- 686 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
324 - EL VELÎ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
“Sahteliklerle dolmakta olan dünyada, hiç değilse sadece sohbet etmek, düşüncelerimizi paylaşmak için kim olduğunu bilmediğim ve merak etmediğim, yalnız arkadaşlığına talip olduğum bir dost arıyordum, senden bahsettiler, yolum Virane’ye çıktı, işaretler beni sana getirdi. Gerçek kimliğin gerekmiyor bana. Adın Necmettin olmuş, Define olmuş, nasıl bir hayat yaşamışsın, kaç engel aşarak, neleri göğüsleyerek bugünlere gelmişsin, beni ilgilendirmiyor. Onun için soru yağmuruna tutmuyorum seni. Düşüncelerin yetiyor. Hem, hasta olan benim. Tedaviye ihtiyacı olan… Doktorumsan ki öylesin. O zaman sen soracaksın, ben anlatacağım. Sorsam da sormasam da hakkında, gerektiği kadar bilgi edineceğim. Zaman içinde birbirimizi çok daha yakından tanıyacağız nasıl olsa. O konuda aceleciliğimin olmaması ondan…”
“Ben de anketörlüğü sevmiyorum. Çoğu zaman dinlemede kalmayı tercih ediyorum. Sorulara kaçamak cevaplar gelebiliyor. Ya da gerçek duygu ve düşünceler gizlenebiliyor. Herkes ne anlatırsa anlatsın, öğrenmemi istediklerini anlatıyor, gerçeği ve olayların tamamını değil. Çoğu zaman söylenenlere göre değil, algıladıklarıma göre sonuçlar çıkarıyor, kişilerin kendilerinden bile gizlediklerini avlayabiliyorum. Çoğu zaman kabul etmek zorlarına gidiyor, inkâr ediyorlar. Hâlbuki bilerek veya farkında olmaksızın kamufle edilenleri, davranışları açığa vuruveriyor.”
“Beden dilinden mi bahsediyorsun?”
“Hal dilinden…”
“Nasıl okuyabiliyorsun?”
“Bu zamana kadar yüzlercesi gelip geçti bu fakirhaneden! Dil, yalana dolana dönebilir. Eller kıpır kıpırdır. Saklanacak yer aramaya başlar, söylenenleri tasdik edemediğinde. Ayaklar da onlara iştirak eder. Gözler yalan bilmez. Bakışlar, daima bakir… Onlarda ne sahtekârlık ne dolandırıcılık, ne tortu ne kir… Duruma göre yüz kızarır bozarır. Ondaki renk değişimi de kalple alakalıdır. Heyecanlanınca kalp atışlarının artması ve kan deveranının hızlanmasıyla… Ar perdesi yırtılmadıysa, utanınca kızarır, heyecanlanınca sararır beniz, kül gibi olur.”
“Pes, doğrusu! Bu kadar olur!..”
“Ayeti var. Yasin Suresi’ni aç, oku! “Biz onların ağızlarını mühürleriz. Ne yaptıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.” Eller ve ayaklar konuşur mu? Konuşur. Hem de nasıl!”
"Yaşamın getirdiği karanlıklarda karamsar iniş çıkışlar yapmaktan yorgun düşmüşüm. Başımda esmekte olan tüm fırtınalara inat umutla sörf yapabilmek istiyorum, köpükler içinde yok olarak mutluluk denizinin göz kamaştıran masmavi sateninde, boyumu aşkın dalgalarla dalga geçerek. Bütün renkleri birleştirmek, havalanan su taneciklerinde, gökkuşağını indirmek göklerden ve seyretmek doyasıya… Sonra naralar atmak, keyfimce… Haykırmak, olabildiğince… Hiç kimseye ihtiyaç duymadan ayakta durabilmek ve hayata tutunabilmek, yani kısaca..."
“Çokluklar içinde de yalnız insan. Yapayalnız dünyaya gelir, yapayalnız çeker acılarını ve canını yapayalnız teslim eder. Yapayalnız kabirden çıkar ve Allah’ın huzurunda yapayalnızdır. Herkes içinin gurbetinde kimsesiz, acınası… Kimsesizlerin kimsesi olan Allah’tan daha yakını yok. Şah damarından yakın! Daha ne olsun?”
“İnanamadığımı söyledim ya arkadaşım. Bu benim elimde olan bir şey değil ki! Ne kadar ikna olmaya çalışsam, içimden bir ses alay etmeye başlıyor benimle. Aptal olduğumu söylüyor. Ne desem yalanlıyor. İyi olduğu iddia edilen ne varsa yapmaya kalkıyorum, boşa emek çekmekte olduğumu fısıldıyor. Maddeleştirmeye çalışıyor. Madde olmadığını, madde namına ne varsa yaratılan olduğuna inanmamı zorlaştırıyor. En sonunda, ortadan kaldırmadan rahatlayamadığım eşyalar gibi o düşünceyi rafa kaldırmak mecburiyetinde kalıyorum. Onunla birlikte, yapmakla mükellef olduğum güzel işleri de…”
“Yani iyi amelleri… İbadetleri… O zaman rahatlıyor musun, peki?”
