- 3735 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Zorlu Dönemeçler (1)
ZORLU DÖNEMEÇLER -1
A. BİRİNCİ B Ö L Ü M
1. GEÇİCİ GÖÇLER
Köyümüzde adetti, topluca köyden gidenleri uğurlamak ve köye gelenleri karşılamak.
Bu karşılama ve uğurlama işi , daha ziyade biz çocuklara aitti. Aşağı harmanlar, hem uğurlama hem de karşılama için en uygun yerdi. Burası köyün biraz dışında, köye gelen yolu 1 km. uzaktan görebilecek bir mevkideydi.
Yaşlılar bu işi pınar önünde, köy odası ve camiinin bulunduğu yerde yaparlardı. Köyden ayrılanlar da , köye gelenler de bu mahalde veda eder veya hoş geldin selamlaşması ve sohbeti yaparlardı. Böyle olaylar daha ziyade , Nisan -Mayıs aylarında, gruplar İstanbul’a giderken ve Eylül sonu -Ekim başlarında , köye dönerken yaşanırdı.
Anlatıldığına göre :Bu gidişler ve dönüşler asırlardır devam edip giderdi.
Köyün genç ve orta yaştaki erkekleri her ilkbaharda İstanbul’a gider, orada mahalle ve sokaklarda, sırtlarında küfe enginaaar! , baklaaa !, fasülyeee !, domatees ! diye bağırarak sebze, hatta meyve satar ;biriktirdikleri paralarla, köye dönerlerdi.
2. .SOSYAL DURUM :
Köyde ise yaz boyunca , tarla ve bağlarda hatta dağlarda ,kadınlar genç kızlar, çocuklar ve orta yaşın üzerindeki erkekler çalışırdı. Para kazanmak için şehre gitmeyi alışkanlık haline getirmemiş,geçimini köydeki malvarlığı ile sağlayan kimseler de köyde kalıp çalışmayı tercih ederlerdi.
Asıl sıkıntıyı , yazın kızgın sıcağında , tarlada ekin toplayan, kışın yakmak için dağlardan odun devşirip sırtlarında taşıyan kadın ve kızlar çekerlerdi.
Bir merkebe, bir katıra sahip olmak çoğu köylünün gerçekleşmeyen rüyasıydı. Kiminin bir veya birkaç ineği, bir ,iki dönüm tarlası vardı. Bunlar bile diğerlerine nazaran şanslıydı. Kimininse kafasını sokacak bir damdan başka hiç bir şeyi yoktu. Bu durumda olan ailelerin kadın ve çocukları, daha iyi durumda olanlara iş görmek suretiyle, kışlık erzaklarını toplamaya çalışırlardı. Emeklerinin karşılığı paradan ziyade, un, tarhana ,bulgur, pekmez gibi yiyecekler olurdu Bu durumda olan ailelerin erkekleri ise İstanbul’a giderler, birkaç gayme kazanarak, , birkaç metre basma, birkaç metre amerikan bezi vb. hediye ile dönerlerdi . Bu Tipler bütün kış kazandıklarını yerler, genellikle de kahvede( köy odasında ) oyun oynarken borçlanırlardı. Zamanı gelince , borç ödemek üzere yine yola düzülürlerdi. Bu kısır döngü , böyle devam eder giderdi.
Her köyde olduğu gibi , burada da birkaç AĞA vardı. Bunlar iki elin parmakları kadar azdı. Birkaçının tarla ve bağları, sığırları ancak geçimini sağlayacak kadardı. Birkaçı da davar (keçi- koyun) sahibiydi .Sürüde , koyundan ziyade keçi çoğunluktaydı. Ankara keçisi beslenirdi. O yıllar , tiftik iyi para getiriyordu. Bu yüzden sürü sahiplerin durumları oldukça iyi idi
3. KARŞILAMA
Yıllar yılı köyden gidip de dönmeyenler de vardı. Bunların çoğu ancak bayram ve düğünlerde köye gelirlerdi. Bilhassa bayramlarda köye gelmek, ölmüşlerini ziyaret etmek Onlar için bir görevdi.
Köye hiç gelmeyenler de vardı ki, Onları ancak ismen, konuşulanlardan tanıyordum
Bu gelmeyenlerin arasında Muhittin ağabeyim en yakınımdı. Onun hakkında EBEM(anneannem) , İkiz eniştem ve Şükriye ablam bazı şeyler anlatırlardı.
Babam öldükten, annem de başkasıyla evlendikten sonra, terk-i diyar etmiş, bir daha da dönmemişti. Gelen habere göre , bu defa O’ da dönenler arasındaydı.
Güzel, güneşli bir Eylül günüydü .Cemaat ikindi namazından çıkmıştı.
--Geliyorlar......geliyorlar diye bir ses duyuldu. Ben de avazım çıktığı kadar,
Niyazi!!!..İbrahim!!..Osman!!..diye ünledim.
Diğerleriyle birlikte, 15-20 çocuk, aşağı harmanlarda toplandık; hem konuşuyor, hem de gözlerimiz uzak yolda bekliyorduk . Gelenlerin içinde yakını olsun , olmasın , köyün bütün çocukları buradaydı .Yolun 1,5- 2 km. uzağını görmemiz mümkün değildi. Çünkü o mesafeden itibaren arazinin , komşu köye doğru meyil’i artıyordu.
Beklememiz uzun sürmedi¸. Kafile, yokuşu çıkar çıkmaz görünüverdi . Birkaçı eşek sırtında , diğerleri yaya idiler. Bu gelişler ve gidişler , genellikle Pazartesi günlerine rastlatılırdı. Çünkü o gün Güdül’ün pazarı oluyordu. Alışverişe giden merkep sahiplerinin merkebinden , ufak , tefek yükler için istifade edilmesi söz konusu olurdu.
Kafile yaklaştıkça bende heyecan ve merak artmaya başlamıştı. Acaba , hakikaten, ağabeyim ve ikiz eniştem gelenlerin içinde miydi? Hepimizden büyük olan Ulvi ,bana dönerek:
-Yusuf bak! Ağabeyin Muhittin de var içlerinde, dedi.
-Hangisi?
-Bak ! kafasında fötr şapkası olan, işte O !
Onu ilk defa görüyordum. Sanki bana , diğerlerinden iri ve heybetliymiş gibi gelmişti. Yanında da iki tekerlekli bir şeyi yürütüyordu. Koşarak yanına ulaştım.
-Hoş geldin AGA , dedim (belki bu ilk ve son hitap şeklim olacaktı; badema hep Muhittin diye hitap edecektim)
-Sen YUSUF sun! dedi . Yanındaki şeyi yere bıraktı; sonra, kucaklaştık. Artık diğerlerini görecek halim yoktu.
-Bu nedir ? diye sorduğumda,
-Buna bisiklet diyorlar ; üzerine binersen seni taşıyor. Ama böyle dik yokuşlarda Ben onu taşıyorum, dedi. Nitekim düzlüğe çıkınca üzerine binerek bana gösteri yaptı.
Eve kadar yan yana yürüdük .Bisikletin selesinde heybe gibi bir şey de gözüme ilişmişti.
4. EVİMİZ
Evimiz, aşağı harmanlara yakındı. Kapalı bir avlusu vardı. Buraya geniş , iki kanatlı bir kapıdan giriliyordu. Avludan bir kapı ile ahır bölmesine geçiliyordu. Burada Ablamların inekleri ve samanlığı bulunuyordu. Avlunun diğer bir bölümü de odunluktu. bir duvar ile ayrılan diğer bölümüne ise kubur deniliyordu. Burası, insan dışkısının toplandığı yerdi . Bir müddet beklettikten sonra , bu şeyin gübre olarak kullanma ihtimali vardı.
Avludan tahta bir merdivenle yaşam katına ulaşılıyordu. Burada tahta döşemeli bir sahanlık, sahanlığa açılan bir büyük bir de küçük oda vardı .Sahanlıkla bağlantılı, KAŞ dediğimiz, sanki ön teras gibi ( toprak- kum karışımlı) bir yer ,ve onun bir köşesinde de memişhane vardı. Kaştan , seyyar bir merdivenle , evin damına çıkılıyordu. Evin damı da , Kaş gibi , toprak- kum karışımıyla kaplıydı. Yağmur yağdığı zaman , içeriye sızıntı yapmaması için , silindir gibi , yuğa taşıyla damın toprağı sıkıştırılmalıydı. Aksi takdirde , yağmur içeri akardı. Böyle eski tip evlerde , odalar ışığı bacalar ve damda açılmış küçük deliklerden alırdı.
Büyük odada ablamlar, küçük odada ise ebemle ,Ben kalıyorduk. Odalar , hem oturma , hem mutfak ,hem de yatak odası olarak kullanılırdı. Bu maksatla , kiler vazifesi gören bir ambar, açık bir ocak, bazılarında, raflar ve oturmak için sedirler ayrıca birde gusülhane bulunurdu . Elimizi, yüzümüzü, bir ibrikle Kaş denen yerde yıkardık.
Muhittin, bisikletini avluya koydu ; avlu kapısını kapatarak yukarıya çıktık . Şükriye ablamla iki küçük kızı , merdiven başında bizi bekliyorlardı. Oğlu Hüseyin , karşılayıcılar arasında idi, ama henüz ortalıkta görünmüyordu . Şükriye ablam, İkiz eniştemi göremeyince :
-Muhittin ! Enişten gelmedi mi? Diye sordu . O ‘da
-Hayır , gelmedi. Bir hafta sonra gelecek ; amcasıyla yapılacak bir işi varmış, selam söyledi” diye cevap verdi. Önce ebemin , sonra da , ablamın elini öptü. Yeğenlerimiz için de ,
-Bunlar senin mi abla ? dedi. Evet cevabını alınca; eğilerek Onları okşadı, heybesinden şekerleme gibi bir şeyler çıkararak, çocuklara verdi. Ablama da iki kalıp sabun getirmişti.
Muhittin, heybesini , bizim odaya bırakıp,
--Ben köy odasına gidiyorum, diyerek merdivenlere yöneldi. Ben de Onu takip ettim.
Adetti. İstanbul dan gelenlerin ekserisi, köy odasına uğrarlar, köyde kalanların, bilhassa, yaşlıların, hâl ve hatırlarını sorarlar, Onların meraklı sorularına muhatap olacaklarını bilirlerdi . Her birinin anlatacağı bir şeyler olurdu. Akşam namazına kadar , karşılıklı, muhabbet devam ederdi. Namazdan sonra herkes evine çekilir, akşam yemekleri , köy yerinde, erken yenirdi. Gençler, köy odasına tekrar döner, muhabbete devam ederlerdi. Öbürleri de evlerinde, çoluk- çocuğu ile hasret giderirlerdi.
5. AŞIMIZ- EKMEĞİMİZ
Eve döndüğümüzde, Ebem yer sofrası hazırlamıştı. Döşeme üzerine bir örtü yayılmış, üzerine yaslaş , yaslaç’ın üzerine de iki bakır sahan konmuştu. Yemek aynı sahan içinden yenirdi . Başlıca yemeğimiz, tarhana çorbası, bulgur pilavı idi. O akşam, ilâveten patates yemeği ve un helvası vardı. Un helvası da şeker yerine pekmezle yapılmıştı.
Sofranın etrafına, bağdaş kurarak oturduk. Yere yayılı örtünün uçlarını dizlerimizin üzerine çektik; çatal- bıçak bilmiyorduk; zaten gerekmiyordu da. Yemeği ya tahta kaşık, ya da ekmek lokması ve iki parmak yardımıyla ağzımıza götürüyorduk. İyi ki tahta kaşığımız vardı ; aksi takdirde, çorbayı başımıza dikmemiz gerekecekti.
Köyümüzün ekmeği, 25-30 cm. çapında ve 1,5—2cm. kalınlığında olur, ismine BAZLAMA denirdi. Her evde bu ekmek pişerdi. Kışın neyse de yazın sıcağında, ateş karşısında oturarak, saatlerce ekmek pişirmek, köy kadın ve kızlarının büyük çilesiydi. Ekmeği muhafaza etmek de ayrı bir sorundu. İki - üç gün geçmeden, üzerleri çilleniverirdi. Tabii , kalabalık ailelerin ekmek pişirme işi daha zordu .Ekmeğin bu muhafaza zorluğu nedeniyle, komşular birbirlerinden ödünç ekmek alır; pişirdikleri zaman da iade ederlerdi.
O akşam bizim sofrada değişik bir ekmek vardı. Yuvarlak ve bombeliydi. İçi bembeyazdı , güzel bir lezzeti, hoş bir kokuya sahipti. İlk defa görüyor ve tadıyordum. Muhittin kasabadan getirmişti¸ Ona Somun diyorlardı.
Yemekten sonra, Şükriye ablamlar la Kaşta toplandık. Konuşmalar sırasında, Muhittin’in köyde kalıcı değil, bir kaç gün içinde , gidici olduğunu öğrendik. Dolayısıyla Onu doğru dürüst tanıyamayacaktım. Artık yatma zamanı gelmişti. Ben Ebemin yanında , muhittin de , yanımıza yere serilmiş yatakta yattı. Ertesi günü , güneş doğmadan önce , Ebemle beraber , Ben de kalktım. O namaz kılarken, merak bu ya, bisikletin bulunduğu avluya indim. Orasını, burasını ellerken, aksilik bu ya, bisiklet gürültüyle devrilmesin mi? Gürültüye Muhittin uyanmış, geldi ; onu yerden kaldırdı; biraz söylendi; bununla beraber, çorba içtikten sonra, Beni bisikletle gezdireceğine söz verdi.
6. EBEM VE KIZLARI
Sabah tarhana çorbasının yanında , bilmediğim, görmediğim şeyler de vardı. Bunlar,: kaşar ve beyaz peynirle , kara zeytindi .Muhittin getirmişti. İlk defa tadıyordum. Bunlar benim için özel yiyeceklerdi, ve ancak köydeki zenginlerin alıp yiyebileceği şeylerdi. Köyde süt, yoğurt, tereyağı gibi şeyler bulunur, fakat beyaz peynir yapmasını bilmezlerdi. Ama Ebem bunların tadını biliyordu. Çünkü O’da bir zamanlar ,genç bir kızken, İstanbul’da yaşamıştı. Arada, sırada anlatırdı: Büyük bir köşkte hizmet ediyordu. Daha ziyade köşkün mutfağında çalıştırıyorlardı. Soğan soyup, çentip doğramaktan gözleri yaş içinde kalırdı. Daha nice sıkıntılar içinde çalışmıştı ki dayanamayıp köye dönmüştü. Köye döndükten sonra evlendirmişlerdi. Kocası , köyün nüfuzlu ailesinden, ABACI sülalesinden Mehmet’ti. Ondan bir kız çocuğu olmuştu. Hava teyzem. Kuzeyimizde yayla köyü Sorgun’a gelin gitmişti. Abacı Mehmet, bir müddet sonra “boş ol “ diyerek Ebemi boşamıştı.
Ebem ikinci evliliğini Uzun İbrahim ile yapmıştı . Bu evlilikten de annem, Civan teyzem ve Arif dayım doğmuştu. Bir müddet sonra , ikinci darbeyi de Uzun İbrahim’den yemiş ve dul yaşamaya mahkum edilmişti. Halen doksan küsur yaşında, yanakları kırmızı, fakat beli büküktü. Kulakları da ağır işitiyordu. En mühimmi, yalnızlık ve fakirlikti. Üstelik bir de bana , torununa bakıyordu. Annem , babam öldükten sonra , hemen evlenmiş, ablamı yanında götürmüştü. Beni de bir, bir buçuk yaşımda Ebemin yanında bırakmıştı.
Sorgundaki Hava teyzem nadiren köye gelirdi. Civan teyzem ise yanımızdaki evde oturuyordu; üç tane çocuğu vardı ve kocasıyla beraber geçinmek için didinip duruyorlardı. Tarlaları kafi gelmediğinden , bazen, yarıcı olarak ta iş yapıyorlar, ancak geçiniyorlardı. Ebeme yardım edecek durumları yoktu; biraz da serde cimrilik vardı. Üçüncü kızı annemdi; köy şartları dul kalan bir kadının hemen evlenmesini zorunlu kılıyordu. Aksi takdirde sonu perişanlıktı. İşte ebem göz önündeydi. Ebem bu yaşta çalışmak , sağa , sola iş görerek kışlık erzakını toplamak, yakacak odununu toplayıp, sırtında taşıyıp, depolamak zorundaydı.
Ebemin bir diğer talihsizliği de tek oğlunun , birinci cihan harbinde şehit olmasıydı. Şehit olan Arif dayımın da yetim kalan bir oğlu vardı. Dul kalan gelin de bir başkasıyla evlenmiş , çocuğunu da beraberinde götürmüştü. Fakat annem beni beraberinde götürememişti. Çünkü evlendiği adam kendisinden gençti. O’ da karısını boşamış, kızını ise, boşadığı karısına vermemiş, yanında alıkoymuştu.
Anam Onunla evlenince, yalnızca Nadire ablamı yanında getirmesine müsaade edilmişti. Biraz da Beni ebemin yanında bırakmak mecburiyetinin nedeni buydu. Bu mecburiyetlerden birisi de , herhalde , ebeme ve bana , yani yaşadığımız eve gelmemesiydi. Çünkü öyle bir ziyareti hiç hatırlamayacaktım.
Bu aylarda ve yıllarda ise ebemin sıcaklığından başka, anne sıcaklığı tatmamış, ninnisini duymamıştım.
“Bu duygularımı, yıllar sonra , aşağıdaki dizelerde dile getirecektim”.
“Bazen mazi derim, döner bakarım.
On yaşın altını, tekrar, tekrar yaşarım .
Bir köy ki küçük , tarlalar, bağlar,
Bir çocuk ki , yetim kalmış durmadan ağlar.”
Ne anne kucağı, ne de ninnisi;
Salıncakmış, beşikmiş, bunlar da nesi!?
Tek gözlü bir oda , doksanlık bir nine ;
Duyduğum sıcaklık, yalnız, Onundu yine.”
Annemi nasıl ve nerede tanıdım bilemiyordum . Hatıramda hiç yoktu. Yalnız hatırladığım şey; gizli ve dolambaçlı yollardan Onun yaşadığı eve gidişimdi . Bu anne hasreti miydi ? Yoksa açlık duygusu muydu? Veya ikisinin karışımı mıydı bilemiyordum. Böyle gidişlerimde , bir dilim ekmek vererek , beni savardı. Ve
-Amcan görmesin “ diye tembih etmeyi de unutmazdı. Demek ki kocasından çekiniyordu.
Ebem doksan yaşındaydı, ama, hâla, yanakları kırmızıydı. Beli bükülmüştü, ama, kendi işini, kendi görüyordu, gözlüksüz, iğneye iplik geçirebiliyor, kendinin ve benim yırtıklarımızı yamayabiliyordu. Kimi aç, kimi zaman tok, yaşama savaşı veriyorduk
7 ACI BİR HATIRA
Bir kış günü yakacak odunumuz bitivermişti. Ebem bana
- Hadi Yusuf ! seninle biraz çalı , çırpı toplamaya gidelim, dedi. Yerler henüz karla kaplıydı. Ayaklarım çıplaktı. Benim için çarık bile lükstü. Birlikte, bir km. uzaktaki, Soğuk Pınara , oradan da yokuş aşağı , dere boyuna indik. Dere boyu ceviz ağaçlarıyla doluydu. Kuruyarak yere düşen ceviz dallarını ve topladığımız, çalı, çırpıyı sırtımıza yükleyerek, zorlukla. Yokuş yukarı yola çıktık. O soğukta, karlara bata, çıka yavaş, yavaş eve geldik. Ayaklarım donma derecesinde üşümüş, leylek gibi, birini kaldırıp diğerini indirerek kat ettiğim yolu ve ayaklarımın saatlerce, sızım, sızım sızladığını hiç unutmayacaktım.
Böyle unutamadığım bir olay da değirmenden dönüşümde vukuu bulmuştu:
8. İLK BAYILMAM
Köyümüzde un öğütmek için değirmen yoktu. Güney komşumuz Keşenuz’un yemyeşil akan bir çayı vardı .Bu çayın suyuyla değirmen işletiyorlardı. Köyümüzün insanı , un öğütmek için, genellikle bu köye giderlerdi Nadiren de olsa , daha uzak değirmenlere gidenler de olurdu. Ekin ve un eşek sırtında taşınırdı. Eşeği olmayanlar da olanların yardımına baş vururdu. Az miktarda una ihtiyacı olan bunu sırtında taşımak durumunda kalabiliyordu. Komşu köyün değirmenine ulaşmak kolay değildi. Yollar taşlı, çok inişli ve yokuşluydu.
