- 2599 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
YUKARISEYİT'TE BİR GÜN -11 -
YUKARISEYİT’TE BİR GÜN – 11 –
Aşağı Çeşme’nin başında kadınlar ve genç kızlar toplanmıştı. Yavaş yürüyerek onlara kulak misafiri olduk. İçlerinden yaşlıca olanı; “Kız senin aklına kim düşürdü karpuz kabuğunu?” diye çıkıştı. Utanan kız, sesini hiç çıkarmadan testisini dolduruyordu. Aslında testi dolmuştu ve sular taşıyordu. Telli teyze, “İşte böyle, ötmedik horoz olmaz!” Maşallah kızım ne güzel su dolduruyorsun, övgüsüyle kızı methetti. Üç onbeşlik Nazire hanım; “Armudun sapı var, üzümün çöpü var!” demezsen genç yaşta evlenirsin öğüdünü verdi. “Duydun mu Hacer abla?” diyen Barutçu’nun hanım, Sefil Mehmet askerden gelmiş. Yana yakıla ona kız arıyorlarmış, dedikten sonra çeşme başındaki kızları kaşlarını havalandırarak şöyle bir süzdü. Uzun Eşe ise, “Hani onlar Sultan’ı alacaklardı ya?” der demez orada bulanan bir kadın;”Sultan’da, kuruya kuruya eriğe dönmüş, pekmezi tükenmiş yörüğe dönmüş” diye Beş Kantar Fatma beğenmemiş dedi. Çeşmeye biraz uzak duran ve Sultan’ın uzaktan akrabası olan Cevriye, “Sındırlıyı sındırıp, Borluyu pazarladılar. Bulsunlar bakalım Sultan ablam gibi birisini” sözünü pek öfkeli söyledi. Sarı Keçili Mahmut’un ortanca kıza talıp olmuşlar dedi birisi. Bu sefer Gedik Hasibe, “Kendini Borlunun abdal beslediği gibi besletecek desene” cümlesini hayretle ortaya saldığında, biz çoktan okulun sonuna varmıştık. Bacakların odanın önünden Hacı Fikri, “Bir eline kına yakınır da sakız satar gari!” diye söylene söylene gidiyordu.
Kahvelerin önünde Çiftçi Kaptan ile İzzet, tavla oynuyorlardı. Etrafındada izleyiciler merakla onları izliyordu. Çiftçi Kaptan, İzzet’in düşeşine karşılık hep biri atınca; Hasan Hüseyin, “Ne oturuyorsun küp eşesi gibi orada? Şu zarı doğru dürüst atsana!” diye bağırdı. Başka bir köylü de hasan Hüseyin’e göz ederek; “Ne kızıyorsun be! Başa gelmedik iş, ayağa gelmedik taş olmaz!” diye fısıldadı. Bütün bunlara Çiftçi Kaptan sinirlendi. Tam o anda İstanbullu; “Dayıma fazla yüklenmeyin. Dayım işgüveğisidir. Hanımından izin almadan taş atamaz” der demez Çiftçi Kaptan, başını Mareşal Fevzi Çakmak gibi çevirdi, şöyle bir baktı. İzzet bu sefer dübeş atmıştı. Pullar sapır sapır dökülüyordu. Memiş, “Dayımın beyni sulandı. Dayım papazı bulalı çok oldu. Vur Dayı şu pulu da olursan el beğensin, olmazsan yer beğensin!” der demez; Çiftçi Kaptan çok sinirlendi. “Öfkeden küplere bindi”. “Ulan siz beni Sakızcılarlı Çöpten Efe mi sandınız! Ayıyı kazana sıçırıncaya kadar uğraştınız be yahu!” deyip, tavlayı “Pat!” diye kapattı. Kıpkırmızı kesilen Kaptan, bir hışımla kalktı ve Yukarı Mahalleye doğru gitti. Oradakiler göbeklerini hoplata hoplata, gözlerinden akan yaşları sile sile, kimisi altını ıslatırcasına gülüyordu.
