlerimize çekiliyor, manada birbirimize yüklediğimiz, gerçekten sahip olduğumuz olmadığımız en üstün özellikleri garip bir çekim gücüyle üzerlerimizde sımsıkı tutmaya devam ederken en uzak noktalardan uzanan ellerimizi İlahi bir kuvvetle kavrayarak biteviye dönüyor, yapmakta olduğumuz semayı bitirdiğimizde dünya duracak, kıyamet kopacak sanıyorduk! Aramızda kocaman dünyayı ve belindeki upuzun engeli umursamıyoruk.
Allah, kudretini yansıtmak üzere kâinatı yaratmıştı. Uçsuz bucaksız gök boşluğunda, milyarlarca güneş yakıyor, sayısız gök cismini topaç gibi döndürerek birbirinin içinden tahayyül edilemeyecek kadar hızlı bir şekilde geçirerek, aralarındaki mesafeleri milimine kadar hesaplayarak tamamını kontrolünde tutarak evirip çevirirken akıl almaz hünerler sergiliyor, felek içinde felekler çizdiriyordu. Zerrelerdeki kudreti, kürelerdeki kudretinden geri kalmıyordu. Bütün bunlar nelere güç yetirebildiğinin birer işareti, Kadîr isminin tecelli edişiydi.
Hatırlatan kimdi, unutturan kim? Yeryüzünde her olmuş olacağın, Yaratıcı tarafından tamamen başıboş bırakıldığını mı sanıyordum? Bir yeri mi atlıyordum? Onu bana, beni ona sevk eden kimdi, bulduran kim? Her şeyi sevk ve idare edenin, düşünceyi yönlendirmeyeceğini mi zannediyordum? Hangi nehir kendiliğinden doğar ve yatağını kendisi seçerdi? O bende ben onda akmakta, çağlamaktaydık. Birbirimizi görünce, aşk denilen o kudretli duygunun mutluluğuyla gülümsemekten kendimizi alamamakta, uzak kaldığımızda, hissettikçe şiddetinden ağlamaktaydık.
Her şeye gücü yeten, her şeyi ölçen, tanzim eden, plânlayan, hükmeden, takdir eden, tam bir kudret sahibi vardı ve aslında bütün bunları o planlamıştı, bizler sergilemekteydik.
İnsanoğlu başıboş bırakılmamıştı. Yaratılışı bir damla sudandı. Sonra bir alaka haline getirildi, biçimlendirildi, şekillendirildi. Bu yaratılışla iki cins, erkek ve dişi var edildi. Kâinatı elinde tutan kudreti görmeli, en çok O’nu sevmeli, sadece O’na ibadet etmeli, yalnız O’ndan yardım dilemeliydi.
Etrafıma baktığımda, sebepler dünyasındaki kanunları, kuralları ve sebep sonuç ilişkilerini görüyordum. Allah’ı tanımaya çalıştıkça aradaki perde aralanmaya başlamış, bütün işleri kontrolünde tutan Kudret elini hisseder olmuştum. Bilmek, sevgiyi getiriyor, O’nu bildikçe daha çok seviyordum. İki günüm birbirine eşit olmaktan çıkıyordu ben de uhrevi merdivenden çıkıyor, Rabbime yaklaşıyordum.
Sınırsız kudreti hayretten hayrete sevk ediyor, o mükemmel, kusursuz ve noksansız sanatını seyrettikçe aczimi anlıyordum, inancım artıyordu.
Hem çalışıyor hem okuyordum. Hem öğretmendim hem öğrenci… Ayrıca Viraneci… Her yere gidiyor, her işi yapıyor, yorulsam da kısa süreli dinlenmelerle gücümü toplayabiliyordum. Kadîr-i Mutlak, kudretinden bahşetmişti kalbime, beynime, elime koluma… Her işi istediğimde yapıyor veya yapmaktan vazgeçiyordum ama kâinatta her şey benim gibi irade ve kudret sahibi değildi. Gökcisimleri ne kadar hareket ederlerse etsinler kudret sahibi değillerdi. Bana verilen az bir kudretle Allah’ın nelere Kadîr olduğunu kavrayabiliyordum. Sahip olduğum kudret bana bahşedilmişti, Allah’ın kudreti, diğer sıfatlarında olduğu gibi zatındandı. İnsan ölüyor, çiçek soluyor, her yaratılan gibi evren de yokluğa doğru yol alıyordu. Yaratılmamız ve yeniden diriltilmemiz bir tek nefsin yaratılması ve diriltilmesi gibiydi. Bu ne muazzam bir güçtü!..
