- 1401 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
ÖYKÜLERİN HİKÂYELERİ (!)
Kim bilir kaç kişi böyle bir öykü yazmayı koymuştu aklına ve kaçı vazgeçmişti düşünce aşamasında daha işin başında, ya da kaçı gerçekleştirmişti? Ortaya çıkan öykülerin ne kadarı, ne kadar beğenilip benimsenmişti okuyucu kitle tarafından, ya da hangileri beğenilmemiş, daha iki üç cümlesi okunur okunmaz atılmıştı tozlu raflardaki diğer tozlu öyküler arasına? Hangileri konuyu püf noktasından yakalamasını bilmiş ve temayı akıcı bir şekilde ilmik ilmik işlemiş, kahramanları yerli yerine oturtabilmişti acaba? Okuyucuda; “Ha! Vay be ne kadar da doğru biçimde ele alınmış bir öykü” dedirtecek biçimde kaleme alınmış kaç öykü çıkmıştır? Ve kaç kişi sırf yazım tekniklerini bilmediğinden, maddi yoksulluktan dolayı kafasında, tasarladığı, hayal gücüyle zenginleştirdiği ve kendince kurguladığı, ustalardan çok daha çarpıcı ve yaşama yakın tasarımlarını gerçekleştiremeden kaybolup gitti. Ya da bir yerlere, dergiye, yayınevine gönderdiği notlarının birileri tarafından pek de ciddiye alınmadan, okunmadan, düzenlenirse gerçek bir şaheser çıkar ortaya demeden buruşturulup çöpe atıldı.
Medeni cesareti, sosyal güveni yeterince olmayan daha niceleri keşfedilmeden, keşfedilmeyi bekleyerek gelip göçüyor dünyamızdan. Hani dahi insanlar vardır, tanrı vergisi kabiliyetlere sahip. Milyonlarca insanlardan farklı düşünen, farklı yaşayan, olayları farklı algılayıp, alışılmışın ötesinde, belki de tersine yorumlayan insanlar. Yaptıkları işlerde farklılıkları öne çıkan, kimi zaman aykırılıkları yüzünden pek de hoşlanılmayan, arkadaşlık edilmeyen insanlar vardır ya, özel oldukları uzmanlarca belirlenebilen ve ona göre eğitilen, yüz binlerin yapamadığı güzel işleri tek başına yapan insanlar. Ama çoğunluk keşfedilmeden geçip gitmekte, yerli yerinde değerlendirilmeden, yaşadığı zamana ve topluma hiçbir fayda üretemeden, katkıda bulunamadan onlarca dahi vardır dünyamızda, çevremizde. Biz onları bulup ortaya çıkarma işinden de aciz olduğumuz için heba olmaktalar. İşlerimizi insan olarak nasıl tesadüflere bırakıyorsak, teşkilatlı yapımız, kurumlarımız da bizim gibi oluyor, onlar da işleri tesadüflere bırakıveriyor. Nasıl ki biz tesadüfler sonucu mutlu, ya da mutsuz oluşumuzu kader deyip geçiştiriyorsak, onlarda öyle yapıyor ve iyi ki böyle bir halk var, bizim beceriksiz, planlamacı, gelişmeci olmadığımızı; zora girmeden “icra-i devlet” ettiğimizi anlamıyorlar. Ne gerek var saatlerce hazırlık yapayım, araştırayım, hep taze ve güncel kalarak öğrencilerime ders vereyim, hem aldığım buncucuk ücrete değer mi onca yorulmam, kendimi üç kuruş için boş yere paralayamam ve “ne kadar ücret o kadar iş” diyen öğretmenler. Yapamadığı, akıl edemediği işlerden hep merkezi suçlayarak işin içinden sıyrılan yöneticiler hepsi, ama hepsi bir döngü gibi birbirini tamamlayan zincir halkaları misali kadercilikle avunmuyorlar mı? O yüzden dünya ülkeleri arasında hemen her alanda hep geriden gitmiyor muyuz?