Dükkanlar ardından eski Köy odasının yanına gelen Şaban, muhtarı yedeğine almış, “Çocukluk etmiş muhtar, kusura bakma. Fazla ceza kesmezsen gelecek seçimde de reylerimiz sana. Şart olsun sana!” diyordu. Sağına soluna bakınan muhtar, “Böyle söz söyleme. Biri duyarda beni rüşvet alıyor sanırlar” karşılığını verdi. Birden Kılcılar Yüzden, “Ne o ibiği düşürmüşsün Şaban, bir şey mi var?” diye başaza çıkıştı. Muhtar da Şaban da birbirlerine baktı. Bir şey yok der gibi başlarını salladılar. Baş azanın yanındaki bekçi Eyüp, “Bu devirde karda yürüyeceksin ama izini belli etmeyeceksin” açıklamasını yaptı. Berber Süleyman’ın dükkanda Ese Dayı saz çalıyordu. Tellerden düzensiz çıkan tınılar bir şeye benzemiyordu. Müzik bu ya bizi de cezbetti. Mıknatıs gibi o yana çekti. Sazın üstüne başını eğmiş, yağlı elleriyle tellere dokunuyor, sağ elindeki mızrabıda bir hışımla vuruyordu. Kılcı Mehmet, dinledi dinledi, Ese Dayı’nın çaldığını bir şeye benzetemedi galiba. Birden sesini yükselterek; “Yahu Ese Dayı, şu Avşar Beyleri türküsünü bir çalıversene” ricasını yaptı. Ese Dayı şöyle bir baktı. “Acı ot yemiş danalar gibi burnundan soludu” ve “Ülen Mehmet, bu çaldığım eşeğin şeyi mi?” diye sordu. “Nerden bilelim biz onun karanlıkta arap olduğunu” meğer onun aşk ile kendinden geçerek tıngırdattığı türkü Avşar Beyleri türküsüymüş.
“Bak üle bak!” dedi birisi ve ardından da koşarak gitti ve “Ali Dayı, balık tutmaya mı gidiyorsun? Hadi kolay gelsin!” dedi ve bize doğru döndü. Meğer Hacıomar Ali, omuzuna balık ağını almış, Büyük Menderes’e balık tutmaya gidiyormuş. “Herkesin yoğurt yiyişi ayrılmış ya!” Ali Dayı da balık tutmaya giderken yolunu kesen birisi “Rasgele!” demezse evine kadar dönermiş ve tekrar yola düşermiş. Biz Orta Çeşme’ye doğru giderken, köyün Çal tarafından iki jip geliyordu. Modern çorap eskicilerdir dedik ve yukarıya doğru yöneldik. Yolda giderken Alabaş’ı gördük. Kendi kendisine türkü söylüyordu. “Hayrola?” diye etrafını çevirerek sorduk. “Kezban Hüseyin’in eşeği kaybolmuş da onu arıyorum” dedi. Birinci Arkadaş, “Eşek kim kaybetmiş?” diye sordu. Alabaş’ta Hacının Ömer ile dağ göndermiş. O da kaçırmış açıklamasına, ikinci Arkadaş, “El elin eşeğini ıralıya ıralıya sürer, döner bir de anasına söğer” diye izah etti.
