- 861 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HASİP'İN NASİBİ
HASİP’İN NASİBİ
Mustafa, gece kulübündeki işini o kadar çok sevmişti ki,
“ Tam bana göre bir iş.” diyordu.
İşin gereği olarak gitmiş olduğu dil kursunda Almancasını hayli ilerletmesine rağmen, o yine de kursa devam ediyordu. Amacı Almancayı en iyi şekilde öğrenmek, hatta okuyup yazabilmekti. Dili geliştikçe Almanlarla daha iyi diyalog kurmaya başladı. Çalışırken Almanlardan en çok duyduğu söz:
“Siz yabancılar, ülkemizi işgal ettiniz, her şeyimize sahip oldunuz,” cümlesi oluyordu.
Renkli, eğlenceli gece hayatı ile beş yıl gelip geçti. Bir cuma günü çok sevdiği bir arkadaşı onu Cuma namazına götürdü. Memlekette iken ara sıra Cumalara giderdi ama Almanya’ya geleli hepten unutmuştu. Namazdan çıktıktan sonra içine bir kıvılcım düştü. Bu kıvılcım, ilerleyen günler içerisinde büyüdü büyüdü, bedenini alev alev sarmaya başladı. Cevaplanmasını beklediği bir sürü soru beynini kemiriyordu.
“ Allah bizi kul diye yarattı, sayısız nimetler verdi. Biz ise bu kadar nimeti vereni hatırlamaktan bile aciziz. Bu kâinat zemini, oyun ve eğlenceden ibaret olmasa gerek,” diyordu.
Bir haftayı bu düşünceler içerisinde geçirdi. Ertesi hafta Cuma sabahı erkenden kalkıp arkadaşına gitti. İçinde kopan fırtınayı, beynini kemiren soruları ona anlattı. Arkadaşı Ömer, onu alıp sohbet grubuna götürdü. Onların verdiği ve tavsiye ettiği dini kitapları okumaya başladı. Okudukça hayat felsefesi değişmeye başladı. Anlamadığı, çözmekte zorlandığı konuları Ömer vasıtasıyla işin uzmanı olan kişilerden sorup öğreniyordu.
O Cuma namazından tam bir yıl sonra kesin kararını verdi. Patronları olan ağabeysi ile amcaoğlunu bir araya getirerek bir toplantı düzenledi. Yaptığı işin ve yaşadığı hayatın, inancıyla bağdaşmadığını detaylı olarak onlara anlattı. Sözün sonunda;
-- Ben işi bırakıyorum, siz kendinize başka birisini bulun, dedi.
Patronları, Mustafa’nın düşüncesini saygı ile karşıladılar. Ağabeysi, kardeşi işten ayrılmadan Opel Fabrikasında ona bir iş ayarladı.
Mustafa, fabrikadaki işine başladı. Yeni bir işi, yeni bir hayatı olmuştu. Çevresi de o ölçüde değişmişti. İşini seviyordu. Tek bir eksiği vardı. Bol para ile yaşamaya alışık oldukları için, aldığı maaş az geliyordu. Mustafa, girişimci ruhu ile çok geçmeden ona da bir çare buldu. Boş zamanlarında ve hafta sonlarında besi çiftliklerinden canlı hayvan alıp keserek, Türk ailelere satmaya başladı. Bununla da yetinmeyen Mustafa, eşine de bir çiçekçi dükkânı açtı. Gelirleri hayli yükselmişti. Hatta kulüpten aldığı ücretin bile üstüne çıkmışlardı.
“Memleketi terk edip, yâd ellere geldiğimize göre bari bir işe yarasın.” diyordu eşine.
Helal dairesi içerisinde kazanıp harcadıkları için gönülleri huzur doluydu. Gece kulübünde kazandığı paranın hiçbir hayrını görememişti. Haydan gelen huya gitmişti. Şimdi kazandıklarının önemli bir kısmını tasarruf edebiliyorlardı. Mümkün olduğunca kitap okuyor, sohbetlere katılmayı ihmal etmiyordu. Çocuklarının eğitimi için her fedakârlığa katlanıyordu. Öğrendikleri bilgilerle çevresindekileri de aydınlatmaya çalışıyordu.
