- 822 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
322 - EL KAVÎ
Onur BİLGE
Güneş yavaş yavaş yükselip rampayı dönmüş, süzüle süzüle yol alarak her günkü umursamazlığı, o beklentisiz ve telaşsız görünümüyle menziline doğru ilerlemekteydi. Aynı tempoda yürünmekteydi, hayatın yolu. Bazen boş bazen dolu… Genelde dopdolu… Sakindi gün; sabırlıydı, yerde hareketsiz ne varsa… Hareketlilerde hep aynı koşuşturma, alışılmış telaş…
Hiç canı sıkılmaz mıydı Uludağ’ın? Yalnızdı, yapayalnızdı ama kayalıkları ve ormanıyla o kadar heybetliydi ki! Fırtınalar boralar hiçbir şey alamamıştı ondan. Yağmurlarla yıkanmış, karlarla örtünmüştü. Öyle bir bürünmüştü ki kudret yeşiline, asırlarca soyunmamıştı. Rengini vermemişti güneşe, o yakan kavuran ateşe… Bursa kadısı Aziz Mahmut Hüdai gibi yüceldikçe yücelmiş, başında bembeyaz sarığı, kaftanında yeşilin her tonu… Yaz güneşi solduramamıştı, birazcık bile onu. Yalbır yalbır ışıldıyor, biteviye gülümsüyordu. O kadar kavi duruyordu ki!
Güçsüz yapraklara, cılız otlara gücü yetiyordu, ılık ılık esen şaşkın yelin. Akşamdan mı kalmıştı, yorgun muydu acaba? Canından bezmiş bir hali vardı. Son derece acelesiz ve sakin… Güneşin ısıtmakta olduklarını serinletmeye çalışmakta, bir türlü yerinde duramamakla beraber, oldukça yavaş hareket etmekteydi. Ne yapacağını doğru dürüst bilmez bir halde, sağdan soldan gelmekte, karmakarışık savrulmaktaydı oraya buraya. Esmek değildi onunki belki de… Sürünmekti adeta. Yine de ağaçlarla çevrili, çiçeklerle bezeli loş bahçenin aydınlığını bir parça da olsa ferahlatmakta, gölgelerine sığınmaktaydı; yaprakları okşamakta, çiçekleri öpmekte, dallara tünemekteydi, en sonunda.
Burası, Define’nin otağıydı. Yüce bir gönlün kucağı, baba ocağı… Burası, kimsesizlerin; kimseleriyle birlikte oldukları bir yerdi, bir yürek… Bursa’nın yüreğiydi, sımsıcak… Virane, Define’nin eviydi, define gizleyen. Heyecan dolu yüreklerin attığı yerdi. Kıpır kıpır gençlerin güzelleştiği, güzelleştirdiği; konuşulan, tartışılan, gülünen oynanan, hayat dershanesiydi. Bu mekân, bizim barınağımızdı; onun, bunun, şunun, hepimizin… Herkese aitti.
Bilge bir kişiliği vardı, Define’nin. Güçlü bir adamdı, tüm maddi güçsüzlüğüne inat. Müflisti, yoksuldu, yaşlıydı, hastaydı, bir ayağı aksamaktaydı üstelik. Fakat direnmesini gayet iyi biliyordu, hayatın getirdiklerine karşı. Ne olursa olsun yılmamış birisiydi. Ne olursa olsun ayaktaydı işte, dimdik hem de. Güçlüydü ve güç kaynağımızdı bir yerde. Ne zaman acze düşsek ona koşardık. Ne zaman yılgınlık hissetsek, onunla dertleşirdik. Sükûnet içinde ve sabırla dinleyişi, sakin sakin konuşmasıyla, örneklemeleri ve sezdirmeden öğütlemeleriyle, boş çuval haline gelmiş ruhlarımızı doyurur, gölgelerimiz gibi yerlerde sürünen moralimizi kaldırıp göndere çekerdi. Ekşi bir suratla, omuzlarımız düşük, ayaklarımızı isteksizce sürüyerek süklüm püklüm gelişlerimize tamamen zıt; dimdik, yere kuvvetle basan, güvenli ve görkemli gidişlerimiz olurdu.
