- 990 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İÇİMDEKİ SEN
Seni yirmi birinde tanımıştım. Teninin güzelliğini, saçlarının kokusunu, kadife ellerini, kahverengi gözlerini, sigaranın her vakit değdiği dudaklarını, soğukta kıpkırmızı olan burnunu; yani bütün varlığınla seni... Aslına bakacak olursan, ben seni tanıdıktan sonra değiştim..!
Bizim zamanımızda şimdiki gibi değildi üniversiteler. Hep kavga olurdu Dil-Tarih’te. Ve sen de bilirsin ki, silah yerine mektup taşıyan erkeklere “adam” denmiyordu. Bizim zamanımızda ticarete dökülmüyordu aşklar! Mermi gibi kutsal görüyorduk sevdiğimizi. Sağ cebimizde bıçak taşırdık, sol cebimizde de bıçaktan daha keskin fotoğraflar... Yaşım yirmi birdi ve karlıydı başkent. Karlıydı üniversitenin yolları. Ve kârlıydı kalbinde sadece orak-çekiç veya hilal taşıyanlar..! Ben sadece seni taşıyordum. Ve ne yazık ki sen bütün kavgalarda beni taşlıyordun! Yirmi birindeydim ve taşıyordum senden taşan tüm taşları..!
Ankara sokaklarında siyasete bulaşmamış biri olarak gezdim hep. Ve bu yüzden senin gözünde adam olmayı bir türlü başaramadım. Sen sıvası dökülmüş yurdunda uyuyorken, ben seni koluma takip gezdiğimi hatırlıyordum. Çayımı senin içtiğin gibi demli içiyor, saçlarımı senin o beğendiğin “lider” gibi tarıyor ve en garibi de, sen uyurken ben çok uzaklarda oluyordum. Ama yine de seni seyredebiliyordum! Yüzünün beyazlığına hayran kalıyor, saçlarını okşuyor, seni sanki bir daha hiç göremeyecekmişim gibi öpüyor, öpüyor, öpüyordum...
Sen sıvası dökülmüş yurdunda uyuyorken, Ankara sokakları şimdiki kadar cesur değildi. Gece çöktüğünde kızlar sokaklarda gezemezdi. Seni atkımla ısıtıp koynuma saramazdım. Ne Ankara izin verirdi buna, ne de sen..! Sen uyuyordun, ben seninle kartopu oynuyordum. Yirmi birindeydim o zamanlar. Sen en çok Suavi’yi dinliyordun, Ahmet Arif okuyordun. Attilâ İlhan henüz ölmemişti ve sen ona hayran kalıyordun. Ben yirmi birindeydim...
Mezuniyetimden iki sene sonra başkentten ayrılmıştım. Sen okulunu uzatmıştın. Ne zaman seninle otursak, bana “devrim şarkıları” dinletirdin. Şarkılar söylerdin; şarkı olup uçardın adeta. Bense nefret ederdim şarkı dinlemekten. Nâzım gibi hissederdim kendimi. “Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum.” diyen Nâzım gibi. Dakikalar dakikaları kovalardı. Sen Deniz’lerden, maviliklerden bahsederdin. Bense kendimi deniz gibi hissederdim. Seni içime çekerdim; masmavi! Ben Ankara’dan ayrıldığımda yirmi dördündeydim...
Ben otuz üçüne girdiğimde, sen İzmit’teydin. Yerel bir gazetenin sahibi ile evlenmiştin. Artık istediğin gibi yazılar yazabiliyordun. Cesurdun. Cesur birini bulmuştun. Hem o da senin gibi solcuydu. Ben ise, ne solcu olabildim ne sağcı. Korkak biri olarak yaşadım her daim. Hep seni taklit ettim. Senin gibi konuşmaya çalıştım, senin gibi düşünmeye, sen olmaya...
Ben kırk dördüne girdiğimde bile seni unutamamıştım. Belki bir balıkçıda karşılaşırdık, belki bir çay bahçesinde, belki bir pazarda, belki bir istasyon köşesinde, belki bir... Ama olmamıştı, karşılaşamamıştık. Çocuklarımı sana gösterememiştim; karımı seninle tanıştıramamıştım. Ki zaten tanıştıramazdım da; o kadar erkek değildim! Sadece seni içimde yaşıyordum. Çocuğumun ismini, sırf sen seversin diye Deniz koydum. Karımın hiçbir şeyden haberi yok. Senin de haberin yok, biliyorum...
Ben kırk dördüne girdiğimde, birçok devrim gerçekleştirmiştim. Yıllarca içimde büyüttüğüm, beslediğim, sakladığım “seni”, işte bu satırlarla anlatmam da bunlardan biri!
Ama ben kırk dördüne girdiğimde, ne yazık ki sen ölmüştün!
MUHAMMED MANAP
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.