- 663 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞIZ ATIN SÜVARİSİ
– “Kumandanım!”
– “Çavuş…”
– “Kumandanım, şu karşımızdaki karlı dağın etekleri, bizim köyün yaylası, oralarda at güderdim ben. Ne güzel pınarları var, yazları göçerdik…”
– “Sırasıdır Çavuşum, gölü geçince dört senelik hasretini dindirmemi ister misin?”
– “…”
– “Seni keşif kolunda görevlendireyim. Bir fırsatını bulup köyüne uğra; bir-kaç gün kal, sonra arkamızdan bize yetiş…”
– “…”
Mehmet Çavuş kulaklarına inanamadı, dikilip durduğu yerde kılıktan kılığa girdi; biraz heyecan yaşadıktan sonra kumandanın sevgi yüklü bakışları karşısında dili çözüldü:
– “Emriniz olur, kumandanım!”
Birbirlerine can borçluydular. Mehmet, bir çavuş değildi de sanki kumandanının yaveriydi. Neydi o günler, bir alay asker susuzluktan kırılıyordu. Bir gün kumandanı siperleri denetlemeye geldi; Mehmet Çavuş da hemen bir tekmil vermek istedi, susuzluktan ağzı kuruduğu için anlaşılır bir kelime heceleyemedi. Bir asker, “Kumandanım, matarasındaki suyun hepsini bize içirtti, kendi susuz kaldı.” dedi. Tam o sıra, Mehmet Çavuş baygınlık geçirdi. İlk müdahaleyi kumandan kendisi yaptı, matarasından ağzına su akıttı, baktı olacak gibi değil, “Seni bir matara su kandırmaz çavuşum, gel gidelim.” diyerek koltuklayıp kaldırdı, atının yedeğine alıp götürdü; daha çetin günler için muhafaza edilen yağmur suyu depolanmış yeraltı sarnıcına indirdi. Yarı baygın çavuşu o gün soğuk suyun kenarına nasıl da uzatmıştı? Belli ki kumandan, yine öyle bir mesuliyet alarak ona hak etmediği kadar büyük bir mükâfat veriyordu:
– “Kumandanım!”
– “Söyle, Mehmet Çavuş…”
– “Bu sebeple size bir isnat olmaz mı?”
– “Vay deli oğlan vay! Sen neler düşünürsün bakayım?”
Gönüllü takviye birliklerinin kumandanı, yaşlı muharip, yerinden kalkıp gel-di, çavuşunu omuzlarından tutup karşısına aldı:
– “Mehmet Çavuş, Mehmet Çavuş, o gün üstümüze yağmur gibi mermi ya-ğarken susturulmuş düşman makinelisinin başına geçmen yok mu, bir bölüğü kurtar-dı; bölük de taburumuzun savunma hattına çekilmesini sağladı. Sana bir can değil, bin can borçluyuz. Hem ben sana arazi keşfi için bir ‘vazife pusulası’ vereceğim, bu bir emirdir, anladın mı?”
– “Emredersiniz, kumandanım…”
Kumandan, daha fazla laf istemediğini hissettiren bakışlarla yerine geçip oturdu:
– “Çavuş!”
– “Emret kumandanım!”
– “Benim yağız at ne durumda?”
– “Kumandanım, şimdi daha iyi, yarasının içi dolmuş, kapanmak üzere. Gö-rünen kısmı da avuç içi kadar kalmış. Dün sevdim biraz, yelesinden kuyruğuna kadar taradım, kaşağıladım. Eğer vurulabilir, yedekte emrinize hazır.”
– “Çavuş!”
– “Emret kumandanım!”
– “Yağız atla gideceksin arazi keşfine.”
Çavuş yine konuşacaktı, kumandan:
– “Çavuş, bu konuda bir daha konuşacak olursan karşımda, rütbeni böyle sökerim, sakın bir daha ağzını açayım deme.”