Ne nedenle alındığı belli olmayan bir kararla, doğar doğmaz annesi tarafından evlatlık verilen bu Karadenizli bebek, anne görevini üstlenen bir kadının kucağında İstanbul’a gelmiş, onlara ait olduğunu sanarak büyümüş, gerçeği öğrendiğinde öğrenim hayatına veda etmiş, altı yok pabuç gibi sürünüp durmuştu. Doğduğundan beri üstüne üstüne gelen tüm güçlükler şiddetle sarsa da bu cahil adamı yıkamamış, aksine gücüne güç katmış; tüm yaratılanlara açık olan saf gönlüne teklifsizce dalan herkese başının üstünde yer vermiş, her türlü sorunun üstesinden gelebilen pratik zekâsıyla yol göstermiş, iman dolu kocaman yüreğinin tüm sıcaklığını aktararak, tatlı dili ve hoş sohbetiyle etrafında büyük bir kitle oluşturmayı başarmıştı. Bu zamana kadar binlerce kişiye el uzatmış, yüzlercesini düştüğü yerden kaldırmış, haklı bir ün yapmıştı. Çekim alanına giren, cazibesinden kurtulamıyor, yanında huzur buluyordu.
En çok diliyle fayda sağlıyordu. Deneyimlerini sözle ifade ediyor, bildiklerini o şekilde aktarıyordu. Yaratan’ın aşkını depoladığı yüreğini, yüreğe işleyen sohbetiyle tersyüz ediyor, kalbinde çağlayan kanın sıcaklığını, sevecen bakışlarıyla iletişim kurduğu gözlere yolluyor, sohbetindekileri büyülüyordu. Kadın erkek, çocuk yetişkin, yaşlı genç, herkese aynı ilgiyle yaklaşıyor; küçük büyük her derdi önemsiyor, elinin erdiği gücünün yettiğince çözüm üretmeye çalışıyor, çoğu zaman da başarıya ulaşıyordu. Arada umutsuz vakalar da oluyordu. Kendilerine yardım etmek istemeyen hasta ruhlar… Dökme suyla değirmen dönmüyordu, haliyle. Tek elin sesi çıkmıyordu. Böyleleri kendilerini kısa sürede belli ediyor, o da onlarla nezaketen görüşüyor, çok fazla çaba sarf etmiyor, oluruna bırakmayı tercih ediyordu. Bu düşünceler içindeyken kendimi tutamadım:
“Dede, sen büyücüsün! Büyülüyorsun insanları. Dilinle mi yapıyorsun, gözlerinle mi? Bedeninden elektrik mi yayıyorsun, beyninden dalgalar mı? Nasıl yapıyorsun bütün bunları? Bunca insan nasıl rahatlıyor, yanına gelince? Sadece dinlemede kalsalar bile yarar sağlıyorsun. Söylesene, nasıl oluyor bu?” dedim.
“Önce sevgiyle, evladım… Sonra ilgiyle… Emek dökerek… Sevgi demek, emek demek! Buraya gelenler, yalnız dertlerini anlatarak rahatlamıyorlar ve ben, sadece problem çözmüyorum. Onlara, ne kadar değerli olduklarını hissettirmeye çalışıyorum. Çoğu bitmiş, kendisine saygısı ve güveni kalmamış insanlar. Görüyorsun. Ne dertlerle geliyorlar! Hayatlarında, tamir etmemiz gereken, yalnızca anlattıkları aksaklıklar değil ki! Toplumda yerleri, kendilerine saygıları kalmamış. Onlara saygı duyduğumu göstererek, değerli ve önemli olduklarına ikna ediyor; önce, yitirdiklerini tekrar kazanmalarını sağlamaya çalışıyorum. Özgüvenlerine kavuşanlar kendilerini güçlü hissetmeye başlıyor, işimi kolaylaştırıyorlar. Sonra taktik veriyorum. Canla başla uygulamaya koyuluyorlar. Gerekli şartlar saylanınca başarı hemen gelmese de zaman içinde er veya geç, mutlaka geliyor.” diye cevapladı, uzun uzadıya.
“Sorunlar, genelde ikili ilişkilerin bozulmasından kaynaklanıyor ve ilişkileri en çok zedeleyen dil, değil mi?”
“İlişkiler elma gibidir. İğne batsa, oradan çürüme başlar, yazık olur.”
“Bence, çoğu zaman iğne, dildir. Bir kötü söz, her şeyi bitirir! Dil, gönüller fethettiği gibi savaşlar da çıkarabilir. Onu çok dikkatli kullanmaya çalışmak gerekir, öyle değil mi?”
“Dil, iman ve ibadet için çok gerekli olan çok güçlü bir organdır. Sevap ve güzel sözler söyleyerek insanı cennete de sokar, isyan sözcükleri söyleterek, kötüye kullanılarak cehenneme de… Değeri bilinip, iltifat için kullanılırsa yakınlıkları perçinler, yalana kullanılırsa güvenilirliği yok eder. Dille ve kalben söylenen sözlerle başlayan ilişki, yine kötü sözlerle biter. Bu konuda çok hassas olmalıdır.”
