- 1580 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YUKARISEYİT’İN BİR ASIRLIK EKONOMİSİ
YUKARISEYİT’İN BİR ASIRLIK EKONOMİSİ
Yukarıseyit köyü, coğrafi yerleşim alanından dolayı bir çok artı ve eksisi olan ekonomik yapıya sahiptir. Çökelez Dağlarına başını koymuş ve oradan kışlık yakacağını temin edip, hayvanlarını uzak yaylalara değil, hemen yakınında bulunan Gedik, Ayaztepesi, Almalı, Yülük yaylalarında yaylatmıştır. Domates, biber, patlıcan, soğan, bamya, fasulye gibi yemeklik sebze, meyve ve yiyecek ihtiyaçlarını da Büyük Menderes’in hırçın akan suyu kenarındaki Öteyaka, İçyaka, Tahtalıbent, Seydiyeri gibi alanlardaki bahçelerde yetiştirmektedir. Büyük Menderes’in sağladığı imkânlardan yararlanarak köylüler; Öteyaka, Fabrika, Beşdam, Beyler, Eski Pavlika, Deliktaş, Hacı Ese, Molla Omar değirmenleri vasıtasıyla buğdayları öğütmüş ve un ihtiyacını karşıladığı gibi değirmencilikten parada kazanmışlardır. Baklan ovasında geniş bir alanda Aşağı Devir, Orta Devir ve Yukarı Devir diye söylenen tarlalarında arpa, buğday, burçak, keten, nohut, mısır gibi taneli ve tahıllar yetiştirmiş.
Burada ele aldığımız bu ekonomik duruma şöyle bir göz atarsak; bir asır içinde neler olmuş, neler değişmiş, dün revaçta olan meslekler nasıl bir değişime uğramış inceleyip, göreceğiz. Elbetteki dünya değişmekte, aslında değişen dünya değil; bilimsel ve teknik gelişmelerin getirdiği sosyolojik ve kültürek değişimdir. Değişen insanların dünyaya bakışları, kelimelere ve hayata tükledikleri anlamlarıdır. 1900’lı yılların ortasına kadar köyden ayrılmak, ailesini bırakıp başka bir yere yerleşmek; neredeyse ayıplanıyordu. 1960 ihtilaline kadar köyden, ancak tahsil yapıp, başka yerde çalışmak zorunda olanlardı. Bunlarda on aileyi belki geçmezdi. Bir de “Yabandan alma düveyi, çeker gider boğayı” dedikleri gibi, özellikle yabancı hanımlarla evlenen köyün memur erkeklerinin göç etmesi çok yüksekti.
Tarihi derinliğine bakarak, Yukarıseyit’in ekonomisini ele aldığımızda, kültürel açıdan veya sosyal yönden incelersek; bir asır içinde nelerin değiştiğini göreceğiz. Meslekler ve gelir kaynaklarının değişmesi yanında; dünyaya ve hayata bakışlar da değişti. Gerek dini, gerek milli, gerek gelenek ve görenekler olarak, gerek sosyal ve kültürel anlamda olsun; bir çok kavram ve terimin bu gün başka manalar ve değerler taşıdığını görüyoruz. Dün siperli serpuş veya kasket denilen şapka ile gezmeyeni ayıplayanlar, şapka giymediği için; lakabı “Başı kabak Ahmet” kalan bir köylüye inat, bu gün gençler, kasket, şapka gibi başlıklara tevessül etmemektedirler.
Bu değişim ve değişmelere yüzlerce sebep ve sonuş bulabiliriz. En başta gelen elbette yaygın bir eğitimin, özellikle de bilimsel ve teknik alanındaki buluş ve gelişmelerin insanlara daha ucuz ve kolay ulaşmasıdır. Bu değişimlerin getirdiği imkanlar sayesinde insan hayatının daha rahat ve kolaylaşması dikkati çeken noktalardır.