Başkalarının ürettiklerine sanki dünyanın en zenginleri bizmişiz gibi tonlarca para, emek harcıyoruz. Hani o paraları bulabilmek için insanlarımızı daha fazla ve daha az ödeyerek çalıştırmamız bundandır. Kâğıt üzerinde her bir şeyimizi tam gösterip, pratikte çeyreklik bile uygulayamıyoruz, çok iyiyiz desek ne olur, demesek ne olur? Gerçek ortadan kalkar mı? Bilsek ya da bilmesek fark eder mi? Doğduğu günden öldüğü güne dek köyünden, şehrinden hiç çıkmamış kadınlarımızın oranının çok yüksek olduğunu gizlesek bir şey mi kazanırız? Erkekler çok gezer derler. Eğer okuyorsa tahsil için ve bir de askerlik için başka yerlere zorunlu olarak gitmekten başka nereyi görmüşler? Bu da tartışılır ya. Neyse, her şeye muhalif olmamak için fazla bir şey söylemeyelim.
Bizler millet olarak çok mu beceriksiziz, yoksa öyle algılamamız için şartlanmış mıyız? Ya da beceriksiz olmaya mı şartlandırılmışız? Kime ne? Nasıl istersek öyle algılarız hayatı ve öyle yaşarız. Kaderi algılamamız da bizi ilgilendirir. Hani yerimize cennete veya cehenneme gidecekler var ya, istediğimiz kadar günah ya da sevap işleyelim, eğer elimizden tutanımız yoksa hapı yuttuğumuzu telkin eder ya bazıları. Yatarak tevekkül etmemiz yok mu? Sanırım Allah bizi o yüzden beceriksiz yöneticilerle cezalandırıyor, çünkü her şeyi ters yüz ederek anlamak ve yaşamak gibi bir meziyetimiz var. Anlattığımız tüm kıssadan hisse kabilinden hikâyelerde doğruları vurgularız da ne hikmetse onları yaşama geçirmeyip, tersini tercih ederiz.
Yanılgılarımızı açık yüreklilikle ortaya koymaya başlama zamanı gelmedi mi? Kök mü salacağız dünyaya, gelecek kuşaklara zengin, güçlü bir yarın bırakmadık, hiç olmasa hatalarımızdan ders almaları yönünde bir bir sıraladığımız hatalarımızı anlatalım. Bunları yaparsan benim gibi aç sefil, şunları yaparsan; daha doğrusu yaptıklarımı yapmazsan mutlu güçlü olursun, insanca yaşarsın… Daha iyi bir yol değil mi?
Nereden nereye atladım. Düşüncelerim hep böyle dağınık oldu yıllardır. Bir türlü toparlayamadım. “Toparlasam ne olacak, madalya mı takacaklar,” diye avuttum kendimi. Oysa ben… Konusundaki öykü çalışmalarını anlatıyordum. Ha, ne diyordum? Bu konuyu ele alan kimi yazarlar illa ki bir yere, bir düşünceye dayandırmaya çalışacaklardır, öyle oluyor yıllardır. O düşünceyi yerden yere vuracaklar, öykünün temasını, kahramanlarını olaylarını istedikleri gibi seçecekler, istedikleri sözleri söyletecekler, istedikleri kötülükleri yaşatacaklar ki insanları bir şeylere düşman, birilerine de yem yapabilsinler, ya da ne bileyim, doğaları gereği böyle yapmak zorunluluğu duyacaklar. Görünmez bir el kalemlerini, görünmez düşünceler beyinlerini kontrole alacak, onlar sadece görünürde kalacaklardır. Sahi okuduğumuz onlarca öykü, roman, araştırmada öyle hissetmedik mi? Kafamızın bir yerinde sürekli sakladığımız, bir gün gelir de lazım olur dediğimiz, dışımızdakilerin kötü olduğuna dair en yaman düşüncelerimizi yazdığımız öykülerde, ettiğimiz sohbetlerde hemencecik dışa salıvermez miyiz? Böyle yaşamadık mı yıllar yılı? Böyle algılamadık mı hayatı? Hep bir düşman fikrini beslemedik mi, güya kendimizi zinde tutmak adına, rehavete kapılmamak için içimizdekileri daima dışlamadık mı? Boyuna bir düşman üretip, daha çocukken insanlarımızın dimağlarını zehirlemedik mi? Şimdi neden tersini düşünüp, tersini iddia edelim ve yazalım ki? Düşmanlığımızı sürdürmek bir istikrarmış gibi algılandı. Sevmedik, sevemedik hayatı bizim gibi olmayanlar var oldukça. Yok etmeye gücümüz de yetmeyeceği için hep mutsuz yaşamayı marifet göstermeyi bir maharetmiş gibi sunduk bu defa.
