- 681 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
329 – EL MUHYİ
Onur BİLGE
Asırlara meydan okuyan ağaçlar vardır. Çınarlar gibi… Toprak ayırt etmez, hava kirliliğine aldırmazlar. Kestane ve ıhlamur gibi gölge ağaçlarıdır onlar. Mekânları kırsaldır, şehirlerin de vazgeçilmezlerindendirler.
Herkesin bir çınarı olmalı, Define gibi. Soğuğa dayanıklı, güneş istediği halde gölgeye katlanabilen, verimli toprakların derinlerine rahatça kök salan, kumula kıraca aldırmadan apartmanlar kadar boy atan… Her türlü doğal olumsuzluklara aldırış etmeden dimdik ayakta kalmayı başarabilen dayanıklı bir çınarı… Pıtrak gibi meyveleri olmalı onun da bizim gibi… Yaprakları terk etse de acımasızca, ellerini bırakmamacasına tutan, dal uçlarından kışa kadar ayrılmayan, kopsalar da kolay kolay uzaklara sürüklenmeyen.
Zamanla yeşeren, tekrar kahverengiye dönerek çatlayan kabuklarını döktükçe güç kazanan, düzensiz dalları kolları, parmakları kalınlaşmış ve deforme olmuş, koca çınar. Altı asırlık İnkaya Çınarı… Nemli topraklara vurgun, dere ve göl kenarlarına tutkun, vadilere sevdalı… Huzur duyan, huzur veren… Gençliğinde oldukça yakışıklı, yaşlılığında heybetli… Yaşlandıkça pürüzlenen cildi çatlamaya başlamış… Derisi soyuldukça beyazlaşan… Derdini döktükçe içi açılan…
Yine bir ayrılık mevsimi… Sona yaklaşan yapraklar, son güçlerini tutunabilmek için harcarken benizleri hüzün sarısından ölüm kahvesine dönmeye başlamış. Onlara inat olgunlaşan, yüzlerce yıl yaşama hayali kuran meyveler, kışa kadar saplarından ayrılmamaya kararlı.
Baharda ihya edilen doğa sevinip, mutlu olurken bugünlerde ölüm kokmakta… Diriltilen, yeniden can verilen bitkiler, dönüşe hazırlanmakta… Hüzün mevsiminde, cadde kenarlarına dökülen, rüzgârla oraya buraya hışır hışır savrulan çınar yaprakları duygulandırır beni. Rutubetli ve loş sokaklarda, ayaklarımın altında çıtır çıtır... İlkbahar yaprağının eşsiz güzelliği ile bu mevsimde solup kurumuş hali arasındaki farkı hayal ederim. Allah, “Ol!” emriyle olmaz zannedilenleri mucizeler halinde oldururken “Öl!” emrini asla iptal veya tehir etmeden yerine getirttiriyor. Tohumlarda hayat, yapraklarda ölüm… Hayatla ölüm aynı ağaçtan fışkırıyor.
Kimin, kendiliğinden bir şey yapmaya gücü yetebilir ki? Hep O’nun cilveleri bunlar… Her an bir şendedir... Öldürür, diriltir, yapar, yıkar... Sonsuz hareket ve oluş... Sonsuz icat ve yıkım!
El Muhyi… Hayatı yaratan, cansızları dirilten, ihya eden, onlara hayat bahşeden, can bağışlayan, sağlık veren...
Bir ateş topundan koptuğu kabul edilen ateş parçasında toprak ve su oluşturuluyor. Allah İhya fiiliyle yoktan, insanlar, melekler, cinler, hayvanlar ve bitkiler gibi birbirine benzemeyen sayısız canlı yaratıyor, yani Muhyî ismiyle ölüden diri çıkarıyor.
İnsan, adi bir sudan yaratılıyor. İsa Aleyhisselam: “Kum bi izni Muhyî!” diyerek ölüleri diriltiyordu. İnsanlar, İslam ile hayat buluyor.
Toprak, su, hava, ateş… Hayat için gereken dört unsur… Ne kolay bulunan, ne kadar çok! Tüm yaratılanlar insan için… İnsan ise Rabbini bilmek için…
Susuz kalan her canlı kurumaya başlar. Bitkiler, insanlar, hayvanlar… Diller damaklar kurumaya başlar… Allah, en büyük nimetlerinden biri olan yaşam kaynağı suyu yeryüzünden çekse, canlılık diye bir şey kalmaz!
Dağ taş, tepe bayır, her yer altın ve pırlanta olsa, toprak olmasa neye yarar? Hâlbuki onlar da her şey gibi topraktan çıkmakta... Hayatın devamı için en elzem maddelerden biri toprak…
Toprak, su ve güneş… Bunlar da yalnız başlarına yeterli değil. Hava olmasa hayat biter. Kaç dakika oksijensiz kalınabilir?