Okur yazar oranının yükselmesi, haberleşme ve iletişimin yaygınlaşması, ulaşım ve seyahatin güvenilir bir şekilde gelişip, kolaylaşması, çağın teknik ve bilim sahasındaki yeni araçların daha hızlı bir tarzda insanlara ulaşması, daha rahat yaşama, başka yerleri görüp tanıma merakı son yüzyıldaki değişimi sağlıklı ve sağlıksız bir biçimde hızlandırmıştır. Bu değişimler, bir tahıl ülkesi ve nüfusun büyük bir kesimi köylü olan bir “tarım toplumunun” çağın gereği olan gelişim ve değişe ulaşması ve ardından “sanayi toplumu” ve “bilgi toplumuna” geçmesi büyük zaman alır. Bu değişimler olurken; toplumda bir çok sıkıntılar ortaya çıkar. Köylerde artan nüfustan dolayı; üretim alanları ve tarım sahaları daralınca, çoğalan genç kuşaklar, kendilerine başka yerlerde iş aramaya koyuldular. 60’lı yıllarda nüfusun yarıdan fazlası köylerde ikamet ediyordu. O zamanlar Türkiye’de sanayileşme de bir kaç büyük kentte olmaktaydı. Halkta bir lokma, bir hırka düşüncesiyle iş merkezlerine göç etmekten çekiniyordu. Bir kaç ay bir başka kente gidenler; Ordulu Süleyman, Muğlalı, İstanbullu gibi lakaplarla anılıyordu. Dışarıdan gelen yabancılarla da büyük temas kurulmuyordu. Köydeki en büyük yabancılar kolonisi ise bir kaç yıllığına gelen ilkokul öğretmenleriydi.
1960’lı yıllara gelindiğinde Adnan Menderes hükümeti, Almanya’ya işçi gönderimi için anlaşmaya varmış ve araya giren 27 Mayıs darbesinden sonra da kalifiye elemanlar seçilerek, sıkı bir sağlık kontrolünden geçirilerek ilk işçiler gönderildi. Almanya’ya, Çal ve çevresinden ilk giden üç işçinin birisi rahmetli babamdı. Ben o zamanlar daha yedi yaşındaydım ve 1960 yılında olduğum on ameliyat sayesinde yenice ayağa kalkıp, rahmetli Sali Barış dedenin yaptığı koltuk deynekleri sayesinde yeni yeni dünyayı adımlayabiliyordum. O zamanki Türkiye ile şimdiki zamana baktığımda nelerin değiştiğini çok rahat görebiliyorum. Bir çok şey değişti elbette... Daha önceki asırlarda olan değişimler belki bu kadar hızlı olmamıştır. Nasıl oldu da yaklaşık 1900 nüfuslu bir köy beş altı yüz nüfuslu bir yerleşim alanına dönüştü? Bu soruyu ara sıra kendime sorarım.
Son asırda köyümüze ve köylümüze katkıda bulunan bir çok meslek türleri ve erbabları vardı. Bunların büyük bir çoğunluğu gerek insan yetersizliğinden, gerek değişen ihtiyaçlar ve yeni araçlar sayesinde şu andaki gençler tarafından dahi bilinmeyecek şekilde gözden kaybolup gittiler. Bizim çocukluğumuzdan önce yitip giden bazı meslek ve kapanan dükkânlara şöyle bir göz atacak olursak en başta “yağcılık” gelir. Bu yağcılık, yalakalıkla alakası olan değildir: Bizim orası haşhaş (afyon) ekimiyle ünlüdür. İşte bu haşhaştan çıkarılan yağ konumuzdur. “Şırlan” ya da haşhaş yağı denilen bu yağ çıkarma işlemini dedem Süleyman Bozkurt yapardı. Şu andaki evinin olduğu yerde yağ çıkarma yeri vardı. Hatırladığım kadarıyla Hasan Hocaların dükkânlarından birisinde de haşhaş yağı çıkarılıyordu ama kim yapıyordu, onu bilmiyorum. Tekel Hasan’ın dedeleri de yağ çıkarıyormuş ki onlara “Yağcılar” soy ismi verilmiş. Mahmutgazi köyüne göç eden kardeşinin soyismi Yağcı ama kendisi kıyısında askerlik yaptığı Aras ırmağının adını Araz olarak almış.