Ya ben ne kadar güçlüydüm aşkın karşında? Ondan hoşlanan, devamına karar veren, besleyip büyüten, itinayla koruyan bendim. Göz görmüş, beyin seçmiş, kalp onlara tabi olmak zorunda kalmış, ruha nüfuz etmişti. Gözlerime görme yeteneğini, gönlüme hoşlanmayı, beynime seçiciliği ve karar verme yeteneğini veren Allah’tan başkası değildi. Sevgiyi yaratan da yüreğime yükleyen de ruhuma sirayet ettiren de O’ydu. Neden yapıyordu bunu? Neden yaptırtıyordu?
Yüreğime sevmeyi öğretiyordu. Beynime rabıta kurmayı… Ruhuma bir olmayı… Dünya ödevi vermiş gibiydi. Ödev notu olacaktım. Ödev yapa yapa becerim artacaktı. Çünkü bu küçücük yüreciğim, Allah aşkını taşıyacaktı. Buna hazırlanmalıydı. Ona atmasını öğreten, sevmeyi de öğretmişti, heyecanlanmayı da… İbresi bir Yaratan’ı gösteriyordu, bir yaratılanı… Kıpır kıpırdı. Yerinde durmuyor, duramıyordu. Bir yere bakıyordu gözlerim bir göklere… Bir toprağa, bir ukbaya… Her iki tarafta da huzur buluyordu ruhum.
Ben ona mı bakıyordum, aslında? Onun varlığında ötelere mi? Neden başkalarında tamamlanamıyordu mutluluğum? Neydi onda bulduğum?
Sessiz bir gençti. Kendi halinde… İç dünyasında, aranan her şeyi yakalamış kişilere has bir dinginlik… Öylesine kendisinden emindi ki! Yere basışından anlıyordum, doğru yolda olduğunu. Öylesine emin adımlarla yürüyordu ki! En çok sabah namazına gitmek üzere kaldırıma adım attığında dikkatimi çekiyordu duruşundaki asalet, yürüyüşündeki güven… Yüz hatları ne kadar sakindi! Ne temiz bir ifade nakşedilmişti yüzüne! Ya o ağır tavırları… En çok suskunluğu… Her an namazda gibiydi. Öylesine bir huşu, hudu…
Ben… Yerin göğün kabul etmediği… Anasının babasının istemediği… Arsızlığıyla yüzsüzlüğüyle dünyaya gelen… Daha ana karnına düştüğü anlaşılır anlaşılmaz direnişe geçen, yaşamak için olanca gücüyle tutunan eteneye, hayata… Garip bir zevk alan, yaşamaktan… Tüm olumsuzluklara rağmen inatla güzelleştirmeye çalışan, hayatı… Israrla süslemeye… Arkadaşlıklar kurarak, severek, sevilerek… Hayatı bulduğu yerde doya doya yaşayarak, sınırsızca hayal ederek, arzusuna göre kurgulayarak, kaybetmemek için kaydederek… Yazarak, çizerek, boyayarak… Nefis bir içeceği, bitmesinden korkarak içmek gibi zevkle yudumlayarak… Acısının tatlısının lezzetini ala ala… Kimi zaman mutluluk kimi zaman bela… Nimetlere şükür, belalara sabır… İster lütuf ister kahır… Hayatın sofrasında tatlı kadar acı da yer alır.
Hayatın bana bakan yüzü hep İlhan olsaydı, o da sıradanlaşırdı, ayrıcalığı ve göz alıcılığı kalmazdı. Geceler boyunca yolu gözlenen güneş de mesafeyi korumayı bilmeseydi, kendisine çizilen yolu bir milim hata yapmadan izlemeseydi, yavaş yavaş yaklaşıp, durmaksızın uzaklaşmasaydı, daima tepemizde olsaydı, ondan kurtulma yollarını aramaya başlardık. Göremeyince özlemek gibi sık görünce bıkmak da vardı. Şafakta mütebessim yüzü, kızaran yanaklarıyla, ağır ağır bahçesinden çıkan, yola koyulan gün, gün boyu nerelerde nasıl bulunması gerektiğinin farkında olmamış olsaydı, çoktan gözden düşer, ulaşılmazlığını kaybederdi.
Yirmi beşinci gece… Yazarak tefekkür, benimki de… İbadetlerin, zikrederek değil de fikrederek yapılanı… Nelere güç yetirdiğini örneklerle birer birer anlattıktan sonra: “Akıl etmez misiniz?” diye defalarca soran, düşünmeye sevk eden Kadîr-i Mutlak’ın en çok istediği… Beyni yaratan, aklı yükleyen, çalıştırma yeteneği veren; gizlenip bulunmak istiyor, ortaya çıkıp bilinmek istiyor. Madde âleminde ne kadar gizli ve mana âleminde ne kadar aşikâr!
