- 685 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
s
Zile defalarca bastığım yetmiyormuş gibi, telefonunu da açmıyor. Ah Or. , ah! Öğlen vakti yatacağını biliyordum, gelmese miydim evine ne? Yağmurda ıslattı ki beni, sorma gitsin! Ne zaman bu kapıda beklesem, acayip bir hüzünde beni sarıyor ki, of of!
Aman Allahım, Or. sen busun işte arkadaşım! Kapı önüne bırakmış olduğun koca ayakkabılarının içine anahtarını koymuşsun! Ya normalde sen bu kadar akıllıda değildin, ama benim geleceğimi hissetmiş olmalısın önceden. Kardeşim ya!
İçeride bütün perdeler kapalı, evin yıllardır kullanılmıyormuş havası vermesi ne kadar kötü! Sanki Or., seni görenlerde hiç insan yüzü görmemiş zannedecek. Odanın kapısını kapatmadan uyumuşsun yatağında. Kapıyı kapatayım da, biraz sonra seni uyandırırım nasıl olsa! Biraz keyfime bakayım, ıslandım zaten; peteklerin üstüne asayım kazağımla, pantolonumu.
Böylede olmadı. Boxer katı oturunca, üşüdüm yahu! Or. derecesini az açıyor kombinin, para fazla gelmesin diyor. Haklı arkadaşım ya, tek başına kalıyor bu evde, evde küçücük bir şey zaten. Aman az yaksın, bari parası cebinde kalır biraz daha!
Aaa, Or. bunu unutmuş olmalı! Ayıp Or., kardeşim ayıp vallahi! İnsan yediği çikolatayı yarım bırakır mı? Bırakmaz tabi, ya hiç yemeyecektin, ya da yedikten sonra ambalajını da çöpe atacaktın. Of of, bu kanepenin hali ne böyle? Çöp yuvasına dönmüş; fatura tahsilat kağıtları, notlar, kitaplar, gazeteler... Bu ne ya kardeşim; 1974’ün gazetesi niye okunur, anlamış değilim! Sahaf manyağı arkadaşım. İnşallah buzdolabında bir şeyler vardır, acıktım ya! Yoksa yemeyeyim de, çay suyu koyayım ocağın üstüne, demledikten sonra da Or.’u kaldırırım, beraber yaparız. Evet, en güzeli bu işte!
Laptop’u da nereye koymuş, hay Allah seni kahretmeye! Ulan adamakıllı bir masa alsan be Or. , arkadaşım bu ne hal? Çöp kovasının üzerinde soğutucu, onun üzerinde de laptop; garip kardeşim ya! Bari şu bilgisayarını biraz karıştırayım. Belki güzel film filan vardır.
-’Windows Başlatılıyor’
Vay anasını, masaüstüne bak! La Or., bu ne hal? Masaüstü bitpazarı gibi olan bilgisayarını ne yapmışsın böyle dostum ya? Vay be, vay; of of of! Jpeg bunların hepsi hem de! Ne halta yarar ki ama aman!
Or., bu klasör; bu klasör de neyin nesi? Anlamış değilim. Kelebek simgesi var bu klasörün üzerinde. İyimiş, klasörün adı da kelebek, neyse artık! Girsem mi, tıklatsam mı acaba mouse ile? Ya bilemiyorum ki, acaba ne der bana?
Hufff, bütün filmleri nereye atmış bu? Birkaç tane eski film haricinde hiçbir şey yok! Cüneyt Arkın’ın Köroğlu filmi, Clint’in İyi Kötü Çirkin filmi. Aaa, Johnny’nin filmi. Antonıo’da burad a iyi gitar çalıyordu ha! Tabi Salma Hayek’in eşsiz bir yırtıcılığı var. Kadın vahşi abicim, Or. bundan dolayı silmemiş bu filmi. Bu ne? Travesti filmi mi? Iyy... Teslimiyetmiş, ne bokmuş bu film! Bir de Or. not eklemiş filme.