Demircilik köyümüzde en geniş kesim tarafından yürütülen bir iş koluydu. Zaten Çal bölgesi “demircilikle” ünlüydü ve adı da geçen asırlarda “Demirciköy” olarak biliniyordu. Hatta köyümüzde bir çok sülalenin veya ailenin soyisimleri, lakapları “Demirci” olarak görülmektedir. Çocukluğumda Sadık, Mehmet Demirci kardeşler, Deli Yusuf (Ağan), Sağır Ali, Humhum Şükrü (Eğri)’nin klasik demirci dükkânları vardı. Ben de bazen girer orada körük çekerdim. Bu demirciler, önceleri keser, saban demiri, tara, bıcak, tırpan, mudul, çapa, balta, nacak, basit ev aletleri, halka ve zincir, kağnı ve atarabası tekerlerine kasnak gibi şeyler yaparlardı. Değirmencilerin, değirmen taşlarını dişemek için keski biçiminde çekiçlerini hazırlarlardı. Daha sonraları soğuk demircilik yaparak kapı, pencere demiri, çercevesi yaptılar. İşin içine elektrik akımı girince önce körükler veda ettiler. Daha düzgün ve kaliteli olarak üretilen aynı zamanda ucuz bir şekilde temin edilen fabrika ürünleri çıkınca, bu ilkel küçük demirci atölyeleri bir bir kapandı. Bu gün eski demirci dükkanlarının yerine ev veya kahvehane, bakkal veya dükkân yapıldı. Yaşlı demirciler, bir bir göç ettiler, gençler de ya soyismi olarak, ya da sülale lakabı olarak “demirci” adını taşıyorlar.
Yukarıseyitlilerin, kazançlarını en çok temin ettikleri işkolundan birisi de “değirmencilik” sayılır. Değirmencilik aynı zamanda bir gelir kaynağıydı, Değirmen Deresi’de sözlü bir kültürün üretildiği yaşayan bir merkezdi. Efsaneleriyle, hikayeleriyle, bize kalan atasözü ve deyimleriyle değirmenler, hem Yukarıseyit kültürüne, hem de ekonomik idaresine çok katkıda bulunmuştur. Molla Omar, Deliktaş, Eski Pavlika (Uzun Oluk), Beyler, Hacı Ese, Fabrika, Öteyaka değirmenleri yaklaşık 66 ocaktan (değirmenden) oluşuyormuş. Kadı Velilerin Kuçak Çam’daki değirmenini de ilave edersek bu sayı kabarmaktadır. Yukarıseyit’te bir çok aile değirmencilikle uğraşmasına rağmen; hiç bir aile “değirmenci” soyismini almamış ve lakabını uzun zaman taşımamıştır. Bu da işin bir başka yönüdür. Kiralanarak veya sahibi olarak değirmencilikle uğraşanlar, kendilerine değirmenci demekten ziyade “değirmen bekliyoruz” diye sanki geçici bir işle uğraştıklarını belirtmişlerdir. Değirmen ağası, değirmen ağasının kahyası, çaycı, unluk, tahal, tahal mahalli, tahalcı, dişe, çark, değirmentaşı, savak, savakbaşı, ark, ark savmak, oluk, uzun oluk, balık yahnisi terimleri, kelimeleri; “millet üne değil una gelir”, veya “Molla Omar’a gezmeye gidiyorum” gibi deyim ve atasözleri artık unutulmaktadır. Ya o köyün en yoksulu olan sığır çobanı Ese’nin açıklı hikayesi. Hiçbir maddi varlığı olmayan yoksul ve garip olan Ese, köylüler ve pekmez almaya gelen yabancı tüccar tarafından alaya alınınca; “Eğer zengin olursam, köyün musalla taşında pekmezle gusül abdesti alacağım!” diye serzenişte bulunur. Sığır güderken deli dananın düştüğü çukurdan bir küp altın bulan Ese, pekmez için bağlar yetiştirir, sonra hacca gider, Hacı Ese denen bir değirmen yaptırır, vakıflar kurarak yardımlar yapar. Hacı Ese Değirmeni’nin yerinde bu gün bir eğlence yeri olarak kullanılmaktadır. Ne yazıkki, dünkü su değirmenleri elektrikle çalışan, köylerde kurulan; az hizmetle çok kazanç getirenlere yenik düştüler. Artık bu gün Molla Omar’ın yıkıntıları dahi kaybolup gitmektedir. Öteyaka değirmenleri virane şeklindedir. Değirmencilik gibi, Değirmen Deresi kültürüde yok olmaktadır. Hatta köyde yufka, bezirme (bazlama), çörek yapanlar yoktur; köyde kalanlar, fırın ekmeği almak için sabahın erken saatlerinde satılan yere gidiyorlardı.