“Sen de dilinle neler başarmaktasın! Gönüller yapmakta, öğütler vermekte, dünyevi ve uhrevi mutluluk için gereken anahtarları dağıtmaktasın.”
“Fakat herkes o anahtarları kullanmayı bilmiyor, Semiray. Burnunun dikine gidiyor. Öyle değil mi Nazan? Asabiyetin devam ediyor. Olaylara yorumun çok sert! İnsanlara acımasızca saldırıyorsun. Eşin dâhil.”
“Aman, dede! Pısırığın biri! Anası neyse de, babasına, ağzını açıp da bir şey diyemiyor. Ona darıldı ya, adama gün doğdu! Kurtuldu masraftan! Taksitler bize kaldı. Olur mu hiç? Vadesi gelen ödenecek! İmzalar atıldı, bir kere. Kocamda para yok, pul yok. Benim ailem tanınmış. Bizimkiler, üstlerine düşeni fazlasıyla yaptılar. Hem, biz borç istemeyiz. Onun ailesinin parası arabada, bankada. Borç paçadan akıyor, umurlarında değil.”
“Bırak bunları, Nazan! Sen mutlu değil misin kocanla?”
“Sevişerek evlendik ama...”
“E? Ne oldu? Aşk bitti mi yani?”
“Bitmedi bitmesine de… İşte, durum bildiğin gibi… Yani para meselesi… Diyorum: “Babanla konuş. Dargınlık çıkarma da yardımı kesmesin. Arabayı satsın, aldıklarının borçlarını kapatsın! Eğer satmazsa, bari taksitleri ödesin, yavaş yavaş!” Yok!.. “Konuşmam ben o adamla!” diyor. Olan bize oluyor.”
“Maddi güç babada… Fakat bir baba, sadece para ağacı olarak görülmemeli. Niyetini bilemem. Ancak, ne olursa olsun, babadır ve evladın babaya darılmaya hakkı yoktur. Misafirin, mazlumun, babanın… Bu üçünün duası da bedduası da kabul olur. Allah’a şirk koşmaktan sonra en büyük günah, Allah’a, anaya ve babaya isyan etmektir. Onlar ne emrederlerse, o… Anaya babaya isyan, Allah’a isyanla birlikte anılmış. Aksi halde, tam ve mükemmel bir kudretin sahibi, her şeye gücü yeten, zaaftan münezzeh, mutlak gâlip olan Allah-ü Teâla, Kavi sıfatıyla, Peygamberleri yalanlayan, Allah’ın âyetlerini tanımayan, inkâr eden zalimleri, müşrikleri, kibirlenenleri günahları nedeniyle mutlaka azaba uğratacaktır. Hazreti Âdem’den bu yana azan kavimler fırtına, sel gibi doğal afetler, savaş ve mikrop gibi çeşitli yollarla helak edilmiş, o üstün İlahi güç karşısında, canlı cansız hiçbir yaratılan direnememiştir. Allah, nefis savaşı, hayat mücadelesi gibi dayanma gücü gerektiren her türlü direnişte iman edenlerin yanlarında olduğunu bildirir; onlara, gevşememelerini ve üzülmemelerini söyler, gerçekten inananların muhakkak üstün geleceğini müjdeleyerek imanın gücünü öğretir. Güç sahibi olduklarını sanan münkir ve müşrikler, Allah’ın gücü karşısında perişan ve zelil olurlar.”
Define, sandığını açmış, etrafa mücevherler saçmaktaydı. Alan aldı, dağarcığına koydu. Alamayan, ya da almak istemeyen mahrum kaldı. Göz ucuyla Nazan’a baktım, hitap ona olduğu halde dinlemiyor, elini ağzına kapatmış, güya fark ettirmeden, fısıltıyla yanındakine laf yetiştiriyordu. Dede de fark etmiş olacak ki sözlerini şöyle bitirdi:
“İnciler, tavukların önüne serpilmez. Onlar, darıya rağbet ederler.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 322
YORUMLAR
“İnciler, tavukların önüne serpilmez. Onlar, darıya rağbet ederler.”
Ne yaparsınız hocahanım İnsanoğlu yavrusunu eşini dostunu sevdiklerini hayatta tavuk gibi görmek istemez vesselam.
Uzun bir aradan sonra hoş geldiniz sefalar getirdiniz.Sağolun ömrümüz bol ve bereketli olsun hayırlısı ile vesselam..
feyzi kanra tarafından 12/23/2011 10:42:08 AM zamanında düzenlenmiştir.
feyzi kanra tarafından 12/23/2011 10:44:22 AM zamanında düzenlenmiştir.