Üç yıldır tatile gidememişlerdi. Bu yıl tatil için memlekete gitmeyi kafasına koydu. Yaz gelmişti. Yıllık iznini aldı. Çiçekçi dükkânını bir hemşerisine emanet edip, çocuklarını da alarak özel arabasıyla memleketin yolunu tuttu. Kapıkule, İstanbul, Ankara derken Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit ilçesi sınırlarına girmişti. Helete’ye az kalmıştı. Memleket hasretini gidermek amacıyla arabanın camlarını açtılar. Hem manzarayı seyretmek, hem de havayı teneffüs etmek için olabildiğince yavaş gidiyordu.
Sarı başaklı buğdaylar biçilmişti. Mor koyunlarla sığırlar, anızlar arasında karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Bağlardaki, bahçelerdeki ve kırsallardaki yabani meyva ağaçları birbirlerine nispet edercesine meyvelerini teşhir ediyordu. Rengârenk çeşitleri, mis kokularıyla görenlerin iştahını kabartıyorlardı.
“Hey Allah’ım, dedi Mustafa. Bizim için ne kadar renkli, ne kadar zengin bir sofra hazırlıyorsun, verdiğin nimetlere şükürler olsun,” dedi.
Çevredeki bu güzellikleri temaşa ederken yol kenarındaki tarlada öküzün yanına eşeği koşmuş bir adamın çift sürdüğünü gördü. Bütün ilgisi, birden bire adama yöneldi. Süratini iyice düşürdü. Çiftçinin hizasına gelince durdu. Arabadan inmeden bir süre adamı izledi.
“Bu aradığım adam olabilir.” diye düşündü.
Arabasını yol kenarındaki bir ağacın gölgesine çekti. Eşine ve çocuklarına bir şey demeden arabadan indi, tarlaya doğru yürüdü. Adamın yanına vardı, selam verdi. Adamı ve çifte koştuğu hayvanları yakından inceledi. Zayıf, yaşlı, siyah bir öküz, en az öküz kadar kart, boz bir eşek. Toprağa saplanan sabanı çekebilmek için olağanüstü güç sarf ediyorlardı.
“Fakirliğin bundan iyi delili olamaz.” diye düşündü. Biraz sohbetten sonra, adamı incitmemeye gayret göstererek:
--Amca, ben Almanya’dan geliyorum, orada çalışıyorum. Memlekete varınca fakir birisine 1500 Mark vereceğime dair kendime söz vermiştim. Yoldan geçerken seni gördüm. Öküzün yanına eşek koştuğuna göre durumun iyi olmasa gerek. Eğer kabul edersen bu parayı sana vermek istiyorum. Öküzün yanına bir eş alırsın, kalanını da gönlüne göre harcarsın, dedi.
Yardım teklifine kadar işine devam etmekte olan çiftçi, teklifi duyunca hayvanları ohaladı. Övendireyi toprağa sapladı. Başındaki eski kasketin tereğini yukarıya kaldırıp, alnının terini boynuna bağladığı peşkirle sildikten sonra toprağa sapladığı övendireye tutundu. Güneşten yanmış kavruk yüzüyle teklifi yapan Alamancıyı yukarıdan aşağıya süzdü.
-- Allah niyetini hayra dönüştürsün evlat. Bu parayı hayır olsun diye illa da birisine vermek istiyorsan ( parmağı ile işaret ederek) şu ilerideki köy var ya, dedi.
Mustafa, ağaçların arasından işaret edilen yere baktı. Evlerin damlarını görmüştü.
-- Evet, dedi Mustafa.
-- Köyün girişinde bir çeşme var. O çeşmeyi geçince ikinci evin alt katı kahvedir. Oraya varınca kahvenin önünde oturan insanları görürsün. Onların arasında kravatlı bir adam vardır. Adı Nasipsiz. Asıl adı, Hasip’tir ama köylüler ve civar köyler onu Nasipsiz olarak bilir, öyle de çağırırlar.