Değirmen Deresi, değirmencilik gibi soyismi olamayan bir geçim kaynağı daha var, o da çobanlıktır. Çocukluğumda köyde o kadar koyun sürüsü vardı ki... ağıllar, sürüler, elkoyunlar, koçlar, Şaban Yaylası, Yülük, Ayaztepe, Elmalı, Söğütlü, Gedik yaylalarına konan çobanlar, gidiş ve dönüşleri neşeli ve gürültülü olurdu. Çoban kelimesi kimseye soyadı olmadığı gibi sülale lakabı olarak da neredeyse kullanılmamıştır. Çobanlar, omuzlarına astıkları kozalı rengarenk ipli torbalarını vücutlarının ritimlerine uydurarak, çoban deyneklerini sırtlarından yere parelel olarak kolları arasından geçirerek, başlarına sarık şeklinde sarı şallarını ikinci güneşinde parlatarak alımlı alımlı köyün dışına doğru sürünün önünde yürürlerdi. Sürüyü uğurlayan yaşlılar, çocuklar ellerindeki deynekle sürüden ayrılan koyunları tekrar sürüye katarlardı. Hele o kangal türü çoban köpekleri. Bizimde beyaz sarı renkli tüyü olan iri köpeklerimiz bizimle oynardı ama hiç bir yabancıyı evimize yaklaştırmazdı. Bu gün bu çeşit koyun sürüsü bir kaç kişide kalmıştır. Sürüye koyunlarını katanlar artık yoktur. Bir kaç koyun sürüsü vardır. Köyde koyunculuk yeni yöntemlerle yapılmaya başlanmıştır. Daha ziyade çiftlik hayvancılığı ve besicilik yapılmaktadır. Köyün sığırlarını otlatan yoktur. Onun yerine fenni usülle sığır besiciliği yapıp, başka kasabadaki bir mandıraya günlük süt veren yetiştiriciler yeni tür hayvancılık yapıyorlar. Köyün üçretli sarı keçi çobanıönce Kıhalı, sonra da Cemal Ramazan yaptı ama bu gün sarı keçilerde yok, çobanları da...
Çobanlık ve hayvancılık yapamayanların dışında kalanlardan en büyük kesim ya bağcılık ile, ya da çiftçilik (rençberlik) işi ile uğraşıyorlardı. İlk başlarda çiftçilik yapanların büyük çoğunluğu, öküzlerle rençberlik yapıyorlardı. Öküz çiftleri ağır kağnı tekerlerini gıçırtata gıçırtata döndürürken, toprak yollarda derin izler yapıyordu. Çiftçilik uzun ve ağır işçiliği olan bir işti. Ekim ayında ağır şartlarda toprağa tohum atılırdı. Uzun kış gecelerinden sonra baharın yağmur beklenirdi. Her gün köylülerin gözü Baklan Ovası’nda “acaba ovada su çıktı mı?” diye olurdu. Haziran ayından itibaren her çiftçi, Baklan Ovası’na taşınırdı ve Ağustos sonuna kadar harman işiyle, boz topraklara belene belene çalışılırdı. Çoluk çocuk herkesin bir işi olurdu. Kağnıların hüzzam makamındaki gıçırtılarına daha sonraları at ve katır arabaları çıktı. Çiftçilik biraz hızlandı. Yetmişli yıllara doğru traktör yaygınlaştı. Yeni tür çiftçiliğin sayesinde üretim arttı ama çiftçilik ile uğraşan insan sayısı azaldı, kazanç fazlalaştı ve bu işle uğraşma zamanı kısaldı. İşsiz kalanlar kendilerine başka iş aramak zorunda kaldı. Şimdilerde ise çiftçilik daha da teknik araçlarla ve bilimsel yapılıp, ürün ve ekim çeşitliliği çoğaldı. Gübreden, samanın yapılmasına kadar bir çok yeni alet, edavat çiftçilerin dünyasına girdi. Hele bir