Bir bahar günüydü; unumuz bitmiş olacaktı. Ebem bir torbaya ekin koydu . Bana dönerek;
--Yusuf! Değirmenin yolunu biliyorsun , şu torbayı sırtına al , değirmende öğüt gel, sakın, sağda solda oyalanma , dedi.
Bu mevsimde değirmen pek kalabalık olmazdı. Harman sonu , herkes un öğütme telaşına düşer, değirmenler , ana-baba gününe dönerdi. Herkesin buğday çuvalı sıraya konur, uzun süre beklemek gerekirdi. Bu bekleme , geceli, gündüzlü üç-dört gün de sürebilirdi. Bekleyenler , genellikle, çaydan ağ veya zıpkınla balık avlayarak vakit geçirirlerdi. Balık tutup açık arazide pişirenler, diğerlerini de balık yemeye davet ederlerdi Havanın sıcaklığına soğukluğuna bakmadan, çaya girip yüzenler de olurdu. Geceleri ise , değirmenin monoton sesinden uykular çabuk gelir, herkes, sırası gelen hariç, bir köşeye kıvrılır uyurdu. Sırası gelen de uyumaya başlarsa “ uyuma çuval ağzı aç “ diye ikaz edilirdi.
Değirmene , taşlı yollardan geçerek , öğleye doğru ulaşmıştım. Tenha olduğu için de un öğütmem uzun sürmedi. Torbayı sırtlayarak , dönüş yoluna koyulmuştum. Dönüş yolunun çoğu yeri yokuş olduğu için zorlanıyordum. Komşu köyü geçtikten sonra , son bir yokuşu daha tırmanmam gerekiyordu. Bu noktada , koca bir kaya vardı . Onun gölgesine oturup biraz dinlenmek istedim,; torbayı sırtımdan indirirken bir fenalık geçirdiğimi hatırlıyorum, bayılmışım. Birinin omzuma dürttüğünü hissettim. Gözlerimi açtığımda, 35-40 yaşlarında bir kadın olduğunu gördüm.
-Evladım ! bayıldın mı , yoksa uyudun mu ? dedi. Hatırlamadığımı söyleyince,
- . Karşı tarlada çalışıyordum. Birden , beyaz torba sırtında, gözlerim sana takıldı. Bu kayanın (diş) altına gelince birden bire yere uzandığını ve kımıldamadığını fark ettim. Merak edip yanına kadar geldim, seslendim ama hareketsiz yatıyordun; güneş mi çarptı acaba? Yoksa aç mısın? Biraz bekle sana su getireyim “ diyerek tarlaya doğru gitmişti. Dönüşte bir dilim ekmekle , bir testi su getirmişti. Su buz gibiydi, ekmeği de yiyince kendime gelmiştim.
-Sen, güneş çarpmasından değil, açlıktan bayılmışsın , dedi . Ben de böyle bir şeyin olabileceğini ilk defa duyuyordum. İsmini dahî bilmediğim O kadına, minnet duygularımla köye geldim. ( O da unutamadığım insanlardan biri olacaktı .)
9 DOĞA ANA
Ebem ve benim için en büyük sorun kış aylarıydı. Yaz aylarında ebem birilerine yardım eder , kışlık erzak olarak kim ne verdiyse onunla , kışı geçirmek mecburiyetinde kalırdık. Bunlar genellikle , tarhana , bulgur, pekmez, buğday, un erişte gibi şeyler olurdu. İlkbahar ve yaz aylarında ise ,süt yoğurt, bazen , az da olsa tereyağı verirlerdi . Köyümüzde süt ve yoğurt satma adeti yoktu. İneği olan bunları , komşularına , sevdiklerine göz hakkı olarak sunarlardı. Ebem tereyağı verdikleri zaman , bunu tuzlayarak kışa saklamayı tercih ederdi.
Yaz aylarında doğa, benim için beslenme kaynağıydı. Bu işi çok iyi öğrenmiştim. Tarlalarda, köye ait arazide pek çok hayrat meyve ağacı vardı. Hele , mezarlığın yakınında hayrat bir kara dut ağacı vardı ki , parmak büyüklüğünde ve tadına doyum olmazdı .Sanki bereket Tanrıçası gibiydi. Topladıkça dut vermeye devam ederdi. Abacılardan İbrahim ile aynı yaştaydık, Onunla tarlalarda koşar, mevsimine göre, ağaçlara sarılmış , asmaların üzümlerini, bazen korukken , bazen de olduktan sonra koparır , afiyetle yerdik. Ayrıca çitlembik, övez, iğde, ahlat, dut başlıca gıdamızdı. Dere boyu, boydan boya ceviz ağaçlarıyla doluydu. Hem tazesini, çakı ile oyup çıkararak yer, hem de toplayıp , kış için eve götürürdük.
Evimizin önünde küçük bir bahçe vardı. Şükriye ablamla Ebem burada , domates, fasulye ,hıyar, maydanoz gibi sebzeler yetiştirirlerdi;. asıl sebze ihtiyacını kırlardan karşılardık. Mancar denen bir ot ilkbaharda , çalı diplerinde yetişir, fakat acı olurdu. Onu haşlayınca acılığı kalmazdı. Kavurması, bulabildiğimiz takdirde, yoğurtla ,ıspanak gibi, pazı kavurması gibi lezzetli olurdu. Ebegümeci, kuzu kulağı, kırlardan topladığımız sebzelerdendi. Mantar ise , dağlardan, yaylalardan toplanırdı ; ama henüz zehirlisini zehirsizini seçecek durumda değildim.
Ebem namaz kılar, Ben de Onunla yatıp kalkmaya heves ederdim. Bana , kısa namaz sureleri öğretir, Ben de tekrarlaya, tekrarlaya ezberlerdim . İlk dini bilgileri Ondan edinmiştim.( daha sonraları, bu kısa namaz surelerini Nadire’ye de öğretecektim.)
Ebem çok ağır işitirdi. Yanına yaklaşır, karşısına geçerek konuşurdum. Yalnızken, kendi kendine devamlı konuşurdu. Hep maziden bahsederdi. Biraz da böyle konuşmalarına , hayret ederdim. .
10. YANIK İZİ
Kış geceleri, genellikle ablamlar da toplanırdık. Ocaktaki ateş çıtır, çıtır ses çıkararak yanarken, hem odayı aydınlatır, hem de bizleri ısıtırdı. Böyle gecelerde, büyükler masal anlatır, biz çocuklar da zevkle dinlerdik. Keloğlan-, Kak kavak Kızı, Ustura Dağı, Bin bir gece masalları böyle gecelerde öğrendiğimiz masallardı. Bu arada, çocukluk icabı, yaramazlıklarımız da oluyordu.
Bir kış gecesi, yine böyle ocak başında otururken, bitişik komşumuz, Daldal Ahmet’in kızı, Hava.
--Ben yanan koru elimde tutabilirim, aynı şeyi yapabilecek var mı? Diye ortaya bir laf attı. tutarsın tutamazsın derken; ocaktan yanan bir kor parçası aldı ve.,.
-Tut Yusuf , diyerek Bana doğru atıverdi. O kadar ani oldu ki elimi bile uzatmaya fırsat olmadan , kor entarimin yakasından göbeğimin hizasına kadar iniverdi. Feryat, figan ederken, ablamlar müdahale edip onu oradan çıkarıncaya kadar değdiği yeri yakıverdi. Yanığın üzerine derhal yoğurt sürüldü. O yanık acısını günlerce çektim ve nihayet geçti, ama izini hayat boyu göbeğimin üzerinde taşıyacak, ne zaman oraya baksam o geceyi hatırlayacaktım.
11.GÖDENİN SÜLEYMAN
Yine böyle gecelerden birinde, Ekiz enişteme babamı anlatması için yalvarmıştım.
--Tuzsuz( nedense Bana böyle derdi) anlatırım, ama dikkatle dinleyeceksin ! Siz de çocuklar gürültüyü kesin ve dinleyin . Ne de olsa ,O sizin de dedeniz” diyerek anlatmaya başladı:
--Babana, Gödenin Süleyman derlerdi.( Köylerde, aynı adı taşıyan kimseleri, babalarına izâfeten tanıtırlar ve anlatırlardı ) Gödenin Süleyman deyince, herkes , komşu köyler, bile tanırdı.
Göde Dede, köyün imamı idi. Üç kızı, bir oğlu vardı. Emine ve Ayşe halaların köydeler, biliyorsun,.; Fatma halan ise , Köylümüz Musa dayı ile evlenip İstanbul’a, Selamı Çeşmeye yerleşmişler , Onu tanımıyorsun.
Göde Dede Oğlunu, yani babanı, kendisi gibi yetiştirip, Akçakese köyüne imam olarak göndermişti. Baban, o köyde evlenmiş, iki kızı, iki de oğlu olmuştu. Hilmi, Fatma, Şükriye ve Yusuf. Fatma ablam ,Sorgun’a gelin, Hilmi Ağabeyin de Keşenuz’a iç güveyi olarak gittiler. Şükriye ablanla da ben evlendim . Yusuf ağabeyine gelince ; Onun acıklı öyküsünü belki başka bir zaman anlatırım.
Göde Dede yaşlanınca, köyün ileri gelenleri toplanarak köy imamı olarak babanı çağırmaya karar vermişlerdi. Baban , karısı öldüğü için, dört çocuğu ile köye geldi. Baban dülgerlikten de anlıyordu; köylünün de yardımıyla kısa sürede oturduğumuz bu evi yapıvermişti. Hemen köy imamlığına başlamış, bir müddet sonra da, köyden Satı ile evlenmiş ve bir oğlu daha olmuştu Durmuş ali ağabeyin. Hani seni, bebekken, kıskançlık yüzünden , bacağından bıçaklayan
Baban köye imam olunca, köylü Onu çok sevmişti. Hem cemaate namaz kıldırıyor, hem de köyün istekli gençlerine ve çocuklarına Kur’an ve eski Türkçe okuyup , yazmasını öğretiyordu. Sesi okadır güzeldi ki hem ezan hem de Kur’an okurken, bütün köylü huşu ile Onu dinlerdi.
Onun arıcılığa çok merakı vardı. Zamanla yüz tane arı kovanına sahip olmuştu; şahane bal alır, fakir fukaraya, eşe , dosta dağıtırdı. Baban öldükten sonra , diğer bütün mallara sahip çıktığı gibi, Hilmi ağabeyin arı kovanlarına da sahip çıkmıştı ve geride bakımsız üç- dört kovan bırakmıştı.
Baban bahçeye de meraklı idi. Dere boyunda hem bağ, hem de bahçe yapmıştı. Köye iki yüz metre uzaklıkta olduğu için, ezan vaktine kadar oraya gider, bilhassa son yaşlılık günlerinde ve sıcak havalarda , orada istirahat ederdi. İşte , o bağı ,bahçeyi de Hilmi zapt etmişti. Anan ile mahkemelik olmuşlar, hatta, ananla taşlı, sopalı kavgaya bile tutuşmuşlardı. fakat, Hilmi, babana ait, sahte bir borç senedi gösterdiği için , mahkemeyi kazanmıştı.
Bu arada, hadiseleri yerli yerine oturtmak için, annenden de bahsetmem gerekiyor. Annen ilk evliliğini, Selman ile yapmıştı . Bir oğlu olmuş, ikinci çocuğuna hamile iken, kocasını, genç yaşta, seferberlik için çağırmışlardı. . Annen güzel ve hamarat bir kadındı; kocasının fazla bir malı yoktu , ama, babasının, yani Uzun Dedenin yardımıyla, iki çocuğunu yetiştirmeye çalışıyordu. , Bir zaman sonra da kocasının şehitlik haberi gelmişti . Selman gibi nice köy genci sefere gitmiş fakat bir daha deri dönememişti. Annen aylarca kocası için yas tutmuş, sonunda baban, Ona talip olmuştu. Halbuki baban evli bir insandı, Annen kuma olarak gitmek istemediğini söyleyince, baban Satı’yı boşamak mecburiyetinde kalmış, ancak ondan sonra evlenmişlerdi. Bu evlilikten , önce Muhittin, sonra Nadire , en son da sen dünyaya gelmiştiniz.” Eniştem bu ara su içmek isteyince, ben de
--Enişte! Babam neden öldü? Ne zaman öldü? Babam öldüğü zaman ben kaç yaşımdaydım , anlatsana! diye bir soru daha sorunca :
-Neden ve ne zaman öldüğünü anlatmam için ,Yusuf Ağabeyinin acıklı öyküsünden bahsetmem gerekiyor ki bu uzun sürer. Onun için bu gecelik , bu kadar,; yarın, sabah namazı için erken kalkacağız, herkes evine , herkes yatağa , deyip kestirip attı. Böylece sevdiğim gecelerden biri daha sona ermişti. Neyse ki gideceğim yer uzak değildi; bitişik odaydı. Usulce kapıyı açtım, hoş gürültüyle açsam da ebem duymazdı ya! Hemen ebemin yanına , sıcak yatağa süzüldüm. Bizim odada ocak sönmüş, oda buz gibi olmuştu. Yattıktan sonra , bir müddet, Eniştemin anlattıklarını düşündüm. Bana , soy , sülale biraz karışık gelmişti. Şimdi biz kaç kardeştik ? on mu? On beş mi? Galiba on bir .Ve uykuya dalmışım.
Ertesi gün ve daha sonraki günler , böyle bir sohbeti iple çekecektim.
12.KÖY ODASI
Eniştem, geceleri , köy odasına sık gitmezdi; gittiği zaman ben de peşine takılırdım. Orası ne de olsa sıcaktı. Soğuklar başlar başlamaz , odanın ortasında odun sobası devamlı yanardı. Kenarlarda yüksek sedirler vardı. Yaşlılar , bu tahta sedirlerde otururlardı. Delikanlıların ise odaları ayrıydı. Oraya başka bir merdivenle çıkılıyordu. Benim gibi çocuklara , her iki taraf da serbestti. Gençlerin odasında kağıt oyunlarını .. izler; yaşlıların odasında ise , Onların muhabbetlerini, kendi aralarında, sözlü sataşmalarını dinlerdik. Her şeyi konuşurlar, biz de her şeyi Onlardan öğrenirdik. Bilhassa yaşlılar, askerlik hatıralarından, seferberlikte olsun, Balkan ve istiklâl savaşında olsun, çektikleri sıkıntılardan sık, sık bahsederlerdi.
Geceleri köy odasına gitmek de dönmek de çok zordu. Kış geceleri hem soğuk olurdu , hem de karanlık. Eniştemle gittiğim zamanlar, Ona ait gemici feneri gibi bir şey , az da olsa yolumuzu aydınlatırdı. Yalnız olduğumda, her bir taşın nerede olduğunu bilsem de , karanlıkta el yordamıyla, hele kışın, yalın ayak gitmem bana çok zor geliyordu . Çoğunluk, yolunu bulmak için çıra yakardı. Evlerde bile gaz lambası olanlar parmakla gösterilecek kadar azdı. Çoğu köylü için bu bir lükstü. Ocakta yanan ateş , hem evi ısıtır , hem de aydınlatırdı. Köylünün en büyük sıkıntısı, gaz, tuz, şeker, bez ve sabundu. Gaymesi olanlar bile bunları bulmakta güçlük çekerlerdi.
13.KADINLARIN ÇİLESİ
Kadınlar çamaşırı kil ve soda ile yıkarlardı. Çamaşır kazanını sırtlayan, derenin yolunu tutardı. Orada çalı, çırpı toplanır; kazanın altı bunlarla yakılırdı. Dere, köye 500-600 m. Uzaklıktaydı. Kazanda su kaynarken, içine, kil ve soda atılır, soğuk suda bir kat kiri akıtılan çamaşırlar kazanda kaynatılırdı. Kazandan çıkarılan çamaşırlar, yassı taşların üzerine konularak, tahta tokaçla, dövüle , dövüle, güya beyazlatılır, sonra da soğuk suda durulanırdı. Bunlar sıkıldıktan sonra kuruması için ,taş ve çalıların üzerine serilirdi (Çamaşırları asmak için ne ip bilinirdi, ne de mandal. ) İş artık onların kuruması için beklemeye kalırdı. Genç kız ve kadınlar, beşi, onu bir araya gelerek bu işleri yaparken, çektikleri eziyete , sanki meydan okurcasına, bir ağızdan, türkü çığırmayı ihmal etmezlerdi. Yaz mevsiminde neyse de, kışın bile bu zorlu işi yapmak mecburiyetinde kalabiliyorlardı. O zaman çalı ve taşlar üzerine serilen çamaşırlar, bazen soğuktan donar, kazık kesilirlerdi. Onları toplayıp, biraz daha sıcak olan odalarına götürüp kurutmak oldukça zor olurdu. Bazen, çalı , çırpı toplayıp, kazanların altına atmak, gibi , ufak, tefek işleri yapmak benim gibi çocuklara düşerdi; tabii kadın ve kızları seyretmek de.
14.İLK ORUÇ
Ebem dindar bir kadındı . onca yaşına rağmen, namazlarını kaçırmazdı. Onunla beraber secdeye yatar, kalkardım. Bana kısa, kısa ayetler öğretmeye çalışırdı. Elham, Nas, Kevser gibi namaz sureleri bunlara dahildi..... Her gece yatağa yatarken “Yattım sağıma, döndüm soluma , melekler şahit olsun, dinime imanıma” demeyi Ondan öğrenmiştim (ve hayat boyu tekrarlayacaktım.)
Bir ramazan, ebemin itirazına rağmen, oruç tutacağım diye tutturmuş, Onunla beraber sahura kalkıp niyet etmiştim. Kendi, kendime .”madem ki günlerim yarı aç, yarı tok geçiyordu, bari oruç tutmuş olurum “ diyordum. Nasıl olsa açlığa alışıktım. Günler uzun, hava sıcaktı. Akşama doğru içim bayılmaya başladı. Dama çıkan seyyar merdivenin basamaklarına çıkıp oturdum. Galiba ezanın bir an önce okunmasını bekliyordum. Bir ara , ablamla , eniştemin konuşmalarına kulak misafiri oldum.
-Şükriye, galiba, Yusuf bu gün ilk defa oruç tutuyor; söyle de bu akşam, yemeği bizimle yesin!
-Olmaz Hüseyin! Yemeğimiz ancak bize göre, beş çocuk , bir de Onu çağıramam, belki bütün ramazan çağırmak gerekebilir” Eniştem ısrar ediyordu , ama ablama kabul ettiremiyordu,; orada olduğumun farkına varmasınlar diye , daha fazla dinlemeden ağlayarak oradan uzaklaşmıştım. Bu hadise beni çok üzmüş, içimde ukde olmuştu. Her herhangi bir kimse beni yemeğe çağırdığında gitmezdim. Gurur meselesi yapardım. Ancak yemeği hak edecek bir şey yapabilirsem, o zaman farklıydı. ( bu huy bende yıllar yılı sürecekti)
Ekiz eniştem, çok iyilik sever , açık kalpli bir insandı. Ablam ise katı, biraz da cimri idi. Belki O’da hakkıydı, beş tane çocuğu doyurmak kolay değildi. Aşağı yukarı bir evin içinde yaşadığımız için Onun , artık huyunu, suyunu biliyordum.
Diğer ablamı, Sorguna gelin gideni de o sonbahar, yani üzümlerin olduğu mevsimde tanımıştım. Köye gelmiş, Şükriye ablamlar da kalıyordu. Bir gün bağa gidiyordu. Kendi si katırına bindi , ben durmuş öyle bakarken,
--Hadi gel! Kucağıma otur, seni de bağa götüreyim , dedi. Benimle ilgilenmesi, katır sırtında , beraber , bağa kadar gitmemiz çok hoşuma gitmişti. Onu ilk ve son görüşümdü. Daha sonra Onun genç yaşta, iki çocuk bırakarak, öldüğünü duymuş çok üzülmüştüm. ( ama bu hatıra yıllarca benimle beraber yaşayacaktı.)
15. MEKTEPLİ
Sonbahar ve kış , kendimi , Ayşe halamlarda yaşıyor buldum. Onlara nasıl gittiğimi, hatta okula nasıl başladığımı hatırlayamıyordum. Halamın anlattığına göre: Okulun inşaatı, köylünün de yardımıyla, tamamlanmıştı. Osman Çavuşun Oğlu Hüseyin, askerliğini yaparken, eğitmen kursu görmüş, köye eğitmen olarak atanmıştı. Köyün ileri gelenleri toplanıp, köydeki büyük, küçük bütün çocukların okula gönderilmesine karar vermişlerdi. Ve şöyle devam etti sözlerine.
- Yaşın küçük olmana rağmen, senin de okula başlaman gerekiyordu,Ama defter, kalem, kitap nasıl temin edilecekti, yeme içme meselesi de vardı. Bölük dedenle oturup konuştuk ve seni evlatlık alalım dedik, ama anan razı olmadı.; bari okutalım dedik, o zaman peki dedi. Böylece Seni bize getirdik, buna eben de çok sevindi.