Sinan Eyüp’ün kahvesinde bir sohbet bir sohbet, gürültü, şamata gırla. Ayancı Ahmet, “Öğünme çörtük, seni de gördük!” diye bağırıyordu. Ayan Ağa, “Alnımızın akıyla çıktık çok şükür!” deyip bıyıklarını burdu. Yan taraftaki Botti, “Ölü evinde ağlarsın, düğün evinde oynarsın. Seni bir türlü anlayamadım” diye hayretini belirtti. Azveren Osman, “Arkadaş, hoca ölüyü, millet deliyi sever!” ne yapacaksın bu dünya böyle işte... Kapının yanındaki kanapede üç kişi oturuyorlardı. Birisinin kızı kaçmışmış. Yaşlıca olanı, “Yanan harmanın keşkeği olmaz!” sabır edeceksin. “Kızgın demir elle ellenmez. Demir soğusun, sular akıp yolunu bulsun... işte o zaman bir çaresine bakarız, nasihatını söyledikten sonra çayından bir yudum höpürterek içti. Genç olanı, “Köpeksiz köyde deyneksiz mi gezecek bunlar?” diye çıkıştı. Bu sefer orta yaşlı olanı, “El kadar etin var. Çıngar çıkarırsan kızını üzerler. Yarın torun torba olup elini öpmeye gelince; kötülük etmezsen hiç olmazsa yüzün kızarmaz”. Yaşlı olanı çayından höpürterek bir daha içti, “Çalma kapımı, çalarlar kapını” sen de senin hanımı sürümedin mi? İşte aynısı başına geldi. En iyisi mi “Susta molla sansınlar” diye azarladı. Kahveci Eyüp’e “Bize bir koka kola verir misi?” der demez o da, “Burası Amerika değil. Burada umduğunu değil, bulduğunu yiyebilirsiniz!” açıklamasıyla yan taraftaki işi kaydı şahitlik yapmak olan Kör Rasim’e, “Alçak davacı şahidin yüzünü kara çıkarıyor değil mi?” diye sordu.
Neyse kazasız belasız çayımızı içtik. Boduların duvarın dibinde eski bir sırığın üstünde oturan Borduz Mustafa’nın yanına vardık. Mugallit bir adamdı, sohbeti neşeliydi. “Havadan sudan” konuşurken iki elindede birer büyükce su bakırı ile kendi kendine konuşarak Çakır Hasan geliyordu. Orta boyluydu. Onun bu şekilde konuşarak ve tedirgin gelişinden hepimiz “huylandık.” İçimizde en yaşlımız olan Mustafa Dede, Çakır’a selam mesafesinde; “Dar ikindi vakti yolculuk nereye Hasan?” diye sual etti. Sanki öfkesini bizden alacaktı. “Yahu Dayı!” dedi “Ağzım ile bir bok yedim Erikli’ye yıkamaya gidiyorum!” deyip yoluna revan oldu. Onun arkasından gelen Müslüme Hacı, bize gerekli açıklamayı yaptı. Bizim o gördüğümüz jipler kaymakam ve diğer devlet memurlarıymış. İçyağlı biber dolmalarını yiyip gelmiş olan kaymadam, kahveciden su istemiş. “Yeni testi suyu soğuk tutar” diye o hafta kahveci bir kırmızı testi almış. Testisi ile suyu masaya getirmiş. Kırmızı testinin suyunu içen kaymakam, “Yukarıseyitliler, maşallah suyunuz çok güzel!” diye övmüş. Yaşlılar aksakallılar susarken, Çakır Hasan “toyluğundan” dayanamamış, “Ah kaymakam bey, siz bir de bu suyu Erikli’de içseniz!” deyince; kaymakam da şoförünü çağırmış. O da koca koca su bakırlarını getirip, Çakır Hasan’a, “Hadi evladım, çabuk şu iki bakracı Erikli’den doldurup getiriver!” ricasında bulunmuş. Kaymakam nereden bilsin Erikli’nin dağda ve köye de dereli tepeli arazi ile beş altı kilometre uzakta olduğunu.