de Baklan ovası’nda sulama kanalları sayesinde sulu tarıma geçince; buğday, arpa, nohut yanında mısır ve ayçiçeği çoğunlukla yetiştirilmektedir. Neredeyse köyün ekonomisinin en büyük kalemlerinden birisi sulu tarım sayesinde buğdayın yanında mısır ve ayçiçeği olmuştur. Bir asır önce köyün ekonomisini hiç etkilemeyen günebakan (ayçiçeği) ekimi bu güne damgasını vurmuş durumdadır. Henüz bu yetişen ayçiçekleri köydeki yan sanayi kolları oluşmadığı için işlenememekte ve ham olarak satılmaktadır. Ayçekirdeklerinden salataların içine katkı maddesinden tutunda, yağ ve diğer yiyecekler üretilecek yan sanayi kolları ileride bilimsel olarak kurulabilir ve hatta kırıntıları da kuş yemi olarak kışın tüketilebilir. Küçük işletmeler sayesinde köyde, süt ve mamülleri, mısır ve ondan üretilen yiyecekler, buğday, ayçekirdeği ile üzümde de çok şey üretilebilir. Bunlar için kurulacak konserve, yağ, pestil, pekmez, un işletmeleri köyümüzün yeni dönem ekonomisine büyük katkıları olacağına inanmaktayım.
El zanaatlarına gelince köyde bir sülalenin keçi ve diğer kıllardan ip, urgan, halat, kolan yaptıklarını hatırlıyorum. Bu meslekte “Kılcılar” olarak sülalenin lakabı olmuş ama soyadı olamamıştır. Artık bu gün ne okulun kol duvarına, ne de evlerinin önüne uzun kıl çıkrıkları kurulmaktadır. Geri geri giderek Besim Kıvrak’ın okulun kol duvarı kenarında kıl eğirdiği günler mazide kalmıştır. Traktörün köyün iş sahalarına girmesiyle; öküz, at, katır ve eşek köyden ayrılmıştır. 60’lı yıllarda horoz sesinin yanında köpek havlamaları ve eşek anırmaları sabahın erken saatlerinde duyulan normal seslerdi ama bu gün motor sesleri ve mazot kokusu onların yerini alarak; bizleri doğal hayattan uzaklaştırdı. At, eşek, katır ortadan kalkınca semercilik zanaatıda veda edip, aramızdan ayrılmıştır. Çok nadir olarak yapılan süslü semerler; turistlik yerlerde veya eskiye özlem duyanların evlerinde dekor olması için fahiş fiyatlarla satılıyor.
Köyde bazen üç dört tane terzi olurdu. Bu işleri yapanlar Terzi Ömer, Terzi Hasan, Terzi Nevzat olarak lakaplarını sürdürmekte ama “terzi” kelimesi kimsenin soyadı olmamıştır. Nitekim çocukluğumdaki dört beş berberden bu gün köyde kimse bu işi yapmamaktadır. Berber Süleyman, Takır Ahmet, Tok Mehmet, Sinan Mehmet Ali artık berberlik yapmamaktadır. Fakat, büyük ve geniş bir sülale “berber” ismini soyismi olarak kullanmaktadır.
50’lili yıllar içinde köyde dokuma ve halıcılık kursu açılmış ve bir çok köylü dokuma ve halı tezgahlarını devletten almışlardır ama kontrol ve üretilen halı, kilim, yaygı gibi şeyleri tüketecek, paraya çevirecek Pazar ve imkânları bulamadıkları için tezgahlar .ürümüş ve kışın ısınmak amacıyla yakılmıştır. Buna rağmen köylüler içinde halı dokuyanlara tek tük raslanmaktadır. Gençlerin okuyarak bir memurluk veya meslek tutmalarından dolayı halı, kilim dokuma işi eskisi kadar değildir.