Mustafa, hikâyenin sonucunu merak etmeye başlamıştı.
-- Neden nasipsiz diyorlar ona?
-- Bu uzun bi hikâye. Sana şu kadarını anlatayım. Bu bizim Nasipsiz, olabildiğince beceriksiz, beceriksiz olduğu kadar da inatçı biridir. Bi o kadar da kısmetsizdir. Neye el atsa kurur. “ Ağustosta suya girmeye kalksam, balta kesmez buz olur.” atasözü sanki bunun için söylenmiş. İşte onun için, köylü Hasip’in adını değiştirip, Nasipsiz koydu. Boynundaki kravat seni yanıltmasın. Garip, kendisini öyle avutuyor. Bu yörenin en fakir, yardıma en çok ihtiyacı olan adamı odur. Ne tarlası, ne tapanı, ne bağı, ne bahçesi vardır. Eski, yıkık dökük bir evi, karısı ve bir ineğinden başka hiçbir şeyi yok. Duyduğuma göre ineğini de satılığa çıkarmış. Sen bu parayı, git ona ver, dedi.
Çiftçinin cevabı Mustafa’yı şaşırtmıştı.
“Adama bak. Kendisi yardıma muhtaç, başkasına yardım havale ediyor.” dedi içinden.
-- Amca, ben bu yaşıma kadar senin kadar cömert birisine rastlamadım. Çoğu kişi tereddütsüz parayı alır, cebine atardı. Sen ise yardıma muhtaç olduğun halde, daha muhtaç durumda olan başka birisini düşünebiliyorsun. Fedakârlığın, tokgözlülüğün beni çok etkiledi. ( Elini cebine soktu 150 Mark çıkardı.) Hiç olmazsa şu ikramımı kabul et, harçlık edersin, diyerek parayı uzattı.
Adam, paranın yüzüne bile bakmadı. Övendireyi sapladığı topraktan çıkarıp, sabanın sapına yapışırken:
-- Beyim, dedi. Sen o parayı da ona ver. Bir meseleden dolayı aramız biraz açık, benimle konuşmaz ama gerçekten çok fakir.
Çiftçinin son sözü Mustafa’yı iyice sarsmıştı.
“Aman Allah’ım, bu ne büyüklük, bu ne asalet?” dedi içinden.
-- Ya amca, sen ne gözü gönlü bol bir adamsın. Bu kadar parayı kabul etmiyorsun. Üstelik bir de dargın olduğun birisine havale ediyorsun. Bu ne asil bir davranış, bu ne büyüklük? Senin bu yaptığını bu âlemde kaç kişi yapar bilemem ama sen heykeli dikilecek, eli öpülecek bir adamsın. Heykelini dikemem ama ver şu mübarek elini bari öpeyim, diye eline sarıldı.
Çiftçi ona da müsaade etmedi.
-- Estağfurullah, deyip elini çekti.
Mustafa, çaresiz parayı cebine koydu. Adamla vedalaşıp yanından ayrıldı ama ayakları tarladan ayrılmak istemiyordu. Çiftçinin asaletine, insanlığına hayran kalmıştı. “Dargın olduğu birisine yardım elini uzatmak…” Bir an kendisini çiftçinin yerine koydu. “Böyle bir fedakârlığı yapabilir miyim? diye sordu kendine. Kafası allak bullak olmuştu. Tarladan arabasının yanına gelene kadar, arkasına dönüp dönüp, insanlık abidesi, ufak tefek adamın büyüklüğünü izledi.
Arabasına bindi, gözü hala tarladaki çiftçideydi. Mustafa’nın şaşkın hali eşinin gözünden kaçmadı.
-- Mustafa, ne oldu, bu ne hal? Adam sana kötü bir söz mü söyledi?
Mustafa, soruyu duymuştu ama gözünü de aklını da tarladaki adamdan alamıyordu. Eşi soruyu tekrarlayınca:
-- Sorma hanım. Adam bize öyle bir ders verdi ki, şahsen ben kendi insanlığımdan utandım, dedi.