Yine dağıldı konu. Toparlayalım. Öyküler yazılırken, ustaları birbirlerine inat, birbirlerinin düşüncelerini kötülemeye devam ediyor, esas o zaman kaçırıyorlar en güzel, en kalıcı öyküyü yazma şansını, hani altıncı hisleri vardır, çok gelişmiştir sanatla uğraşanın, o hisleri gelişmiş olsaydı, ya da o hissini geliştirenler gibi olmaları gerekirdi. Doğrudur, altıncı his vardır, ama herkeste değil, sanatçı rolü yapanlarda değil, çok az kişide, bu da sanatın çok az kimse tarafından algılanıp yapılmaya çalışıldığını gösterir.
Sanatın görüşü olur muymuş? Sanatçı toplumun tümüne ve dünyaya doğru gözle bakmalı. Yerelden çıkarak evrensel olmalı ki, büyük ve kalıcı olsun.
Kimse çıkmayacak mı, olayları sırf insan için, canlılar için, çevre için, doğa için, Allah için; toplum için, gelecek için daha tarafsız bir gözle ele almaya ve anlatmaya… Sahi illa ki birbirini karalamak mıdır edebiyatçılık? Ya da birinin tarafı olmak mı gerek, tutunabilmek için. Hani bir oyuncu vardır da çok kabiliyetlidir, fakat kimsesizdir, bir örgüte, ne bileyim Rotary, Liyon veya benzeri bağlı olmadığı için bir türlü rol teklifi alamaz, alsa bile üç beş saniyeliktir… İş yapamadığı için yaşamını devam ettirecek kadar bile kazanamaz ve yok olur gider ya birileri de hiçbir meziyeti olmadığı halde, ancak dostlara sırtını yaslamıştır; varsın kabiliyeti olmasın ne çıkar, tüm roller onundur, tüm salonlar ona açıktır, sanat eleştirmeni olan olmayan; bu işlerden anlayan anlamayan onun reklamını yapar hemen, toplum tarafsız değildir artık ona karşı, çünkü şartlandırılmıştır, ağzı açık saatlerce dinler ya da çekilmiş eften püften film bozması bir sürü abuk sabuk şeyi seyreder, günlerce anlatır, artık uzmanlara da gerek kalmaz, ahmaklar propagandasını yapar çünkü.
Gerçek kabiliyetler yok olup giderken kabiliyetsizlere kalan bir görsel dünya… sanat; arkaya aldıkları derneklerin dürtmeleri, ilhamlarıyla hiç de bizi anlatmayan şeyler yaparken, bolca kazanabilmekteler de.