Allah, hayat verirken, devamını sağlamak için gerekenleri de bol bol bahşetmiş. Canlıları ihya etmiş.
Sonbahar… Eylül sınavları da bitenlerin, diplomalarını alarak memleketlerine döndükleri buruk mevsim… Çocuklarının ve eşinin terk ettiği Koca Çınar’ı, etrafındaki gençlerin terk etmesi imkânsız! Hayat şartları öyle gerektirdiği için uzaklaşmaları, sadece bedenen… Ruhen hep Virane’deler, terk etmiş değiller. Çeşitli nedenlerle uzak kalmak mecburiyetinde olanlar da bayramlarda seyranlarda dönüp dönüp gelmekte, bu viranenin rutubetli kokusunu teneffüs ederek hasret gidermekte…
Asırlık ağaç, dört bir yana dal budak salmış, elinin erdiği herkesi korumasına almış, yazın gölgelemekte, kışın yüreğiyle ısıtmakta.
Bayramlar… Bayram sabahları erkenden Virane’ye koşma geleneğimiz… Define ailesinden mahrum, çocuklarından uzak diye, iki Elazığlı kardeşin bayram özel programı sunuşu… Şarkılar, türküler, uzun havalar, ağıtlar… Skeçler, yöresel danslar, halk oyunları… Muhabbet, muhabbet… Vefa borcu… Dedenin ağzı kulaklarında… Piponun dumanı vapurdumanı gibi savrulmakta… Adi tütüne karıştırılan kaliteli tütünden yayılan çikolata ve şarap kokusu…
“Beni ihya ettiniz, çocuklar!” der, İstanbul çocuğu, en nazik haliyle tebessüm ederek. Sonra bir şey fark etmiş gibi, kaşlarını çatarak düzeltme yoluna gider: “Ah! Ağzımdan kaçıverdi! O eski Türk filmlerinden kalma bir söz… Aslında yanlış tabi ki! İhya etmek, Allah’a mahsus! Beni mutlu ettiniz, çocuklar. Allah da sizi mutlu etsin!”
Sonra, son zamanlarda sık sık tekrarladığı nasihatlerini sıralamaya başlar:
“Ailelerinizin kıymetini iyi bilin! Analarınızın babalarınızın… Benim babam yoktu. Öldü. Zaten babam da değildi. Dört günlükken vermiş annem beni onlara. Doğma büyüme İstanbulluyum ama aslında Karadeniz kökenliyim. Gerçek annem babam orada kalmış, haliyle. Gözümü açtığımda, dokumacı bir ailenin içindeydim. Tek çocuk…”
Biz biliriz ne tepki vereceğini, bir şey sormayız. Yenilerden bazıları cesaretle konunun imini cimini sormaya başlarlar:
“Daha sonra, büyüyünce, yani gerçeği öğrenince anneni merak ettin mi? Hiç aradın mı?”
“Hayır. Aradan uzun zaman geçti. Bir gün bir yerde misafiriz. Bir kadın gösterdiler. “İşte bu senin asıl annen!” dediler.”
“Ne hissettin? “Kan çeker!” derler. Onu sevdin mi, sarıldın mı? Bağrına bastı mı seni?”
“Hiçbir şey hissetmedim. Baktım, süslü püslü bir hanım. Permalı kınalı saçlar, boyalı gözler, dudaklar... Yakası açık yeşil bir buluz giymiş, gri tayyörünün içine. Gayet şık bir hanım. Ne kan kaynaması? Hatta nefret ettim. Kızdım içten içe ama tepki vermedim. Bir süre oturduk, karşılıklı. Ne onun bana diyecekleri vardı, ne benim ona anlatacaklarım.”
“Kardeşlerin var mıymış? Ya da büyüklerin?”
“Sormadım. Söylenmedi. Çok kalmadık zaten. Çok da lazım değildi bana! Annem ana olmadıktan, babam baba olmadıktan sonra kardeşim olsa ne yazar, olmasa ne yazar?”
“Sen ilk çocuk muymuşsun?”
“Evet. Fakat kimse diyemez bana öyle bir şey! Ağzını yırtarım adamın!”
“Bir şey demedik, dedeciğim. Hem öyle şeyler bebeklerin suçu değil ki! Belki anaların babaların bile değil. Cehaletin…”
“Neyse… Kapatalım bu konuyu! Sonra konuşuruz.”
El ayak çekildiğinde yine ıssızlık, sessizlik, aynı burukluk… Evli evine, köylü köyüne… Geceler, garip geceler… Gurbet geceleri…
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 329