Teslimiyet(2010) İzleyici Yorumu:
-’Aslında filmi ilk iki izleyişimde, travesti rolünü yapanların gerçekten travesti olduklarını zannetmiştim. Ama kadınlarmış. Böyle kadınlarında olduğunu biliyordum, ama bu kadarı da pes yani! Zaten duş alırken travestinin göğüsleri gözüküyordu. Silikon olamayacak kadar doğallardı. Filmi kısaca sevmedim, ama garip filmdi. Daha iyi işlenebilirdi travestilerin hayatları. Pislik bir hayatları da olsa, yaşıyorlar; nefes alıyorlar, hem de bizimkinin aynısını!’
Of be kardeşim, manyak mısın sen ya! İzlediği filme dahi bir şeyler yazmış; iyisi mi bu yazdıkları hiçbir işe yaramıyor! Sıkıldım ya, bu kelebek simgeli klasörü açacağım. Bana ne, bana ne ya! Tıklayacağım, özel bir klasöre benziyor. Girmesem bir şeylerim düşecek sanki girmem lazım; mouse tıklatmalı; hadi yapabilirim. O da ne! Çöp bidonun üzerinde mouse kullanılır mı ya? Bir de arkadaşın mouse hala kablolu. Bu çocuk antika ya, millet uzaydan taş getiriyor!
O da ne! Hayır, hayır Or., bu klasöre girmeliydim dostum. Bu ne böyle ama? Sen, olamaz; yine bir şeyler yazmaya başlamışsın. Oysa ben sana yazmayacağını söylemiştim, psikiyatrisin öyle söylemişti. Uzun zaman boyunca yazman yasaklanmıştı, ama sen yine bir seriye girmişsin. Öf be kardeşim, öf!
’b, c, ç, d...’ ne bunlar ya Or.? Âlem adamsın gerçekten. Millete ilgi çektirmek için ünsüz harflerden denemeler mi yazmışsın? Vay ya, bir de son harflerde iyicene uzatmışsın öykülerini. Uzatmışsın uzatmasına da; bu Ece kim? Yine bir şeyler karıştırmışsın, ama ne?
-’Kütüphanemin önünde bir ceset. Oysa dün yoktu, daha önce ki gün, daha önce ki günden de daha önce ki bir gün... Issız bir sokağın, parmak şıklatmalarında hayata dair bir şeyler bildiği zaman vardı. Kırmızı, pembe, kahverengi; çoğu zaman da siyah. Kelimeleri sırtlayan yalnızlıklardan dolayı işkence çektiği biliniyordu.’
Ne demişsin Or. ya, neden bahsediyorsun? Anlamıyorum seni, anlayamıyorum. Dur bakalım şurada en sonda ne yazıyormuş:
-’Ağlamanın sonra ki sayfası, sevinç olmalı. İkisine de ihtiyacım yok, ikisi de uzak kalsın şimdilik. Sadece sessizlik istiyorum.’
Adımın baş harfine bakayım o zaman. Mmm:
’-Madem neden giydiğimi merak ediyorsun, madem ’seni seviyorum’ diyorsun; o zaman matemimi dindirecek bir mektup yazmalısın bana!
Gözlerinde Mayıs, ben tüm şiirleri bana yazacağını, her satırda benden bir ’aşk’ taşıdığını bilmeliyim.
Madem yazıyorsun, adam gibi ’sevdiğini’, uzatmadan süslü püslü sözcüklerle, söylemelisin!
Ece’
Bu Ece kim Allah aşkına Or.? Seni tanıdığımdan beri bana böyle birinden hiç bahsetmedin. Sen birinin adını yazmışsan, kesin o canlı biridir. Or., Allah aşkına neler karıştırmışsın sen yine?
Olamaz, bu dosya senin bana bahsettiğin dosya. Or., bu senin günlüğün. Lanet olası yıllardır tuttuğun günlüğün. Okusam mı, okumasam mı acaba?
Önceki yaşadıklarını zaten biliyorum. Son on gündür seninle görüşemedik. Bari şu son on gün hakkında okuyayım.
O da ne? Zaten bir buçuk senedir yazmıyormuşsun!
Or. , hakkını helal etmen lazım, okuyacağım!
...