***
Askerlik Şubesinden Beyler Köyü İhtiyar Heyetine teslim edilen şehit künyelerinden başkaca yüreklere su serpen haberler alınamaz olmuştu. Gönüllü yazılanlar tükenmiş, askerliğe çağrı yaşı küçülmüştü. Koca bir nesil tükenmek üze-reydi…
Tarihi Miryokefalon Savaşı’nın önemli cephelerine sahne olmuş bu topraklarda yaşayan, o şanlı zafere can, kan veren ecdadın torunları şimdi de Dev-let-i Âli’nin başına gelen badirede ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlardı. Mehmet Çavuş’un ata yurdu Beyler Köyü, devranın bir numunesi gibiydi. Köye, Mehmet Çavuş’un babası Deli Oğlan Koca’yla onun biricik arkadaşı Köse Musa sahip çıkıyordu. En büyük sıkıntıları kıtlıktı. Köylünün tahıl ihtiyacını karşılamak için de vakıf arazisine süpürgelik tohumu ekmişlerdi. Süpürgeliği Koca kendisi beklerdi de sıkıldıkça bazen rica eder, Köse Musa’yı gönderirdi. Süpürgelik nasıl da boy vermişti, maşallah, içinde koca bir ordu saklanır. Allah izin verir de hasat edebilirlerse, süpürgelik tohumu, ikiye bir arpayla karıştırmak suretiyle tahıl olarak köye epey yeterdi.
Koca, süpürgeliğin başına bir iş gelmesinden korkuyordu. Bir gün, kor-kularını alt etmek için süpürgeliği beklemeye Köse Musa’yı da yanında götürdü. Süpürgeliğin içinde sanki birileri karasabanla gezinmiş gibi oyukluklar, kimi kökenlerinin dibinde çukurluklar vardı. Eskiden eşkıya köy baskınlarında evleri, ambarları soyardı. O sıralar köylünün bir şeyi kalmayınca, eşkıya, buğday tarlalarına, arpa tarlalarına inip ürünü kendisi hasat eder oldu. Süpürgeliğe de sakın göz dikmiş olmasınlar?
– “Acı kara ekmeğe de mi hasret kalacağız Musa, yoğsam?”
– “Hayır derim, Koca, hayır derim, kötüye yorma görüp de anlayamadığını.”
– “Sen ne diyorsun, bu oyuklara?”
– “Hınzır, derim, hınzır. Ekine girdi mi böyle yapar. Onun burnu kara saban-dan daha derine işler.”
Koca, üç gündür akıl edememişti domuz meretini. Köse’yi bu sözlerinden ötürü öpesi, öperken delice ısırası geldi. Saadetinden, sevincinden Deli Oğlan namına layık bir şekilde ağzını ayırarak gülerken Musa’yı korkuttu. Musa alınganlık gösterdi, “Size deli oğlan diyen muhterem zat pek isabet buyurmuş.” diyecek oldu.
Köse Musa için eşi yok, çocuğu yok, zürriyetsiz diyenler hiç haklı değildi. O bir gönül eriydi. Gerekirse eline silah almasını da bilirdi. İnsanın yüzüne biraz soğuk bakardı lâkin sonradan anlaşıldı ki baktığı kişinin kalbinden geçeni fehmettiği için öyle soğuk bakarmış. Geceleri evinde birçok insanla zikir çektiğini Deli Oğlan kaç kere duymuştu da bir kerecik kendisine söyletememişti. Yanına gelip gidenler vardı yabandan lâkin onlar kimlerdi, neciydiler, bunu da bilen yoktu köyde. Allah şahit, Deli Oğlan Koca, adamın evini gizlice gözetlemekle günahını almıştı. Aslında Köse Musa’nın sakalsız yüzünden başka kusuru yoktu. Zürriyetsiz oluşu da Allah’ın bile-ceği bir işti. Bu da bir kusursa, herkesin bin kusuru var demekti.
Koca, bir tümseğin üstüne yerleşirken, yolda anlattığı bir rüyasını tabir etme-sini istedi, Musa’dan:
– “Musa, dedi, benim rüyayı tabir eylemeyecek misin?”
Süpürgelik kökenlerinden en yükseğinin tepesine bir serçe kondu. Musa arandı, eline geçirdiği küçük bir kaya parçasını kuşa fırlattı, Koca’ya söyledi:
– “Tabir edilmeyen rüya hayra çıkar. Bu gece rüyanı kendin tabir eyleyecek-sin Koca, sabırlı ol…”
Bildiği bir şey vardı herhâlde, ağzından kaçırma korkusuyla sustu. Süpürgelik içinde bir hışırtı oldu. Koca, namlusu kahverengi bereli (!) dolma tüfeğini hemen doğrulttu; Köse de onu bileğinden tuttu:
– “Dur Koca, haydut değil; Topal Osman’ın davar köpeği, belli ki buraya ka-dar kovalamış domuzları. Uçan da, kaçan da Allah Allah der.”
