- 852 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kuzey Kutbu Gezisi Bölüm 3
İlk gün yediğimiz yağmurdan sonra yol boyunca hava daha da soğumaya başladığı için sırtımızdan yağmurluklarımızı hiç çıkarmadan yolumuza devam ettik. Her gün ortalama 600 kilometre yaparak yolumuza devam ettik. Helsinki’den itibaren hava artık hiç kararmadı. Geceyi görmeyi unuttuk anlayacağınız. Bu olay; yani hiç gece olmaması beni ürkütüyordu. Nasıl uykuya dalacağız, gecemiz gündüzümüz karışacak diye düşünüyordum ama 600/650 kilometre gibi günlük etaplardan sonra bir de tepemizden hiç eksik olmayan yağmur ve soğuğu da ekleyince boşuna heyecanlanmışım. Bir uyuyordum ki aman Allah’ım, horul horul, deliksiz! Aslında gündüz sıcaklık kuzeye gelmeden 15 derecelerde idi. Böyle bakınca üşütecek bir hava değil gibi duruyor ama yağmur nedeniyle bu sıcaklık neredeyse yarı yarıya düşüyor. Buna bir de motor üstünde yaklaşık 90/100 kilometreyle gittiğimizi de eklersek, hissedilen sıcaklık eksilere denk geliyordu. Kuzeye, kutup noktasına yaklaştıkça gündüz sıcaklıklar beş altı dereceler seviyesine kadar indi. Varın hissedileni siz kendiniz hesaplayın. Nordkapp’a vardığımızda, 48 yıllık hayatımda ilk kez rüzgârdan dengemi yitirip düşmemek için geri geri yürüdüm. Çünkü yüzümü rüzgara verdiğim an yürümem mümkün değildi. Aytekin amacına ulaştı. Yıllardır söylediği hayalini gerçekleştirdi ve ben de iyi ki gitmişim.
İnsanın hayatında her zaman yapacağı bir şey ya da yapınca tekrarlamak isteyeceği bir olay değil bu. Onu bilmem ama ben kutup noktasında çok korktum; koskocaman bir hiçlik, bir boşluk, sanki yolun sonu gibi hissettim. O baktığım yerden ötesi yoktu sanki. Bir şekilde ilerleme fırsatım olsa, hadi şuradan ilerle yürü deseler ben de yürüyüp o boşluğa gitsem bir daha bulunduğum noktaya geri dönemezmişim gibi hissettim. Kutup noktasının büyük boşluğu, ihtişamı beni çok etkiledi. Aslında kocaman bir boşluk ama dopdolu. Hiçbir şey yokmuş gibi ötesine bakınca ama aslında çok şey var. Kafamdan çok değişik şeyler geçti ve bunları doğru kelimelerle şu an anlatmayı beceremiyorum. Kocamandı, derin bir boşluktu, çok ama çok soğuktu, nefisti ve biz amacımıza ulaşmıştık. Böylece dönüş yoluna geçtik. Kutup noktasına gidene kadar Oulu’dan itibaren gidiş yolumuzda, kutup noktasından dönüşe geçtiğimizde de Narvik’e kadar tüm yol boyunca ren geyikleri bize eşlik ettiler. Kocaman kocaman simsiyah sürmeli gözleriyle otoyolda, dağın tepesinde, ormanlarda, mola yerlerinde kısaca her yerde bizimle beraberdiler. Onları bu kadar çok görünce ağzıma tek lokma geyik eti koymadığımı tahmin edersiniz. Her yemekte gelen menüde geyik etini hep pas geçtim çünkü gözümün önüne kocaman siyah gözleri geldi. Hani yukarıdaki paragraflarda size hissedilen sıcaklık ile ilgili bir şeyler anlatmıştım. Bu anlattıklarıma ilave olarak dönüş yolunda kutup noktasından Oslo’ya kadar bir de denizden gelen soğuğu ekleyin ve hesaplayın. Sizce motor üstünde giderken hissedilen derece kaç olabilir? Yanımdakileri bilemem ama benim bedenim eksi on ve üzeri gibi algıladı.