Bu cümleyi söylerken boğazı düğümlendi. Bu ifadeyle eşinin merakı daha da arttı.
-- Ne dedi, ne dersi? Anlatsana, dedi. Heyecanla.
Mustafa, gözlerini sabanın peşindeki adamdan ayırmadan soruyu cevaplamaya çalıştı.
-- Garibin bacağındaki pantolonu, sırtındaki yeleği, başındaki kasketi her şeyi anlatıyor. Hepsinden vazgeçtik, öküzün yanına eşeği koşmuş olması fakir olduğunun en büyük delili. Ama adamda öyle bir onur var ki, değil Almanya Avrupa’ya, dünyaya bedel. O kadar yardıma muhtaç olduğu halde parayı kabul etmedi. Köyde daha fakir birisi varmış, beni ona gönderiyor. Hiç olmazsa bir harçlık vereyim dedim, onu da kabul etmedi. O parayı da o adama vermemi istedi. İşin daha da enteresan olanı ne biliyor musunuz?
-- Daha enteresanı da mı var?
-- Var ya, dedi Mustafa. Parayı vermemi istediği kişi var ya.
-- Evet.
-- O kişiyle araları bozukmuş, konuşmuyorlarmış.
-- Ne diyorsun? Olamaz, dedi. Eşi Nilgün Hanım.
Bu son cümleden sonra Nilgün Hanım, otomobilin kapısını açıp dışarı çıktı. Adamı yakından görmek, onu tanımak itiyordu. Bu amaçla tarlanın kenarına kadar gitti. Kenardaki tümseğin üzerine çıktı. Sabanın arkasında devrilerek yürüyen ufak tefek görünüşlü, o asil adamı izledi bir süre. Göz pınarlarında yaşlar birikti. Dokunsan ağlayacak gibiydi. Arabaya dönerek çocuklarını yanına çağırdı. Belli ki, insanlık abidesi olan bu adamı onlarında görmesini istemişti. Çocuklar, kalkıp annelerinin yanına vardılar. Annesi, adamın durumunu ve göstermiş olduğu büyüklüğü onların anlayabileceği bir dille yavrularına anlattı. Mustafa, arabasının içerisinde hem çiftçiyi hem de çocuklarını izliyordu. Adam, işine dört elle sarılmış, toprağın altını üstüne getirmek için olağan üstü bir çaba gösteriyordu. Nilgün Hanım, göreceğini görmüş olarak çocuklarını alıp arabaya döndü. Yerine otururken;
-- Vay be! dedi. Gözleri dolu olarak.
Mustafa’nın gözü hala adamın üzerindeydi.
-- Vay ki, ne vay! diye mukabelede bulundu.
Kontağı çevirip yavaştan yola koyuldu. Ağaçların tünel yaptığı yoldan geçerek tarif ettiği üzere çeşmeyi geçince kahveyi gördü. Arabasını kahvenin hemen karşısındaki ceviz ağacının gölgesi altına park etti. Yedi kişi, iki ayrı masada oturuyordu. Aralarında çiftçinin tarifine uygun birisi yoktu. Ortaya bir selam verip arabaya yakın bir masaya geçip oturdu. Kahveciden kendisine bir ayran istedi, üç tane de arabaya götürmesini söyledi. Hasip’i sordu. Kahveci;
- Bizim Nasipsiz’i sorarsın sen? dedi. Alaylı bir ifadeyle.
Mustafa, kahvecinin alaycı tutumu üzerine ona öyle bir nazar attı ki, bu bakışla, kahveci sorduğu soruya pişman oldu. Başka bir şey demeden içeri girdi. İki – üç dakika içerisinde üzerleri bol köpüklü maşrapalar içerisindeki ayranlardan birisini Mustafa’nın önüne bırakıp, üçünü de arabaya götürdü.
Mustafa, bardağından iki yudum yeni almıştı ki, eski takım elbiseli, kravatlı biri gelip yolun kenarındaki uç köşedeki masaya oturdu. Mustafa, bardağını eline alıp, yanına vardı.