Boğuşur gibi iri köpek sesleri ardından süpürgelikte bir hışırtı oldu, hışırtı gi-derek yaklaştı, memeli bir domuz önlerinden hışımla geçip gitti. Deli Oğlan gözlerine inanamadı, Musa’nın yüzüne bakakaldı:
– “Musa, dedi, seninle hayli zamandır arkadaşız; ben seni hâlâ tanıyamadım. Söylesene kuzum, sen bu köye nereden, nasıl geldin; kimsin, necisin; hangi soydan, hangi boydansın?”
İşte bu bir gevezelikti. Musa, Koca’nın yüzüne pek soğuk baktı; “Deli oğlan dedikleri kadar varsın. Bunca yaşa gelmişsin, hâlâ sözünü sohbetini bilemiyorsun.” demedi. Gözlerini kaçırdı:
– “N’edicen soyumu, Koca? Askerliğe mi yazdıracaksın? Kimse beni adam yerine koymazken, soyumu ne diye sual edersin? Bir Allah’ın kulu, de, geç.”
Koca sorduğuna pişman oldu. Musa da onu üzgün görünce bir izahatta bulundu:
– “Atalarım Evrenoğulları, Davras, Dedegöl yaylalarında at besiciliği yapar-lardı. Çadır dokumacılığından nalbantçılığa, araba, kağnı, hayvan koşum takımları yapımından; ok, kılıç, kalkan yapımına kadar her mesleği canlı tutarlardı. Balkan Savaşları sırasında ikiye bölündüler. Meslek sahipleri merkezlere indi. Zamanla her bir meslek sahibi memlekette bir badirenin halline koşayım derken dağıldılar, şimdi her biri fisebilillah, mekândan münezzeh yaşıyorlar. Onların torunlarından, Davras, Dedegöl yaylalarında hâlâ göçerler var lakin varıp bulamazsın, bulsan bilemezsin. Ben de fisebilillah Tefenni, Dinar Ahi Teşkilatlarında bir ömür geçirdim. İş bu ahir ömrümde Yalvaçlı bir debbağ beni yanında getirdi. Allah ondan razı olsun, iaşemizi temin eder...”
– “Sen öyle bir Allah’ın kulusun ki Musa, yerin Hazret-i Muhammed Musta-fa’nın yanı başı. Beni de sen, bir münasebetsiz kul say, sualim için bağışla.”
– “Kullar kulu bağışlamaz Koca, cümlemizi Allah bağışlasın.”
Deli Oğlan Koca onu çok seviyordu. Eğer Köse, “Koca be, sen şu evindeki dul kızlarından birini bana ver, Allah’ın emriyle istiyorum.” deseydi, Koca düşünmeden, kızından sonra gelini Ayşe’yi de verirdi. Böyle şeyleri sadece o düşünüyor değildi. Deli Oğlan Koca’dan evvel davranan dünürü Arif Ali, Koca’nın gelini olan dul kızı Ayşe’yi Köse’ye vermeyi düşünmüş, kendisi teklif etmişti. Deli Oğlan Koca tarafından da kabul gören bu fikir, Köse Musa’dan geri dönmüştü.
***
Deli Oğlan Koca, işi deliliğe vurdurmasaydı, bunca yaşına gelemezdi. Vatan borcunu çok ağır ödemekteydi: İki tane babayiğit damadını, iki tane oğlunu birbiri ardınca, adlarını aklında tutamadığı Cihan Harbi cephelerine göndermişti. Giden gelmiyor. Küçük oğlu Sinan’la damatlarının künyeleri gelmiş; onlardan önce giden büyük oğlu Mehmet’ten hiçbir haber çıkmamıştı. Köyde herkes, Halep taraflarından çekilen birliklerle Çanakkale’ye giden Mehmet’in İngiliz kâfirinin cehennem gibi kaynattığı lağımlarda şehit olduğunda birleşiyordu. O cephede zayiat çok fazla oldu-ğundan, şehit künyelerine ulaşılamıyormuş.
