- 1119 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BATI ' NIN HANGİ YÜZÜ ?
"Hazır ol!" vaziyetinde, göğsümüz kabararak okuduğumuz " İstiklâl Marşı"mızın şâiri Mehmet Âkif Ersoy; Safahat’ın Altıncı Kitabı olan Âsım’da şöyle der:
" Bizler, edvâr-ı faziletleri cidden parlak,
Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak;
O fazilet, son üç asrın yürüyen ilmiyle,
Birleşip gitmedi; battıkça da ümmet cehle,
Bünyevî kudreti günden güne meflûç olarak,
Bir düşüş düştü ki: davransa da, sarsak sarsak.
Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm.
Çünkü hâkim yaşatan şevket-i fenden mahrum.
Biz, evet, hasmımızın kudret-i irfânından,
Bînasîbiz de o yüzden bu şerefsiz husran..." (1919)
(Bknz: Safahat, Mehmed Âkif Ersoy, İnkılâp Ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1974, sy. 442)
Şiirin devamında ise, Âkif, aynı " târihî ibret vesîkalarını" gelecek nesillere birer " nasihat " olarak takdîm ederek, herkesi uyarır:
" Bu cihetten, hani, hiç yılmasın, oğlum, gözünüz;
Sade Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla beraber, gece gündüz, didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi tez elden edinin!
Fen diyârında sızan nâ-mütenâhî pınarı,
Hem için, hem getirin yurda o nâfi’ suları.
Aynı menbâları ihyâ için artık burada,
Kafanız işlesin, oğlum, kanal olsun arada." ( Bknz: a. , g. , e. , sy. 443)
Âkif, bizi, hazîn ve ürpertici bir tabloyla karşı karşıya getirir: " Bizler, edvâr-ı faziletleri cidden parlak,/ Bir büyük milletin evlâdıyız " derken, duyduğu dehşetli haberi vermeye hazırdır. Bir ümmet cehle battı; kudreti, günden güne felç oldu ve öyle bir düşüş düştü ki;
" Garbın emriyle yatıp kalkmaya artık mahkûm." hâldedir.
Evet; mes’ele, budur! Çünkü; " şevket-i fenden mahrum"uz. Böyle "büyük bir millet"in bu hâllere düşüş sebeplerini de çâreleriyle birlikte veren Âkif; bütün bu olup bitenler karşısında cesâretsizliğe düşülmemesini de " yılmasın, oğlum, gözünüz" ifadesiyle verdikten sonra, Garb’ın neyine imrenmemiz ve onu almamız gerektiğini de, " Sade Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz." mısraı ile sunmaktadır.
Demek ki; tarih ile iftihar etmek kadar, tarihe lâyık olmak da mühimdir. Bunun için ise, yılmadan çalışmak şarttır.
Gelin görün ki, Âkif’in, bu hususları dile getirdiği o sancılı günlerden beri, " Bir büyük milletin evlât"ları, bu hususları arzu edilen biçimde yerine getiremediği gibi, " Garb’ın emriyle yatıp kalkmaya... mahkûm" bir zihniyetle " şevket-i fenden" yeterince istifadeyi sağlayamadan/ ondan nasipsiz, ömür sürüp gelmiştir.
Hattâ; en basitinden, bir millî kültür mes’elesi olarak, geçirilen " her milâdî yılbaşı"nda, evlerde/sokaklarda/meydanlarda, bu "mahkûm" vaziyet çılgınca yaşanmaktadır. Bu meydanlarda, genç kızlarımızı korumakla ve sarhoşlarımızı geceyarılarında evlerine taşımakla, devlet tarafından görevli binlerce polisimiz vazifelendirilmektedir. Ne vahim bir vaziyet!..Değil mi?
Demek ki; "Garb’ın bu yüzünü" gâyet iyi yakalayabilmiş ve kabûllenebilmişiz.
" Büyük milletin evlât"larının, böyle bir gece de / gece için ; devirdiği çamlarda, kestiği hindilerde, Noel baba kıyafetleriyle donatılmış Noel çocuklarda, hazırlanan salonlarda, takılan külâh başlıklarda, çekilen kafalarda, Noel analarda, Noel delikanlılarda ve Noel genç kızlarda... hâliyle, bu hususta her ne var ise hepsinde, maalesef " devlet eli ve devlet desteği" vardır, demektir; ve bunlarla birlikte, Aziz Nikolas /Aya Nikola veya nâm-ı diğer Noel Baba’nın , millî kültürümüze/benliğimize/bünyemize ne kadar nüfûz ettiğinin ve bunları, ne kadar tahrip ettiğinin, sarstığının ve işgal ettiğinin emâreleri olarak görülmektedir.