Macaristan’a vardığımızda (lahana gibi kat kat giyindiğimiz için) hava ısınır ısınmaz, motor giderken soyunma konusunda ne kadar becerikli olduğumu algıladım. Kendimle gurur duydum. Prag’a gelene kadar yaklaşık 6000/6500 kilometre civarında yol yapmıştık ve doğal olarak kendimize 1 gün dinlenme ayırdık. Prag’da ki ilk gece kaçta yattık, oraya kaçta vardık hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim ertesi gün öğlen 12.00 gibi uyandığımız oldu. Emin ve Aslı Prag’a ilk kez geldikleri için erken kalkıp şehri gezmeye çıkmışlar. Biz daha önce gördüğümüz için Aytekin ile bana tam bir dinlenme oldu. Budapeşte’ye vakitli vardık ve şehri gezme imkanımız oldu, hayran kaldık. Rüya gibi bir şehir…
Daha önce size söylemiş miydim hatırlayamadım ama ben turizm sektöründen emekli oldum. Dolayısı ile bu alandaki yalan dolan, turist kazıklamalarını ve benzeri dolandırma yöntemlerini duymuşluğum çoktur. Budapeşte’yi layığıyla gezebilmek adına bir taksiye bindik ve bizi “eski şehir” bölgesine götürmesini istedik. Taksici bizi bu bölgeye götürürken şehrin tarihi hakkında çeşitli bilgiler de verdi ve bizi gezdire gezdire götürdü, tarihi şehir bölgesine bıraktı. Biz de adama ödeme yaptık, indik. Gezdik ve dönüşte de kendimizi yormayalım diye tekrar bir taksi bakındık ve bulduk. Bize isteğimiz üzerine, güzel bir akşam yemeği yiyebileceğimiz birkaç yer önerdi. Biz seçimimizi yapınca da kapısına kadar götürüp bıraktı. Sıra para ödemeye gelince şok olduk çünkü ilk ödediğimiz ücretin yarısından bile az bir ödeme talep etmişti. Bunun üzerine taksici “Bu tarz insanlar yüzünden mesleğimiz lekeleniyor” diye söylenerek bize para üstünü verdi ve biz akşam yemeğimizi yemek için önerdiği yere gittik. Harika bir yemek yedik. Hesabı öderken taksiciden aldığımız bozuk paraları da ilave edince garson paraları geri getirip “Bunlar tedavülden kalktı efendim, kabul edemeyiz” dedi. Güler misin, ağlar mısın? Yılların deneyimli turizmcisi bir günde iki kez faka bastırılmıştı.
Budapeşte’den sonra Sırbistan’dan geçerek Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye dönmek bize bir gün kazandıracağı için rotamızı değiştirdik. Sırbistan sınır kapısına geldik. Sıra bize gelince görevli memur pasaportumuza bakarak “vizeniz nerede” diye sordu. Biz de aval aval bakarak “Ne vizesi” dedik çünkü kapıda gerekirse transit geçiş vizesini verdikleri için doğal olarak biz transit vizeyi adamdan beklerken onun bizden vize sorması garip gelmişti. Aytekin ile İlkay daha önceki yıllarda birlikte çıktıkları gezide Sırbistan’dan bu şekilde geçtikleri için bize böyle bir vizenin gerekeceği aklımızın köşesinden bile geçmemişti. Adam da bize hiç konuşmadan camda yazılı olan ve özellikle de Türkçe yazılmış olan bir yazıyı işaret etti. Okuduk ve kalakaldık. Yazıda kocaman harflerle “Nisan 2009 itibarı ile TC vatandaşları transit geçiş yapamaz, vize almak mecburidir” yazmaktaydı. Aytekin ve Emin “Biz transit geçeğiz, hadi canım uğraştırma bizi” diye kibar ama her an patlamaya hazır bir şekilde itiraz edince görevli bizi polise yönlendirdi. Polis bizimkileri dinledi; hatta Emin’in “Bakın ben doktorum, bırakmanız lazım bizi” demesine boş gözlerle bakarken bu arada Aytekin “Durmayacağız, basıp gideceğiz çünkü bir gün kazanıyoruz” diye ekleyince artık polisin bize göstereceği tek bir yol kalmıştı. O yol da girdiğimiz bariyerin öteki tarafıydı. Bize “Gerisin geri gidin, konsolosluktan vize alın geri gelin, geçireyim sizi” dedi. Sonuç itibarı ile bariyeri kaldırdı ve biz tekrar Macaristan toprağına girdik. Kös kös oturup düşündük ve mecburen Romanya üzerinden gitmek için yola koyulduk. Bu arada oturup düşündüğümüz yer bir otelin restoranıydı ve ben sanki hiç bunlar olmamış gibi garsonla şakalaşarak yemek siparişlerimizi verdim. Yemeklerimizi yedik ve kara bahtımıza doğru yola düştük. Zorlu ve uzun bir yolculuktan sonra Sibou’ya vardık. Otele yerleştik ve sızdık artık yorgunluktan. Ertesi gün de aynı şekilde tekrar yola çıktık. İstikamet Edirne’ydi. Aslına bakarsanız, gidebilirsek İstanbul’du. Sibou’dan Edirne’ye yaklaşık 830 kilometre yaptık ve sınır kapısından girdiğimiz an, ben sınırdaki polislerin yanında yerde bile uyumaya hazırdım. Edirne’de Kervansaray Oteli’ne vardık ve ben 48 yıldır hayatımda ilk kez bir seyahat esnasında yıkanmadan soyundum, üstümden çıkardıklarımı yere attım, dişlerimi bile fırçalamadan, elimi yüzümü bile yıkamadan yatağa devrildim. Kendi kokumu almamak için yastıkta kafamı hafifçe yukarı doğru kavislendirdiğimin haricinde hiçbir şey hatırlamadan ertesi sabah 11.30’da gözümü açtım ve derhal duşa girdim. Duştan çıktığım andan, kahvaltıdan sonra İstanbul için yola çıkana kadar da işte size söylediğim gözyaşı bölümü başladı. Her şeye ağlayıp sümüğümü çekerek cevap verdim. Bedenim 9000 km. acısını benden gözyaşıyla çıkardı anlayacağınız. Ben de duygularımı serbest bıraktım. O an’ın, yorgunluğun boşalma anı olduğunu fark ettim.
Evet, son bölüme geldik…
Alıntı: Bir İki Üç SIÇRA adlı kitaptan/ Selcan Yıldırıcı
YORUMLAR
Yıldırıcı
saygılarımla