Organize sanat dersek yanlış olur mu acaba? Organize sinema, organize sahne, organize moda ve diğer türleri… Hani Hakkari’de klasik batı müziği konseri düzenleyen akıllı insanlar vardı ya, oralara senfoni orkestrasını gönderip, halkı batılı yapmaya azmetmişler ya… Ya da tarlada, dağda koyunları başındaki çobana dünya klasikleri diye Fransız, Latin, İngiliz engizisyon dönemi din karşıtı kitapları okutmaya çabalayanlar… Kendi kültürlerini gün yüzüne çıkartıp, sistematiğini kurmak, geliştirmek yerine insanımızı özünden kopartıp yabancı toplumlara benzetmeye çabalayanlar…
Şöyle bir bakınca günlük gazetelerimize ya da televizyonları açınca onlarca yabancı sözcükle konuştuğumuzu, yazdığımızı görürüz, sonra da dilimizi geliştirmekten dem vururuz. “Evrenselleştik” ne yazık ki dilde, kültürde, bilimde, sanatta, yaşamda, her şeyde evrenselleştik; evrensel dediğimiz şey gerçekte Hıristiyan batının her şeyini sorgulamadan alıp kopyalamaktır, yani biz olmaktan çıkmamızdır. Evrensel hukuk, demokrasi, insan hakları olmalıydı değil mi? O kadar da cahil değiller zaten onlar da öyle diyor ama uygulama öyle değil. İnsanın doğuştan getirdiği haklar diyorlar, sonra da dönüp nasıl giyineceğimize, nasıl düşüneceğimize, ya da açlığa mahkûm ederek hiçbir hakkı kullanamaz hale gelmemize sebep olmaktalar. Hani elimizin içinde bir şey yokken, varmış gibi yaparak evcil hayvanlarımızı ya da çocuklarımızı kandırıp oynadığımız, oyaladığımız davranışlarımız vardır ya, işte bizim evrensel büyüklerimiz de bizi öyle kandırıp oyalamaktalar on yıllardır. Hiçbir şey değişmedi; değişim var demelerine rağmen. Değişen tek şey kandırma araçlarının çeşitliliği ve daha karmaşık oluşlarıdır. Ya da kandıranların değişmesi gibi, bir zamanlar kandıranların yerine başka kandıranların gelmesi. Hayatın kesin kuralları vardır, güçlü olan zayıf olanı yok eder, bu durum hayvanlar ve bitkiler için, doğal seleksiyon açısından bakıldığında doğaldır belki de, ama akılla donatılmış insan âlemi için öyle olmaması gerekir, o yüzden akılla donatılmış ki hukuku, kuralları geliştirsin ve güçlünün zayıfı ezmemesi için kurallar koysun.
Güneri YILDIZ (Elazığ, 2006)
YORUMLAR
bir önerim var
güncelleyin.. umarım daha ekleyecekleriniz oldu
ya da çıkaracaklarınız
dayatlamalar en azından
şimdilerde medyanın tavıurları
önceden Ankaranın ya da Cumhuriyetin
hatta devletin vardı
şimdi İslamiyetçilerin
ya da sözde müslümanların
dindar Anadoludakilere
niye?
ayramların milli değerlerin ötelenmesi
yok yere tırmandırılan geziparkı
dün bitti dedim
geceboyu sözde emniyetin
..
oysa ben diyecektim ki
"ekleyebilirsin" dendiğinde şiir yerine hikayeyi ekleyecektim
sıcak sıcak
buraya ekleyeyim şiirin hikayesini
Allaha emanet olasınız gardaşım
Şadiye
Aslında “sözcük araştırması” için gitmiş gibi yapıp,
efsanesini duyduğum köyün efsane başarılı öğretmeninin “Şadiye’ye Aşkı”nı finalde anlatmaktı amacım..
Bu ücra bir dağ başındaki yoksul köylerinde misafirleri olduktan sonra;
hikayenin kahramanı öğretmen buzağı almak için kamyoneti ile beni gelişmiş, refah ve kültür düzeyi çok yüksek akraba ve komşu kasaba Gökdereye götürdü,
ben de hikayesine ulaşmak için, onunla birlikte olmak için elbette can atarak gittim.,
Bana köyde ve yolboyu ballandıra ballandıra anlattığı “Gavur Müezzin”i tanıtacaktı güya, bana göre belki onbeş gün sürecek bekleyiş kendiliğinden ve daha o ilk gün halloluverdi..
Şadiye’yi bir de bu eşinin anlattıkları ışığında yeniden seyrettim..