Bütün bu söylentilere rağmen Ayşe, aynı fikirde değildi. Süpürgeliğin çapa işinde, imecenin önünde erkeksi tavırlarla toprağı katıp karıştırırken bütün gücünü Mehmet’ten alıyordu. Dullar arasında sayılmaya başladığı hâlde bu konuda ümitleri diri kalan yalnız Ayşe gelindi. Kocasından söz edilirken, “Mehmet’im gelecek.” der, herkesi sustururdu. Yüreğinde diri tuttuğu arzuları gibi, gelin çıkarken ellerine yakı-lan kınalarını da hiç soldurmadı. Daha Mehmet’ine erkekli kızlı çocuklar doğuracak, kaynatası Deli Oğlan Koca’nın dizlerine oğul balı torunlar oturtacaktı.
Belli ki Cenabı Allah Ayşe kulunu kayırdı; bir gece yarısı hanede bulunanlar, yataklarının içinde endişe ile kıvranıyorlardı. Kimse yatağından kalkıp da çalınan kapıyı açmaya cesaret edemedi. Koca, uykusunun içinde duyduğu at kişnemesi ile ikidir duyulan insan sesine kulak kabarttı. İnsan sesi birkaç kere daha belli belirsiz duyulduktan sonra birkaç kelamı anlaşıldı:
– “Babacığım, aç, ben, Deli Oğlan kuzusu Mehmet, Allah’ını seversen aç ka-pıyı, endişe edilecek bir hâl yok, aç!”
Koca ellerini, yüzlerini çimdikledi. Bu bir rüya olamazdı. Yorganın altından doğrulur gibi değil de mezarından kalkar gibi ayaklandı, “Yaratana kurban, yaratana kurban...” diyerek kapıya kadar vardı. İç kapılar ölüm sessizliğinde tıkırdıyordu. Efkârlı yatanlar, geceleri böyle sesler duyarmış. Sesin tekrarını bekledi. İçeride olup bitenleri sezinleyen Mehmet:
– “Babacığım, kumandanım izin verdi de geldim, aç kapıyı!”
Kapı, kapı olalı böylesine bir vuslata şahit olmamıştı. Kemik gibi sarılıp kok-laşanları bir de ahşap kapı üstlerinden kucaklıyordu:
– “Mehmet’im, ettiğim dualar yere geçmemiş, Mehmet’im…”
Hanede sevinç gözyaşları sel oldu...
***
Deli Oğlan Kuzusu Mehmet teskereyle gelmiş diye köyde şenlik vardı. Ko-ca’nın evine dizlerini tutan ihtiyarlar geldi, Ayşe’ye gözün aydın demeye benzi soluk gelinler, kızlar geldi. Mehmetçik görmeye çocuklar geldi; ablalar, bacılar geldi. Onca insanın arasında Sürmeli Hasan’ı göremedi Mehmet; Atik Yavuz’u göremedi. Kardeşini, eniştelerini göremedi. Dayısının oğlu Osman’ı da, Küçük Sinan’ı da… Amcazadelerinden hiç kimse yanına gelip oturmadı.
Deli Oğlan Koca’nın içine bir kurt düştü, “Yavruma nazar olacak.” diye dü-şünürken İhlâs-ı Şerif ile Felak ve Nas surelerini okumakta geç kaldığının farkına vardı. Kocalardan Mustan dayı sükûtu bozmak, Koca’nın gözünü birazcık ayabil-mek için iki laf etti:
– “Deli Oğlan, gözün aydın; Cenabı Allah Mehmet’i sana bağışladı lâkin oğ-luna sahip çık.”
O öyle dedi de, Mehmet, üstüne söz düşmüş gibi ortaya konuştu:
– “Mustan dayı, ben iki gün sonra tekrar gideceğim.”
Bu söz, kocamış erlerin üstünde bomba tesiri yaptı. Bütün bakışlar Mehmet’in yüzünde kilitlendi. Köse Musa’nın kirpiksiz gözlerinde şimşekler çaktı; Mehmet’e bir bakış baktı, o bakışla Mehmet’in göğsüne sanki bir korlu sac devrildi. Köse haykırdı:
– “Erenler, dedi, gönüllü yazılacakmış, salmayız gayri değil mi?”
Ortalık tenhalaşınca kocalar bir odada meşverete çekildiler. Ayşe’nin gözün-den hiçbir şey kaçmıyordu. Arşa yükselen niyazlarıyla getirtmişti Mehmet’ini. Mevlâ onu Ayşe’sine bağışlamıştı, evet, yalnız Ayşe’sine.