10.12.2011
’İnsanın en büyük kavgası, kendisiyle olandır. Dünyadaki en büyük zaferler, yürek ile kazanılmıştır. İnsan kendini ateşlere atamadan, kimseyi kurtaramaz.’
Merhaba günlüğüm, sana 1.5 yıldır uğramadığımın farkındayım, ama artık yazmam gerektiğini hissettim. Bana kimi hatırlattığını bilmeni isterim ki; bir ara mavi bir ajandam vardı. Onun içinde tükenmez kalemlerle herkesten güzel yazdığımı zannettiğim şiirlerim büyük çoğunluktaydı. Fakat bir gün gelmişti ki, ’kahpe, şerefsiz...’ kelimelerinin çok olduğu bu ajandayı yırtmak zorunda kaldım. Çünkü şiir yazamadığımı anlamıştım. Aslında hiçbir şeye karşı becerim yoktu, daha doğrusu isteğim yoktu. Benim için dünyaya mana veren tek şey ölümdü. Şimdide öyle sayılır, bir farkla!
Kitap okumayı, simitle beraber demli çay içmeyi, 2.5 litrelik kolayı yarım saatte tüketmeyi, hiç sevemesem de sulu, kırmızı karpuz dilimlerini çatal ile ağzımın içine koyduktan sonra, çekirdeklerini sağa sola fırlatmayı, kahvenin içine süt dökmeyi, bitter çikolatayı yavaş yavaş emmeyi, menemeni, annemin etli yaprak sarmasını, Antep’in biber salçasını, Shakira’nın deli gibi bağırışını, Tarkan’ın 90’larda yaşayabilme olasılığını, seçtiğim yabancı şarkıları defalarca dinlemeyi, Will Smith filmlerini, Cüneyt Arkın’ın at üstünde zafer kazanmasını, Ferhan Şensoy’u okumayı, Nejat Uygur’un Minti minti’sini canımın sıkıldığı an tekrar tekrar izlemeyi, dua etmeyi, olmayacağını bilsem dahi ağlama ihtimalini göz önüne getirmeyi, bir gün güzel bir hayata sahip olma ihtimalinin saçlarımı okşayan yanını seviyorum.
Çok da değil, hayat bir adım; biliyorum. Her gün biraz daha fazla yaklaştığımı hissederken ölüme, ara sıra yazdığım şeyler aklıma geliyor. Neden yazıyorum ki? Dünyaya gelmişliğimin esas sebebini nerede kaybettim? Yoksa ölünceye kadar bu soruları kendime yöneltmeye ve tekrar tekrar sormaya devam mı edeceğim?
Ha ha, yine bir şeyler yazmaya kalkınca, bir şeyin gözleri arkasına bakıyor dünyanın. Ama dünyanın eşcinsel olduğunu bilemeyecek kadar aptal insanlar yığını ile beraberim. Ece de bunların başında geliyor.
Ece hiç olmayan bir karakter değil! İlkokul birinci sınıfa gidiyorum birdenbire. Karşıda üç tane kız, biri de Ece. Ece o iki kızla beraber bana taş atıyor. Başıma gelebilir o taşlardan biri, ben de onlara atıyorum. Dördümüzden biri en sonda ağlayacak, bu ben olmamalıydım!
Başım öyle sızlıyor ki, Ece’nin annesine kızını şikâyet ediyorum. Selma Teyze kızına daha iyi terbiye vermeliydi. O düz, simsiyah saçlarıyla karşıma çıkıp da, bana, ben aptalmışım gibi sözler etmemeliydi. Başım sızlıyor şimdi yeniden. Ama o taşın değil, içtiğim kahvelerin etkisi var.
Sanırım yüce şahsiyetlerin hepsi uykuda, biliyorum zaten büyük kimse yoktur; büyümek isteyen olmadıkça! Sevimsiz gözüken her şeyde bir sınav alamet, hip hop alametinde zevksiz duyumlarının ardı sıra bir cengaveri yağlıyorum harf harf.
Ece benim kızgın, sinirli tarafım. Her insanın iki türlü hormona ihtiyacı var.
...