-- Selam ün Aleyküm, Hasip Ağa, dedi.
Adam, selam verene şaşkın şaşkın bakarak;
-- Ve Aleyküm selam, dedi. Karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
-- Buyur, otur, dedi.
Mustafa, ayran maşrapası elinde, geçip karşısına oturdu. Hasip Ağa, adamı tanımak için daha bi dikkatlice baktı.
-- Kusura kalma begim, çıkaramamışam. Kimsen, kimlerdensen?
--Beni tanımazsın, yabancıyım. Almanya’dan geliyorum. Eğer kabul edersen sana misafir geldim.
-- Hoş gelmişsen, sefalar getirmişsen. Başım gözüm üstüne. Madem bana misafir gelmişsen buyur eve gideh, dedi samimi olarak.
Mustafa, otomobili göstererek;
-- Arabada çocuklar da var.
Adam, konukseverliğinden hiç ödün vermeden;
-- Onları da alalım, dedi. Yerinden kalkıp arabaya yöneldi.
Mustafa, bu kadar fakir birisinin böyle misafirperver olmasının sırrının ancak Anadolu insanına has bir özellik olduğunu düşündü. Ayranların parasını ödeyip adama yetişti. Arabadan karısı ve çocuklarını alıp, hep birlikte adamın peşine takıldılar. Elli metre kadar yürüdükten sonra dar bir sokağa saptılar. Üç ev sonra, ara bir yerde çiftçinin dediği gibi eski, yıkık dökük, virane bir evin önünde durdular. Adam, kart, çatal sesiyle kapıdan seslendi:
-- Hanım, konuklarımız var, dedi. Kapıyı tıklatıp açtı.
Evin hanımı, konuk sesini duyar duymaz sedirin üzerindeki minderleri düzeltmeye başladı. Renkleri solmuş, uç köşeleri ezilmiş, yer yer delinmiş olan killet yastıkları arkalarına dayadıktan sonra:
-- Buyurasınız, hoş gelmişseniz, dedi. Yer gösterdi.
Konukları yukarıdan aşağı süzdükten sonra kocasına işaret ederek kapıya çıktı. Kocası da onun arkasından yürüyüp kapıyı kapadı. Onlar çıkınca Mustafa hemen gidip kulağını kapıya dayadı. Kadın yakınıyordu.
-- Be adam, elin adamlarını alıp gelmişsen, şimdi onlara ne ikram edeceksen? Evde bir şey olmadığını bilmez misen? Ne düşüncesiz adamsın sen, diye sitemde bulundu.
-- Adam Alamanya’dan geliyormuş, Alamancıymış. Kahvede otururken hususi olaraktan yanıma geldi. “ Sana misafir gelmişem,” dedi. Ne yapsaydım, kabul etmese meydim? Sızlanmayı bırak da komşulardan biraz ekmekle çay iste. Evde çökelek peynir de var. Misafir umdugini degil, buldugini yer, dedi. Kadını gönderip kendisi içeri girdi.
Mustafa, ondan önce gelip yerine oturdu. Hiçbir şey olmamış gibi adamın gelmesini bekledi. Adam, yüzü kızarmış bir halde içeri girdi. Dışarıdaki konuşmayı içeridekilere hissettirmemeye çalışarak kapının arkasında duran tahta oturağı alıp, misafirlerin karşısına geçip oturdu. Karşılıklı hal hatır sormadan sonra köyden Almanya’dan bahsederken, evin hanımı elinde küçük bir çıkınla içeri girdi. Köşedeki küçük tahta tezgâhın önüne geçti. Karşısındaki duvarda iki tahtadan ibaret olan terekte, üç beş tabak, iki tencere, iki tava, sekiz on bardak ile tahta bir kaşıklık vardı. Ocağın içine sokulmuş, eski kuzine sobanın içine birkaç odun atıp üfledi. Sobanın kapağını kapadıktan sonra, üstüne yüzü isten kararmış bir demlikle çay suyu koydu. Mustafa, bu fakir aileyi daha fazla sıkıntıya sokmamak için;
-- Hasip Amca, diye söze başladı. Bizim için meşakkate girmeyin. Bizim karnımız tok. Biz yolcuyuz, gideceğiz. Sizde bir inek varmış, satıyormuşsun. Biz onu almaya geldik.
