- 2668 Okunma
- 15 Yorum
- 0 Beğeni
MARTILAR VE ÇOCUK (6)
“Memur Bey o daha altı yaşında küçücük bir çocuk! Hayal kuruyor! Burak, çocuğum falan değil. Kadıköy İskelesinde martılara simit atarken karşılaştım. Havadan sudan konuştuk. Hepsi bundan ibaret!“
Polis memuru Bilal, dudağını hafif aşağı doğru salladı, kaşlarını da yukarı doğru kaldırdı. Sonra hafif gülümsedi.
“Yasemin Hanım yoksa bana martıları mı şahit olarak göstereceksiniz! Onlar hep kuru kuru çığlık atarlar. Aksilik bu ya! Teşkilatımızda, martı dilini bilen de yok! Ama sizinkini evelallah elbirliğiyle çözeceğiz. Buna gerek kalmadan sen de ötebilirsin tıpkı martılar gibi!“
Duygularım atağa geçmişken, kaslarım geri çekilmeyi tercih etmişti. Dizlerimin bağı çözülmüştü birden.
İstem dışı belki içiydi bilemiyordum ama elimin kafesini açıvermiştim. Beynimin hücrelerinde “Bütün kuşlar er veya geç kanatlanıp uçarlar“ cümlesi dolaşıyordu. Ama Burak, yaralı bir kuştu. Uzaklaşamıyordu bir türlü. Hatta daha da yanıma sokuluyordu.
Bu böyle olmayacaktı. Sesimin en son perdesiyle “Senin annen falan değilim tamam mı?“ dedim Burak’ın gözlerinin içine baka baka. Burak’ın en mahzun haliyle “Ama anne ben seni çok seviyorum. Ne olur bırakma!“ deyişi iyice sinirlerimi germişti.
Bilal, Burak’la olan diyaloğumuza “Polis arabasını çocuk arabasına çevirmeyin! Kesin sesinizi?“ diyerek son noktayı koymuştu.
Sus pus olmuştuk. Yüreğimin yaprak gibi sallandığını hissedebiliyordum. Yollar; öyle çok ara sokağa kucak açmıştı ki dönüp durmaktan başım çatlayacak gibi olmuştu.
Nihayet gelmiştik. Hayatımda ilk kez bir karakola giriyordum. Geçmiş yıllarda girdiğim sınavlardaki gibi soğuk soğuk terliyordum. Şimdi de bir sınav verecektim. Üstelik sorular da hep bilmediklerim üzerine kurulmuştu. Burak ve ben Bilal’in refakatinde kapısı açık odalardan birine girdik. “İfadeni alacağız. Şimdiden söyleyeyim verdiğin ifadenin altına atacağın imza, gerçeklerle çelişirse gözünün yaşına bakmayız. Hayatının geri kalanını burada geçirirsin. Yok benim anlatacaklarım var dersen sabahın ilk ışıklarına kadar dinleriz“ dedi sert bir ses tonuyla.
Birden aklıma Burak’ın annesi ile ilgili sözleri geldi. İlk şoku yavaş yavaş atlatıyordum sanırım. Kekeleyerek “Çocuk, annesinin ne kadar paylaşımcı olduğundan falan bahsetmişti. Tabi ya bana simit uzatmadığı için üzülmüştü! Şimdi hatırladım! Trende de ağlayaya ağlaya ‘Anneme gideceğim’ diyordu“ dedim büyük bir heyecanla.
Bilal, elini arka cebine sokup kenarları mavi çizgili, zemini beyaz bir kumaş mendil çıkardı ve alnını sildikten sonra tekrar yerine koydu. Dudağımı büktüm. İçinde yaşadığımız selpak mendil dönemi için bu, çok nostaljik bir şeydi. Rahmetli dedem aklıma geldi ve gözlerim dolu dolu oldu. Onun da bir mendili vardı ama tertemiz ve her zaman ütülüydü. Babama “Hiç bana benzememişsin. Kime çekmişsen artık!“ derdi sık sık.