Gerçekten , okula başladığım günleri hatırlayamıyordum . (Bu duygularımı sonraki yıllarda şu dizelerle dile getirecektim:
( Okullu olmuşum, ilk senesi hatırımda yok;
Tek bir sınıf, tek bir eğitmen talebesi çok ;
Talebeler büyük, küçük her yaştan;
Memleket yeni çıkmış, belli ki savaştan. )
16.BİR AŞK ÖYKKÜSÜ
Ayşe halamların maddî durumları oldukça iyi idi. Hem tarla ve bağları, hem de inek ve eşekleri vardı. Üstelik Bölük Dede harpte yaralandığı için, gazilik maaşı gibi, tütün parası adı altında bir miktar para alıyordu. Eh köy yerinde fazla para harcanmadığı için bu da Onun için bir ayrıcalıktı. Harpte bir şarapnel parçası, diz kapağına isabet etmişti. Halen bacağını kıvıramaz, yürürken dümdüz ileriye doğru atabiliyordu. Daha önce dokuz tane çocukları olmuş fakat hiç biri yaşamamıştı. Evde daha ziyade, halamın sözü geçerdi.
Ben hem okula gidiyor, hem de ineklere ve eşeğe yem, su veriyor, tımar ediyor, bazen de kırlarda otlatıyordum. Galiba okulun ilk senesi böyle geçmişti.
Artık ikinci sınıfa gidiyordum. Biraz daha büyümüştüm ve okuma yazmayı da sökmüştüm. Bir gün , ders kitabından bir şeyler okuyordum ki Halam bana dönerek;
_ Ah! Ah! Keşke baban olsaydı da böyle okuduğunu görebilseydi, kim bilir ne kadar sevinirdi “ dedi. Ben okumayı bırakarak;
_ Hala! Ekiz eniştem babamı anlattı ama nasıl öldü, neden öldü soruma , tam olarak cevap vermemişti. Bir de sen anlatsana ne olur “ dedim.
- gel şöyle yanıma otur, ama kısaca anlatacağım. Dinle;
Biz ,dört kardeştik. Üç kız bir de baban, en büyüğümüz babandı. Babam yaşlanınca köylü babanı imam seçti. Dört çocuğu ile Akçakesedeki imamlığını bırakarak, köye gelip yerleşti. Köyde dul erkeğin yaşantısı zordu; hele dört çocuklu olunca, O’ da Satı ile evlendi. Bir oğlu daha oldu. ,Daha sonra Satı’yı boşayıp , annenle evlendi. Ondan da bir oğlu olmuştu. Daha sen doğmamıştın. İlk karısından, ilk üç çocuğunu , öyle veya böyle evlendirdikten sonra , geriye Yusuf ağabeyin kalmıştı.
Yusuf ağabeyin çok efendi, çok ağırbaşlı, çok yakışıklı, etkileyici bir delikanlı idi. Hele elâ gözleri çok güzeldi. Hep yere bakardı; sanki , insanlara bakarken, utanır gibi, yüzü kızarırdı. Ayrıca el becerisi olan bir çocuktu; silaha , tabancaya çok düşkündü. Nereden bolduysa , demir ve çelik parçalarından, eğe yardımıyla güzel bir tabanca yapmıştı ve bunu gururla gösteriyor, belinde taşıyordu.
Köyün bütün kızları Ona aşıktı. O ise Hamide’ye, Emine halanın kızına aşıktı. Allah için Hamide de köyün en güzel kızıydı. O da ağabeyini seviyordu. Çok talibi olmuş, kimseye vermemişlerdi. Baban da ,ağabeyinin ısrarına dayanamayıp, kız kardeşinden ve eniştesinden Hamide’yi ,Yusuf’a istemiş fakat ret cevabı almıştı.
Ağabeyinin de galiba bir derdi vardı. Onu doktora göstermişler, doktor evlenmemesi gerektiğini söylemişti.
Yusuf, Hamide için mecnûn gibi olmuştu. Evlendirmezlerse, intihar edeceğinden bahsediyordu. Babanın aklına, İstanbul’daki kardeşi Fatma’nın oğlu Hakkı gelmişti. Baban birkaç defa İstanbul’a Onları ziyarete gitmiş, yeğenini çok sevmişti. Yeğeni de dayısını çok sevmişti. Hakkı orada okumuş, iyi bir yerde iş ve mevki sahibi olmuştu. Baban , Hamide için Onu aracı koymak istiyordu. Neticede Hakkı efendi buraya gelip, teyzesini ve eniştesini bu evliliğe razı etmişti. Baban hemen düğünlerini yaptı. Ne yazık ki gerdeğe girdiklerinden bir hafta - on gün sonra Yusuf ağabeyin hastalandı , aşka, sevgiye doyamadan, hayatının baharında ölüverdi. Hamide deliye döndü, karalar bağladı. Hakkı efendi kötü haberi duyunca “ ben sebep oldum “ diyerek çok üzülmüş ; derdini unutturmak biraz teselli buldurmak için Hamide’yi yanına aldırtmıştı. Hamide 5-6 ay sonra köye dönünce, istemediği halde, Somurtuk Şakirle evlendirmişlerdi. ( Hamide Halam,(-Emine halamın kızı olduğu için hala derdim.)- yaşamı boyunca Yusuf’unu , ilk aşkını utamayacak; Beni ne zaman görse, “Yusuf’uma çok benziyorsun “ diye, gözleri yaşla dolarak bana hayran, meftun öyle bakacaktı.)
--İşte bu hadiseden sonra, baban üzüntüden hastalandı;( bu arada senin Arif dayına izafeten verilen adını değiştirerek, ağabeyinin hatırası için Onun adını vermişlerdi.) çok yaşamadı; sizi çocuk yaşta yetim bırakarak, bu yalancı dünyadan göçüp gitti. ALLAH rahmet etsin, mekânını cennet eylesin ..
17 İLK ŞAMAR
Bu acıklı öykünün anlatılması bittikten sonra, Halam d a , ben de bir an sessizliğe büründük. Muhtemelen Halam geçmiş günleri yaşatıyordu zihninde. Birkaç dakika sonra bana dönerek
--Sen okuduğun gibi yazmasını da biliyor musun? diye sordu.
“Evet” cevabını alınca;
-Bir mektup yazdıracağım, ama kimseye söylemeyeceksin. Yazdırdığım kağıdı katlayıp, köy odasının bir köşesine kimseye göstermeden bırakıvereceksin, söz mü, dedi. Bende
-Söz Hala, dedim. Defterden, çizgili , boş bir kağıt çıkardım, O söyledi, ben de yazdım. Yazılanın mahiyetini pek de anlamış değildim. Mektubu(nameyi) katlayarak, Halamın tembihlediği şekilde köy odasına bırakıvermiştim.
Mektubun kokusu iki gün sonra meydana çıkmıştı. Yusuf ağa (üvey babam) beni çağırtmıştı; köy odasına gittiğimde, bir sürü insan, merak ve endişe ile bana bakıyorlardı. Yazdığım kağıt amcamın elindeydi.
- *Bunu sen mi yazdın , diye sordu.
-Hayır ben yazmadım , deyince , soruyu tekrarladı ; aynı cevabı alınca, Tokatı suratımda şimşek gibi patladı. Bu hayatta yediğim ilk tokat oluyordu.
Kendisi iriyarı ve heybetliydi; elleri de çok büyüktü. Ne ağladım ne de sızladım; kendimi suçlu hissediyordum. Süratle odadan çıkarak, kırlara , yalnızlığa koştum. Kuytu bir yere gelip oturdum; artık göz yaşlarımı bırakabilirdim. Gururumun kırıldığını hissettim. Orada ne kadar kaldım? Hava kararırken, süklüm, püklüm Halamlara geri dönüyordum ki, biraz da Halama kırgındım. Daha eve girerken annem kolumdan tuttuğu gibi Beni çekerek kendi evine götürüyordu. Halam da arkasından bağırıyordu
-Oğlan işe yarar hale geldi ya! Nadire’yi kullandığınız gibi, Onu da köle olarak kullanın bakalım!.
Hadise bütün köyde duyulmuştu. Zaten 40 hanelik köydü. Çoğu, mektuptan ziyade benim için üzülmüştü. Anlatıldığına göre; Köy odasında bulunan name, okutulmuş, ama yazının kime ait olduğu anlaşılamamıştı. Yusuf ağanın aklına eğitmen Hüseyin gelmişti. Nameyi Ona göstermişler; O ‘ da benim yazımı tanımıştı. Artık nameyi kimin, ne maksatla yazdırdığını tahmin ediyorlardı. Ama bir de benden öğrenmek istemişlerdi. Ben inkâr edince meşhur tokat gelmişti. Beni geç vakte kadar etrafta göremeyince , Yusuf ağa dahil, herkes endişe etmişti. Yusuf ağa eve gitmiş ve anneme,
-Bu böyle olmayacak; Yusuf’u eve alalım , diyerek kabul ve rızasını göstermişti. Belki de biraz vicdanı titremişti.
18 MUHTARLIK SAVAŞI—ABACILAR
Aslında name kötü bir niyet taşımıyordu. Köylü, muhtarlık yüzünden, ikiye, üçe ayrılmıştı. Yakında yine muhtarlık seçimi vardı. Muhtarlık senelerdir, Abacı sülalesinin inhisarındaydı. Muhtarlığı kardeşlerden biri bırakıyor, öbürü alıyordu. Abacı Mehmed’in, - üç evliliğinden doğan çocuklar, diğer köylüler söz konusu olunca , birbirlerine çok tutkundular .Abacı Mehmet ilk evliliğini Ebemle yapmış, iki çocuktan sonra ebemi boşamıştı. İkinci evliliğini Sorgundan yapmış, bir oğlu olmuş, Üçüncü evliliğini ise, Güdüllü ebe ile yapmıştı, ondan da üç oğlu bir kızı olmuştu. .
Oğullarının en büyüğü Mustafa ( Çavuştu) . Akılı, politik bir insandı. Sanki bir hatip gibi konuşurdu. Her hadisede , arabulucu, ve bitaraf gibi davranırdı. İnsanları ikna kabili oldukça fazla idi. Eski Türkçe okuması ve yazması vardı. Bu durum, Onu kardeşlerinden üstün kılıyordu. Zaten baba bir anne ayrı olmasına rağmen, Ona fazla değer verirler, çekinirlerdi. Köyde Onunla ilgili meşhur bir de öykü vardı
1912-1913 Balkan harbine katılmış, ricat edip kaçan birlikler arasında kendisi de bulunmuştu. Askerin çoğu kaçak olarak yurda dağılmıştı. Asker Mustafa da bütün zorluklara rağmen köyün dağlarına kadar ulaşmıştı. Kaçak olduğu için bir türlü köye inemiyordu. Kendisiyle beraber , köyden birkaç arkadaşı daha vardı. Böyle kaçaklardan yabancı bir gurup , köyü basmış, köyün bütün erkeklerini toplayarak camiye kapatmışlardı. İstedikleri, köylünün ne kadar altın ve parası varsa getirip kendilerine teslim etmeleriydi. Her ne kadar “ paramız yok “ dedilerse de dinlememişlerdi , Köylüyü, camiyle beraber yakmakla tehdit ediyorlardı. Hasanın aklına bir fikir gelmişti. Tutarsa kurtulacaklardı. Minareye çıkıp , sesinin bütün gücüyle ezan okumaya başlamıştı.
Keşanuz köyü, 2-2,5 km. uzaklıktaydı ve bizim köye nazaran oldukça çukurda kalıyordu , fakat, köyün hemen kenarından akan çaydan sonra arazi yükseliyor, tam bizim köyün seviyesine kadar mağaralar diziliyordu. Arazinin yapısı dolayısıyla, bizim köyden yüksek sesle bağırınca , mağaralar aksi seda yapmak suretiyle Keşanuz’dan duyuluyordu. İşte Onlar da ezan sesini duymuşlar, fakat, vakit, ezan okunmasını gerektiren bir zaman olmadığından bidayette bir anlam verememişlerdi. Ezanın defalarca tekrarlandığını duyduklarında, kötü bir şeyler olduğuna hükmederek, bir grup köylü silahlanarak bizim köye doğru harekete geçmişlerdi. Köye yaklaşırken, kaçaklarla aralarında müsademe başlamış, neticede kaçaklar bizim köyün bağlarına doğru kaçmışlar, Komşu köylüler bizimkileri camiden kurtarmışlardı. İş bununla da bitmemişti. Köyün bağlarında, bizim kaçaklar tarafından sarılınca , bir silahlı çatışma da orada yaşanmıştı. Mustafa hem soğuk kanlı, hem de çok iyi silah kullanıyordu; hatta birisini de yaralamıştı. Orada tutunamayacaklarını anlayan yabancı kaçaklar, çareyi kaçmakta bulmuşlardı. Amma ve lâkin , bir rivayete göre: Kaçaklardan biri, sonra gelir alırım düşüncesiyle toprağa , bir torba altın gömmüş, bunu da Halil görmüştü. Bilahare, bizim köyün kaçak takımı, istiklal savaşına katılmış, Yunanlının anasını ağlatmışlardı Başarılarından dolayı, Mustafa, çavuş, Halil de onbaşı olmuştu. Halil onbaşı şimdi köyün en zenginlerinden biriydi. Bu zenginliğini , köyün bağlarında, çeteler tarafından gömülen altınları çıkarıp, saklamak suretiyle elde ettiği rivayet edilmekteydi.
Abacı Mehmet’in ikinci oğlu İsmail ağa idi. Harpte çenesinden yaralanmış, kurşun bir taraftan girip, öbür taraftan çıkmıştı. Halen iki çenesi birbirine kitli gibiydi . Yeme içme ve konuşmada güçlük çekerdi. Ailesine ve etrafına, otoritesini kabul ettirme biçiminde davranır, yüzü pek gülmezdi. Dört oğlu bir kızı vardı. O da, devletten, bir miktar tütün parası alıyordu .Tarla, bağ, bahçe, ve davar sürüsü sahibiydi. Okuması, yazması olmadığı halde, halen köy muhtarı O idi.
Abacı Mehmet’in üçüncü oğlu Yusuf Ağa idi .(Üvey babam). Yusuf Ağa iri vücutlu, uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir insandı. Sahaveti çok severdi. Övüldükçe, koltukları kabarır, isteneni yapardı. İşte o sene muhtar adayı oydu . Ama köylülerin içinde, muhtarlığı, bu sülalenin elinden almak isteyenler vardı. Köy ikiye ayrılmıştı. Abacıları tutanlar ve tutmayanlar. Dedikodu almış yürümüştü, köylü neredeyse birbirine girecekti. (Sanki,ellili yıllarda meydana gelecek, CHP ve AP arasındaki husumetin ilk belirtileri yaşanıyordu köyde.) İşte , halam bu durumu sezdiği için, namesiyle, köylüye itidal tavsiye ediyordu. “ Birbirinizi kırmayın, birbirinizi yemeyin, aynı köyde yaşıyorsunuz, yine yüz, yüze geleceksiniz, bayramlarda, bayramlaşacaksınız, aynı meydan sofrasında yemek yiyeceksiniz” diyordu. Böyle diyordu, demesine de yıldırım benim başımda patlamıştı ( Bu sebeple Halamla bir yıl dargın kalacaktım.)
Neticede bir değişiklik olmamış, Abacılar, diğerlerine karşı, kendi aralarında birlikte hareket ettikleri için, seçim sonunda
diğer aday, İmam sülalesi kaybetmiş, Yusuf Ağa muhtarlığı kazanmıştı.
Yusuf Ağa, anneme , babasından kalan, değerli tarlaları sattırmış, eski evinin bitişiğine yeni, kiremit çatılı, renkli camlı bir ev yaptırmıştı. Dağda 300 civarında keçi sürüsü vardı. Bir yandan tiftik ticareti yapıyor, bir taraftan da at ticareti, yani at cambazlığı yapıyordu. Her boyadan, boyayan bir karaktere sahipti. Köye gelen her devlet memuru, Yusuf Ağanın misafiriydi. Hatta köyden gelip , geçen komşu köylerin hatırlı kişileri de Onun konuğu olurdu. Annem çok güzel yemek yapardı. Dolayısıyla Yusuf Ağanın yüzü ağarırdı. Bilhassa ilk bahar ve üzüm mevsimi konuklar çoğalırdı. Özel olarak kuzu kızarttırıp ikram ettiği durumlar da olurdu. Hele bir de , bahçeden koparılmış taze soğan, marul, köpüklü ayran, kavun, karpuz ve üzüm gibi şeyler varsa, yemeklerin yanında! Şehirden gelenlerin keyfine diyecek yoktu. Bunların arasında, İlk Öğretim müfettişi, Ahmet Muhtar bey babacan bir insandı. Yemeklerin yanında muhakkak, bahçeden koparılmış, taze soğan isterdi. Dolayısıyla, Ona, kendi aramızda, “Soğancı” lakabını uygun bulmuştuk.
Ben bu arada, bahçeden soğan , marul koparmak; bağdan üzüm toplayıp getirmek gibi işlerde koşuşturup dururdum. Dolayısıyla müfettiş bey beni iyi tanıyordu. Okulu her ziyaretinde sınıfa girdiğinde , beni yerimden kaldırır, yanına çağırarak:
-Bakın çocuklar, şehir yerinde çiftler böyle dans eder , diyerek, sınıfta benimle dans gösterisi ve öğretisi yapardı. Türkiye haritasını hep yanında taşır, Türkiye’deki şehir ve nehirler hakkında bilgi verirdi .Özellikle güzel yazı yazmasını , düzgün okumasını öğretmeye çalışırdı. Benim için:
- Bu çocuk küçük ama hepsinden ileri seviyede, derdi .
Bir gelişinde, sıraya yanıma oturdu; çantasından zarf ve kağıt , cebinden de bir kalem çıkarıp, bana uzatarak;
-Sana bir mektup yazdıracağım, Karaca ören’deki eğitmene götüreceksin, dedi. Hemen Halamın yazdırdığı mektup aklıma geldi, biraz tereddüt eder gibi oldum; O başka türlü anladı,
- Korkma yazabilirsin, yazın oldukça güzel, dedi. Mektup numunesine uygun bir şekilde tarif ederek, O söyledi, Ben de yazdım. Altına kendi imzasını attı, zarfın üzerini yazdırdı.
-Hadi, şimdi bir postacı imişsin gibi yerine ulaştır !dedi.
Komşu köye ,Yusuf Ağa ile, bir kaç defa gitmiştim. Bizim köye pek uzak değildi, yaya olarak yarım saat çekerdi. Köylülere okulun yerini sorarak buldum; zarfı eğitmene teslim ettim. Eğitmen ,zarfı önümde açarak okudu
-Bu mektubu sen yazmışsın, öyle mi? dedi
--Evet öğretmenim , deyince;
-Yazın güzel ve okunaklı, aferin sana. Bu iltifat beni bayağı sevindirmişti. Vazifesini başarıyla tamamlamış büyük bir insan edasıyla, türkü çığırarak, köyün yolunu tutmuştum.
19. ŞEHİRDEKİ ABACI
Abacı sülalesinden bahsederken, dördüncü oğul, Hüseyin’den bahsetmemek olamazdı. Çünkü Onun , Benim üzerimde etki yapan bazı tarafları vardı. O köyde yaşamıyordu, İstanbul’a değil, Ankara’ya yerleşen ilklerdendi. Düğün ve bayramlarda, köyü ziyarete gelenlerdendi.
Onu tanıdığımda, kırk, kırk beş yaşlarında, sarışın, yakışıklı, çoluk çocuk sahibi bir insandı . Ankara’ya gitmiş, çalışkanlığı sayesinde, kara talihini yenip zengin olmuştu. Beş - altı kamyonu vardı. O sıralarda, ANKARA imar ediliyor, yollar yapılıyordu. Oda imar hareketlerine iştirak edenlerdendi. Mürtet yakınındaki, Zir deresinden, gece , gündüz kum taşıyordu. Allah, yürü ya kulum demiş, O da zenginliğe doğru yürümüştü. Keçiören’de, çok geniş bir bağ içinde, iki katlı bir villaya, karşı yakada, geniş topraklara sahipti.
Köye geldiği zaman, kardeşi, Yusuf ağaya inerdi. Çünkü, diğer kardeşlerinden ziyade, Onunla iyi anlaşırlardı, ayrıca ev yeni ve müsaitti. Ben de Hüseyin amcayı ilk defa orada gürmüş, hali , tavrı, ve davranışından dolayı sevmiştim. Üstelik, ağız ve diş temizliği konusunda da yaptığı hareketle, bana, ömür boyu sürdüreceğim ve dişlerimin çürümesini önleyen bir örnek oluşturmuştu.