İneğin satılma sözünü kadar arkası dönük bir vaziyette yemek hazırlamak için didinen kadın, bu sözle birlikte öyle bir dönüş yaptı ki, kaşları çatık, suratı asık, gözleri ateş saçar bir vaziyette:
-- Ben ineğimi sattırmam, diye gürledi.
Nasipsiz, mahcup bir hal ile:
-- Sen onun sözüne bakma begim. Dogri duymuşsan, satmamız gerek, dedi. Kısık bir sesle.
-- Ölürüm de yine sattırmam, diye serteldi kadın.
Mustafa, karı koca arasındaki gergin havayı yumuşatmak amacıyla araya girdi.
-- Teyze, senin ineği çok methettiler. Ben ta Alamanya’dan hususi olarak sizin inek için geldim. Elim boş mu döneyim.
-- Köyde inek mi yoh, gidin başkasını alın. Ben ineğimi sattırmam.
Mustafa yalvaran bir ses tonuyla:
--Teyze, ben onca yolu bu inek için geldim. Başka ineği ne yapayım.
Kadın, çaresizlik içerisinde mücadelesini sürdürdü.
-- Bizim ineğimizden başka heç bi şeyciğimiz yoktir. Tek varlıgımiz, tek dayanagımiz aha o inek. Onu da satarsak, alın bizi, koyun mezara, dedi. Ağlamaklı oldu.
-- Teyze sizin ineğe çok para vereceğim. Tam 1650 Mark.
-- Ben Marktan murktan anlamam. Ben ineğimi sattırmam o kadar.
-- İyi de teyze bu parayla dört beş tane inek alabilirsiniz.
Kadın, ineğinden başka bir şey düşünmediği için ne verilen parayı, ne de alabilecekleri dört beş ineği düşünebiliyordu.
-- İstemem, ben ineğimi isterem.
Nasipsiz’!in karısından çekindiği her halinden belliydi. Karısının yüzüne bakmadan istemeyerek de olsa yeniden araya girdi.
-- Sen onun kusuruna kalma begim. İneğini çok seviyor emme satmamız şarttır.
Mustafa, bu söz üzerine Nasipsiz’in elini tutup hayırlaştı. 1650 Mark’ı sayıp avucuna sıkıştırdı.
Adam avucunu açıp paraya baktı.
-- Bu para çoktir. İnek bu kadar etmez, dedi. Mahcup bir hal ile.
-- Sen parayı cebine koy, bana göre ediyor. Pazarlıkta anlaştığımıza göre, bize müsaade. Biz ineği alıp gidelim, diyerek ayağa kalktı.
Nasipsiz, karısının pazarlığı bozmasından korkuyordu.
-- Siz arabanın yanına gide durun, ben ineği alıp gelem, dedi. Onlardan önce dışarı fırladı.
O kadar çabaya, o kadar karşı koyup direnmeye rağmen inek satılmıştı.
Kadın, Mustafa’dan umudu kesince, son bir umut, hanımına yanaştı. Evden arabanın yanına kadar ne diller döktü, ne yalvarmalar yaptı ama kadından çıt çıkmadı, sanki duvara konuşmuştu.
“ Ne ruhsuz, merhametsiz bir kadınmış.” diye kızdı içinden.
Onlar arabanın yanına vardıklarında Nasipsiz ineği alıp gelmişti bile. Kadın, Mustafa’nın hanımından da umduğunu bulamayınca ineğin yularına yapıştı. Bir yandan başını okşuyor, bir yandan ağıtlar yakarak ağlıyordu.
-- Hasip Amca, dedi Mustafa. Bu ineği Helete’ye nasıl götüreceğim? Nereden baksan 10 Km yol. Arabanın arkasına bağlasak gitmez. Bana bir traktör bulsan da üstüne atsak.
