- 725 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KIRMIZI KAMYON...
Dostluğun, samimiyetin, güvenirliliğin neredeyse simgesi sayılan memur ailelerine, bulundukları her yerde gösterilen saygı ve itibar çok gerilerde kalmış olsa da bu gün.
Çocukların belleklerinde yer eden o unutulmaz anıların, fırından yeni çıkmış sımsıcak ekmekler gibi tazeliklerini hala koruduklarına eminim.
Babalarının tayini çıktığında kapıya yanaşan Kamyonlar ise, rüyalarına girecek kadar etkili olmuştur bir çoğunun yaşamında…
Küçük, sessiz kızın kuş kanadı misali çarpan kalbi, annesinin “Tayinimiz çıktı. Gidiyoruz buradan” dediği gün durmuştu sanki.
Çocukluk anılarında bambaşka yeri olan ve kumsallarına altın tozu serpildiğini düşündüğü, Ege Bölgesinde yer alan bir köyden, Marmara Bölgesinin bir ilçesine çıkmıştı babasının tayini bu kez de…
Mermer merdivenlerin son üst basamağındaki geniş alana yerleştirilen kürsünün üstündeki mikrofondan yayılan hıçkırık sesleri, öğretmen ve öğrencilerle dolu olan okulun büyük bahçesini aşıp, sokağa taşıyordu O sabah.
Açık okul kapısından bahçeye giren ilçe sakinleri de, bir kenarda durup törene katılıyorlardı sessizce.
Okuduğu şiiri çok zor tamamladı öğretmenlerinin kızı hıçkırıklara boğulurken.
10 Kasımdı. Bu yaslı ve gözyaşlı gün.
Ve onun bir ilçe okulunda katıldığı ilk törendi bu.
Köydeki okullarına hiç benzemiyordu bu okul.
Öğretmenleri çoktu. Öğrencileri ise çoktan da çok. Sınıflar ayrı ayrı. Oynadıkları oyunlar bile başkaydı.
Evlerine yakın değildi okulu köydekiler gibi.
Buradaki evleri İki katlıydı. Merdivenleri taş basamaklı. Üç küçük odası, mutfak ve banyo üst kattaydı. Merdivenin altındaki boşluğun bir bölümünü odunluk, geri kalanını çamaşırhane olarak kullanıyorlardı.
Yazın odunlar bittiğinde, annesi burasını temizler. Badanasını yapar. Çiçek saksılarıyla süslerdi.
Sabah kahvesine gelen komşuları bazen yukarıya çıkmak istemez, kahvelerini renk renk çiçek saksılarının arasında oturarak içmekte ısrar ederlerdi.
Büyük kardeşi o yıl okula başlamıştı. Küçük kardeşi ise her geçen gün biraz daha büyüyordu. Uysal, sakin ve çok sevimliydi her zamanki gibi.
“Giy bakalım. Biraz açılmış mı?” dedi babası. Rengi atmış bir çift ayakkabıyı kızının ayaklarının önüne bırakırken.
“açılmış...” bu sözün ne demek olduğunu anlayamadı kızı. Giydi ayakkabıları sessizce.
“Nasıl, hala sıkıyor mu?” dedi babası bu kez de.
Başını çaresizce iki yana sallayarak karşılık verdi babasına.
“Biraz daha giy, açılır zamanla” dedi babası.
Ayakkabının "açılmasının” ne demek olduğunu anlamıştı.
Giydi. Biraz değil, çook…Ama yine de açılmadı ayakkabısı.
Sızım sızım sızlayan parmaklarının acısı, yüreğinde yaralar açtı. Açılmayan ayakkabısının yerine.
Ayakkabısı giyilebilir durumdaydı. Ama yaşı küçüktü. Yaşıyla birlikte bedeni de büyüyordu. Tabii ayakları da...
Ayakkabısı da ayağına küçük geliyordu demek ki artık...
Okullar açılalı bir kaç hafta olmuştu. Ama ona ne okul önlüğü, ne de okul çantası alınabilmişti.
Bilmiyordu. Sokaklarının başındaki marangoza mı yaptırmıştı babası. Yoksa dairedeki memur arkadaşları mı yapmıştı. Kırmızı renkle boyanmış bu tahta çantayı ona.
Odun almıştı babası yaz ayında, kış için yine. Komşu çocuklarıyla birlikte taşıdılar çabuk çabuk. Odunlar hemen bitti. Babası da merdiven altındaki odunluk kısmına dizdi onları sıra sıra. O da çok çabuk bitti.
Annesi yakınlarındaki kasaba da yollamıyordu onu artık. Sütçü teyzeye “süt getirmemesini” söylediğini duymuştu bir gün de.
Neden böyle olduğunu anlamamıştı. Ne annesi ne babası hiç konuşmuyor, hiçbir şey anlatmıyorlardı ki...O da anlayabilseydi...
Annesiyle birlikte gündüz oturmasına komşularına gitmişlerdi. İşte o gün o komşu teyzenin annesiyle konuşurken söylediği sözlerden anlamıştı az da olsa neden bu durumda olduklarını. “Hiç kusura bakma komşum, ama bu kadar vurdum duymazlık olmaz. Altı yetişkin kişi bir ay kaldılar. Beş kişi de siz. On bir kişinin her yükünü siz çektiniz. Şu ellerinin haline bak” dedi. Annesinin kızarmış, çatlamış o güzel ellerine sarı tüplü kremden sıkarken.
“Bir memur maaşıyla bütün masrafları da siz yapınca hesaplar alt üst oldu tabii. Ayağınız yorganın çok dışına çıktı. Sen o melek huyunla ne kadar sussan da…Bu çok belli oluyor her halinizden” dedi.