Yemeklerden sonra, önüne , üstü kubbe gibi ve delikli bakır bir leğen , su dolu bir ibrik ,sabun ve havlu getirilirdi. Ellerini sabunlu su ile, bolca köpürtür, köpüklü parmaklarını ağzına sokar, dişleri ve damaklarını, parmaklarıyla, sağlı, sollu ovardı. Sonra da temiz suyla ağzını çalkalardı.
Hüseyin amca , doğru dürüst yolu olmayan köye, kamyonla gelirdi. Bu biraz da gösteri miydi anlayamazdım? İlk defa kamyon olarak da Onunkini görmüştüm.
Kış mevsiminde geldiği zaman , çiftesini de yanında getirir, birkaç köylü ile birlikte tavşan avına çıkarlardı. Gerçekten de, birkaç tane tavşan avlamış oldukları halde, geri dönerlerdi. Bilhassa karlı havaları tercih ederlerdi. Onlara göre böyle havalarda tavşan avlamak daha kolaydı. Ayrıca, tavşan etinin ekşiliğini gidermek bakımından, onların derisini yüzdükten sonra kar’ın içine yatırarak bir müddet bekletmenin gerekli olduğunu söylerlerdi. Anam, tavşan etini pişirmeden önce, sirkeye de yatırırdı. Herkesin methetmesine rağmen, tavşan etini bir türlü sevememiştim.
Köy muhtarlığı konusunda, O’ da diğerleri gibi, maddi ve manevi yönden, kardeşlerini desteklerdi. Onun sayesinde, iş olanaklarına kavuşan yeğenleri ve bir hayli köy genci de aynı yönde tavır koyarlardı. ( Maddi yönden bu kadar güçlü olan H. Hüseyin amca , daha sonraları, karısı ölüp genç bir kadınla evlenince talihi dönmüş, yaşlılığını yalnız ve bir hayli zaruret içinde geçirmiş olacaktı.)
20.ÜZÜM BAĞLARI
Köyün bağları, genellikle, bir bölgede toplanmıştı . arazi, köyün hemen kuzeyindeki dağ eteklerinde, köye doğru meyilli, güneşe karşı, toprak kumlu, üzüme çok elverişli idi. Ancak, köyün iskân yeri dahil, tarla yapmaya müsait düzlük arazisi çok azdı. Arazinin her tarafı, büyük, küçük taşlarla doluydu. Tarlalar ve bilhassa bağlar yapılırken bu taşlar güçlükle ayıklanır , bir tarafa yığılırdı. Bu taş yığınları sebebiyle, bağ yolları, ancak yüklü bir eşeğin geçebileceği genişlikteydi . İkinci bir eşek, ancak, yolun geniş bir yerinde, öbürünün yanından geçebilirdi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, toprak verimliydi . Bilhassa kumlu toprak yapısı ve dağa yaslanmış, güneye bakan meyilli arazisiyle , bağlar şahane tatta üzüm verirdi.
Omcalar( Üzüm kütükleri), yaprak vermeden, nisan ve mayısın ilk haftasında budanır, toprak da kazılarak havalandırılır, otları ayıklanırdı. Bu işler için, yevmiye ile tutulacak, kadın ve kız ırgatlarla, daha önceden konuşularak, gün tespit edilirdi. .Çünkü, herkesin çalışacağı, iş yapacağı mevsimdi.
Sabah çorbasını herkes kendi evinde içer, toplu halde, köyden bağa, güle, söyleşe gidilirdi. Öğle yemeği hazırlığını mülk sahibi yapar, etli kuru fasulye, pirinç pilavı tercih edilen yemeklerdi ve kap, kaçak götürülerek, yemekler yerinde hazırlanırdı. Ayran, gözleme, höşmerim ekstra yemek ve içeceklerdi. Höşmerim, yeni buzağılamış inek sütüyle yapılan bir nevi tatlı idi ve halam bunu çok güzel yapardı.
İşe başlamadan önce, genç kadın ve kızlar , bir hizaya dizilir, bismillah la işe başlayarak hem çapa sallar, hem de feleğe, kadere kafa tutarcasına, bir ağızdan türkü çığırırlardı. Ayrıca , birbirlerine lâf atarak moral ve güç kazanmaya çalışırlardı. Köye dönüşte ise, bozguna uğramış askerler gibi, yorgun ve argın olurlardı.
Bazen , derin kazılan bağlardan çanak, çömlek , küp gibi şeyler çıkar, bunları görünce merak ederek büyüklere sorardım. “Buralarda , acaba daha önce kimler yaşamış” diye ,ama kimse tatmin edici bir cevap veremezdi. Yalnız, köyün bir orman içinde kurulmuş olduğunu atalarından duymuş olduklarını söylerlerdi. Şimdi ise çam ağaçları, kesile, kesile , köyden uzaklaşmış, yüksek dağlarda kalmıştı.
Bağı , bahçesi olanlar için bu işler normaldi. Bağı olmayanlar ise, üzüm yiyebilmek için, Onların inayetine bakardı. Aslında Onlara biraz da mecburen verilirdi; hem komşuluk hatırı vardı, hem de üzümleri satma imkânı azdı. Satmak için ne yol vardı, ne de taşıyacak vasıta.
Bağlarda yetişen üzüm çeşitleri şöyleydi: çavuş, balbal, tokat, kadın parmağı, bunlar daha ziyade yemelik ve kış için hevenk yapılıp saklanacak üzümlerdi. Bir de pekmez yapılan üzümler vardı ki bunlar: değirmenci, yumru kara, hoca asması.
Pekmez yapmak çok zahmetli bir işti. Her şeyden önce, özel pekmez toprağı gerekliydi. Bu toprak 15 km uzaktaki bir yerden getirilirdi. Burada üzümler temmuz sonu- ağustosta olmaya başlar, eylül sonu ve ekim ayı artık toplama ve pekmez yapma zamanıydı. Pekmez yapılacak üzümler, küfelere konur, eşekle , bazen de sırtta köye taşınırdı. Köyün bir kaç yerinde üzüm sıkmak için , ağaçtan uyularak yapılmış, oluklar vardı. Üzümler bu oluklara konur, ayakları yıkanmış, genç ve güçlü biri tarafından, çiğnenerek ezilir suyu çıkarılırdı. Buna, şıra denirdi. Şıra kazanlarda toplanır, pekmez toprağı ile bir gece dinlenmeye bırakılır, ertesi gün de , şıra süzülerek, açık bir yerde ki harmanlar en uygun yerlerdi, ateşler yakılarak , bir metre çapında, 25-30cm derinliğinde geniş bir tavaya konur, saatlerce kaynatılırdı. Duruma göre 7-8 tava bir seferde ateş üstünde olur , ocakları yakmak ve idame ettirmek , bayağı insanları uğraştırırdı. Hem çok odun sarf edilir, hem de duman ve sıcak , kadın ve kızlar için çile oluverirdi. Tava ve kazanlar öyle ağır olurdu ki tek insanın kaldırmasına imkân olmazdı. Bu sebeple kazanların halkalarına, uzunca ve sağlam bir sopa geçirmek, ve iki kişi tarafından taşınmak suretiyle , ocaklar üzerine konur , veya bir yerden bir yere taşınırdı.
Günlerce süren sıkıntı ve uğraştan sonra , elde edilen pekmez küplere doldurulur, kış için en yararlı bir gıda olurdu, müşteri bulunursa, bir kısmı da Güdül’de satılırdı . O devirde yurtta, şeker kıtlığı vardı, genellikle şeker yerine de pekmez kullanılırdı . Şeker bulunsa bile fakir- fukaranın satın alması çok zordu.
21. FİLOKSARA
O yaz kir kaç bağda hastalık belirmişti. Omçaların yaprakları , birden sararmış, korukları gelişip, olgunlaşamamıştı. Bağı olan köylüler, endişe ile , ziraat çilere sormak için, Güdül’e , Ayaş’a koşmuşlardı. Götürdükleri numunelerle teşhis konulmuştu. Hastalığın adı Filoksera idi ve bulaşıcıydı. Hiç bir ilaç fayda etmiyordu; omçayı kökünden kurutuyordu. Köylülerin ifadesi ve araştırma neticesi, hastalığın menşei bulunmuştu. Mikrobu, İstanbul’dan gelenler , herhangi bir eşya ile taşımışlardı. Halen İstanbul’da bu hastalık mevcuttu.
Ziraat çilerden öğrendiklerine göre: bu hastalığın yegâne çaresi, omçaları kökünden söküp yakmak, yerine Amerikan çubuğu denen bir üzüm çubuğu ile bağları yenilemekti. Bu cins çubuklar yetiştikten sonra, istenen yerli cinsle aşı yapılacaktı. Amerikan çubuğuna , bu hastalık etkili olamıyordu. Devlet , bu cins çubukları köylüye sağlayacaktı ama ne yazık ki bu uğraş 3-4 sene sürecekti.
22. .KADINLAR ( ÇİLEYE DEVAM )
İlk baharda, bağ budama ve kazma işleri bitince , kadın ve kızları başka bir iş beklerdi. Artık etraf yeşillenmiş hayvanları kıra salıp otlatmak, onların , kış boyunca yiyecekleri otları toplamak zamanı gelmişti. Köyün erkekleri İstanbul’a, kadınları ve kızları haydi iş başına!
Bizim köyün meralarında fazla ot yetişmezdi. Bilhassa yağmurun az yağdığı yıllarda. Bu sebeple, köyün kadın ve kızları, hayvanlarına kışlık ot toplamak için, 15-20 km uzaktaki, köy ve kasabaların meralarına giderlerdi. Bir gün önceden sözleşirler, guruplar halinde, güneş doğmadan yola çıkarlar, mümkün olduğu kadar serinlikte ot toplamak isteseler bile, yine de sıcakta, kan - ter içinde, topladıkları otlar sırtlarında , köye dönerlerdi. Üstelik, bir de getirilen otları kurutup, döverek saman haline getirmek vardı. Kadın ve kızlarımız, çok yetenekli insanlardı. Boş zamanlarında bile, geceleri oturup muhabbet ederken , oya yapar, beş şişle çorap örerek, vakitlerini değerlendirirlerdi. ( Daha sonraki yıllarda, şahit olacağım gibi, Şehir’e göç eden kızlar ve kadınlar, Şehir hayatına en kısa zamanda, uyum sağlamasını bileceklerdi)
Haziran ayı, kiraz ve dut mevsimiydi. Ağaç dallarının en uç noktalarına tırmanıp kiraz ve dut toplamak, benim de sevdiğim görevlerden biriydi. Halamın “düşeceksin” ikazlarına aldırmaksızın, sincap gibi, bir daldan, diğerine zahmetsizce tırmanırdım. (sonraki yıllarda,, kaybettiğim gençliğimi ararken, şu dizelerle, duygularımı ifadeye çalışmıştımJ
“ Mevsimler, hiç , birbirine uyar mı?
Gençliğime seslensem, acep duyar mı?
Özlemim hep, ilk bahara, yazıma;
Duygularım hüzün verir içli sazıma.
Nerede benim gücüm, nerede benim kudretim?
Niçin kaybettim bilmem ki, gençlik denen servetim;
En ince dallara tırmanır, kiraz toplardım,
Tarlalarda koşar, yaylalarda, davarlarla hoplardım.
Saçlarım siyahlansa, gençliğim geri gelse!
Başımda esse kavak yeli, velev ki deli dense,
Gözlerim baksa ileri, hayallerim pembe olsa;
Kararan dünyam, aydınlansa, ışıklarla , birden dolsa!”
Yine haziran ayında, kışa hazırlık olarak, bağlardan, yaprak toplamak mutat işlerdendi. Bu da ayrı bir marifet isterdi. Hangi cins kütükte ince ve yırtmaçsız yaprak bulunur bilmek gerekiyordu. Toplanan yaprakları, tuzlu suda haşlayıp bir nevi salamura yaparak, küplerde muhafaza etmek, beceri ve epey yorulmayı gerektiriyordu.
23.. HARMAN KALDIRMA
Temmuz ve Ağustos ayları da, kadın ve kızlar için, güneş altında kavrulma mevsimiydi. Birkaç erkek ve çocuk müstesna, bütün işler Onlara bakıyordu. Zaten bu mevsimde, herkes, işinde gücünde olur, köy odasının önü , sanki terk edilmiş gibi bomboş kalırdı.
Artık ekinler sararmış, başaklar olgunluğa erişmiştir. Bu sefer, her şeye rağmen, ekinleri biçmeye başlayan kadın ve kızların ağızlarında çığrılan türküler , ellerde oraklar konuşurdu. Kızgın güneş altında, ancak öğleyin, bir, iki lokma yemek için, çalışmaya ara verilirdi. Bir gölge bile bulmak zordu ; her nedense, tarlalarda nadiren ağaç bulunurdu. Bunlar da armut, üvez, meşe ağacı ve onun üzerine sarılan üzüm asmasıydı. Ekinler biçilir, demet yapılır, demetler de üst, üste ve başakları iç tarafa gelecek şekilde yığılır, tınaz yapılırdı. Böylelikle, yalnız sapları dışarıda kalan başaklar, hayvanlara ve bazı tabiat hadiselerine karşı korunmuş olurdu. Bu sefer de, köydeki harmanlara taşıma çilesi başlardı. Bu da genellikle eşekle veya kadın ve kızların sırtında yapılırdı. Yollar müsait olmadığından ne kağnı vardı, taşımak için ne de başka bir şey.
Herkesin harman yeri yoktu; olanlarla anlaşmalı kullanılırdı. Tarlası, dolayısıyla ekini olanın, bazen , düven sürecek, öküzü, eşeği olmayabiliyordu. Bunun da çaresi köylünün anlayışı ve yardımlaşmasıydı. Bu işler, kara sabanla tarla sürmekten, ekin ekmekten daha da zordu.
Benim gibi çocukların yapacağı iş, düven sürmekti. Bu görev, serinlikte zevkli, güneş tepemizi yakmaya başladığı zamansa çok, çok zordu. Hele bir de , düvene koşulan öküzler huysuzluk yaparsa, daha da zorlaşırdı. Bazen, öküzler, çocuk ve güçsüz olduğumuzu anlamış gibi, düveni de bizi de sürükleyerek, harmanın dışına doğru başını alıp giderdi. O zaman bir büyüğün müdahalesi gerekiyordu.
Düven .işi bitince, sıra, harmanı savurmaya gelirdi. Tane ve samanı birbirinden ayırmak ancak bu suretle mümkündü. Ancak bu iş rüzgara bağlıydı. Eğer kafi şiddette rüzgar yoksa, beklemek icap ediyor ve tanrıya dua etmekten başka çare bulunmuyordu. Neyse ki bizim köyün (Yelli) adından da anlaşılacağı gibi, rüzgar yönünden, diğer komşu köylere nazaran şanslıydı.
24. BULGUR VE TARHANA
Harmanlar kalktıktan sonra, sıra , un öğütmek için, komşu ve uzak köylerin değirmenlerine gitmeye , bilahare de BULGUR ve TARHANA yapmaya gelirdi
Kış hazırlıkları içinde, en hayatî yiyecek maddesi , buğday ve dolayısıyla undu. Kışlık ihtiyacı karşılayacak miktarda, buğday ve una sahip olanlar, bunları, ambar denilen (- ki sandık biçiminde fakat çok daha büyük olan saklama kabıdır.-) yere depoladıktan sonra dır ki ancak rahat ederlerdi. Sıra ,artık, günlük veya haftalık ekmek pişirme işine kalırdı ki, bu da zahmetli bir işti. Ekmek, bütün gıdaların başı ve kutsaldı. Onu elde edinceye kadar ne safhalardan geçilerek ne kadar zorluk ve zaman harcanıyordu! İşte bütün bu zorluklar nazarı itibara alınarak, ekmek kutsal kabul edilmişti. Kazara, yere düşse, yerden derhal alınır, üç defa öpülerek başa konurdu.
Ekmekten sonra, ihtiyaç ve önemine göre, ikinci sırada tarhana, üçüncü sırada da bulgur gelirdi.
Tarhana yapım, oldukça emek isteyen bir işti. Önce, istenilen miktarda un, yoğurt, yumurta, kuru nane, maya ve arzuya göre et suyu gerekiyordu. Ayrıca, tahtadan yapılmış büyük bir tekneye gereksinim vardı. Bir de tabii, güçlü, kuvvetli bir kadın veya kıza. Bu koca teknede, bu karışımı hamur haline, hem de özlü bir hamur haline getirmek, oldukça, güç, kuvvet ve hüner isteyen bir işti. Hamur yoğrulduktan sonra, iki gün mayalanmaya bırakılıyordu. Bilahare, hamur , küçük, küçük parçalara ayrılarak, düzgün bir yere, temiz bezlerin veya çarşafların üzerine yayılarak, güneş altında kuruyuncaya kadar , zaman, zaman karıştırılmak suretiyle bırakılıyordu. Parçalar, kurudukça, ufalanacak, tarhana oluşuncaya kadar bu işlem devam edecek , en sonra da elekten geçirilecekti . Bu işlemden sonra, tarhana, kış günleri için ve kolay, kolay bozulmayacağı için de bütün mevsimler için, köylünün en değerli besin maddesi olacaktı.
Bulgur yapımı da, kolay bir iş değildi. Önce, buğdayın cinsi önemliydi. Sert buğdaydan daha iyi bulgur elde ediliyordu. Sonra, buğdayın, taştan, topraktan arındırılması gerekiyordu. Büyük , bakır sinilerde, buğday teker, teker gözden geçirilir, taşlardan, çerden, çöpten ayıklanırdı. Ne de olsa, harmanda, taş ve toprağın karışması normaldi. Bilahare, istenilen miktarda buğday, büyük kazanlarla kaynatılıyordu. Maksat, buğdayın kabuklarının kolay çıkmasını sağlamaktı, haşlanan buğday, biraz kurutulduktan sonra, taş dibekler, tahta tokmaklarla dövülerek, kabuklarının çıkması sağlanacaktı, ; Bilahare, elemek, veya rüzgarda savurmak suretiyle, kabuklarından tamamen ayrılması gerekiyordu. . İş bununla da bitmiyordu. Bu defa, 50-60cm. çapında, biri sabit diğeri hareketli özel yassı iki taştan yapılmış değirmende çekilecekti. Bunu da gerekli görülürse, elekten geçirilmek suretiyle, ince ve iri taneli bulgur olarak ayırmak mümkündü. Böylece, dayanıklı, her mevsim , köylünün yiyebileceği değerli bir gıda elde edilmiş oluyordu. Ama bunlar, daha ziyade kadın ve kızların, güç , gayret , zahmete katlanarak ve zaman harcayarak eldi ettiği değerlerdi
25 .ADETLER ANANELER
Köyümüzün, devamlı uygulanan ananeleri vardı. Bunlardan biri bayramlaşma idi. Bayram namazı kılındıktan sonra, camiden , diğer günlerin aksine, ilk çıkan ihtiyarlar olurdu. Köyün en yaşlısı , meydana gelir dizilir, diğerleri aşağı yukarı yaş sırasına göre Onu takip eder ve el öperek yanında sıraya girerdi. Böylece herkes yaşlılara hürmet göstermiş ve bayramlaşmış olurdu. Bayramlaşma bittikten sonra, toplu halde kabristan ziyaret edilirdi. Herkes kendi yakınının kabri başında kuran okur, dualar yapar, kurban bayramı ise, evine giderek, bir an önce , kurban kesme veya kestirme işine devam ederdi.
Bilahare, her evde , bilhassa , hali vakti yerinde olan evlerde, bir telaştır başlardı. Telaşın sebebi, öğle yemeği hazırlıklarıydı. Her evde, ekonomik durumuna göre, bir yemek tepsisi ( Sinisi ) hazırlanırdı. Yemekler sahanlara doldurularak, tepsilerle, önceden hazırlanıp , tanzim edilmiş, bir harman yerine taşınırdı. Köydeki, çocuklar dahil, bütün erkekler burada toplanırlardı. Yemek sinilerinin, üçü- dördü bir arada olmak üzere , yerlere konur, köylüler tepsilerin etrafına diz çökerek ,gruplar halinde otururlar güle, eğlene, muhabbetle hep bir arada yemek yeme zevkine ererlerdi. Böylelikle, ebemle yaşadığım yıllarda olduğu gibi, fakirlerin, belki de senede ilk defa doğru dürüst karnı doyardı.
26. DÜĞÜNLER
Düğünler, genellikle , bayramlara denk getirilirdi. Böylelikle, şehirlere yerleşenler de gelip düğünlere iştirak edebilirlerdi. İki- üç düğün bir arada yapılırdı; durumu iyi olanlar komşu köylerden de misafirler çağırırlardı.