Yetmişli yıllara doğru ev tavukçuluğu yapılmaya başlanmış ama bilimsel olmayan yöntemler sonunda bu iş de terkedilmiştir. Şu anda büyük şirketlere etlik piliç üretimi yapanlarda vardır. Aynı besicilik gibi bilimsel yapıldığı zaman gelir getirecek olan bu yatırımlar; her türlü bilgi ile techiz edildiği zaman büyük getirisi olan girdilerden olacaktır. Söz gelimi tavuk ve yumurta üretimi aynı zamanda, sağlık sorunlarını ilgilendirdiği gibi üretilen yumurta ve tavuğun tüketilmesine yarayacak (pasta, tavuk eti ve çorbası gibi) konserve işyerlerinin açılmasınıda gerektirmektedir. Süt endüstrisinde de aynı durum mevcuttur: sütten kaymak, peynir çeşitleri, yoğurt ve türleri üretilirse; o zaman besicilik veya hayvancılık daha fazla gelir getirecek, diğer yan sanayinin kurulmasına da ön ayak olacaktır.
Köyde inşaat işiyle uğraşanlar da vardı ama sürekli bir iş değildi. Emin Dangal, Muğlalı Süleyman, Halil İbrahim Gülel, Şükrü Davulcu, İsmail Cızıl ve gençler yapıcılık işiyle uğraşıyordu. Genellikle yirminci asrın başında taş ve köyde kesilen kerpiçle ev yapan bu ustalar, daha sonraları tuğla ve briket ile inşaata devam etmişlerdir. Şimdilerde hazır ev yapımı (Prefabrik ev) ortaya çıkınca artık köylü yapı ustaları yerlerini meslekten yetişen yapım ustalarına ve sıvacılara bırakmıştır. Köyde marangoz ve dülgerlikle uğraşanların başında Mehmet Ali ve İlyas Boz kardeşler gelir. Bunlar evlerin doğramasını, iç işlemesini ve çatılarını yapan ustalardı.
Köyde kasaplık yaparak hayatını kazanan İsa Çokak, Cuma günleri bu işini yapardı. Özellikle ramazan bayramı arifesinde köyde, çevre köylerden gelen kasaplarda koyunlar kesilirdi. Bu gün aynı işlemlerin yapıldığını sanmıyorum. Köyde müzikle uğraşanlarda sayılıydı. Dedem Hüseyin Gülel’in Osmanlı Ordusu’nda bando başçavuşu olarak görev yapıp, trompeti (Büylü, sarıdüdük) çok güzel çalması, savaşlardan sonra da 1926 yılında bir bando takımı kurup, kırk yıla yakın Denizli, Aydın, İzmir bölgelerinde düğünlerde grubuyla çalışması ve ailesini müzik kanalıyla geçindirmesi önemlidir. Bunun dışında Berber Süleyman’ın saz, keman, Kadıarap Mehmet Ali’nin (Alkan) keman, saz, cümbüş, Gurbet Mehmet Ali’nin (davul) çalmasıyla da ayrıca küçük Yukarıseyit bandosu Mustafa Cura’nın, Yukarıseyit Köyü Nasıl İçme Suyuna Kavuştu adlı kitabındada tasvir edilir.
1962 yılında Almanya’ya işçi olarak akım rahmetli babamın sayesinde başlayınca; ilk beş yılda yüze yakın köylü ekmek parasını aramak için başta Almanya, Belçika, Hollanda ve Avusturya yoluna revan olmuşlardır. Bu ilk gidenlerin izine gelince getirdikleri ekonomik rahatlık kısa zamanda farkedildi. Yeni yapılan evler, el değiştiren tarlalardan sonra ailelerin yurtdışına akın başladı. Dörtyüzelli beşyüz hanelik köyden yaklaşık yüz aile Almanya’da ikamet etmektedir. Almanya’ya işçi gönderilmesi bir çok acı olayları peşinde getirmiştir ama aynı zamanda bir çok dar görüşleride değiştirmiştir. Dünyaya daha geniş pencereden bakarak dünyada başka şeylerinde olduğunu millet olarak öğrendik. Sanayi toplumunun iş ahlakını, zamanı planlamasını, sigorta ve işgüvencesini de öğrendik. Mesleğin basit bir çıraklıkla değil ancak çıraklık eğitiminin teorik ve pratik eğitimle olduğunu gördük. Hala bu sorun Türkiye’de tam çözülmemiştir. Bilginin, iletişimin, haberleşmenin, hür düşüncenin ne kadar önemli olduğunu yurtdışında yaşayarak farkettik.