Baba tarafından akraba oldukları aile, misafir olmuştu onlara o yaz.
Anne ve babası en iyi şekilde ağırlamaya çalışmıştı konuklarını bir ay boyunca. Gani gönülleri ve küçük memur maaşıyla…
“Kızım süpürgeyi gördün mü? Hiçbir yerde bulamadım.”
“Görmedim anne”
Etrafı aradı. Aşağıya indi. Odunluk tarafına baktı. Aa! Küçük kardeşinin ne işi vardı orada.
Süpürgeyi bulmuştu. İki yaşındaki zeytin karası gözlü erkek kardeşi, boş bir üzüm kasasının üstünde oturmuş, bir yandan parmaklarını, üzerinde pembe tomurcukları olan sarı el süpürgesini üstünde bir aşağı bir yukarı oynatıyor, bir yandan da o sıralar moda olan “Mambo İtaliano” şarkısını, “mambo italik-italik mambo” şeklinde söylüyordu kendi çocuk düzenlemesi ve dünyanın en tatlı sesiyle..
Sessizce seyretti canı kardeşini bir süre. Daha fazla dayanamadı. Gitti kucakladı sımsıkı. Ellerini öpücüklere boğdu. Gamzeli yanaklarını daha da çok…
Rüzgar gibi girdi içeriye. Pırıl pırıl bakışlı, güleç yüzlü genç adam.
Kahverengi şık takım elbisenin rengindeki saçlarını geriye doğru taramış olan bu orta boylu genç adam içeriye girer girmez bütün sınıf aynı anda ayağa kalktı.
“Bonjour” dedi aydınlık bir sesle. Sınıftan çıt çıkmadı. “Asseyez Vous” dedi “oturun” anlamına gelen el işaretiyle birlikte. Oturdular.
Fransızcaydı dersleri. Ve o gün dersin ilk günüydü. Nasıl da sevdi bu dersi suskun kız. O kadar olur.
Çok şanslı olduğunu düşündü. Hem de çook...
Ortaokul öğrencisi olmuştu bir kere. Şimdi bir de Fransızca öğrenecekti. Yere göğe sığamadı o gün. Heyecanla koştu eve. Öğrendiği birkaç kelimeyi annesine, yaramaz kardeşine de öğretmek istedi bir öğretmen edasıyla. Ama daha çok küçük kardeşine. Çünkü o hem çalgısını çalacak, hem şarkılar söyleyecekti..
O gece de sevinçten uyuyamadı…
“Evi bir daha memura kiraya vermek mi!..” diyordu evin sahibi adam kederle.
“İnsanı kendilerine alıştırıyorlar, sonra da bırakıp gidiyorlar. Yetim gibi kalıyoruz...” diyordu karısı da. Kamyonun arkasından suyla birlikte döktüğü gözyaşlarını eşarbının ucuyla kurularken.
Eşyalar, önünde iki tane kocaman gözü olan kırmızı kamyona yüklenmiş, iki kardeş rahat bir yolculuk yapacakları şekilde oturtulmuşlardı eşyaların arasına.
Anne ve babası da küçük kardeşlerini kucaklarına alıp şoför mahalline oturmuşlardı.
Hem etrafı seyrediyor hem yanlarındaki çeşitli yolluklarından yiyordu. Arada bir çaldığı ıslıktan, keyfinin yerinde olduğu belli oluyordu yaramaz kardeşinin.
Kendisini vasıtaların “tutma” durumu vardı. Kamyona ters yönde oturmuş olması bu sıkıntıyı daha da fazlalaştırıyordu. Dört saatlik bir yolculuktan sonra, kırmızı kamyon tek katlı bahçeli evlerin yan yana sıralandığı uzun, sevimli sokağa girdiğinde, onun da midesi alt-üst olmak üzereydi.
Kamyonun arka kapağının açılmasıyla birlikte, iki güçlü kol onu kamyondan alıp, önce havalara kaldırdı sonra usulca yere bırakıp iki yanağına iki öpücük kondurdu.
Bu güzel ve beklenmedik karşılanma onu; ancak bir iki ay süren ortaokul öğrenciliğinin kahredici üzüntüsünden. Arkadaşlarından ayrılmanın hüznünden ve yolculuğun sıkıntısından bir anda çekip çıkarmış, sonra da hiç üzülmeyeceği bir yere bırakmıştı sanki…
Yüreğinde mutluluk ve neşe’den çok, gizli bir hüznü barındıran bu kız çocuğu...
Ne o Kırmızı Kamyonu. Ne o günü ve ne de o güçlü kolların sahibini hiç, ama hiç unutmadı…
YORUMLAR
Sizi okurken düşündüm de eskilerin anlattıklarını, "kayınbirader üç yıl bizde kaldı lise bitene kadar" demişti biri, biri hanımının yeğenini yıllarca misafir etmiş gık demeden. Şimdi bir akraba üç gün kalsa gözümüze batar. Neden böyle olduk acaba! Küçük ve korunaklı ailelere dönüştük hatta ailelere bile değil bireylere dönüştük. Kimse televizyonumuzun kumandasını almasın, cips tabağımıza elini daldırmasın ve böylece mutlu ve huzurlu olduğumuz yalanına inanarak yaşayıp gidelim istiyoruz. Değişik şeyler düşündürdü yazınız bana.
Elinize sağlık.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Yazınız içinden önemli bir ayrıntıya dikkat çekmişsiniz.
Akşamüstü çayı için hazırladığım güzel bir çay tepsisiyle, kapılarını çalmaya çekindiğim kırk yıllık komşularım! var, biliyormusunuz!..
Bence insana verilen en büyük ceza bu olsa gerek...
Güzelliklerle Kalın.