Önce , çeyizler harmanlarda iplere serilmek suretiyle sergilenirdi. Kına gecesi yapılır, gelin dahil, bütün kadın ve kızlar ellerine, hatta , ayak parmaklarına kına yakarlardı Kına gecesinde , kadınlar , kendi aralarında, kız evinde toplanırlar, hem türkü çığırırlar, hem de oyun oynarlardı. Hanife ablam her düğünde , def çalardı; öyle güzel ve oynak def çalardı ki , isteksizler bile, “ yenim dar, yerim dar “ demez, ortaya çıkarlardı. İçlerinde, ellerinde kaşık, tempo tutarak, oynayan becerikliler de olurdu. Ben ve benim gibi küçükler, kiler(ambar) denen yüksek yerlere kurulur, bu sahneleri, zevkle seyrederdik .
Bazı gecelerde ki, düğün, birkaç gün sürebilirdi, köyün delikanlıları harman yerinde ateş yakar, etrafında , sinsin oyunu oynarlar, biz onları da seyrederdik. Düğün sahibinin, maddî durumuna göre, köye köçekler getirilirdi. Köçekler , taa.., Çorum’dan gelirlerdi. Bunlar erkek olup, özel kıyafetleri içinde, kadın gibi, belki de daha güzel, davul zurna eşliğinde, oynarlardı. İzleyenler de onları büyük bir zevkle seyrederlerdi.
Sonunda, gelini, kırmızı duvağı ile , üzerine darı serpilerek, güvey evine, büyük bir tantana ile görürlerdi. Güvey de , berber İbrahim tarafından tıraş edilir, gerdeğe girerken, akranları tarafından, yumruk yağmuruna tutulurlardı...
27. ÇOCUKLUK EĞLENCELERİ
Kış günleri, bilhassa ebemle yaşarken, bazen kar topu oynardık. Karlar üstünde, yalın ayak, bu zevki nasıl olurda tadardık, anlamak mümkün değildi. Savaş alanı olarak, sokaktan ziyade, düz damları seçerdik. Damın bacaları da kar topundan, sığınacak siperlerimiz olurdu.
Yaz geceleri de, bazen saklambaç oynardık. O karanlık gecelerde, birbirimize nasıl tanırdık, akıl sır almazdı. Gözlerimiz, sanki, kedi gözüydü.
Bazen de, işimiz olmadığı ikindi üstlerinde, harmanlara giderek, takımlar halinde DİRİ- DİRİ (çelik- çomak) dediğimiz köy çocuklarına özel bir oyun oynardık.
Dönme dolap, ve tahterevalli en sevdiğimiz eğlenceydi. Dönme dolap köye özel bir şeydi. Bunların yapımını, büyükler üslenirdi. İki tane , özenle hazırlanmış ağaçtan ibaretti. Kalınlıkları 25-30 cm. çapında olmalıydı; birisinin, bir ucu toprağa gömülecek. Etrafı taşlarla pekiştirilecekti. Bunun diğer ucu , öbür ağacın tam ortasında açılacak deliğe girecek şekilde sivriltilecekti. Öbür ağaç ta 3-4 metre boyunda olacak, tam ortasında bir çukur oyulacak, iki ucu da bizlerin oturmasına uygun hale getirilecekti. Dikine olan ağacın sivri ucuna , öbür ağacın çukur yeri gelince , yere paralel olanın iki ucuna , iki çocuk veya büyük binebilir , birisi tarafından hızla çevrilince, gıcırtılı sesler çıkaran bir dönme dolap olurdu.
İlk baharda , bir de ateş üzerinden atlama şenliğimiz vardı. Bu işi, köyün dışında, harmanlarda yapardık. Oğlanlarla beraber, kızlar da ateş üstünden atlarlardı. Alev ne kadar yüksek olursa, heyecan da o kadar fazla olurdu. Ama, bir seferinde, Ayşe’nin etekleri tutuşuvermişti. Feryat, figan ederken, büyükler yetişmiş, Ayşe’yi yanmaktan kurtarmışlardı. Biz de çok korkmuştuk. Bilahare, bu kaza yüzünden bu adet yasaklanmış, dolayısıyla bu zevkten mahrum kalmıştık. Ama büyükler, düğünlerde ateş üzerinden atlamaya devam edeceklerdi.
28..BİR İYİ NİYET ÖYKÜSÜ
Şehirde yerleşip de bayramlarda köye gelenlerden biri de, H. Avni beydi. Onun köyde kardeşi, Benden büyük ve ben yaşta yeğenleri vardı. Bir seferinde köy çocukları oynasınlar diye bir futbol topu getirmişti. İlk defa, futbol topu görüyorduk . İnsiyaki olarak , ayaklarımız topla buluşmuştu. Ama oyun hakkında bilgi sahibi değildik. Avni bey, üşenmemiş, bize takım teşkili ve oyun kaidelerini , basit olarak öğretmişti.
Avni bey yüzbaşı mütekaidiydi . Osmanlı ordusuna ne zaman girmiş, hangi harplere katılmış, nasıl yüzbaşı rütbesi almış, ne zaman tekaüt olmuş pek bilen , merak da eden yoktu. Onu tanıdığımda, altmış küsur yaşındaydı. Acem bir karısı vardı, çocukları yoktu. İstanbul’da, Büyük Adada yaşıyordu; orada köşkleri vardı; Yürük Ali plajının sahibi miydi? Yoksa işleticisi miydi? Ama hayli zengindi. Varlığını, kardeşi veya yeğenlerine bırakmak istemiyordu. Yusuf Ağa ve anneme , Onlardan daha yakın davranıyordu. Süt , yoğurt, tereyağı, yumurta gibi bazı ihtiyaçlarını, benim vasıtamla, amcama, veya anneme iletiyor, Onlar da temin ediyorlardı. Böylece aramızda bir yakınlık doğmuştu. Babamı da çok iyi tanıdığını, hatta , beraber çekilmiş fotoğrafları olduğunu söylüyordu. Annemden, beni evlatlık olarak istemiş, fakat annem razı olmamıştı.
Avni beyin kafasında büyük projeler vardı. Köy odası önünde otururken, bunları, köylülere, birer , birer anlatırdı.
* -Köye elektrik getirecekti
* -köye sanat okulu yaptıracaktı.
* -Elektrikle çalışan değirmen yaptırmayı düşünüyordu.
Köylülerin buğdaylarını öğütmek için, uzaklardaki değirmenlere giderek, oralarda sıra beklerken nasıl sıkıntı çektiklerini biliyordu.
- Çamaşırhane inşa ettirecekti. Çamaşır makineleri getirtecek, borularla akar su temin ederek, Kadınları, karda , kışta dereye gitmekten kurtaracaktı.
Bir sağlık ocağı inşa ettirmeyi düşünüyordu. İnsanlar hasta oluyor, en basit hastalık için uzak yerlere gitmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Hele çocuk doğumlarında, pek çok anne adayı, hayatını kaybediyordu. Mecburen, ebemin vaktiyle yaptığı gibi, köyün yaşlı kadınları, ebelik görevi yapıyorlardı. Bu ise bazen tehlikeli oluyordu. Bu sebeple sağlık ocağında , hemşire ile beraber, bir de , diplomalı ebe bulunmalıydı. Bunun için , Onlara lojman gibi kullanacakları bir ev yaptırmayı düşünüyordu. Bunlar aynı zamanda, diğer köylere de hizmet verebileceklerdi. Anlaşmalı bir doktor da, muayyen zamanlarda, köye gelir, giderdi. Hemşire ve ebe işini istediği zaman sağlayabilirdi., Çünkü, Ankara valisi dahil, bazı nüfuzlu bürokratları tanıyordu. Hatta , Bunlar içinde dostları da vardı.
• -Köy odasının önüne , içinde havuzu olan, bir park yaptırmalı, çiçekler, gül ağaçları, çamlar dikilmeliydi. Hatta, parkın uygun bir yerine, bir kaide üzerine, ATATÜRK’ÜN bir büstü dikilmeliydi.
Böyle konuşmalara, iki kurban bayramında da şahit olmuştum. Daha doğrusu, çocuk olarak dinleme imkânı bulmuştum ve hafızamda yer etmişti. (Yazık ki , benim Avni beyi son görüşüm olacaktı. Daha sonraki yıllarda Avni Beyin projeleri, birer , birer tahakkuk edecek, civar köylere nazaran, bizim köy, Onun sayesinde, elektriğe, çok erken kavuşacaktı. Ama tahakkuk eden projeler, bir ihmal yüzünden, köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçemeyecekti. Çünkü, köyü için, daha büyük projeleri olan Avni Bey,, aniden hastalanıp ölüverecekti. Varisi olan yeğenleri, köylü ile anlaşmazlığa düşünce, yapılanlar , köylünün istifadesine verilmeyecek, çürümeye terk edilecekti. Bu arada , aslı, astarı olmasa da, köye daha fazla yatırım yapmasını önlemek maksadıyla, karısı da ölen, Avni Beyin , yeğenleri tarafından zehirlendiği, dedikodusu, köylüler arasında yayıldıkça, yayılacaktı.)
29...KÜÇÜK SIĞIRTMAÇ
İkinci sınıf sona erdiğinde, neredeyse yaz gelmişti. İlk bahar gelip, kırlarda yeşillikler başlayınca, gebe inekler hariç, bütün sığırlar yayılmak için, kırlara götürülürdü. Sabahın köründe, hayvanlar belirli bir istikamette toplanır, sıra ile her aileden bir kişi, sürüyü önüne katarak otlatmaya götürürdü. En uygun otlak yeri ise, küçük ve büyük yayla dediğimiz yerlerdi. Buraları da köyden epey uzaktı. Hayvanlar, gidecekleri yerleri genellikle bilirlerdi. Bu mevsimde oralarda, çeşitli otlar ve çimenler hayvanları beslemeye uygundu. Patika yollarla, ancak oralara ulaşmak mümkündü. Hayvanlar, oralarda, geniş bir sahaya yayılarak otlarlardı. Onlara nezaret etmek, bazen zevkli, bazen üzücü olurdu., Kene ve bilhassa ,güvem dediğimiz, mavi renkli iri bir sinek hayvanlara musallat olduğunda, deli gibi, sağa sola koşarlardı. Böyle durumlarda müdahale edilmezse, başını alıp nerelere gideceği bilinmezdi.
Öğleye doğru, hayvanlar, kendiliklerinden, büyük yayladaki göle doğru yönelirler, gölden kana, kana su içtikten sonra, yeşil çimenlerin üzerine yatarak, akşam serinliğine kadar geviş getirirlerdi. Onları güdenin en rahat zamanı, bu süreçti. Çamların gölgesine oturur, odun kesmeye gelip de, istirahata çekilen köylülerle muhabbete dalarlardı. Ben de böyle zevkleri az da olsa tadanlardandım. Göle girip suda serinlemek, veya çam ağaçlarının gölgesine uzanıp, çam ağaçlarının rüzgarla uğuldayan sesini dinlemek insana huzur veriyordu., bir dilim yavan ekmek, bir baş soğan, bazen baklava yerine geçerdi. Hele bir de, yeni kesilmiş çam ağacının kabuğunun içinden YALAMUK yenirse dadına doyum olmazdı.
Kısa bir süre de olsa, çamların gölgesine uzanıp, karabatakların göle dalışlarını, turnaların diziler halinde, yaylanın yükseklerinden geçişlerini gözler, büyük bir zevk duyardım.
“Turnalar uçun, yayladan geçin, yarimi seçin “ diye türkü çığırarak ,sanki meçhul sevgiliye selam yollardım.
Bu gibi zevkli geçen günlerimize, Mevlüt aga’nın kavalıyla çıkardığı nağmeler eşlik ederse, neşemiz veya hüznümüz bir kat artardı. Yusuf ağanın ( ana bir baba ayrı) kardeşi Mevlüt aga çok güzel kaval çalardı. Kavalıyla o kadar güzel ve yanık nağmeler çıkarırdı ki, değil insanlar, susuz kara koyun bile etkilenir, göle vardığı halde, su içmeden geri dönerdi.
Böyle sığırtmaçlık yaptığım günlerde, çamların altında, büyüklerin muhabbetini dinliye, dinliye, bir şeyler öğrenmeye başlamıştım . Onlara bakarak, dinleyerek faydalı şeyler öğrendiğimiz gibi, sigara içmek gibi kötü alışkanlıklar da edindiğimiz olurdu. Pek çok çocuk sigara içmeyi, küfür etmeyi, Onlardan öğrenmekte idi.
Etem amca da bilhassa böyle istirahat zamanlarında, sigara tabakasını çıkarır, tütünü, itina ile sigara kağıdının arasına koyup sararak, kendi sigara imalatını tamamlardı. Sıra yakmaya gelince; kav ve çakmak taşını, küçük meşin keseden çıkarıp, taşları birbirine vurur, çıkan kıvılcımdan önce kavı tutuşturur, sonra da sigarasını yakardı. Zevkle bir, iki nefes çektikten sonra,
--yeğenim! Sen de yak bir sigara, derdi. “ İçmem Etem amca “ dedikçe, O ısrar ederdi. Bir defasında teklifini kıramayıp kabul etmiştim. Gülerek ve zevk duyarak, benim için de bir tane hazırlayıp, yakmıştı. Bir, iki nefes çekmemle , öksürerek, sigarayı yere atmam bir olmuştu. İşte sigara ile ilk ve son tanışmam böyle olmuştu.
Etem amca , babamı çok iyi tanıyordu; ben yaşta bir oğlu vardı, İbrahim Onunla arkadaş olmamızı ister, yaylada ikimizi güreştirir, nasıl güreş tutulacağı hakkında taktikler verirdi. Gerçekten, İbrahim’ le iyi arkadaş olmuştuk ve dağa odun kesmeye , zaman, zaman beraber gider, birbirimizden kuvvet alırdık.
Etem amca, İstiklâl savaşında asker olduğundan, ATATÜRK’ÜN muhafızları mey anında bulunduğundan bahsederdi. ATATÜRK , Ankara’ya geldikten sonra, gönüllü olarak , Onun muhafızlarından olmayı istemişti, okuması, yazması yoktu, fakat cesur ve yürekli bir Anadolu insanıydı. Anlatırken gurur duyduğu belliydi. Asker kaçakları ve isyancılar birleşerek, Ankara’ya doğru yürüyüşe geçmişler, Atatürk’ü bertaraf etmek veya öldürmek istemişlerdi. Etem amca ve arkadaşları, direktifi alır, almaz, silahlanıp, Onların karşısına geçerek, kısa da olsa bir çatışmaya dahi girmişlerdi. Netice de isyancılar kaçmak mecburiyetinde kalmışlardı. Etem amca, cumhuriyetin ilanına kadar, ATATÜRK’ÜN muhafızları arasında bulunmuştu.
30..DOĞANIN GAZABI
Yine böyle sığır gütmeye gittiğim bir gündü. Hayvanları, büyük yaylaya kadar otlatarak götürmüştüm. Öğle üstü hayvanlar göle kadar gittiler, sularını içtiler ve yatıp geviş getirmeye başladılar. Ben , çamların altındaki yaşlı köylülerin yanına gidip oturmuştum. Aniden hava değişmeye başladı. Yaşlılar, bu durumu görünce, erken olmasına rağmen, hayvanları köye götürmemi söylediler. Ben de denileni yaptım, sığırları önüme katarak, köyün yolunu tuttum . Zaten, hayvanlarda da bir anda huysuzluk, bir böğürmedir başlamıştı. Yarı yola gelmiştik ki, aniden, bir fırtına koptu, toz, toprak birbirine karıştı, gök yüzü karardı, göz gözü görmez oldu, sanki gece olmuştu; ne önümü görebiliyordum, ne de arkamı. Fırtına beni alıp sürükleyecek gibiydi. Sığırların böğürmeleri de artmıştı, aklıma korku masalları geldi. Önümü göremez olunca, insiyaki olarak, önümdeki ineğin kuyruğuna yapıştım. Başka bir zaman olsa , inekler, böyle tutunmalara , asla müsaade etmezlerdi. Ne de olsa, onlar yolu görüyor gibi, yavaş, yavaş ilerliyorlardı. Ben de , ayağımı sürükleye, sürükleye ineği takip ediyordum. Allah tan, düz yola inmiştik de ayağım taşlara takılmıyordu. Bu cehennem havası ne kadar sürdü, hatırlayamıyordum. Soğuk Pınarın oraya geldiğimi, hafif bir aydınlık belirince, anlamıştım. Zor da olsa , artık , önümü görebiliyordum ve köye de 100-200mt mesafe kalmıştı. Pınarı önüne vardığımda, annemi, pencerede beni bekler buldum. Beni çok merak etmişti, çünkü, kulağına, devamlı olarak, bir ağlama sesi gelmişti. Beni ağlıyor zannederek, merak etmiş ve üzülmüştü. Sesin sebebi ise, sonradan anlaşılmıştı. Ağaç direkler arasında gerili olan, telefon telleri, fırtınanın şiddetinden, acayip sesler çıkarır olmuştu. Neyse ki bu kıyamet gününe rağmen sığırlardan, hiç telef olan yoktu ve köylüden de bir şikayet gelmemişti.
31.. İLK UYANIŞ
Bazen , ilk baharda, kızlı, erkekli , karaçalıya eşek otlatmaya giderdik. “ Karaçalı” dediğimiz yer, pek yüksek olmayan bir dağın, köye bakan tarafıydı. Gerçekten, burada, yalnızca çalılar hayatlarını idame ettirebilmiş, bir kaç çam müstesna, diğer tür ağaçlar yok olmuştu. Bu yamaçlarda daha ziyade keçi otlattırılırdı. Zaten, işe yarar ağaçların kökünü kazıyan da onlardı. Karaçalı dediğimiz bu geniş yamaca, kuzeyden güneye uzanan dereden geçilerek varılırdı. Dere , kışın dağlardan gelen sellerle coşar ve kabarır, yazın ise, belli , belirsiz akardı. Derenin köy tarafındaki kıyısında, dar da olsa, bahçeler, meyve ağaçları ve dutluklar vardı. Dere kenarında , bizim de yerimiz vardı . Komşu bahçeyle sınır teşkil eden kavak ağaçlarını, Rahmetli, Yusuf ağabeyimin diktiği söylenirdi. Bu kavak ağaçları, sanki Onun hatırasını yaşatırcasına, göğe doğru boy atmışlardı.(sonraki yıllarda ise, caminin yenilenmesinde kullanılacak, kendisi hayır dua ile anılacaktı)
Karaçalıya, böyle , grup halinde eşek gütmeye giderken, çıkınımızda , yavan da olsa ekmek bulunur; ona, bahçeden topladığımız, soğanı, dutu, cevizi katık yapardık.
Hayvanlar otlarken, biz çocuklar, yakınlık duyduğumuzla, bir tarafa çekilir sohbet ederdik. İki kız kardeşten büyüğü ile aramız çok iyi idi. O kadar ki, başımı dizlerinin üstüne koyar, hem konuşur, hem de saçlarımın arasından, bitlerimi ayıklardı. İşte o zaman, içimde Ayşe’ye karşı garip hisler duyardım . O devirde, büyük olsun, küçük olsun, insanların başında ve giysilerinde bit bulunması, her zaman için muhtemeldi. Çünkü, köy yerinde , sabun bulmak veya satın almak çok zordu. Suyun, bizatihi, temizleme gücü olsa da, köy yerinde, onu da bulmak, taşımak, kullanmak eziyetti.
Bu aralar , yavaş, yavaş kızlara ilgi duymaya başlamıştım. Ama benim için, daha o yaşta, yüz güzelliği, bilhassa, gözler çok önemliydi. Gözlerin rengi açık olmalıydı, tercihim yeşildi. Göğüs ve bacaklar, o sıralarda hiç aklıma gelmezdi. Çünkü, köyümüzün kadın ve kızlarına ait kıyafetler, göğüs ve bacakların görünmesine, hatta, belli olmasına imkan vermezdi.