Köylerin boşalmasının başında elbette değişen iş alanlarının sanayi ve hizmet sektörünün kentlerde olmasıdır. Aynı zamanda çocuklarına daha etkin bir hayat sunabilmek için onların iyi şekilde eğitilmelerini düşünmeleridir. Eğitimden sonra sağlık hizmetlerinin şehirlerde yaygın ve ulaşılması kolay olması da gelir. Şehirlerin sağladığı sağlıklı ve rahat yaşama imkânları da bir çok köylüyü etkilemiş ve içgöçü hızlandırmıştır. Aslında bu iç ve dışgöç konusu bir başka yazımda ele alınacağı için fazla detaya girmeye lüzum görmüyorum. Son asır içinde dün revaçta olup da bu gün terk edilen meslek ve işlerden, köyümüzün değişen ekonomik yapısından yüzeysel olarak bahsettik. Cumhüriyetin ilk yıllarında medrese çıkışlı icazetli hocaların yanında, otuz kırklı yıllarda ilkokul öğretmenleri ve bir avukat varmış ama bu gün ona yakın öğretim görevlisi ve profesörler, akedemi mezunu ressamlar, eğitimli müzikişinaslar, kırka yakın doktor, mimar, mühendis, ziraat mühendisleri, öğretmen, şair, yazar gibi eğitimli kesimler vardır. Eğitim seviyesi ve ekonomik rahatlık yükselmesine rağmen; 60’lı yıllardak komşuluk ilişkileri aşınmış ve insanlar adeta birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Yazları kuru sıcak, kışları kuru soğuk havası olan ve ormanlarında yürüyüş parkurları yapılarak sanatoryum tipi sağlık tesislerinin gelecekte bir çok hastalık ve psikolojik rahatsızların tedavisinde büyük bir etkisinin olacağına inanıyorum. Gençler bilimsel çalışarak değişik projeler geliştirerek; sağlık ve sinlenme tesisleri konusunda atılım yaparlarsa; pansiyon, otel, dinlenme ve spor salonları gibi yan kuruluşlarda kurulabilir. Ulaşımın kolaylık sağlamasıyla bunlar yapılamayacak şeyler değildir. Önce hayal kurup, kurduğumuz hayalleri gerçekleştirmek için bilimsel ve kültürel olarak çalışmamız gerekir. Gelecek yüzyılın ekonomisinden yararlanmak isteyenlerin önce yalnız ve sonra beraber hayal kurmalarını, ardındanda gerçekleştirmek içinde rizikoları göze almalarını tavsiye etmiyorum ama haydi hep beraber yapalım diyorum.
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 17.01.2012
YORUMLAR
10 yıl kadar önce idi, gazeteye bir gün çok uzun yazılmış önemli bir yazımı(6,5 sayfa) götürdüm; gazete(Türksesi) genel koordinatörü Nedim Mollaveisoğu yazıya kabaca göz gezdirerek bana dönüp dedi ki; "okuyucu, bir sayfalık yazıdan fazlasını okumaz; bakar- geçer... git, bu yazıyı kısatta gel, yayınlayayım" Ne, yazıyı kısaltabildim ne de yayınlayabildim. İlgili iki kurum adresine postaladım İlgi gösterip özel ziyâretime geldiler ve beni, iki saat kadar süre ile cankulağı ile dinleyip teşekkür ettiler.
Hürmedle Selâmlarım... Sağolasın.
kadiryeter Kadir Yeter.
18.01.2012- TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=91328
Halil GÜLEL
Halil GÜLEL
söyleyecek çok şeyi olanlar uzun yazı yazarlar, bu gün okumaya vakti olmadığını söyleyenler; gelecek kuşakların hakkında konuşmamaları gerekir. sizi, uzun yazınızdan dolayı kutlarım: Yazınızı bir gün okuyan bulunur. Kısa da yazsanız, o kişiler yine okumazdılar. Yazımıza gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederim. sevgi ve selamlarımla...