Ayşe, meşverete çekilenlere iki vakit, süpürge tohumuyla buğday unu karışı-mından yaptığı bazlamalarla pekmez şerbeti sundu…
***
Kocaların uzun süren meşveretinden sonra alınan karar hemen uygulandı. Mehmet bir hafta süreyle odasına kapatıldı, yanına kimse sokulmadı. Bu karara itiraz edecek olan Ayşe de razı olunca bir efsane yaşanmaya başladı.
Kanat takınmış gibi uçarılaşan Ayşe’nin eremediği, deremediği iş yoktu ha-nede. Mehmet’ine özenle yiyecekler hazırlıyor, her öğün mutlaka bir de haşhaşlı taze katmer yapıyordu. Sağlam asker, uykuya doymaz hâlde döşeğinde yatarken, üç öğün yedirildiği haşhaşlı katmerin tesirini düşünemiyor, üstündeki kurşun külçesi gibi ağırlığın ne olduğunu, neden olduğunu anlayamıyordu. Gece gündüz derin uykularda “Kumandanım, kumandanım…” diye sayıklıyordu. Görevli izinli bir asker değil de sanki başka dünyaların adamı gibiydi. Ne hikmetse her yemekten sonra Mehmet uykuya dalmadan, babası kapıyı onun üstünden kilitleyip çıkmaktaydı. Yine bir akşam yemeğinden sonra Mehmet, ağır bir uykuya teslim olmadan evvel konuşabildi:
– “Ey gözünde yaşı kurumayan babacığım, ne işler peşindesin? Kuşkulandığın kem gözlü birine, gelme desen, o da gelmez. Kapıyı üstümden kilitlemenin ne manası var?”
– “Senin aklın ermez, oğlum. Kimin kem gözlü olduğu bilinmez ki gelme di-yesin.”
Mehmet, daha geldiğinin ikinci günü falan sanıyordu. Bir akşam, Köse Mu-sa’yla Koca, yatağının başucuna yakın oturdular. Koca’nın elinde bir ip vardı; ipi çuval yüklenecekmiş gibi ilmek yapıyordu. Gördüğünü yorumlayamayan Mehmet’in aklı karışıktı. Babasının adı belliydi hani de, Köse Musa’nın ne düşündüğünü hiç kestiremedi. Derken, Köse Musa, Mehmet’in üstüne bir abanış abandı, yüklenip bastırdı. El çabukluğu marifet, Koca da evvel Allah işini çabuk bitirdi. İki ihtiyar, Mehmet’in elini ayağını sımsıkı bağladılar. Ayşe’nin bir yazması da ağzına tıkıştırıldı. Asker Mehmet’in iniltileri ıstırap vericiydi. Önce çarşafa sarıldı Mehmet, sonra bir hasıra dürüldü, iki ihtiyarın omuzlarında bilinmeyen bir yere gö-türüldü.
Mehmet, daha önce hazırlandığı anlaşılan bir yeraltı odasına indirildi. Hoca Ahmet Yesevî Hazretlerinin altmış üç yaşında girdiği yeraltı hayatına Mehmet yirmi yedi yaşında giriyordu. Eli ayağı çözülünce ancak rahat bir nefes alabildi. Cennetlik kulların gözüne Azrail, sevdiği kişilerin kılığında görünürmüş. Belki de Mehmet Ça-vuş öldü, kabir azabı çekiyor, kim bilir?
– “Bana bak, dedi babası, eğer azıcık bir sesini duyayım, ayaklarına kement takarım, bütün gün ellerini ardında bağlı tutarım, ağzına çaput tıkarım. Baktım ki yine olmuyor, seni buraya diri diri gömerim. Bana eziyet etme, ona göre davran, beraatını bekle.”
***
Mehmet’in yalvarmaları boşunaydı. Bir kör kandil dahi olmadan güneşlere hasret hayatına başladı. Günde bir sefer yiyecek, içecek getiren babası, her gelişinde onu evlendirmekten söz ediyordu. Mehmet sabahı, akşamı bilemiyor, günün hangi saatinde olduğunu anlayamıyordu. Her gün yanına gelen babası ne anlatırsa onu biliyor, verilen nafakasını yiyordu.
On beş gün sonra, Koca, kendisi o civarda nöbet tutarken oğlunun yanına gelini Ayşe’yi göndermeye başladı. Ayşe’nin ağzından da bir sır alamayan Mehmet, hakkındaki kararları öğrenebilmek için, Ayşe’nin kadınlık duygularına pusu kurdu:
– “Kız Ayşe, dedi, babam beni Sultan gelinle evlendirecekmiş. Haberin var mı?”