O hep kapıdaydı, hep meşgul ve hep alışılmışın dışındaki kitapları ile; eşinin dediğine göre Şadiye’nin okuduğu ve mutlaka çocuklarına anlattığı binin üzerinde kitap; merak ettiği bazıları da kör alfabesi ile yazılmamış olduğundan bunun en az iki katı da kendisinin Şadiye’ye okuduğu kitaplar girmiş evlerine; başkalarına yollamışlar hep, “eşim sayesinde okudum” “insan oldum” “hayatı anladım” “güzellikler yaşıyorum” diyor.. Bunlar ne güzel “nimet”miş.. “Ben Allahın çok sevdiği kuluyum” diyor.
Veli Amca iple çekerek götürdüğü ineğine alıcı çıkmayınca kahrederek köye dönerken Şadiye bir teslimiyet içinde teskin ederek “-vardır bir hayır öyle deme” demiş.. Babası ineği satıp kızının gözlerini ameliyat ettirmek derdindeymiş.. “İki gün sonra başıma bir şey gelse Şadiye ne olacak” diye kaygılanırmış.. başka para edecek bir şeyleri de olmadığı için çaresizlik içindeymiş. Oysa elde edilecek para ile bu zaten mümkün değilmiş..
Sonraki yıllarda daha çok sığırları olmuş. Yaşlı adamcağız onları otlatır gelir besihane ile ilgilenir olmuş. Huzurla doluymuş.
Şadiye “-görsem belki seni bu kadar güzel bulmazdım.” dermiş.
“- dünyanın en mutlu insanıyım” dermiş
“-Anam serseri” derdi, “ne olacak senin halin” diye benim için endişelenirdi, Babamın pervasız yaşantısı ve erken gidişi ile hayatta benden başka kimsesi yoktu. Kiralık evlerde sefalet içinde onca yıldan sonra Göktepeye yerleşti. Kayınpederimle evlendi. Birbirlerine çok düşkünlerdi.. Onları görmeden mutluluğun ne olduğunu anlayamazsınız..
“-eeh!
şükür oluverdi onyedi sene, kayınpeder üç yıl evvel rahmetli oldu, anam geçenlerde..
İki kız bir oğlumuz var, Şadiye ameliyat istemedi ben de üstelemedim.. Öğrendiğini unutmaz..
Beni her zaman kapıda bekler bulurum, bekletmemek için hep koşarak giderim, belki de tebessümüne bir an evvel ulaşmak için..
O benim insan olduğum, huzurum, mutluluğum, onunki yuvamıza adanmış bir yaşam.,
O; yaşama sevinci ile dopdolu, çok mutlu-umutlu yüksek onurlu bir insan..
Onun da dediği hep..
Şükür.
Farklı konular iç içe, zengin bir yazıydı.
Bizim yapımıza yerleşmiş bir ayak kaydırma, başkasının başarısına engel olma.
Diğer milletler ile şöyle bir kıyas yaparsak;
onlardan biri bir başarı yakaladığında müthiş destek alır.
Dünyaya tanıtılır, hakkında tezler hazırlanır, konferanslar yapılır. İleriki yüz yıllara çalışmalarının aktarılması için kalıcı hale getirirler, çocuklarına da bu kişileri sevdirip, çalışmalarını tanıtırlar.
Bizim kadar geçmişini tahrip etmiş ve geçmişine sövmüş bir millet var mı? Biz böyle yapınca bizim değerlerimize hatta yemeklerimize kadar sahip çıkıyorlar. Kendi adlarına tescil ettiriyorlar.
Kim sahip çıkarsa onun oluyor bilgi sanırım.
Teşekkürler bu güzel paylaşım için, emeklerinize sağlık.
Selam ile
Çok güzel aydınlatıcı emek verilmiş bir yazı.....Kelamınız ve kaleminiz bereketli olsun.....
Saygı ve selamlarımla.......
Güneri Yıldız
merhaba bu güzel anlamlı dizeleri sunum adına kutluyorum güneri bey çok yerinde tesbitler izninizle gurubumda paylaşıyorum
Güneri Yıldız
Güneri Yıldız
Selam ve saygılarımla...