“Aksine! Daha da huzursuz oluyorum. İçim sıkılıyor, daralıyorum! Fakat ne yapabilirim? Öyle de olmuyor, olamıyor, böyle de…”
“Bu sıkıntı yuvana da yansımış olabilir mi? Yani sen sıkıldıkça, bunaldıkça aileni de bunaltmış olabilir misin?”
“Bilmem ki! Bana göre öyle olmamıştır ama…”
“Aması ne?
“Aması… Onların ibadetlerine falan karışmadım ben. Yalnız arada fikir alışverişi yapıyorduk. Onlar birleşiyorlardı. Ben yalnız kalıyordum. Ben sıkılıyordum aslında, ben… Onlar değil. Onlar mutluydular. Huzurluydular kendi aralarında.”
“Kendi aralarında… Öyle mi? Kendi aralarında…”
“Evet. Ne var bunda? Ben her zaman yanlarında olmuyordum ki zaten.”
“Olduğunda ne oluyordu? Dilin durmuyordu değil mi? Sana denenleri demeden edemiyordun. Anlaşıldı da senden işitmek istiyorum. Sana ayna tutuyorum. Kendini seyretmen için.”
“İnanan inanır, inanmayan inanmaz. Herkesin inanışı kendine…”
“Leküm diyniküm veliye diyn… Senin dinin sana, benim dinim bana…”
“İşte öyle! Beni din sıkıyor. Dine ne gerek var? Maksat, iyi insan olmak, değil mi? Kimseye zararım yok. Kendi halimde yaşıyorum işte!”
“Kendi halinde yaşayamıyorsun işte! Yaşayabilmiş olsaydın, şimdi kıvranıyor olmayacaktın. Huzur içinde olacaktın, ailen gibi, bizim gibi…”
“Huzursuz olduğum doğru. Mutlu olmadım, olamıyorum.”
“Huzurlu olmayan huzur veremez ki! Mutlu olamayan mutluluk veremez ki! Bu kadar basit!”
“Hayal âlemimi ne kadar renklendirmeye çalışsam da, gittikçe kararan karanlıklara gömülmekteyim. İçinden çıkılması imkânsız bir durum…”
“İnsanlar, huzursuz ve mutsuzken içleri karanlıktır. Gözleri de perdelidir. Tüm güzellikler önlerine saçılmış olsa, onlar fark etmezler bile... Her şey önemini kaybetmiş, renkler sesler silinmiştir. Sadece o menhus sesi işitirler, işitebilirler. O ses de onları helak edinceye kadar kesilmez! Onu sen konuşturuyorsun. “Kapa çeneni!” diyemiyorsun. Bunca vahyi duymuyor, irşadı umursamıyor, tüm doğrulara kulak tıkıyorsun, işine gelen o sesi can kulağıyla dinliyor, söylenenleri harfiyen tatbik ediyorsun. Aferin sana! Allah ıslah etsin! Ne diyeyim?”
“Her şey, gönül hoşnutluğuyla güzel... Sohbet, düğün, bayram, ibadet...”
“Senin içinde bulunduğun durum, tam bir kabz hali… Çatlama hali yani sıkıntıdan… Beden dünya, ruh ukba isterken, bir soğuk bir sıcak…”
“Ruhum, dost arıyor. Dostluğa açım.”
“Ruhun dostu, Allah’tır. O’na ihtiyaç duyar. Bedenin kişilere ihtiyacı vardır. Sen, sadece bedenden ibaret değilsin ki! Bir bedene bir ruha gidip gelmektesin… Bir buza bir ateşe... Kabına zarar...”
“Ruhumu fark etmiyorum. Yani onun ihtiyaçlarını… Bedenimin ihtiyaçlarını gideremiyorum ki, başta! Ona sıra gelmiyor belki. Belki de bir ruha sahip olduğumu hissetmiyorum bile. Ruhtan bahsedildiğinde romantizm geliyor aklıma. Müzik, mum ışığı, güzel kadınlar, içki filan… İşte öyle şeyler… Gün batımları, flörtler falan…”
“Bir yere kadar onlar da ruha hitap eden şeyler olabilir ama ruh, ancak Allah ile huzura kavuşur. Çünkü O’ndan gelmiş, O’na muhtaçtır. Bedenin muhtaçlığından çok kıvrandırır onun ihtiyacı insanı! Çünkü Allah, yeryüzündeki her yarattığının nelere ihtiyacı olduğundan haberdardır ve nimetlerini arzu ettiğine gerektiği kadar ya da fazla fazla verir. Yarattıklarını aç bırakmaz, kimseye muhtaç etmez. Ruhun ihtiyaçlarını da yaratmıştır ve ulaştırmıştır ama elini uzatıp da almak isteyenin eline de tutuşturmaz. Arzu eden eğilir, alır.”