32. KADIN KIYAFETLERİ
Kadınların bedenlerine giydikleri giysiler, kat, kattı. Tenlerine ilk giyilen, omuzlardan, topuklarına kadar uzanan, ve patiskadan yapılan giysiye gömlek denirdi. Belden aşağı, topuklarına kadar uzanan donlarının paçaları geniş olur ve renkli basmalardan, yabanlık için de renkli ipekli kumaşlardan yapılırdı. Tene giyilen beyaz renkli gömleğin üstüne , başka bir giysi, Onun üstüne de düğün, dernek-- zamanlarında, durumuna göre, renkli ve süslü entariler giyerlerdi. Bu entarilerin boyu, kadın donlarının renkli paçalarını örtmeyecek uzunlukta olurdu. Entariler muhakkak astarlı yapılır ve yaka ve ön tarafları bazen genç kızlar tarafından sim ve ipek ipliklerle işlenirdi. Entarilerin biçki ve dikişleri , anam gibi el fazı düzgün köy kadınları tarafından dikilirdi. Hatta, anam ve ebem , gelinlik kızların çeyizleri için, sevabına yorganlarını elde dikiverirlerdi. Entarilerin üzerine, kumaştan yapılmış kuşak bağlanırdı. Ama bayram ve düğünlerde giyilen entarilerin üzerine, zenginlik durumuna göre, gümüş veya parlak madenî kemerler kuşanılırdı. Bu kat ve kat giysiler, aslında, kadın ve kızların , hareket kabiliyetini sınırlıyordu. Tarlada, bağda çalışırken bile buna yakın kıyafetler giyerlerdi. Dolayısıyla, ne göğüsleri belli olurdu, ne de bacakları görülürdü. Başlarına yemeninin altına, fes gibi bir şey giyerler, feslerin üstünde madeni, düz tepelikler bulunurdu. Bu tepelikler, genellikle gümüşten veya parlak madenden olurdu. Kadın ve kızların saçları, genellikle , uzun ve örgülü olduğundan, çemberleri ( baş örtüsü ) dışına uzanır, rengi görülebilirdi. Yabancı bir erkek gördükleri zaman , bilhassa pınardan su taşırken, çemberlerinin uçlarını , burunları üzerine getirerek kolayca yaşmak yapıverirlerdi. Ayrıca soğuk havalarda, baş ve sırtlarını örtecek şekilde bir de atkı kullanırlardı.
Şehirde yerleşip de Bayram ve düğünler sebebiyle köye gelen kadın ve kızların kıyafetleri farklılık gösteriyordu; Çocuk olarak, bizler, köy kadınlarının kıyafetlerinin değişmesini isterdik ve arkadaşlarla, olur mu? Olmaz mı? Diye söyleşirdik . (Şehirden gelen hemcinslerinin kıyafetleri nazarı itibara alınmak suretiyle, bizim köye özel olan bu kadın kıyafetleri değişecek, fakat oldukça, uzun zaman alacaktı.)
33. İLK GÖZ AĞRISI
Artık üçüncü sınıfa gidiyorduk ; Eylül ayı idi. Okul açılalı iki hafta olmuştu. Öğretmenimiz H. Kaya,
- size iyi bir haberim var, dedi. Merak etmekle beraber, nedir diye kimse bir şey sormadı, yüzüne öylece bakıyorduk. Sonra kendisi devam etti.
-Habipler köyünü, kardeş köy, okulunu kardeş okul seçtik. Köyün öğretmenine mektup yazmıştım, O’ da kabul etti. Hepimiz, kızlar hariç, Cumartesi günü, erkenden yola çıkıp, oraya gideceğiz. Bildiğiniz gibi, her talebenin bir numarası var, numaranın karşılığı , orada hangi talebeye ait ise, onun arkadaşı olacak, Onun evinde bir gece misafir kalacak, ertesi günü, yani Pazar günü de geri döneceğiz ..
Öğretmen, , seçilen kardeş köyü göstermek için bizi okulun bahçesine çıkardı. Köy uzaktan görülüyordu. Komşu Keşanuz köyünün çukurluğu ve yemyeşil akan çayından sonra, arazinin yapısı, birdenbire yükseliyor, geniş bir plato halini alıyordu. Dolayısıyla, Keşanuz’a göre yüksek olan Habipler bizim köyün seviyesinde bulunuyordu. Bu sebeple de orası, bizim köyden görülebiliyordu. Öğretmen sözlerine devam ederek;
-Köy odasında, köyün ileri gelenleriyle konuştuk. Onlar kabul ettiler, ama, yine de her talebe, ailesine haber versin, yarın erkenden yola çıkacağız, ancak öğle namazından evvel oraya vasıl olabiliriz, dedi
Biz çocuklar bu habere çok sevinmiştik. Tanımadığımız bir köy görecek, tanımadığımız talebelerle tanışacaktık. Yine de öğretmene sormadan edememiştim”-Öğretmenim! Oradaki arkadaşlar da bizim köyü ziyaret edecekler mi? Kız arkadaşlarımız, bizimle neden gelmiyorlar? Öğretmen de cevabında şöyle demişti
-Kardeş köyün talebeleri, gelecek sene, nisan ayında , bizi ziyarete gelecekler; kız arkadaşlarınızı götürmüyoruz, çünkü, uzun yolu kat etmekte belki zorluk çekerler. Belki de bizim yürüyüşümüzü yavaşlatırlar. Bu konuyu, köy odasında konuştuk ve böyle bir karara vardık. Ama kardeş köy çocukları, mesafeyi göze alırlarsa, kızlı, erkekli gelebilirler.
Ertesi günü, erkenden, aşağı harmanlarda toplandık. Öğretmen önde, biz arkada, yola koyulduk. Yolun taşlı, topraklı olması ve mesafenin uzaklığı, büyük çocuklar için fazla problem yaratmıyordu; ama bizler, Keşanuz çayını geçip yol yokuşa vurunca yavaşlamaya başladık. Ayrıca küçük, küçük taşlar ayaklarımıza batıyordu. Kiminin ayağında çarık vardı; ben dahil, kimi de yanıl ayaktı. O mesafeye kadar fazla sorun çıkmamıştı.
Yol biraz genişleyince, öğretmen, bizi toplayıp sıraya sokuyor, hep bir ağızdan, marş söyletiyordu. “Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan........” Biz marş söyleyerek yürürken, tarlalarda çalışan köylüler de, bize hayret ve biraz da merakla bakıyorlardı. Herhalde , ilk defa , böyle toplu yürüyüş görüyorlardı.
Bir kuyu başına gelince, bir ağacın gölgesine oturarak, mola verdik. Genellikle, köyler ve köylerle kasabalar arasında böyle kuyulara rastlanırdı. Bu kuyuları hayır sahipleri kazdırır, temmuz ve ağustos sıcağında, uzun mesafe kat eden ve susuzluktan yanan insanlar, bunlardan , buz gibi su içerek, hayır dua ederlerdi. Onlar için bu kuyular, büyük bir nimetti. Biz de buz gibi suyu içerek, hayır dua etmiştik.
Köye yaklaşırken, ezan sesini duymuştuk; köy odasının önüne vardığımızda, köy öğretmeni, köy çocukları ve bir kaç köylü bizi karşıladı. Öğretmenler, aralarında hoş - beşten sonra, bize öğle yemeği olarak, gözleme ve ayran ikram etmişlerdi. Bilahare, köyün dışında olan okula götürdüler. Okulun bahçesine, meyve ağaçları ve çiçekler dikmişlerdi. Bir kısmının üzerinde , hâla , çiçekler vardı. Okulları da bizimkinden büyük ve bakımlıydı. Merdivenlerden çıkarak, büyük bir sınıfa girdik. Sıralara , kardeş talebelerle , sıkışarak oturduk.
Köy öğretmeni, kara tahtanın önüne geçerek, bizlere.
-Sizleri, kardeş köyün çocukları olarak, aramızda görmekten sevinçliyiz, tekrar, hoş geldiniz diyorum. Şimdi numara sırasına göre, bizim çocukları, birer, birer buraya çağıracağım. Onlar kendilerini, sizlere tanıtacaklar, sonra, aynı numaraya sahip kardeş köyün çocuğu buraya gelecek, O da kendini tanıtacak, aynı numaraya sahip iki talebe, tanışma işi tamamlanıncaya kadar sınıfta kalacak, bilahare ev sahibi talebe, misafirine, köyümüzü tanıtacak ve evinde bu akşam misafir edecektir. Yarın da , yani Pazar günü, misafirleri, köyümüzden yolcu etmiş olacağız, dedi. Artık numaraları okuyup, talebeleri çağırmaya sıra gelmişti.
“Bir----, iki----, üç---, numaralar okunuyor, eşleşenler, gülerek el sıkışıyor, sıralarda , yan yana oturabilmek için boş yer arıyorlardı.
Öğretmen, “ beş numara “ diye seslenince, güzel bir kız ayağa kalkmasın mı! Ben de biraz heyecanlı, biraz utangaç, ayağa kalktım; Ona doğru yürüdüm, önce O elini uzattı, tokalaştık, ( Öğretmen tembih etmeseydi belki tokalaşma olmayacaktı) Kendimizi tanıttık ve sonra , bir sıra bulup, yan yana oturduk. Sanki, herkesin gözü, ikimizin üzerindeymiş gibi hissettim. Kızın da yüzü kızarmış gibiydi, ama benden daha rahat hareket ediyordu. İsmi, Halime idi. Üzerinde, renkli basmadan, bir entari vardı. Bizim köyün kıyafetlerinden farklıydı. Ayaklarında lastik pabuçlar, başında da renkli bir yemeni, baş örtüsü vardı. Baş örtüsünün altından, omuzlarına doğru, örgülü , sarı saçları uzanıyordu.
Okuldan çıkıp, yan yana yürürken, görebildiklerim, bunlardı. O , köyü hakkında bilgi veriyordu, ama ben etraftan ziyade kıza bakıyordum. Bir ara, kendimi toplayarak, acaba ben ne söylemeliyim diye düşündüm ve bir anda:
-Köyünüz, okulunuz güzelmiş, sen de güzelmişsin! deyiverdim ve hemen kızardığımı hissettim,. Yüzüne bakınca, Onun da kızardığını ve başını önüne eğdiğini gördüm.
-Haydi ! bize gidelim , diyerek, uzaktan evlerini gösterdi. Evin çatısı kiremitli idi. Anlaşılan, yeni tiplerdendi. Evin önüne geldiğimizde “ ana “ diye seslendi. Ses veren olmayınca, kapıyı iterek, açtı. “ Az bekle” diyerek, bir ibrik ve havlu ile geldi. “ayağını yıkayalım “ deyince; yalın ayak olduğumu hatırladım ve pis, topraklı ayakla ,içeriye girilmeyeceğini anlamış oldum. Ayağımı ve yüzümü yıkadıktan sonra biraz, ferahladım. İçeriye girip de anasını göremeyince.
-Galiba, anam su getirmeye gitmiş , dedi. Her köyde olduğu gibi, anlaşılan , bu köyde de su sorunu vardı. Evleri iki katlıydı, bir merdivenle ikinci kata çıkılıyordu. Konuşmuş olmak için,
-Bizim köyde, evlerin zemini , genellikle, hayvanlar için, ahır olarak ayrılır, sizinki nerede? Dedim. İlk defa gözlerimin içine bakarak,
-Bizim ahır , evimizin arkasında, ayrı bir bölmede, dedi. Bu defa, yemyeşil, iri gözleri olduğunu fark etmiştim. Burnu küçük ve düzgün, güzel yüzüyle uyumluydu; dudakları ince ve kiraz gibi kırmızıydı. Onu , kaçamak, tetkik ederken, kalbimden, sıcak bir şeylerin aktığını hissettim.
Bir müddet sonra, su dolu iki bakraçla, anası çıkageldi. Halime, cankurtaran gibi
“-Yardım edeyim ana “ diyerek, güğümleri, anasının elinden alırken,
-Bu oğlan, kardeş köyden, numara arkadaşım, bu gece bizde misafir kalacak, yarın da gidecekler, dedi. Gidip, anasının elini öptüm, tertemiz, beyaz bir örtü örtülmüş sedire oturmam için, bana yer gösterdiler.
Akşama doğru Halime’nin babası geldi. Durumu bildiği anlaşılıyordu, “hoş geldin” deyip oturduktan sonra , bana, köyümüz ve ailem hakkında sorgu, sual etti. Aslında , fazla konuşmaktan hoşlanmazdım. Ancak, sorulan suallere cevap veriyordum. Kendimi , biraz da acz içinde hissediyordum; Zengin bir ailenin yanında, fakir bir insan , başka nasıl hissedebilirdi ki?! Üstüm, başım, ayağım fakirliğin nişanesiydi.
Akşam yemeğinde, Tavuk, pirinç pilavı ve ayran vardı. Kendi bostanlarının mahsulü, karpuz da kesmişlerdi. Yemem için çok ısrar ediyorlardı, Ama heyecanım, fazla yememe mani olmuştu.
Yukarda, odalardan birine temiz bir yatak sermişlerdi. Duvarlardan birinde, Hazret -i Ali’nin kılıç tutan bir hayali resmini işlemişlerdi. Yattım, ama gözüme bir türlü uyku girmemişti. Halime’yi çok beğenmiştim ,fakat, beni düşündüren asıl mesele, nisan ayında, bizim köye geldiklerinde, kızı nasıl misafir edeceğimiz idi. Bu husus aklıma takılmıştı. Anama nasıl söyleyecektim, gerçi Yusuf Ağa, gösterişe düşkün ve misafirleri severdi ama bu durumu nasıl söyleyecektik ve nasıl karşılayacaktı? Halime’ye mahcup olmak ta vardı.
Ertesi günü, kardeş okulun çocukları bizi uğurlarken de , yol boyunca da aynı soru kafamda , tekrarlanıp duracaktı. Ayrıca, Halime’nin güzelliği de hiç gözümün önünden gitmeyecekti. Acaba bu, çocuk kalbime düşen, ilk kıvılcım, ilk aşk mıydı?
34. ATANIN ÖLÜMÜ
Artık kasım ayına girmiştik. Bir gün öğretmenimiz, sınıftan içeri girdiğinde, çok üzgün olduğu, her halinden belli oluyordu. Yerimize oturduktan sonra,
Çocuklar ! Size kötü bir haberim var, Gazi Mustafa Kemal vefat etmiş, dedi. Bir anda sınıfa bomba düşmüş, hiç kimse kalmamış gibi sessizlik oldu. Sonra yine hepimiz birden ağlamaya başladık. Öğretmenimiz, Ondan sık, sık bahseder,” O olmasaydı, biz olmazdık” derdi. Yaptıklarını, teker, teker anlatırdı. Etem amcadan da Onun hakkında çok şeyler dinlemiştim.
büyük insanın, atamızın ruhunu şad etmek için , merasim yapmış, okul bayrağını, yarıya indirerek saygı duşunda bulunmuştuk. Ayrıca, öğretmenin teklifiyle, bütün köylünün iştirak ettiği bir merasim, pınarın önünde yapılmıştı. Bu yönüyle, aydın ve milliyetçi olan köylümüz, öğretmenimize, Onun hakkında bir konuşma yapmasını istemişlerdi. Konuşma esnasında, herkes gerçekten çok duygulanmış, göz yaşı sel gibi akmıştı. Ayrıca O büyük insanın ruhu için, köy camiinde mevlit okunmuştu
35. ERZİNCAN DEPREMİ
Bir yıla daha girmiştik. Devamlı kar yağıyordu. Bir gece tipi ve fırtına bütün civarı karla kaplamış ve bilhassa, okul yolunu bir adam boyu doldurmuştu. Değil çocuklara, büyüklere bile , geçit verecek gibi değildi. Okulumuz, köyün dışında, 200-300 m. Uzağında, tenha bir yerdeydi. Öğretmenimizin çağrısı üzerine, kazmasını, küreğini kapan köylü koşup gelmiş, yarım saat içinde yolu açmışlardı. Okul ne de olsa , sıcaktı. Köylünün getirdiği odunlar sayesinde, sınıftaki soba devamlı yanıyor, soğuktan donan ayaklarımızı, sobanın etrafında ısıtma imkanı buluyorduk.
İşte böyle bir günde, Köy odasındaki radyodan, Erzincan depreminin acı feryadı duyulmuştu. Biz çocuklar dahil, bütün köylü, Türkiye’yle beraber, depremde ölen otuz beş bin kişi için ağlamış, Onların yasını tutmuştuk. Bu dondurucu kış günlerinde, evsiz , barksız kalan binlerce insanın acısını içimizde hissetmiştik. Sanki Atatürk’ün ölümü yetmiyormuş gibi, bu ikinci felaket de milletimizi derinden yaralamıştı Bu felaket üzerine bir ağıt bile yakılmıştı.” Erzincan duman oldu, halimiz yaman oldu.......” gibi . Bütün köylünün ağzından düşmemişti bu acıklı ağıt, Bunu devamlı dile getirerek, Felaketzedelerin duygularına ortak oluyorduk.
. 36.KÜÇÜK ODUNCU
Üçüncü sınıfı bitirip diploma almıştık. Köyde, dört ve beşinci sınıflar okutulmuyordu. Eğitmen , tekrar, birinci sınıftan başlayarak, köy çocuklarını üçüncü sınıfın sonuna kadar okutmaya devam edecekti. Dört ve beşinci sınıfı okumak isteyenler Keşenuz’a, orta okulu okumak isteyenlerin ise Güdüle gitmesi gerekiyordu. Okumayı çok sevdiğim halde, böyle bir istekte bulunmam mümkün değildi. Nede olsa durumumu biliyordum. Biraz idrak sahibiydim. Badema, karnımı doyurabilmem için, işe yaramam gerektiğinin de idrakindeydim. Halamın sözleri hala kulağımdaydı .. Mektup hadisesinden sonra, anam ,beni Onlardan alıp götürürken, halam arkasından şöyle seslenmişti.
- Artık, Yusuf işe yarar hale geldi. Nadire gibi, Onu da köle gibi çalıştıracaksınız., Daha önce aklınız neredeydi”?
Okul devrelerin de bile, anam bana iş gördürürdü.
--Yediğin ekmeği hak etmelisin, derdi. Kış mevsiminde, hayvanlara yem ve su verme, tımar etme, ahır temizliği gibi işler bir yana, ( Nadire ve Yusuf Ağanın kızı Emine olmasına rağmen) bazen ev temizliğini bile bana yaptırırdı. Bu sebeple, bazen, Nadire’ye kızar, benden iri ve güçlü olmasına rağmen, en zayıf yerini bildiğimden, saçlarından tuttuğum gibi yere çalardım.
Artık, okul bittiğine göre, daha çok çalışmam gerekecekti. En zorlu işlerden biri de , kışlık yakacak odun getirmekti. Odunları eşekle taşıyacaktım, ama, kaç eşek yükü? Ne kadar getirebilirsen, o kadar makbul idi. Kestiğim odunları eşekle taşıdığım için, galiba şükretmeliydim. Bazıları-, ebemin yanındayken, benim yaptığım gibi, - odunları sırtında taşıyordu.
Odun kesip taşıyacağımız yerler, köye pek yakın değildi. Bazen, köyden iki- üç km. uzağa, çatağa kadar gitmemiz gerekiyordu. Dere boyunca, arazi, dolayısıyla, yol düzdü. Çatağa gelirken sağ ve solda, ve buradan sonra da dağlar yükseliyordu. Meşe odunu kesmek için köye yakın dağlar daha uygundu,; çamlar ise, kesile , kesile daha uzaklarda kalmış, bu sebeple Kızık Yaylasına, veya Büyük ve Küçük yaylaya kadar gitmek mecburiyetinde kalıyorduk. Genellikle, anlaşarak, konuşarak, iki veya daha çok kişinin katıldığı gruplar oluşturarak odun kesmeye giderdik. Grubun içinde , en küçüklerinden biriydim. Benim katılmam, zorunluluktandı. çalışırsam ekmek vardı; aksi takdirde azar işitmem ihtimali mevcuttu. Biraz onur sahibi olduğum için, kendime söz söyletmek istemezdim.
Kışlık odun olarak kesip getirdiklerim, daha ziyade, yaş ve kuru çam, çalı, çırpı dediğimiz, toplama odun ve en makbulü de meşe idi. Çamı, cinsine ve kalınlığına göre, keserken zorlanıyordum. Bazen çam sert, bazen de balta körlenmiş oluyordu. Çamı kesip devirmekle iş bitmiyordu. Onu dal ve budaklarını keserek ayırmak, sonra da , gövdesini, eşeğe yüklenecek uzunlukta, parçalara bölmek gerekiyordu. Tabii, sık, sık yorulup mola veriyordum. Aynı zamanda işe başladığımız büyükler, çabucak, işlerini bitirmiş oluyorlardı. Kestiğimiz çamdan, bir eşek yükü odun edince, geri kalanı başka bir zaman istifade etmek düşüncesiyle, orada bırakıyorduk, Tabii, başkası onları bulup istifade etmemişse.
Odunu hazırladıktan sonra eşeğe yüklemek de benim için büyük sorundu. Bazen, acz içinde kalıyordum, Eğer , benden büyüklerden biri yardım etmezse, bu iş bir saatimi alıyordu, ve hırsımdan, ağladığım olurdu. Bu durumda, genellikle eşeğe kızardım, yerinde durmuyor diye.