11.12.2011
Kimseyle yüz göz olmak istemiyorum. Herkes kendi yaptığından mesul oluyor bu hayatta. Hiçbir vakit canımdan tam anlamıyla zevk alamadığımın farkındayım. Durağanlaşan zamanlarda enerjimin çok boyutlu ve yüksek gözükmesinin nedeni kendimi göstermek ya da kendimin sevilmesini sağlamak değil. Yalnız birileri adıma, benim değer verdiğim duygulara karşı akıl üstünlüğü taşırmış gibi davranırsa ona da yanıtım çoğu zaman sen geçersizsin ya da onu ciddiye almadan yine de onla yaşama teorim oluyor. Her fıtrat kendi içinde bir başlıktır, mukaddemedir hayata. Ancak bakıyorum da çoğu zaman insanlar karşısındakinin de farklı bir mizacı olacağını unutuyor. Ya da öyle olacağını bilse dahi dayanamıyor farklı insanlarla karşılaşmaya. Farklı insanlar onlar için hayatsızlık demek ya da en doğru biçimiyle, kendi yaşayamadıkları hayatları hatırlatan hayatsız biri olarak adlandırılan bir nesne, bir ayna ve de belki de kendisi! Yaşam zor, yaşamak zor ama en zoru yaşatabilmek birilerini! Çoğu zaman insan bilemese de, kendisini de ayna yapıp, birisini yaşatır gibi kendisini yaşatıyor. Zannımca en zor olanı da budur. Başka ne denebilir ki?
...
13.12.2011
-’Ellerini kaldırır şehrin tüm kanatsızları, benim gözlerim üzere bir gökyüzü; gece olunca yine, eski fotoğraflar gözümün ucuna gelir. Her şey ne kadar da güzeldir diye düşünürüm, eskiden ne kadar da mutlu mesut! Hâlbuki yaşamın ucu yanmış hatıraları saklıdır her karede. Donan parmak uçlarında sesleri gelir martıların o an. Bir İstanbul masalı gibi!
İstanbul, ayazına düştüm; çıkar beni kendi battığım çamurumdan!
İstanbul azgın deniz, sabah olacağını bilip, üşüyor deniz. Deniz martıların selamıyla dilimin ucunda aşk ve kanayan yara, yağmur duası!’
Hani eskisi gibi yaşayasım var yine dünyayı. Hiç kendimi kasmadan, hiç kimseyi üzmeden; en başta da kendimi! Bu dünyada insan en büyük zararı, yine kendinden görüyor. Bunun için kendimi üzmeden yaşamaya ihtiyacı var! Bildiğimi uygulamak ne kadar da zor!
Dışarı çıktığımda, garip bir his tufanın üzerime otlandığını hissettim. Kendimi hafif buldum düne göre. Elimde bir poşet, yanımda uzadıkça büyüyen dostluğuyla bir can; eski bir cami olmalı burası. Oturuyoruz.
Aslında kendimin okuyacağı şeyleri, yine de özen gösterip kaydetmeliyim. Önceki yıllardan dediğim gibi: ’Yaz kokusunu kışın almaktır en güzel hayal!’
Esma, Murat ve Halil Ali! Üçü de birbirinden şirin çocuklar. Elimdeki poşetin içinde bilumum meyve çeşidi! Çocuklar çok şirin, ama korkuyorum. Bu ilçede 3 sene önce yaşanan çocuk kaçırma hadisesi aklıma geliyor, bu çocukların bu kadar çabuk bize ısınmasından dolayı korkuyorum. Yüzleri tertemiz, hayatın kiri daha bulaşmamış canlı gözlerine. Bir çabukluk, bir heyecan var hep dizlerinde.
Halil Ali 2. Sınıfa gidiyor. Ağzı biraz bozuk! Esma Halil Ali’nin ablası, o da ilkokul 5. Sınıfa gidiyor. Bir de 17 yaşında liseye giden ablaları varmış. İki kardeşin arasında oturan; Murat! Murat bu sene okula yeni başlamış. Halil Ali’nin kankası! Paylaştığımız dilim dilim meyveleri nasılda yiyorlar! İyi ki onları tanıdım, iyi bu çocuklarla muhabbet etme şansım oldu. Uyardım bir de onları, hiçbir yabancıdan bir şey almayın; inanmayın kimseye. Ama bize inandılar, bizde yabancıydık eninde sonunda.