Bu müşahhas emârelerin yapabileceği iç tahribatı, zaman, bize gösterecektir ki, bunun mes’uliyetinin, mes’ullerini bekleyen azabı kimsenin taşıyabilecek gücü olduğunu da düşünemiyorum.
Şehir şehir herbirinin anacaddesinden en dar sokağına kadar mevki bulan rengârenk- yaldızlı ecnebî kelimelerin, zamanın ilerleyen ânlarında, pençesini kimin boğazına atacağını kestirmek pek de zor olmasa gerektir.
Lisan adına işlenen bu katliâmların yanında, târih adına işlenen cinâyetlerin hesabını da bugünkü nesillerin alnı açık bir şekilde vermesi, öyle sanıyorum ki, vurdumduymazlık ve nemelâzımcılıklarıyla gizlenebilecek bir husus olamayacaktır.
Âkif’in; " Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz." ifadesinde, tamamen " şartlı" bir emir veya temenni bulunmaktadır. Yâni, bu " dönüş", " yalınız ilme" mahsus bir dönüş olmalıdır. Kaldı ki; bu dönüş, henüz faaliyete geçememiştir. Yâni, " icrâ" edecek makamda maalesef değildir.
Görülüyor ki, yüzümüz; Âkif’in tavsiyede bulunduğu zaman, henüz bu "ilme" dönük bile değildi. Aslında; bu "yüzü/çehreyi", arzu ettiğimiz biçimde ve seviyede " murakabe" altına alamadığımız için, "yüzümüzü/bakışımızı/yönelişimizi/ ilgi ve irtibatımızı" bir türlü o cihete teksif edemedik. Hep sathî mes’elelerle oyalanıp durduk.
Sandık ki veya sanıldı ki, bu alınanlar "Garb’ın ilmi"dir. Sormadık ki; "Ey arkadaş! " Garb’ın yalınız ilmine dönsün yüzünüz" dendiğine göre, -bizim yüzümüzün hâli bir yana- onun/yâni Garb’ın, kaç tane daha yüzü vardır?
Bunlar; Âkif’in, 1913’te:
" Eyvâh! Beş on kâfirin imanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık! ( Bknz.a.,g. e., sy. 214) dedikleri Garblılar değil midirler?
Bunlar; Âkif’in;
" Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı;
Kapıştı bunları "yirminci asrın evlâdı!"
Ya Alman’ın nesi var zevki okşayan? Birası;
Unuttu ayranı, ma’tûha döndü kahrolası!" (Bknz: a. , g., e., sy.288) Dediği, bu Garblı/Batılı/ Avrupalı değil midir?
Bunlar; " En kesif orduları"nın "dördünü beşini " vahşice, hâince, gaddarca sürüler hâlinde üstümüze salan milletler topluluğu değil miydi?
Bu Garblı/Batılı/Avrupalı; " Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak"ı , " Vâdîlere, sırtlara sağanak sağanak boşatan" milletlere mensup değil miydi?
Peki; " yirminci veya yirmibirinci asrın evlâdı", bu Garb’ın nesine " yüz"ünü döndürmektedir. Daha doğrusu; döndürülmekte’dir.
Ammâ; Garb’ın kaç türlü "yüzü" olursa olsun, bütün bunların müsebbibi "biz"iz/ kendimiz’iz!
Körükörüne, Garb’ın gerçek çehresini bilmeden, onun peşinden gafilce sürüklenmek kadar dehşetli bir ıstırap yoktur. Târihî hakikatlerle yüzleşmeden ve o hakikatleri enine boyuna tahlil etmeden önce de, bu gerçeğin görülmesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki, Âkif; önce, kendimizde kusur aramakta, önce kendimize bakmamızın gerektiğini söylemektedir.
O hâlde, son söz de O’nun mısralarıyla olsun:
" Şark’a bakmaz, Garb’ı bilmez, görgüden yok vâyesi;
Bir kızarmaz yüz, yaşarmaz göz bütün sermâyesi!.." (1913) Bknz: a. , g. ,e. , sy.226)
Evet; " Bir büyük milletin evlâdıyız, oğlum, ancak!.."
Ancak!..
M. Hâlistin KUKUL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.