Köyün abidevi çeşmelerinin en küçüğü ama tek tarih taşıyanı olan Orta Çeşme’nin yanındayız. Kollarını, ayaklarını açarak yere yatmış bir insan şeklinde olan köyümüzün göğsü sanki Yukarı Cami’dir. Kalp buradadır adeta. Düğünlerin keşkeğinin döğüldüğü dibeklerden birisi de buradadır. Tam orada durup bir çok eski hatırayı gözümüzde canlandırırken Nuri geldi. Yeni bir katır almış. Hayırlı uğurlu olsun dedik. O sırada yanımıza Koca Kezban geldi. “Bu kaçıncı katır?” diye sordu. Nuri de, “üçüncü” karşılığını verdi. İkinci Arkadaş, “Diğer ikisi ne oldu?” der demez “Geçen kış öldüler” dedi Nuri boynunu bükerek. Bende katırları hangi aylarda aldın diye bir sual ettim. “Ocak ayında” aldım diyen Nuri’ye üçüncü Arkadaş, “Düşün karacaoğlan düşün, insan eşek mi alır kışın!” diye karşılık verince Nuri dahil hepimiz güldük. Tam o sırada Çokakların Ramazan yanımıza geldi. “Merhaba Dayıoğlu. Hoşgeldiniz!” deyip bizleri selamladı. Biz gurbete gideli köyümüz adeta boşalmış gibiydi. Gençleri çocukları simalarından benzeterek tanımaya çalışıyordum. Ama bazı gördüğüm kişileri kimselere benzetemiyordum. Biz Ramazan ile konuşurken bir genç bayan yanımızdan geçiyordu. Ben yabancıydım ama Ramazan ile bir şey konuştu. Ramazan ona cevap verince genç kadın ters bir laf etti. Köylümün huyunu suyunu tanıdığım için bu cevap bana pek yabancı geldi. “Kim bu?” diye Ramazan’a sordum. O da “Düven dişini, öküz eşini bulmuş” dedikten sonra köyümüze yerleşenlerden birisi olduğunu açıkladı.
Yukarı Çeşme’ye varmadan önce Sığır Yeri’nin üstündeki dut ağacının dibinde kadınlar toplanmışlar, kendi aralarında eğleniyorlardı. “hayırdır hanımlar?” deyince yaşlı bir nine elindeki eğri büğrü çoban deyneğine dayanarak, “Artık bu düğününde keşkeği yendi” dedi. Elindeki tef ile parsayı toplayan Çatal Ayşe Teyze, “Hadi kızlar, ikicik daha dönüverin de size Çökelez’e kar mı yağmış kırağı türküsünü söyleyivereyim” dedi. Gençlerin “Kanları kaynıyordu” tam “Ölü evinde ağlayıp, düğün evinde oynayacakları” yaşlardaydılar. “Aliylan veliylan oyununu oynarlarken Deli Ayşe hanım bir genç kızın omuzuna eğilmiş; “Ne gelirse soğukla soysuzdan gelir! Aman kızım dikkat et!” diye nasihat ediyordu. Gelin evine doğru giderken Patlak Dudu, “Vur artık Cezayiri türküsünü!” diye bağırdı.
Düğün bittiği için biz de Yukarı Çeşme’nin yanına vardık. Kubbesinin üzerine dikilen dikitler ona adeta yükseklik görüntüsü veriyordu. Tarlabaşı’na doğru gidip geldikten sonra Yukarı Çeşme’nin ahırının kenarına oturarak bir durum değerlendirmesi yaptık. Biz de, bu kültür gezisinin keşkeği yendi diyerek kültür hazinemizin sandığını; gelecek ustalara devretmenin bahtiyarlığını yaşarken, gönlümüzden gelen gözlerimizden okunan güzel dilimiz Türkçenin mutluluğuyla göklerde sevinçten uçuyorduk. Başka açıdan, başka kültür gezileri diyerek...
Halil GÜLEL
Düsseldorf / 22.12.2011
YORUMLAR
Saygıdeğer yazarım, önce yazı içeriğinin beni çok etkilediğini ve sonuna kadar soluksuz okuduğumu belirteyim. TEBRİK EDERİM.sADECE, HOŞGÖRÜNÜZE SIĞINARAK, BU KADAR SIKIŞIK BİR YAZI OLMAMASI GEREKTİĞİNİ BELİRTMEK İSTİYORUM.PARAGRAF DÜZENLEMESİNE HİÇ ÖZEN GÖSTERMEMİŞSİNİZ, BU DA YAZIYI HAKKI OLAN ALBENİDEN UZAKLAŞTIRMIŞ.Ayrıca bu yazı ÖYKÜ TADINDA BİR GEZİ YAZISI, MAKALE DEĞİL...Bu hususlarda hassas olmanız, taktire şayan yazı kalitenizi yükseltecektir.Umarım, tenkitlerimi hoş görebildiniz...SAYGIYLA