Yürüyoruz yavaş yavaş yokuş yukarı. Şu karşıdaki Kilise! Üstünde eski Amerikan Koleji ve altında büyük malikâne! Bahar oldu mu buralar daha bir başka! Kış günü insan fazla bir şey hissedemiyor, kömürden başka. Şurası eski oyuk, şurası taş ocak, şurası tandır, şurası bölüşülmeye hazır umutların oturağı. Şu evde kaç gözyaşı saklanır bilinmez! Tahtası kırık, şu eski perdeli pencerenin ne kadar çok hikâyesi vardır, kim bilir! Dalıp dalıp derinlere düşünüyorum, küskün bir mavi var sanki gökte. Burayı gezmem iyi oldu. Akşama bunları günlüğüme yazmalıyım.
Saatler izinsiz yol almayı çok seviyorlar. Yine gece oldu. Yatamayacağımı biliyorum ve sabah yine öleceğim. Bir rüyada olsa, yaşama renk katan tek şey karamsarlığım.
Bir site var, girdim, geziniyorum. Hiçbir şey yazamıyorum, canım sıkılıyor. Her şey aynı ve herkes birbirini aynalamaktan sıkılmıyormuş numarası yapmakta! Seviniyorum esasında; çok iyi rol yapıyoruz.
İnsanlar birbirini üzmekten zevk mi alıyor acaba, anlamış değilim. İçtima-i hayatın içerisinde, bizi, bizim gibi canlılardan ayrı kılan ne ki? Hiç bu kadar marjnal hissetmemiştim kendimi. Koyu bir elbise üzerinde dünyanın. Başka bir yüz arıyor tanıdık hüzünlerim, uyumalıyım!
...
15.11.2011
Tesadüflere inanır mısın günlüğüm? Ben inanmam! Sana uzun bir zamandır uğramıyor oluşum, elbette seni sevmiyormuşum gibi bir his uyandırıyor paragraflarının arasında, ama ne olur sen de beni anla! Oral bir sancı çekiyor gök ve ben de uzun zamandır ona ayak uydurmaya çalışıyorum.
Tahta, sevgisiz bir alfabe yorgunu; talaşlarını kaldırmak için uğraşan stajyerler ile dolu dünya. Ellerimiz çaydanlığın kireçini çıkarmaya çalışırken daha bir mağrur! Dereler görüyorum; şiir yazmak istiyorum, yazamıyorum.
Belki de en güzeli gözlerimi kapattığım an sahilde olduğumu düşünmek!
Cemal Süreya ne diyordu:
-Tutar ellerinden kaldırırsın
Adı kötüye çıkmış tüm sözcükleri
Kaldırıyor mu gerçekten de, kaldırır mı; ne dersin günlüğüm?
Birini tanıdım, daha her şey çok taze. Meyvenin dalında olgunlaşmadan verdiği tat kadar taze ve de acı! Tanıyoruz birbirimizi, sanki dünya yeniden yaratıldı benim için! Rüya filan gördüğüm yok, ama mutluyum.
Şiirlerimi saçlarında saklasam kızar mı bana? Upuzun saçları var. Rengârenk gülüşlerinin ardından, toprağın doğuş hüznüyle beraber yeni yetme bir sevgi dileniyorum ellerimi kaldırdığım makamdan. Asuman gülüşler, dileklerde saklı! Şimdi bir şiir karaladım günlüğüm, onu sana emanet ediyorum.
‘Aykırı bir seçiş kaçışların kanadını kırıyor
Sana yazılmamış mısralar tutuyorum dünden
Kanıyor, ellerim yaban sevgilerden kaçıyor
Sana gülen bir yüz getiriyorum on sekizinden
Kırlangıç kanadı kirpiklerin titriyor soğuktan
Üşüyorsun, çok belli; bir de yaralı tam ortasından
Başka bir şey dileniyor gibi avuntuların incecik
Sabahtan aranmış öyküsüz bir öpüş gözlerinde
Toprak pencerelerin hasret yerine konulmuş tarafı
Bana ait bir sevgi çiziyorum adımlarının ötesine
Hiç bu kadar güzel yağmıyor sanki yağmur başkentte’
Nasıl bir şiir yazdım, kendim dahi bilmiyorum. Günlüğüm, bugün çok güzeldi!