Aslında dedem çok haklıydı. Babam çok dağınık aynı zamanda da despottu. Sinema salonlarında, hastanelerde, otobüslerde neyse ama insanın evinde konuşmaması pek de normal bir şey değildi. Sofrada da “Sadece kaşık ve çatalların sesi gelecek kulağıma“ derdi. Müzik evrenseldi ama bizim evde tamamen bireyseldi. Yurttan Sesler korusu evde yeterince kalabalık yapıyor diye mi bilmem evimize misafir de gelmezdi. Sessizlik ordusunun babam komutanı biz de askerleri gibiydik: ‘Yat, kalk ve sürün! . Kalbim Ege de kaldı şarkısını kendim için değiştirmiştim : ‘Kalbim Çocukluğumda kaldı’ diye. Çünkü yaşayamamıştım ki. Zaten yeniden çocuk olma şansın olsaydı da bunu yaşamak için bizim evi tercih etmezdim. Annem, babamın sinirlenmesinden çok korkardı. Babamın tek kaşı havaya kalksa beni hemen mutfağa gönderirdi ya da elimi yüzümü yıkamaya.
“Buraya uyumaya getirmedik seni! Kalk bakalım komiserim seni bekliyor“ dedi Bilal. Başımı hızla sağıma soluma çevirdim. Burak yine yoktu. Yaralı kuş uçmuş muydu yoksa?
“Çocuk nerede?“ derken panik içinde.
“Komiserimin yanında!“ diye cevap geldi hem de hiç gecikmeden.
Etrafımdaki kalabalığı yeni yeni fark ediyordum. Üstünde siyah bir tülden dikilmiş gömlekle bacak bacak üstüne atmış zatı muhtereme baktım. Kırk üç kırk dört numara büyüklüğündeki ayağına, kunduracıda özel yaptırdığı belli olan rugan ayakkabısına ilişti gözlerim. Bir karış topuğu vardı ve ileri geri sallıyordu. Cak cak ses çıkararak çiğnediği sakızı da arada bir kalın dudaklarını çevreleyecek şekilde patlatıyordu. Ruju, en şehvetlisinden ateş kırmızısıydı. Kirpikleri o kadar uzundu ki her göz kırpışında kaşını kaşıyor gibiydi.
Denizden gelen yosun kokusunun sadece sabah, alkol kokusunun da akşamlardan geldiğini düşünürdüm hep. Annem, babamdan bahsederken hep akşamcı derdi belki de ondan!
Bakışlarımdan rahatsız olan travesti “Güzelim! Bana bakacağını önüne bak! Yoksa canın beni mi çekti!“ dedi pis pis sırıtarak. Zangır zangır titreyen ellerimi nereye koyacağımı bilemedim bir türlü. Bakışlarımı jet hızıyla karakolun zemin taşlarına çektim ve Bilal’in arkasından yürümeye başladım.
Bir kapıdan girdik içeriye. Komiserin özenle geriye taranmış beyaz saçları vardı. Teni; esmer, burnu; kemerli ve etli, gözleriyse simsiyahtı. Oldukça babacan bir duruşu vardı. Sonra Bilal’e baktım. Onda abican bir duruş bile yoktu. Oldukça sert görünümlüydü. Bilal’le göz göze gelmekten bile korkuyordum. Masanın üzerindeki mermer isimlikte Lütfi YILDIRIM yazıyordu. Tıpkı dedemin mezar taşını andırıyordu. Ölmeden adını beyaz bir taşa kazıtmak bana hiç normal gelmiyordu. Bari doğum yılını da altına yazdırsaydı diye düşündüm. Arkasındaki siyah deri döşeme bana nedendir bilmiyorum babamın kasetlerden izlediği Kaynanalar dizisindeki Nuri KANTAR’ı hatırlatmıştı
“Bilal anlattı bir şeyler. Burak’ı da dinledim. Sıra sende! Anlat bakalım“ dedi dirseklerini masaya iyice dayayarak. Gözleri çok etkileyiciydi. Sanki onun hakkında düşündüğüm her ne varsa okuyacakmış gibi geldi ve ürktüm.