Ayşe, daracık yeraltı odasında Mehmet’in önüne, fistanının eteklerini yeldirerek bir sofra kurdu. Sofranın kıyısına, Mehmet’in dizinin dibine bir kabir meleği gibi oturdu, alnına kaytaran saçlarını tülbendine sıkıştırıp edalı sedalı konuş-tu:
– “Sultan iyi kızdır; Fatma biraz hırçındır lâkin o da beni çok sever, gül gibi geçiniriz. Ötekileri hiç hesaba katmıyorum, onlarla peygamber nikâhı kıyacaksın...”
Güzelinin her şeyden haberi olduğunu anlayınca Mehmet’in diyecek sözü kalmadı. Lokmalar boğazından aşağıya inmiyordu. Ayşe:
– “Amma velâkin, Mehmet, kimsenin bana, erkeğimin iktidarından şüphe ederek bakmasını istemem. Sultan geline nöbetlerimi severek vereceğim. Herkesten önce sana sahip olmamın saadeti yeter bana.”
Mehmet, her lokmada bir sefer, su testisini tepesine dikiyordu. Kendisini kurbanlık kuzu gibi hissetti. Sofradan hemen çekilip de hanımıyla uzunca konu-şacaktı. Ayşe elini çabuk tuttu, sofrayı toparladı; erzak bohçasını kaptığı gibi merdivenden yeryüzüne çıkıyordu. Mecalsiz mahpus, güzel ziyaretçisinin eteğini tuttu, yalvarır gibi söyledi:
– “Senin üstüne gül koklamam Ayşe, bunu bilmeni isterim.”
Ayşe, kocasının elini fistanından tırmalarcasına kurtardı, iteledi:
– “Bırak eteğimi, mızmız herif…” dedi.
Ayşe merdiveni çıktı, çıktığı merdiveni yukarıya çekti. Mehmet, kale bendi gibi derin çukurun içinden yukarıya seslendi:
– “Kız Ayşe, Allah’ını seversen sıkı kapatma, biraz ışık gelsin!”
– “Sus bre, sesin duyulacak! Köyde zaptiyeler seni arıyor; sakın dışarı çıka-rım deme, hakkında vur emri var.”
– “N’olacak, asker kaçağı karısı, asker kaçağı karısı…”
– “Seni beni bilmez seni, hah şöyle, daha çok yalvaracaksın. Ben elli tane Sultan’la başa çıkarım. Evvelâ senin bir beraatını görelim, gerisi kolay.”
Ayşe’nin son sözlerini Mehmet duyamadı. Nöbet bekleyen kaynatası Deli Oğlan Koca, Ayşe’nin otları, çalıları, yapraklı dalları deliğin üstüne çılgın gibi yığışını seyrediyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı. Ayşe hâlâ araziye uygun olsun diye bir şeyler bulup atıyordu. Hem ağlıyor, hem de Mehmet’i arazideki bir çukura değil, gönlünün mahzenine kapatıyordu. Koca:
– “Yeter artık kızım, hadi gidelim.” dedi.
Kalbi kuş gibi çırpındı Ayşe’nin. Dönüp baktı, sesin sahibi kaynatası olunca, kendini tutamadı, vardı, yaşlı adamın kucağına basıldı:
– “Baba, babacığım…”
***
Köse Musa, Mehmet’in künyesiyle “vazife pusulası”nı alıp yağız atla gider-ken, Deli Oğlan Koca’yı sıkıca bir kez daha tembihlemişti:
– “Sakın ha Koca, kavlimizi unutma. Bir ay kadar sabret. Şayet benden bir haber çıkmazsa, ben Mehmet’in yerine sayıldım demektir, işler yolunda demektir.”
Aradan kırk gün geçti, hâlâ bir haber gelmediğine göre, bir asker kaçağından falan da söz edilmediğine göre, işler yolundaydı…
……………….
Cumhuriyet döneminde büyüyerek koca bir kasaba olan Beyler Köyünde, bir asra yakın zamandır rivayet edilen şudur: Köse Musa, Çanakkale’de, cepheden cepheye koşan Mehmet Çavuş adında kahraman bir askermiş, beş vakit namazını Kâbe’de kılarmış.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.