...
18.11.2011
Bir çiçek yolumu kesti! Kalabalıklaşan şeyler sardı yalnızlığımı. Dilim sessizliğin töresinde. İttihaz edilmemiş bir vuslat tülleniyor. İfâza sislerin ardınca beklenti! Gökyüzümde misbahlar ervâhların ardı sıra melekleri işhad ediyor gönlüme. Bu yüzden îcaz makamında susmam lazım! Keramet sevmek de, seni; şimdi yeniden; yeniden!
Canım sıkılıyor. Paryoşa’nın garip dili yüreğimde. Kırıntıları bölüşüyoruz hayattan. Özgürlük, bayrak, flama dolmuş sanki yeryüzü. O da hiçbir istemiyor, o da hayatının anlamını başka bir yerde arıyor. Yeşili kanatan emperyalist bir tüfek sızlatıyor bileklerimi. Çaresiz kalemi bırakmamı istiyor aklım bu konuda. Dilimin ucunda yüreğime tattırdığım hayat ekşi; tutunmak istiyorum, mandallar gibi umutların iplerine. Islak saçlarıyla sevgilim sarmalı beni ve unutmalıyım her şeyi!
Olmuyor, biraz daha kalemi savaşların ortasından akan kana batırıp yazacağım. Neden diye çırpınıyor güneşim, güneşimi sabahlarda arayacak bir şiir şakıyor dut ağacımda. Akşamlarım geceye döndüğü saatlerde, penceremin buğulanan yanına ‘sen insansın’ diye kurşundan parmak uçlarım tunç tunç dokunuyor. Şurası zanlı, şurası yangın; ölmek bile zor cahil barışlarımız ardınca!
Bir mektup yazıp, göndermeliyim kelebeğime. Okuduğu an, ellerinden tutup; ellerimle dokunduğum kağıdı yüreğine bastığı zaman, bir yıldız kaymalı kabusları yıkmak adına!
Offffffffffffffff, kaç kere f’lerin hıncında kaldım bilmiyorum. İzmir’in terli akşamları, poyraz kokan elleriyle anne sancısı da ne demek? İzmir’e kar mı yağarmış?
Alsancak’da bir pencere kenarını; çocukluk hayalleri, elleriyle güvercin yakalayan gençler. Denize taş atıyor bir tanesi, bir tanesi simit atıyor. Yaşlı bir adam selam veriyor başıyla bana. Yanına yaklaşınca soruyor bana ‘Sen yorgancı değil misin? ‘ diye. Yorgancıda oldum bu dünyada; en azından polis olduğum zamanki kadar komik değildi yaşlı adamın bana selam verişi. Dükkâna giriyor genç. ‘Futbol oyunu sidisi alacağım’ diyor. ‘Tamam’ deyip, tam sidileri poşete koyacakken, dükkândan içeri giriyorum. Sidici beni mali polis zannedince, oyun filanda ortadan kalkıyor; alamıyoruz. Ve her şey f haliyle yanıma yaklaşıyor. F; ‘flu’ demekti! Belirsizliğin militan damarında dertlenme dostların sohbetiyle siniyor kapılar ardınca. Silah seslerini duyar gibi kulaklarım, beynime yeltenen tabanca seslerinde votka şişelerini kıran adamlar büyüyor gözlerimde. Yaşıyorum, bir mektup yazmak için neden hâlâ bekliyorum?
…
‘Sevgilim, Kelebeğim,
Şu anda duygularımın en saf haliyle yazıyorum. İçim buruk, sanki küskün çiçeğine dokunup da, kapanmasına pişman olmuş gibiyim. Bu can sıkıntımın nedenini bende bilmiyorum, çareyi şimdi seni düşünüp, sana yazmak da buluyorum.