Aslında, eşeğe odun yüklemek, benim gibi boyu.- Bosu olmayanlar için, kolay bir iş değildi. Her şeyden önce, yükü ,sağlı, sollu dengeli ayırmak gerekiyordu. Ayrılan yükün arasına eşek çekilecekti.; asgari, iki tane, eşeğin yüksekliğinde, çatallı odun veya sopa gerekliydi. İki ucu eşeğin semerine bağlı urganın, diğer uçları , sopanın çatallı yerinden geçmek suretiyle, tekrar semerin gancasına bağlanacak şekilde ayarlanmalı, insanın iki kolu göğsü önünde kıvrılmış odun taşırmış gibi, odunlar urganın üstüne istif edilmeliydi. Urganın üzerine yüklenen odunlara sopa payandalık yaparken, aynı şekilde yükleme işi, eşeğin öbür tarafında da devam ettirilmeliydi. Sonunda , çatallı sopalar, yüklerin altından çekilerek, yük eşeğin semerine , dolayısıyla, eşeğe yüklenmiş olmalıydı. Ancak, bu işlemleri yaparken, eşek yerinde durmalıydı. Durmaz, hareket ederse, işte o zaman cinler başıma üşüşüyordu. Böyle durumlarda, bazen dizimi, bazen de eşeği dövüyordum. Çoğu zaman da benden büyüklerden yardım itiyordum. Huylu Osman, bana en çok yardım edenlerdendi, Ben de genellikle, Onun gittiği yere gider, peşini bırakmazdım. Bazen, Onunla yiyeceklerimizi bile paylaşırdık. Azığımız da , genellikle, zeytin, ekmek, yeşil soğan, sonbaharda ise taze cevizdi. Nadiren de olsa , anam, ekmeğime tereyağı sürüverirdi. Hele Onun yaptığı şahane cevizli sucuk da varsa, O gün bayram ederdik. Odun etmeyi tamamladıktan sonra, bir kuyu başında, bir çamın gölgesinde, azığımızı yiyerek yorgunluk çıkarırdık. Huylu Osma’nın sesi çok güzeldi, bu arada bir türkü tutturur, dağlar inlerdi. Ben de zevkle dinlerdim.
Yük taşıyan eşek ve katırlar için, semer de çok önemliydi. Eğer kaliteli semer olmazsa, hayvanların sırtını vurur, yara açardı. Bu da hayvanlara çok ıstırap verirdi. Kötü semerin açtığı yaralar, iyi bakılmaz, tedavi edilmezse, uzun müddet hayvandan istifade edilmezdi. Bu sebeple, Güdül’de bu işin ustaları vardı. Gerçekten semercilik maharet isteyen bir işti. Sorgun’daki en yaşlı teyzemin kocası da semerciydi ve Yusuf Ağa, genellikle, semeri Ona yaptırırdı. Bu sebeple sorun çıkmaz, hayvan yük taşırken, biz de semer üstünde rahat ederdik.
Her zaman çam ağacı kesmiyorduk,; meşe en çok tercih edilen odundu. Üstelik, çam keserken, bir de korucu tehlikesi vardı. Meşe, ocakta veya sobada, daha uzun zaman dayanır, hem daha iyi kor dökerdi. Meşe koru çok dayanır, ateşini uzun süre muhafaza ettiği için, mangallara alınır, sobası olmayan odaları ısıtmakta kullanılırdı. Hani derler ya! “ Odunun iyisi meşe, kadının iyisi Ayşe “
Meşenin de iki türü vardı. Biri kara meşe , diğeri ak meşe; ak meşenin kabukları pürüzsüz ve daha az dayanıklı, kara meşenin kabukları pütürlü ve daha çok dayanıklıydı. İşte benim sorunum da , bu kara meşeden kaynaklanıyordu.
İlk baharla birlikte, avuçlarımın derileri, kısım, kısım soyulurdu. Bu durum son bahara kadar devam ederdi. Bu süre zarfında , elimin içi, bir çocuğun eli gibi, ince derili ve hassas olurdu. Çare olur diye, Ayşe halamlarda kalırken, Onlarla birlikte, Beypazarı yakınlarındaki içmelere gitmiştim. Fakat içmeceler, Onları bilmem ama, bana çare olmamıştı. ( Bu durum uzun yıllar devam edecek, azalan stres ve dengeli beslenme neticesinde sona erecekti.)
İşte ellerimin yaz boyu süren, hassaslığı sebebiyle, diğerlerinden ziyade, kara meşe odununu ederken, keserken bana dayanılmaz acılar veriyordu. Her odun etmeye gidişte, ellerimin derileri çizilir kan içinde kalırdı. Kanayan ellerim, uzun süre sızım, sızım sızlar, acısı içime çökerdi. Çoğu vakit dayanamaz ağlardım. İşte böyle zamanlarda, kaderime, hayatıma küfürler ve isyan ederdim. Buralarda durmayacağıma dair, yemin eder, kendi, kendime söz verirdim. Bu durum, bana eşeğe odun yüklemekten daha zor ve ıstıraplı gelirdi. Ama öyle veya böyle , bu işleri yapmak mecburiyeti vardı. (Bu duygularımı, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dizelerle dile getirecektim.)”
ÇOCUKLUK ANISI
“Yetim ve öksüzdüm, hem anadan, hem de babadan
“Çocukluğu yaşamadım, öyle kötü havadan.
“Belli bir acım var ki, kalbi kanatan,
“Sana sığınmıştım, ey Yüce YARADAN.
“Ne çocukluğu yaşadım, ne sevgi tattım;
“Ne baba tanıdım, ne ana kucağında yattım;
“Dağdan odun toplar iken , ellerimi kanattım;
“Kendimi gurbete, çok küçük yaşta attım”
“Karda, kışta, çırılçıplak ayakla,,;
“Dağ gittim, zorbalıkla, dayakla,
“Çalış, didin, para kazan, ne hakla?
“Acı günleri unutma, kabus gibi sayıkla!
37..ŞEYTAN İŞİ
Ağustos sonuydu. Harmanlar kalkmış, diğer işler mey anında, un öğütme gereği duyulmuştu. Keşenuz’un değirmeninde sıra bulmak mümkün değildi. Dolayısıyla, buğday çuvallarını eşeklere yükledik, grup halinde, 15- 20 km. uzaktaki değirmene gitmek için yola koyulduk. Grupta , İbrahim Agam da vardı.. Daha doğrusu, O gidiyor diye, beni de buğday yüklü eşekle Ona emanet etmişlerdi.
Küçük bir kervan olarak, değirmene geç vakitte ulaştık. Değirmenci, uzaktan gelen bizleri, misafirperverlikle karşıladı; akşam yemeği olarak, bize, çaydan tuttuğu, sazan balıklarıyla, bulgur pilavı ikram etti. Bense balığı pek sevememiş, pilavı tercih etmiştim.
Burada da sıra vardı; bizden önce gelenler, buğdaylarını öğütüyorlardı. Bizim için sıramız gelinceye kadar , yapılacak bir iş yoktu . Çay kenarında, söğüt dallarının altına uzanıp, çayın şırıltısını dinleyerek, konuşarak vakit doldurmaya çalışıyorduk. Değirmen bir vadi içinde olduğundan, güneş çabuk gözden kaybolmuştu. Hava karardığı için, kör kandilin aydınlattığı, değirmene girmiştik. Loşluk ve değirmenin, çalışırken çıkardığı monoton ses, insanın hemen uykusunu getiriyordu. Herkese, un öğütenler hariç, bir rehavet çökmüş, bir tarafa kıvrılıp uykuya dalmıştı.
İşte böyle bir gecede, ilk defa beni şeytan aldatmıştı. Sabahleyin farkına vardım bu işin; İbrahim Agam bu konuda beni uyarmıştı. Böyle durumlarda, bütün vücudumun yıkanması gerektiğini, aksi takdirde, günaha gireceğimi belirtmişti. İyi ki, yanımızda çay akıp duruyordu; kimseye görünmeden, uzaklaştım ve kendimi çayın serin sularına bırakıverdim ( N e yazık ki, melun şeytan, hayatım boyunca, zaman, zaman bana bu oyunu oynayacaktı.)
38.KÜÇÜK ÇOBAN
Bir gün, Yusuf Ağa, Çobana yardımcı olayım diye, beni Kızık Yaylasına gönderdi. Çobanların bir çoğu, başka , başka yöre ve köylerden tutulurdu.
Tabii, bizim köyden olanlar da vardı. Mesela, Hanife ablamın kocası çobanlık yapıyordu. Bizim çobanın yardımcısı da, bir müddet için köyüne gitmiş, O
gelinciye kadar da benim çobana yardım etmem isteniyordu. Zaten çobanların ekmekleri iki, üç günde bir köyden giderdi. Bunu, ya ben götürürdüm,
veya dağa oduna giden birisiyle gönderilirdi.
Keçiler kış mevsimini ağılda geçirirler, çoban onları otla veya çamları keserek - (ki biz buna PÜR derdik,)- beslerlerdi. Yerler karlı da olsa, hava biraz güneşli ise, ağıldan dışarı çıkarılırlar. Bilhassa meşelerin yapraklarıyla karınlarını doyururlardı. Yaz gelince yüksek yaylalara götürülürler, artık bir mevsim oralarda otlarlardı. Gündüzün sıcağında pek otlamadıkları için, bazen mehtaplı gecelerde bile, otlamaları için kıra salıverilirlerdi. Böyle gecelerde, çoban ile, çoban köpeklerine büyük görev düşerdi. Keçiler, oğlaklar, kurtlara yem olabilirlerdi. Başlarına herhangi bir kaza da gelebilirdi.
Haftada bir gün tuzlanmaları gerekiyordu, Tuz , onların beslenmesi için gerekli bir şeydi. Geniş bir sahada, yassı kayaların üzerine tuz serpilir, keçiler koşa, koşa gelir, büyük bir iştahla tuzları yalarlardı. Bu defa susayan sürü, Büyük yayladaki göle doğru yönelir, oraya ulaşınca , kana, kana su içerlerdi. Artık, sıcakta, çamların altına uzanıp, geviş getirme zamanlarıydı. İşte çobanların en rahat zamanları buydu. Gece sürüyü korumak için gözlerini kırpmayan çobanlar, artık çamların gölgesine uzanarak, rahat, rahat uyuyabilirlerdi.
Keçiler çok sevimli hayvanlardı. Uzun tüyleri pırıl, pırıl parlardı. İlk bahar gelince tiftiklerinin kırpılması gerekiyordu. O zamanını zaten belli ederdi, Sair zamanlar hiç bir şey olmazken, bu mevsimde keçiler çalılara sürtündüğünde, tiftikleri , çalılarda kalır, mal sahibi için kayıp olurdu. Bu sebeple zamanında kırpılması, hem de ehil kimseler tarafından kırpılması tercih edilirdi. Böylece, sürü sahipleri, zayiatsız ve temiz kırpılan tiftiklerden daha fazla gelir elde ederlerdi. Keçiler kırpıldıkları zaman çırıl çıplak kalırlardı. Bazen de havalar anormal soğuk yaptığında üşüyüp, büzüşürlerdi. Bazıları şeytan gibi en olmadık yerlere tırmanırlardı, Öyle sarp yerlerde dolaşmaya alışkın olduğum halde, ben bile, onlara ulaşmakta zorluk çekerdim. Bazen de inatları tutar, bizi çileden çıkarırlardı. Marttan itibaren keçiler yavrulamaya başlar, bu çobanlar için bir sorun olduğu kadar, bir bayram sevinci de yaratırdı. Biraz büyüyünce, oğlakları, öyle sevimli ve cana yakın olurdu ki, tutup sevmeden edemezdik, Bu sırada anaları da civarımızdan ayrılmaz, garip, garip melerdi. Yavruyu bıraktığımızda, hoplaya zıplaya, anasına koşardı.
Üç tane çoban köpeğimiz vardı. Görevleri, sürüyü kurtlardan korumaktı. Boyunlarında demir dikenli tasma bulunurdu, Köpeklerin , kurtlara karşı en zayıf yerleri boyunları olduğundan, bu demir tasmalar , kurtlara karşı, köpekleri koruyucu olurdu. Çoban köpeklerine çok değer verilirdi. Beslenmeleri için , icabında keçi bile feda edilir, kesilebilirdi. Tabii, keçiler seçilirken, zayıf düşmüşler, hastalıklılar, kaza ile yaralananlar tercih edilirdi. Hastalıklı olmadığı takdirde, çobanlar, kendilerine de pay ayırırlardı. Taze koparılmış kekikle , eti ateşte közleyince tadına doyum olmazdı. Tiftik keçisinin eti, koyun etinden daha lezzetli olurdu. Artan etleri çoban, kavurma yapar, çam ağaçlarına asarak muhafaza ederlerdi., En sıcak günlerde bile çamlar rüzgar yapar, o esintiyle kavurma soğuk havadaymış gibi haftalarca saklanabilirdi.
Tavşan, keklik, yaban kazı, yaban tavuğu, çobanların başlıca avlarındandı. Hatta, keklik yumurtasından bile istifade ederlerdi. Ama ben kekliklerin avlanmasını hiç istemezdim. Görünüşleri o kadar güzel ve zarif, sesleri o kadar nağmeli ve yanıktı ki ! Onların sekerek yürüyüşüne, çıkardıkları seslerin gevrekliğine bayılırdım. Uzaktan, onları rahatsız etmeden , dakikalarca gözlerdim
Keçi sütü ise çobanların vazgeçilmez gıdalarındandı, sık, sık sütlaç yaparlardı. Ama bu şekersiz yapılan bir sütlaçtı. Ayrıca köyden de , bulgur, tarhana gibi gıdalar da gönderilirdi. Yanlarında kap, kaçak bulunur, bunları pişirmek fazla sorun olmazdı.
Gece uyurken veya yağmur yağdığında kepeneğe bürünürdük , hem yağmurdan, hem de soğuktan korunurduk. Yıldızlı gecelerde ise, en büyük zevkim, sırt üstü , kepenek üzerine uzanıp, gökyüzünü seyretmek olurdu. Böyle gecelerde kendimi, masal diyarlarına gitmiş farz eder, çeşit, çeşit tahayyüller içinde dalar giderdim. İşte böylece, çoban yardımcılığım devam ediyordu ki, bir sabah, kepeneğin içinden çıktığımda, boynumu, bir taraftan, diğer tarafa döndüremediğimi fark ettim. Çoban hasan ağabeye seslendim.
- Hasan ağabey! Gel bak , hele! Boynumu, bir taraftan diğer tarafa çeviremiyorum, sağ tarafıma doğru eğilmiş kalmış , dedim. HASAN ağabey geldi, baktı, elledi, külledi, değişen bir şey olmadı.
- Biraz bekleyelim, belki geçer, dedi. Öğleye doğru da
-Haydi, sen köye git; belki cin çarpmış olabilir, okutur, üfletirsin, dedi. Boynumda bir katılık hissediyordum, dolayısıyla , ben de endişelenmiştim. Yavaş, yavaş, yürüyerek, köye vasıl oldum. Anam beni görünce:
--Niye geldin oğlum, amcan duyarsa kızar, iyi ki köyde değil, hemen geri dön! dedi. Durumumu anlatınca da ,Beni, Geredeli hocaya gönderdi, seni bi okuyuversin, belki cin çarpmıştır. Namaz sonrası , Geredeli hocayı bulup, boynumu gösterdim.
-Seni cin çarpmış, şimdi okurum, geçer, diyerek okumaya başladı. Üstelik bir de tükürüğünü yüzümde hissetmiştim. Ama değişen bir şey yoktu. Bir iki gün geçince üzüntüm artmaya başladı, Sadullah’ın boynu da böyle eğri idi, ya Onun gibi, boynum eğri kalırsa diye endişe ediyordum. Bir hafta -on gün köyde böyle dolaştım, Yusuf Ağa beni böyle görmüş, insafa gelerek, tekrar, çobanlığa göndermemişti. Daha sonra, boynum kendiliğinden geçmiş, buna çok sevinmiştim. Demek ki bu hal soğuk gecelerin ve tabiatın bana bir azizliği idi.
39. VAHŞİ ATIN ÖYKÜSÜ
Bir pazartesi günü (Güdülün pazarı) ,Yusuf Ağa, eşeğin sırtında, yedeğinde , kuzgunî bir at ile çıkageldi. Köy odası önünde oturanlar,
- Hayrola, Yusuf ağa, bu atı yeni mi aldın, diye soru yağmuruna tuttular. Yusuf ağa da
- Evet yeni aldım, daha doğrusu, değiş, tokuş ettik; birisinden tiftik parasından dolayı alacağım vardı, onun yerine atı almak mecburiyetinde kaldım, diye cevaplandırdı. Sonra da bana dönerek:
-Haydi! Şunu al, önce , şöyle bir dolaştır, teri soğusun, sonra da su içirip, ahıra götür ve yemini ver,” diye talimat verdi.
At, kuzgunî siyahtı, tüyleri parlak ve kısa idi. Kapara gözleri biraz da vahşi bakıyordu. Yelesi bol ve uzundu; ayak bilekleri incecikti. Hantal değil, bakımlıydı; bacakları, benim boyumdan uzundu. Başım, karnının hizasına ancak geliyordu. Başı ise dik ve yükseklerdeydi. Atı bu görünüşüyle , çok sevdim, ama ya huysuzluk yaparsa diye korkuyordum. Hayvana, pınarın yalağından su içirirken, Yusuf ağanın konuşmasını duyuyordum.
-Hayvan, daha bir buçuk- iki yaşında, biraz huysuzluk yapıyor, halen kimseyi sırtına bindirmiyor.
Atı ahıra götürdüm, yularından, direğe bağladım, Yem torbasına, biraz saman, biraz da arpa koydum, boyum yetişmediği için, ayağımın altına bir şeyler koyarak torbayı, başından , zorlukla geçirdim.
Artık görevim, onu yemlemek, sulamak, kaşağı ile tımar etmek ve bacakları açılsın diye, her gün on beş yirmi dakika dolaştırmaktı.
Aradan bir aya yakın zaman geçmişti. Yusuf ağa, anam’a ”Yarın Cuma, erkenden çıkıp Uruş pazarına gideceğiz, Köyden bir kaç kişi daha var, Onlar da bizimle gidecekler, atı orada satmayı düşünüyorum, Yusuf da benimle gelecek”diyor, anam da mecburen kabul ediyordu. Ve bize yolda yememiz için erzak çıkını hazırlıyordu.
Ertesi günü, erkenden, küçük bir kafile olarak yola koyulmuştuk. Yusuf ağa eşek sırtında, bense, at yedeğimde olmak üzere yaya olarak gidiyorduk. Neyse ki bir kuyu başında mola verdik de dinlenme imkanı bulabilmiştim.
Uruş’u ilk defa görüyordum. Dağların arasında, boz bir görünüşü vardı. Gece bir handa kalmıştık, Cuma günü ise, hayvan pazarını boyladık. Pazar toz, toprak içinde, düz, ağaçsız bir arazide kurulmuştu. Gürültü, şamata, kulakları rahatsız ediyordu. Bizim ata , pek çok alıcı çıkmıştı, alıcılar atı çok beğenmişlerdi, ancak, şöyle bir ata binerek , denemek istiyorlardı. Daha binme teşebbüsünde bulunur, bulunmaz, at, durumu anlıyor, huysuzlaşıyor, arka ayakları üstünde , şaha kalkıyordu. Hiç bir alıcı ata binmeye muvaffak olamamıştı , dolayısıyla, at da satılmamıştı. Bu duruma, amcamın canı pek sıkılmıştı.
Ertesi günü, köye doğru yola çıktık. Yürümekten yorgun düşmüştüm. Yolun yarısında, kesin bir kararla:
-Amca! Ata binmeyi bir de ben denemek istiyorum! Ne dersin? diye sordum.
-Hayır oğlum, düşer, bir tarafını kırarsın, pazarda gördün, kimseyi bindirmedi Seni de bindirmeyecektir. Bu esnada, köylülerden biri, söze karışarak
- Ağa, bırak, çocuk bir kere denesin, baksana, Onun yanında kuzu, kuzu gidiyor deyince, Bu defa amcam razı oluverdi.
Atı büyük bir kayanın önüne çektim. Kayanın üstüne çıktım, at kulaklarını dikmiş, bana bakıyordu, başını okşadım, gemini, başının üzerinden geçirdim ve yavaşçacık, sırtına kayıverdim. Hiç huysuzluk yapmamış, hatta kımıldamamıştı. Anlaşılan beni kabul etmişti. Yüzümde büyük bir sevinçle, zafer kazanmış bir kahraman edasıyla, amcama, ve diğerlerine bakmıştım. Onlar da hayretle bana bakıyorlardı. Pınarın önüne kadar , atın sırtında , gururla gitmiştim.
Yusuf ağa ve köylülerin, bu konudaki yorumu, mantıklı ve akla uygundu. Hayvanı , bunca zaman, ben beslemiş, tımar etmiş, her şeyi ile severek meşgul olmuştum. O da , karşılığını, böylece, veriyordu.