Dilim damağıma yapışmıştı resmen. Dudaklarım kıpırdıyor ama dışarıya en ufak bir ses sızdırmıyordu. Komiser, döner koltuğunu arkaya doğru çevirdi. Ağzı kapalı küçük bir su şişesini bana uzattı ve “Al iç bakalım“ dedi. Suyu, kafama bir dikişte bitirivermiştim. Dudağımın üzerinde kalan su damlacıklarını sildim ve sil baştan aynı şeyleri anlattım. Cümlem bittiğinde yorulduğumu anladım.
Komiser Lütfi, anlattıklarımı can kulağıyla dinledi ve sırtını koltuğa yasladıktan sonra bakışlarını benim üzerimden ayırmadan ’Bilal’ diye başladı konuşmaya ve ’Önce son ulaşan kayıp çocuk ilanlarını iyice araştır. Bu çocuk gökten zembille inmedi ya! Elbet bir merak edeni vardır! Haydarpaşa Garında o saatlerde görev yapanlarla,olayı gören, duyanlarla ilgili araştırma istiyorum’ dedi seri bir şekilde konuşarak. Sonra doktorun raporunu iyice inceledikten sonra Burak’ı gözleriyle işaret ederek devam etti :“Baştan aşağı tekrar bir muayene istiyorum. Uzman bir psikolog çocuğu incelemeli. Çocuk şiddet görmüş, yardım alması şart“.
Artık komiserin gözleri benim üzerimdeydi. Bilal’e gözünü çevirdi. Uzun uzun bana baktıktan sonra “Bakalım Yasemin Hanımın söyledikleri doğru muymuş!“ dedi başını öne arkaya sallayarak.
“Ama komiserim!“ dedim sesim titreyerek, gerisi gelmedi yine. Onun yerine yanaklarımdan süzülen gözyaşlarım konuştu sessiz sessiz.
DEVAM EDECEK
Aysel AKSÜMER
YORUMLAR
Seri işi zor vallaha ben kendi adıma yazdığım seriden biraz sıkıldım...Sizi bu yönüyle iki defa tebrik ederim...Harika gidiyor...selamlar
Aysel AKSÜMER
Ben biriktirim okuyorum kaçırdıklarımı.
Çok güzel ilerliyor hikaye. Dolu, dolusun :)
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
O kadar sürükleyci i ki hemen devamı gelse diyorum...
Tebrikler, sevgilerimle...
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
Aysel AKSÜMER
Öykü, okuyucuyu iyi sürüklüyor, bir sonraki bölümü merak ettirebiliyor.
Tebrikler.
Aysel AKSÜMER
her cümleninizi içime sindirerek okuyorum..
sizi okumayı seviyorum..
sevgilerimle..
Aysel AKSÜMER
Özlettiniz kendinizi. Karakteriniz tatlı mizahını seviyorum. Zor zamanlarıyla bilgi dalga geçebilmesi okuyucu rahatlatıyor.
Anneyi tamamen unutmuşum ben. Bir yerlerden çıkıp gelir mi acaba?
Selamlar.
Aysel AKSÜMER
Aysel Hanım Kardeşim.
Böyle kaybolup kaybolup gitmeyin bir daha...İnanın dört gözle bekledim gelmenizi. O kadar güzel yazıyorsunuz ki kendimi bir anda o karakolda buluyorum...O travesti ile konuşan ben, Bilal'in ve Komserin karşısında terleyen ben, bir taraftan Burak'ı düşünürken bir taraftan kendisi için endişe eden ben ve araya sıkıştırılmış baba portresi. O babanın evladı da sanki ben...O kadar bize yakın..O kadar bizden ki anlattığınız şeyler...Üzüntü duyduğum artık Yasemin Hanımların neredeyse nesillerinin tükenmek üzere oluşu.
Her zamanki gibi bir solukta okudum yazınızı ve her zamanki gibi kutluyorum.
Selam ve saygılarımla.
Aysel AKSÜMER
sevgili aysel ,bir mektubun yarım sayfasında aldım deniz kokusunu ,oturup bütününü okumak lazım,güzel bir değerlendirme için
başarılar dilerim