Duygunun daha saf yaşanabildiğini tekrardan hatırlatan bir bahar gibisin. Seninle beraber olduğum için hissedebildiğin en yüce duygu ‘mutluluk’!
Elime aldığım kalemle gözlerini süslediğimi düşünüyorum ama kalem de biliyor ki, bu sadece bir temenni! Gözlerin uzakta ve sözcükler ellerinden tutmuyor. Sana verebileceğim en büyük armağan, kirlenmemiş bir bakış kalıyor. Seni görene kadar, o zaman gelene kadar gözlerimi kapatıyorum. Sisli bir hayal kırıntısını uzun cümlelerimin üzerinde demlenirken, yüzümün nemli yuvalarına astarını çekerken, parmak uçlarım al al yanaklarında kalan bir buse olma arzusunda!
Henüz omzuma konan kelebeğin yeni de olsa, çok doldum; yazacak çok şeyim var. Ama kelimeler takatsiz kalıyor yüreğimin sesinde. Günler takvimlerinden yırtılıp, atılırken dün diye çekmecelere, her geçen saniye daha da artan bir sevgiyle yeşeren aşkın için üşüdüğüm lahzaya şahit oluyor Ay bulutların ardından. Biliyorum ki sen de arada mızmızlanıyorsun. Ne de olsa bana çok benziyorsun. Sessiz kalışlarımda seni unuttuğumu, beklide düşünmediğimi düşündüğün yağmurlar saçlarından zihnini bulandırırken, ben özlemlerini tek tek toplayıp, heyecanla diziyorum yüreğimin bahçelerine. Sevginin peyzajı peşinde ne de güzel işliyor saat: tik tak, tik tak…
Bazen oluyor ki, sevgi damarlarımda basınçla yaz kokusunu içime sindirmeye gayret ederken; aşkın kapısını tokmaklayıp, edepsiz bir seven olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden Allah’a karşı utanıyorum. Sonra senin adın siniyor, antilop gözlerinde aslanlar sapsarı ormanlarına geri çekiliyor, uzun cümlelerim düşüyor, eski filmler aklıma geliyor; gülüyorum.
Ara sıra aklıma geliyor ve mutluluğun aldatıcı olacağına dair şüphelerim yüreğimde vals etmeye başlıyor. Siper aldığım zevklerim susup, gönlüm rabıtasına ihtarınca efkârını sitemlerinden ayırırken zar zar, inancımın vuzuhuna münhasır bir menkıbe anımsıyorum hayal tufanımdan. Yaralı kuşlar gibi karnından tutup, yavaşça ellerimle mendilimin üzerine seni koyup, inleyişini duyumsuyorum. Bir damla yaş akıyor gözlerinden, bir damla sığıntı kirlenen ellerime doğru buharlaşırken; revnaktar bakışların yıldızların secdesinde dünyanın yorgunluğunu dile getiriyor. ‘Mutluluğu başka bir yerde arama, mutluluğu başka bir yere sığınarak elindekileri kaçırma’ diye susuyor gözlerin. Bir damla gözyaşı da bu sefer sol bebeğinden akarken dudaklarına doğru, ‘sen yeter ki kıymetini bil sevdiğinin ver her zaman şükretmeyi bil’ diye kıpırdanıyor huysuz irkilmelerin. Temâşâ edilmemiş sen, sıyrılıyorsun geçmişinden sevinçle. Yalnızlığın bileği bükülmez askerinin emrinde, önümüze bakıyoruz bir an. Düşüyor göğün on dördüncü katından aralık. Merak ediyorsun, merak ettiğini biliyorum: sevinçli yanın tırmalıyor kelimeler; dağınık saçlarıyla aşk oturuyor dizine.