“Neden eğilir alır?”
“Kibir, Allah’a mahsustur. Kendini bilen, Rabbini bilir. Kul, kulluğunu bildiği, eğildiği zaman yükselir. Aşama kaydetmek için eğilmek gerekir. Yüksek atlamada, uzun atlamada… Dizlerini bükmeden zıplayabilir misin? Yerinde dimdik dururken sıçrayabilir misin? İşte namaz başta olmak üzere ibadetlerde amaç budur. Kulun kulluğunu bilmesi, büyüklenmeyi bırakarak önce kendisine dost olması ve Gerçek Dost’un huzuruna tazimle çıkması…”
“Neden insan değil de Allah?”
“Bir insan bir insana ne kadar ne verebilir? İnsanların dostlukları, menfaatlerinin çatıştığı yere kadardır. Oysa O Veli… Veli tayin edilen… Yarattıklarına sayısız nimetleri karşılıksız sunar. Zatını Veli olarak kabul eden kulunun iki cihanda da dostu olur. Velisi Allah olmayanın kimi var? Dostu Allah olanın, kime ihtiyacı var?”
“Ama ben kaç kere iman ettim, kaç kere inkâr ettim. Şimdi… Nasıl...”
“İman, inkârdan geçer. Lâ demeden Tevhit kelimesi söylenemiyor. Biliyorsun, Lâ demek, yok demek. Lâ İlahe… İlahlar yok! Ne var? İllallah! Yalnız Allah var!.. Lâ İlâhe İllallah!.. Tekrar eder misin?”
“Lâ İlahe İllallah! Muhammeden Resulullah!..”
“Hah, işte bu!.. Derdinin dermanı bu!.. İlacın… Benden bu kadar! Dozunu sen ayarla! Ne kadar tekrar edersen, o kadar mutlu olacaksın! Sadece ağzından çıkmakla kalmasın! Anlamı, beyninde teşekkül etsin ve semeresi olan sevgi kalbine insin. Orada olgunlaşıp, ruhuna intikal etsin ki o da tatmin olsun. Bu öyle sihirli bir sözdür ki ruhun ana gıdasıdır. İmanı pekiştirir, dünyevi ve uhrevi mutluluğa ulaştırır.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 324
YORUMLAR
“İnsanlar, huzursuz ve mutsuzken içleri karanlıktır. Gözleri de perdelidir. Tüm güzellikler önlerine saçılmış olsa, onlar fark etmezler bile... Her şey önemini kaybetmiş, renkler sesler silinmiştir. Sadece o menhus sesi işitirler, işitebilirler. O ses de onları helak edinceye kadar kesilmez! Onu sen konuşturuyorsun. “Kapa çeneni!” diyemiyorsun. Bunca vahyi duymuyor, irşadı umursamıyor, tüm doğrulara kulak tıkıyorsun, işine gelen o sesi can kulağıyla dinliyor, söylenenleri harfiyen tatbik ediyorsun. Aferin sana! Allah ıslah etsin!........***** Ne diyeyim?”
teşekkürler değerli çalışmanızı yürekten destekliyorum....
yukarda ıslah terimi geçiyor..benim bildiğim kadarı ile en son söylenecek terim olması lazım...Allah hidayete erdirsin deemek daha iyi olurdu sanırım...şair daha iyisini bilir....selam ve saygılarımla...
Eğitici ve öğreticiydi. Onur Bilge'yi yakından tanımak isterdim gerçekten. Şiirleri, yazıları çok etkileyici ve derslerle dolu. Sanırm netteki resimlerin hiç birisi ona ait değil. sanal da olsa tanımak güzel. Kutluyor, herşeyin gönlünce olmasını diliyor, en derin saygılarımı sunuyorum. SAĞOLUN-VAROLUN.
“Ayeti var. Yasin Suresi’ni aç, oku! “Biz onların ağızlarını mühürleriz. Ne yaptıklarını bize elleri söyler, ayakları da şahitlik eder.” Eller ve ayaklar konuşur mu? Konuşur. Hem de nasıl!”
....
İnanmak; ağacın suya ihtiyacı gibi hayatidir dost...Eskiden inanmazdım..evet evet..Ya da inanmıyor gibi görünürdüm..Aslında inanıyordum..
Evreni incelediğinizde şaşırıp kalıyorsun..ve inanıyorsun...Fakat öyle böyle değil, tam şah damardan..
Neyse..
Çok farklı bir yazıydı..Hem de çok farklı..İçinde sorgular ve eleştiri olan. ve sonuçda çözüm..
Ruh ve bedeni çok güzel anlatmışsınız..İki ayrılmaz parça; ruh ve beden..İnançsız bir bedeni düşünemiyorum.
İnsan kendini eleştirmeli.
ve ben burada onu görüyorum.
Tebrikler
Saygımla