Kadın, son bir umut yeniden Mustafa’nın yanına vardı. Ellerine sarılarak dizleri üzerine çöktü. İki gözü iki çeşme:
-- Kurbanın olam begim, merhamet edin, acıyın bize. Bizim tek geçim kaynağımız bu inek. O da elimizden giderse ölürüz biz. Bari bir mezar kazın da öyle gidin, dedi. Arkasından öyle bir ağıt kopardı ki, yürekler dayanmaz.
Mustafa’nın yüreği de bu manzaraya daha fazla dayanamadı. Kadını yerden kaldırdı, ellerini ellerinin içine aldı. Yüzüne sıcacık bir tebessüm kondurdu.
-- İneğini bu kadar çok mu seviyorsun? dedi
Kadın hıçkırıklar arasında:
-- Çoook, diyebildi.
-- Adı ne bu ineğin, bir adı var mı?
-- Sarıgız, dedi. Boynunu büktü.
--Mademki Sarıkızını bu kadar çok seviyorsun, ondan ayrılmak istemiyorsun, onu sana hediye ediyorum. Al, anamın ak sütü gibi helal olsun, dedi, ineğin yularını kadına teslim etti.
Kadın duyduklarına inanamamıştı.
-- Essah mı diyon? dedi. Hıçkırıklar arasında.
-- Essah essah, dedi Mustafa, yüzündeki gülümsemeyle.
Essah sözüyle birlikte kadının duyduğu sevinci anlatmak imkânsızdı. Bir eli Mustafa’nın elinde, bir eli havada, gözleri semada;
-- Allah senden razı olsun yavrum. Allah ne muradın varsa versin. Gözel Rabbim yavrularını, yavuklunu sana bağışlasın.
Sevinç gözyaşları ağıt gözyaşlarına karışmıştı. Kadın, duanın arkasından ineğine döndü. “ Sarıgızım beniiim!” diyerek ineğin yüzünü gözünü öpüp okşamaya başladı. Ortada öyle bir tablo vardı ki, sanki uzun seneler ayrı kalmış ana -kızın kavuşma sahnesiydi.
Mustafa, Almanya’da iken vaat ettiği 1500 Markla, çiftçinin hediye ettiği 150 Markı, ineği bahane ederek fakir aileye vermenin huzuru içinde, vedalaşarak arabasına atlayıp, Helete’nin yolunu tuttu. Yol boyunca öküzün yanına eşeği koşmuş olan, o çiftçiyi düşündü. Kendi ihtiyacı olduğu halde başka bir ihtiyaç sahibini göstermesi; Yermük Savaşı’nda yaralanan sahabe askerin “ Suuu!” diye inleyip, suyu getirenden testiyi alıp, tam tepesine dikeceği sırada, az ötede yaralı başka bir askerin; “Suuu!” diye inlediğini duyunca, suyu içmekten vazgeçip, “ Al bunu ona götür.” demesi kadar asil bir davranış olduğunu hatırladı, gözleri doldu.
“Allah’ım bana senin hoşnut olacağın güzel işler yapmayı nasip et.” diye dua ederek yoluna devam etti.
S O N
YORUMLAR
Selam...daha önce okumuştum bu yazınızı..şimdi tekrar okudum..ve gözyaşlarım süzüldü damla<damla.....güzel bir eser olmuş..benim anadolu insanım böyle işte.....adı üstüne TÜRKİYEM.....GÜZEL MEMLEKETİM....eskiden varlıklı iken her düşenin elinden tutuyordum.....yardımc oluyordum..fakat bazı olumsuzluklardan dolayı 2 senedir kimseye yardımcı olamadım..ona yanarımda yanarım...veren el alan elden iyidir....inşallah bu günleri atlatırsam.gene düşkünlerin dostu olacagım........kutlarım efendim...gül diyarından selam lar
Salim Demir
Allah bizlere de o çiftçi kadar merhamet, yardım etme duygusu ve cömertlik nasip etsin. AMİN