Özlemim dünyada üzülmeyecek bir beste ve sen olmazsan bu hissi bir daha böyle hissetmeyecek kadar güzel bir duygu peçetesinde. Belki de çok ağır ve istekler çok yıldırıcı ve de amansız bir yılgınlık sende ki! Ben anlayamıyor ve anlamıyor gibi gözüküyorum belki de! Ama bunun böyle olmadığını anlatacak kadar sana karşı tam net olamasam da, gönlüm ve senle dolan her anım buna şahit. Ki yanında olmak için tek arzum da bu inan ki! Sevgimin yalan olmadığını ve bunu anladığını gözlerinden ilhamını içer gibi hissetmek ve sana yalnız sen olduğun için inanmak. Gözümde büyütmeden, bir başka şey düşünmeden, sadece karşımda sen olduğun için ve ben de kalan senin özlemini iyi bildiğim için.
Gülümsemenden ve sözlerinden damlayan balı sürdüm parmaklarıma. Dilimde, zihnim de ve gözüm de sensin yine. Abartmış olabilseydim seni, şu anda sen varsın derdim şu bedende. Ama herkes tek bir âlemdir canım ve ne kadar düşünürsek düşünelim; iki yürek bir beden de birleşmiyor her zaman. Sadece sevgilerini birbirlerine emanet ediyorlar ve o sevgiyi, sevgilisinde gördükçe mutlu oluyor. Buna da aşk parlaması diyorlar. Neyse! Çok erken her şey için belki de; ya da bir düş işte! Ne olursa olsun, olasılığı seviyorum. Ölmedikçe, gitmedikçe öteki dünyaya; bu dünyada ümit kesilmez gülüm.
Bugün de doğuyor dün gibi sevgilim. Yine aynı özlem ve mecburi ayrılık! Ne olursa olsun; bana inan benim sana inandığım gibi ve beni öp de doğur parçalarımdan!
Ben, yarısını sana emanet etmiş ve seni emanet almış, hazzında eriyen âşık bir gönül!
Şimdi tutkularımı azgın gemiye salıp, senin özleminle mutlu olma vakti. Seyrinde her gemi aheste aheste ilerliyor, kentler üşüyor; ben adınla çiçekler büyütüyorum.
Delice kıskanıyor yalnızlık ikimizi birden. Sevgilim, seni seviyorum.’
…
‘S’ bitmiş olmalıydı çoktan. Ama yazamadım günlüğüm. Ha, senden saklamak da olmaz hani! Evet, yirmi bir ünsüzün öyküsünü yazma gibi saçma bir fikir üzerime yapışınca, vazgeçemedim. Yirmi bir ünsüzdü, çünkü ünlü harflerden mahzunlardı, kendi başlarına hiçbir anlamları yokmuş gibi yaşıyorlardı. Uzun bir zamandır ‘s’ yi yazmaya çalışsam da, içimden gelmedi. Şimdi gönlümüze doğan güneş ile beraber bu ‘s’ bitirmek için çaba göstermeliyim; en azından bir şeyler yazabilirim, değil mi günlüğüm?
Battaniyeyi bekletmek olmaz. Bana sarılmadan yatamıyor sevgilim. Nasıl olsa birileri daha güzel öyküler yazar. Güzel bir ülkenin hayali ile atlarımı kırbaçlamalıyım.
Sana bir daha ne zaman uğrarım, bilmiyorum günlüğüm ama bir başkayım bu aralar, mutluyum. En azından hiç olmazsa şimdi, yüreğimden taşanlarla kıvır kıvır saçlarıyla gözlerime bakan bir güzele koşuyorum. Bir garip seferdeyim, aşık mıyım neyim; yazamıyorum!
…
-Or. , dostum ne haber?
-Anahtarı bulmuşsun, ha!
-He ya, sen bir ara bana söylemiştin ya; kapıyı çalıp da açmaz isem eğer, kapı önüne koyduğum ayakkabımın içine bak diye, öyle işte!
-Bu gaz kokusu nereden geliyor Mt. ?
-Gaz kokusu mu? Hayır, hayır da ulan unutmuşum, tühhhh!
-Neyi be?
-Çay suyu koymuştum, seni uyandıracaktım. Yazdıklarını okuyordum, dalmışım.
-İyi b. yedin Mt., iyi b. yedin!
-O değil de, sen âşık mı oldun lan Or. ?
-Okudun mu lan günlüğümü, lan adisin oğlum sen ya!
-Hah hah..huuu, Or. birini seviyor, Or. birini seviyor...