Cemal isminin tecellisiyle başımı döndürürken, Latif ismiyle kendimden geçirmekte… Her duyguyu yaşatırken eğitmekte, öğretmekte… Çizdiği sınırlar içinde emirlerine riayet ettikçe yükseltmekte, yüceliğiyle yüceltmekte… Yeryüzünde ve gökyüzünde ne varsa insanın emrine verirken, kurallarına uyulmasını, emirlerinin canı gönülden, harfiyen yerine getirilmesini istemekte…
Bu gece, Kadir Gecesi olabilir. O bin aydan hayırlı olan, Kuran’ın indirildiği, değeri idrake sığmayan, meleklerin ve Ruh’un, Allah’ın izniyle takdir edilmiş her işin gerçekleşmesi için indiği, tan yeri ağarıncaya kadar esenlik dolu olan, kadrinin kıymetinin bilinerek ihya edilmesi gereken, yılın en değerli, en kutsal gecesi…
Benim gücüm buraya kadar. Yarın erken kalmalıyım. Çalışmaya gideceğim. Öğleden sonra da okula… Akşam derslerine de gireceğim. Sonsuz kudret sahibi olan Allah’ım, beni affet!
“Allahümme inneke Afüvvün, tühibbü’l afve fa’fu annî.” Allah’ım sen çok affedicisin, affı seversin, beni affet!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 337
YORUMLAR
Kadîr: “Kudret sahibi.”
“Dilediği gibi yapmaya gücü yeten.”
“Dilerse yapan, dilemezse yapmayan.”
Muktedir: “Kudretini izhar edip gösteren.”
“...Şüphesiz onu (yeryüzünü) dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye Kadîr’dir.” (Fussilet Sûresi, 41/39)
Kudret, ‘fiilin sıhhati ve terki’ şeklinde tarif edilir. Yani, bir işi yapmaya güç yetirebildiği gibi, o işi terk etmeye de güç yetirebilen kimse kudret sahibidir. Bunlardan birine sahip olmayana, kadir (kudret sahibi) denilmez.
Bir insan, kolunu kaldırmaya da güç yetirir, indirmeye de. Böylece, bu pek az kuvvetiyle, kudret sıfatından bir tecelliye sahip olmuş olur. Ama, koca güneş bütün gezegenlerini etrafında çevirmesine rağmen, kudret sahibi sayılmıyor, çünkü bu fiili terk etme imkânından mahrumdur.
Güneşin, Allah’ın kudretini ilan etmesi ve o kudrete ayna olması ayrı meseledir.
İnsan yaratılmadan önce de, ilâhî kudret yine faaliyette idi. Ama, ne taşta, ne ağaçta, ne güneşte, ne yıldızda o kudretin varlığını keşfedecek kabiliyet yoktu. Çünkü kendileri kudret sahibi değillerdi. İnsan, bu âleme sonradan geldi ama, bu noktada kendinden öncekilerin hepsini geri bıraktı. Kendisine cüz’î bir kudret verilmesiyle, Allah’ın kudretini bilme kabiliyetine kavuşmuş oldu.
Nur Külliyatı'ndan kudretle ilgili bir vecize:
“Kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez.”( Sözler)
Allah’ın bütün sıfatları gibi kudreti de zâtîdir. Yani, bu kudret O’nun zâtındandır; bir başkası tarafından verilmiş değildir. Ve bu kudret zâtî olduğu içindir ki, kudretin zıddı olan acz o kudrete giremiyor, dahil olamıyor.
Bir çiçek niçin soluyor? Renkleri zâtî olmadığı için.
Bir lamba niçin sönüyor? Işığı zâtından olmadığı için.
Elmasın parlaklığı ve güneşin ışığı, bir bakıma zâtîdir. Onun için solmaz ve sönmezler.
Bizim kudretimiz sonradan verilmiştir, Hakk’ın mahlukudur, ilk ve son noktası vardır. Bir insan, faraza yüz kilogramlık bir yükü kaldırabiliyorsa, yüz kilogramdan sonsuza kadar uzanan bütün ağırlıklar onun aczini ifade ederler.
Allah’ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bu hakikati, Kur’ân-ı Hakîm şu âyetiyle bize ders verir:
“Yaratılmanız ve yeniden diriltilmeniz bir tek nefis (bir insanın yaratılması ve diriltilmesi) gibidir.”(Lokman Sûresi, 31/28)
Alıntı
En yüksek dağın zirvesine çıkmanın yolu, küçük tepelerden geçmektir. Ve her ulaştığın tepenin üzerinden etrafı seyrederken ulaşılmazlığı bitmiştir. Kimi bu tırmanışı gerçekleştiremeden döner geri ve o küçük tepeler gözünde ulaşılmaz olarak kalır. En yüksek dağın zirvesini hayal bile edemez artık.
Ne mutlu zirveye ulaşana...Zirveden seyrederken küçük tepecikleri tebessüm eder ve teşekkür eder onlara. Bilir ki onlar olmasaydı ulaşamayacaktı zirveye...