Yusuf ağa, bir kere aklına koymuştu; atı satacaktı. Zaten mesleği, alıp satmaktı. Osman çavuş da, amcam gibi alır satardı ama, daha ziyade katır üzerine iş yapardı. Bizim öğretmenin ve arkadaşım Ömer’in babasıydı. Elindeki genç katırları satmak için Gerede’ye gidecekti. Bunu duyan Yusuf ağa, kararını vermişti; biz de onunla gidecektik. Beni de götürecekti; çünkü, at hala, kimseyi sırtına bindirmiyordu . Ama satın almak isteyenler, atın sırtında beni görürlerse, binip de deneyelim demeyeceklerdi. Bu Yusuf ağanın kurnazlığı idi. Doğrusu O, tam bir at cambazıydı.
Ertesi hafta , kervanla, Gerede’ye doğru yola koyulduk Bu sefer yaya değil, zaman, zaman at sırtındaydım. Devamlı değil, çünkü, atın fazla yorulmasını istemiyorduk ..İçimde onun satılması endişesi olmakla beraber, sırtında olmak bana zevk veriyordu.” İnşallah satılmaz “diye içimden dua ediyordum.
Yolumuz, Sorgundan geçiyordu. Burası bir yayla köyü idi. Etrafı yemyeşil ormanlarla çevrili, düz yaylada kurulmuş, çimenlikler içindeydi. Evler, tek katlı ve seyrekti, Tamamen ağaçtan, hatta duvarları, fazla işlem görmemiş ağaçtan yapılmıştı. Sulak olmasına rağmen, sık, sık kuyular açılmıştı. Bu kuyulardan su içenlerin , yemek yedikten bir saat sonra tekrar acıktıkları söyleniyordu. Buranın suyu o kadar soğuk ve faydalıydı.
Ayrıca, burada, bir şey daha dikkatimi çekmişti. Bizim köyden, gelip- geçerken, erkeklerinin, bizimkilerden daha iri olduklarını görüyordum. V e yayla- orman insanları böyle olurmuş zahir diyordum. Ama bu defa, öküzlerinin de, bizim hayvanlardan iri olduklarını görünce, Osman çavuşa sormadan edemedim. Aldığım cevap karşısında biraz mahcup olmuştum. Meğer , gördüklerim öküz değil, çömüş ( manda ) imiş. Bunları ilk defa görüyordum. Bunların farklı olduğunu anlamalıydım. Çünkü, kimi kağnı ile ot taşıyor, kimi de, bilhassa boşta gezenler, bataklık gibi yerlerde, çamur içinde bulunuyorlardı.
Sorgun’u geçtikten sonra, yol hep ormanlar içinde devam ediyordu. Bu kadar sık ormana ilk defa rastlıyordum. Geçtiğimiz patika boyunca, güneşin huzmeleri, bize, zorlukla ulaşıyordu . Güneşin bu kadar aydınlığı da olmasa, gecenin karanlığında yürüyor gibi olacaktık. Rüzgar estikçe, çam ağaçlarının kokusu, burnumuzdan, ciğerlerimize doluyordu. Bu çam kokulu taze hava, bize, büyük bir inşirah vermekteydi. Hele ulu çam ağaçlarının rüzgarda çıkardığı uğultu, sükunet içinden süzülüp gelen bir çağlayan gibi, kulaklarımızı okşuyordu.
Osman Çavuş, bu yolları, çok iyi biliyordu; hatta, katır satmak için, bu tarikle, İzmit’e bile gitmişti. Orada bulunan amcasından ve amcazadesinden, Onun iyi bir mevkide bulunuşundan, amca oğlunun, benim öz be öz, halamın çocuğu olduğundan bahsediyordu. Ama o zaman bu sözler , benim bir kulağımdan girip, öbüründen çıkmıştı. Çünkü, aklımda hep, beni sırtında taşıyan o güzel at vardı.
Gün boyu yol aldıktan sonra, Osman Çavuş;
-Burada konaklayacağız, geceyi burada geçireceğiz , dedi. Yaz olmasına rağmen, güneş battıktan sonra, orman bir hayli soğuk oluyordu. Osman Çavuş tedbirli gelmişti, azıklarımızı yedikten sonra, kepeneğini çıkardı, içine girip yattı. Benim ise üste yok, başta yoktu; dişlerim keman çala , çala uyumaya çalışmıştım.
Ertesi günü, Gerede’yi uzaktan gördük. Artık orman seyrekleşmişti,. Gerede, Güdül’den büyük gözüküyordu; etrafı yeşillik, çayırlık, çimenlikti. Evleri ise genellikle ağaçtan yapılmıştı.
Doğruca, hayvan pazarına gittik; Bizim atı görenler, dönüp, dönüp bakıyor” Maşallah” diyorlardı. Pazarda, hemen iki alıcı çıkmıştı; Amcam ata binmemi işaret etti, bana yardım ederek atın üstüne binmemi sağladı. Birinci alıcı ile, pazarlıkta anlaşamamışlardı. İkincisi, kasketli, çizmeli, bıyıklı, yağız bir adamdı. İstenilen fiyat verilince, eller tutuştu, sallandı, sallandı. “Hayırlı olsun “ sözleriyle, pazarlık noktalanmıştı. Alıcı, atı yedeğine alıp götürmüş, benim küçük yüreğim ise, onlarla beraber gitmişti. At ile alıcı gözden kayboluncaya kadar, gözlerim, hüzünle, arkalarından takip etmişti. ( Dönüş yolculuğu, hafızamda hiç yer etmeyecek, fakat, o kuzgunî, güzel hayvanı, hayat boyu, hep hatırlayacaktım. Hele espri olarak .” Sen her şeyi biliyorsun! Allah bilir, Gerede zindanını da biliyorsundur” sözlerine karşı,
“-Evet, Gerede’ye gittim, ve Gerede zindanlarını da biliyorum” derken, O güzel at ve öyküsü, hep hatırıma gelecekti )
40. GARİP BİR CASUS
Köy odasında bir radyo vardı, Ne zaman ve kimin tarafından temin edildiği hakkında, muhtelif rivayetler dolaşırdı. Haber saatleri gelince, köylü, bilhassa, büyükler, odaya dolar, kulak kesilirlerdi. En büyük merakları haber dinlemek, ondan sonra, o haberler üzerinde , kendilerine göre yorumlarda bulunmaktı. Almanlar, komşusu, Polonya’ya, saldırmış, ikinci cihan harbi patlak vermişti. Almanların, bazı memleketleri, kolaylıkla işgal etmesi, Türk insanını da endişeye sürüklemişti. Acaba, bizim için, Türkiye için bir tehlike var mıydı? ATATÜRK öldüğüne göre, İnönü ne yapacak, nasıl davranacaktı? Türkiye’yi harbe sokmayacak bir çare bulunabilecek miydi? Artık, köy odasında, bütün konuşmalar, yorumlar, bu konu üzerinde yapılıyordu.
Bir gün, Yusuf Kaya ile, Kel Şevket, önlerinde, garip kıyafetli, bir yabancı ile, dağ yolundan, pınar önüne, çıkıp geldiler.
-Bu bir casus! Casus yakaladık, diyorlardı. Genç adam, yabancı dilde konuşuyor, eliyle, gökyüzünü işaret ediyor, bazı hareketler yapıyor , fakat, hiç bir şey anlaşılmıyordu. 20-25 yaşlarında görünüyordu; üzerinde, boz renkli, tuluma benzer, bir giysi bulunuyordu. Giysisi toz toprak içinde, yüzünde çizikler, giysisi nin kol ve bacaklarında yırtıklar görülüyordu.
Yusuf Ağa, muhtar olarak, manyetolu telefonun başına geçti. Güdül’e, jandarmaya telefon etme gayretine düşmüştü. Zorlukla, telefonun ucundakine, meram anlatabilmişti. Sonra , köylüye dönerek,
-İki jandarma gönderecekler, Onlar gelinceye kadar, yabancıyı gözden uzak tutmayalım. Belki karnı açtır, bir şeyler, ikram edelim, dedi,. Sonra, bana dönerek,
-Git anana söyle, yiyecek bir şeyler hazırlasın, ekmek, üzüm, ayran, gözleme, ne varsa getir, diye buyruk etti.
Genç adamın aç olduğu belli idi; O ikram edilenleri yerken, köylüler de merakla bakıyorlardı. Bir yandan da konuşmaya, yorumda bulunmaya devam ediyorlardı. Kimine göre Alaman, kimine göre İngiliz, kimine göre ise Rus casusuydu. Böyle konuşmalar uzayıp giderken, İki silahlı jandarma, çıkageldi. Birisinin kolunda kırmızı bir işaret vardı. Yusuf ağa Ona, onbaşım diye hitap ediyordu. Yabancıyı, jandarmaya teslim eden muhtar, rahatlamış görünüyordu. Jandarmalar, casusu , önlerine katıp götürmüşler, biz çocuklar da Onların arkasından, harmanlara , hatta, gözden uzaklaşıncaya kadar takip etmiştik ..
Bu konu, günlerce, köy odasında konuşulmuş, durmuştu. Netice, Ankara’dan Güdül’e, Güdül’den de köye ulaşmıştı. Meğer casus dediğimiz, Alman pilotuydu. Romanya’dan havalanmış, Rusya’nın, Karadeniz’deki tesislerini keşif maksadıyla görevlendirilmişti. Dönüşte, yolunu şaşırmış, saatlerce havada dolaştığı için yakıtı bitmişti. Pilot da uçağı terk edip, atlamaya mecbur kalmıştı. Uçağın enkazı konusunda ise, yakıtı bittiği için yanmadığı, parçalanıp orman içine dağıldığı yorumu yapılmıştı. Pilot ise, Paraşütünü, ormana gömerek, meskun bir yer bulmak ümidiyle bir patikayı takip etmişti . Bizimkiler de işte bu sırada, casus diye Onu yakalayıp köye getirmişlerdi. Ben de ilk defa, bu vesile ile bir pilot görmüştüm. .
41. İLK HEVESLERİM
Gerçi Ankara- İstanbul arasında sefer yapan uçakları, zaman, zaman, Güdül semalarının üzerineyken görüyorduk, sesini de duyuyorduk. Onları gökyüzünde izlemek, benim en büyük merakımdı.
Abacılardan İbrahim’le iyi arkadaştık. Boş vaktimizde, Onunla beraber olur, tarlalarda koşar, asmalardan üzüm yer, kuytu bir yere oturduğumuzda; “ geçecek uçağı kim önce görecek” diye bahse girerdik. Önce uçağın sesini duyar, sonra gök yüzüne gözlerimizle tarayarak, kendisini görmeye çalışırdık. Güya kendimce deneye, deneye bir yöntem geliştirmiştim. Önce ses, arkasında görüntü diye. Böyle bahse girdiğimiz zamanlarda bu yöntemi kullanarak, önce sesin geldiği tarafa kulaklarımı çevirir, sonra, gözümü, arka taraflarda tarayarak, uçağı, arkadaşımdan önce bulurdum. Bazen, madeni kısmı güneşten parlar, daha çabuk görmemize imkân verirdi.
Yine böyle konuşmalarımızda,
-İbrahim! Ben bu köyde durmayacağım, bir gün muhakkak gideceğim, belki de Şu uçağı kullanan gibi, pilot olacağım, derdim. İbrahim de
-Hadi lan! Bunun imkanı yok işte, diye, benimle alay ederdi. Sözlerim, tabii ki hayalden öte bir şeydi. Olmayacağını ben de biliyordum. Bu, gerçekleşemeyecek büyüklükteydi ama benim ilk hevesimdi. Diğer heveslerim ise böyle büyük değil, küçük, küçük şeylerdi. Muhittinin getirdiği gibi bir bisikleti, küçük kardeşim, Celal için istiyordum, Büyüyüp, para kazandığım zaman, -sanki kardeşim öyle küçük kalacakmış gibi-, Ona bir bisiklet alacağım diye kendi, kendime söz verirdim.
Çakı ve ayna, köy çocuklarının en çok sahip olmak istedikleri şeylerdi. Dağda, bağda, kırda, çakı, en çok kullanılan, ihtiyaç duyulan bir aletti. Onunla üzüm salkımını keser, yaş cevizi oyup içini çıkarır, söğüt alından düdük yapar, velhasıl , sayılamayacak kadar çok iş gördürürdük. Aynı zamanda, bizim için, fiyaka ve koruma aletiydi.
Aynaya gelince: Bu da her an cepte taşınır, arada bir çıkarılarak, yüze, göze bakılır, kendi, kendimizi tetkik etmemizi sağlardı. Bir de iyi, kötü bir tarak olursa, fiyakaya diyecek olmazdı. Ben bunların üçüne de sahiptim. Tarakla çakıyı , Muhittin ağabeyim, İstanbul’dan ilk gelişinde, getirmişti. İbrahim Agam da eski aynasını bana vermişti.
Yalnız kaldığım zamanlar, ben de aynayı elime alır, yüzümü, gözlerimi, saçlarımı, kulaklarımı, dişlerimi ayrı, ayrı tetkik ederdim. Gözlerim küçükçeydi, ama renkleri güzeldi. Elâ mıydı? Mavi miydi? Bana göre güzeldi işte! Bakışlarımın ifade ve manası bana bağlı idi. Bazen yumuşak ve sevecen, bazen de sert. Burnum büyükçeydi. (sonraları, daha da büyüyecek, beni oldukça çirkin gösterecekti), Saçlarım kumral gibiydi.( sonraları, simsiyah ve kirpi gibi sert olacaktı) Yüzümün şekli ve rengimden hiç şikayetim yoktu. Buğday rengindeydi. Dişlerim muntazamdı, ama, İbrahim’inki kadar iri ve beyaz değildi. Ayaklarım fazla taraklı değil, fakat devamlı yalım ayak dolaştığımdan, oldukça büyüktü. Ellerim de oldukça büyük, parmaklarım da uzundu.
Köy odası hariç, kimsenin evinde, radyo yoktu. H. Hüseyin amca, bir kurban bayramı, Ankara’dan geldiğinde, anlaşılan daha önceki hizmetlerime karşılık, bana bir oyuncak getirmişti. Bu basit bir radyo idi. Kulağa giren bir kulaklığı, içinde bir nevi kömürü olan camdan bir tüpü, kömüre temas sağlayan, iğne gibi bir teli ve nihayet, toprakla irtibatı sağlayan bir kablosu, teli vardı. Nasıl çalıştığını, H. Hüseyin amca bana öğretivermişti. Gerçekten, bilhassa, güneş battıktan sonra, Ankara radyosunu dinlemem mümkün oluyordu. Daha çok şarkı ve türküleri dinlemesini seviyordum. Şarkıcıların sesi, bana öyle güzel geliyordu ki, çocuk olduğum halde, adeta mest oluyor, duygulanıyor, zaman, zaman da göz yaşlarımı tutamıyordum. Bazen de şarkı söyleyen, kadın, kız herkimse, Ona aşık olur, o yaşta , hayal alemine dalar, “ gelse de yalnızca bana şarkı söylese” diye içimden geçirirdim. Acaba, çocukluğumda, ana ninnisi duymadığımdan mı ileri geliyordu bu duygusallığım,! Merak ederdim
42. KÖPEK VE EŞEĞİN KİNİ
Köy çocuğu olup da, olumsuzluklarla karşılaşmamak
mümkün müydü? .Dağa veya bağa giderken, genellikle, Kara Mehmetlerin evinin önünden geçiyordum. Onların, 8-10 baş davarı, kapılarının önünde bağlı bir de köpekleri vardı. Köpekleri sevmeme rağmen, her nedense, oradan geçerken, beni görünce havlardı. Ben de köpeği kızdırıcı hareketler yapmaktan zevk alıyordum. Bir gün yine oradan geçiyordum ki, nasıl olduysa, köpek tasmasından kurtuluvermez mi! Durumu fark ettim ama geç kalmıştım. Peşimden koşup, bir anda dişlerini, bacağıma geçiriverdi. Bende feryat , figan! Neyse ki pınarın önü çok yakındı, orada her zaman insan bulunurdu. Orada oturan büyükler hemen müdahale ederek, beni kurtardılar; çok korkmuştum , önce su içirdiler, sonra da yaramı açıp yıkadıktan sonra tütün bastırdılar. Ne doktor, ne de ilaç vardı. Kimse de bu durumu fazla önemsememişti. Ama ben haftalarca, zorlukla yürümüş, bacağımın sızısını, günlerce içimde hissetmiştim.
Her zaman odun taşıttığım, eşekle aram pek iyi değildi. İnatçı hayvan, bilhassa, odun yüklerken yerinde durmaz, benden, arada bir sopa yerdi.
Bir gün yine oduna giderken, onu bir taşın önüne çektim, ve semerine atlayıp, üzerine kurulmuştum. Şeytan dürtmüştü. Soğuk pınardan ılıcalara kadar, düz yolu, eşeği bir atmışçasına koşturarak, kat etmek istedim. Başlangıçta, hakikaten, bir at gibi tırıs koşuyor, ben de heyecanla karışık sevinç duyuyordum ki yolun sonuna doğru, eşeğe sanki bir şeyler oldu, arka ayaklarıyla çifteler atmaya başladı. Onu zapt edemedim, şüş, müş dedimse de nafile, artık kontrol ondaydı ve netice , Beni sırtından, bir anda atıverdi. Başım bir yere çarpmış olmalı ki feleğimi şaşırdım, bir müddet yerde uzanmış, kendime gelemedim. Kendime geldiğimde, eşek, ileride durmuş, alay eder gibi, kara gözleriyle bana bakıyordu. Eşekten düşmenin, bu kadar kötü olacağını bilmiyordum, ( Tevekkeli ,”eşekten düşeceğine, attan düş “ dememişler . Artık eşeğe fazla kızamıyordum. Çünkü bu sonu, kendim hazırlamıştım.
Bir gün de pınarın önünde, arkadaşlarla, şakalaşıp, didişiyorduk. Her nasıl olduysa, birisinin dirseği, çenemin altından yukarı doğru, bir balyoz gibi iniverdi . Birden, ağzımdan kan boşanmaya başlamıştı. Büyükler görüp yetiştiler, ağzımı açtırıp baktılar. Dilim, neredeyse, ortasından ikiye ayrılmıştı. Ufak bir parça tutuyordu. Anlaşılan, konuşurken, dilim dışarıdaydı ve o esnada darbeyi yemiş ; alt , üst dişlerim de bıçak gibi dilimi kesmişti. Yapılacak bir şey yoktu; ne doktor vardı ne de hemşire. On beş gün , önce su, sonra da süt ve çorba ile beslenmek mecburiyetinde kalmıştım. Gecelerim uykusuz, gündüzlerim sızı ile geçmişti. Zamanla dilim kendiliğinden, birbirine kaynadı. Ama izi kaybolmayacak, dilimi dışarı çıkardıkça, o olayı hatırlatacaktı.
Taş atmak, taşla herhangi bir yere veya şeye nişan alarak vurmak, köy çocuklarının vazgeçemeyeceği bir alışkanlıktı. Kuş avlamak, veya hayvan güderken, onları, istediğimiz yöne sevk etmek gerektiğinde, taş, en çok baş vurduğumuz nesne idi. Hatta, arkadaşlar arasında, “ kim daha iyi nişancı” diye bahse girdiğimiz oluyordu. İşte böyle bir bahis sırasında, benim attığım taş sekerek, ORMANCININ oğlunun başına isabet etmişti. Orman memuru, bilhassa, yaz aylarında, Hacıların evinde, misafir kalıyordu. Hacının Selahattin ve misafir çocuk ta bizimle beraber olur bazen oyun oynardık. Attığım taştan dolayı, çocuğun başı kanadığı için, köyde hadise olmuştu. Annesi gelip, Onun akan kanını durdurmuştu, ama, herkes babasından çekiniyordu. Acaba, babası ne diyecek, bu olayı nasıl karşılayacaktı?. Orman memuru köylü için kral kadar önemliydi. Bu sebeple köylülerden beni azarlayan bile çıkmıştı. Neyse ki, ormancı, köyde değildi, diğer köylere gözlem için gitmiş ve iki- üç gün sonra dönmüştü. Çocuğun başı da bu zaman zarfında iyileşmeye yüz tuttuğundan, babası, bu olayı normal karşılamış ve hadise de böylece kapanmıştı.
43. YABANCI KUMA
Yusuf Ağa, sık, sık Karacaviran köyüne giderdi. Bizim köy ile komşu köyün arasında 4-5 km. mesafe vardı. Orası , bizim köyden büyük ve zengindi. Onların da bağları ve bilhassa, çay kenarında havuç tarlaları vardı.
Bir gün anam hastalandı, acılar içinde kıvranıyordu. Bana,
-Yusuf! Ölüyorum, git , amcana haber ver, gelsin, dedi. Sık, sık midesinden şikayet ediyordu, otururken, hep iki büklüm olur, devamlı , elini yumruk yapar, midesinin üzerine bastırırdı. Bu sefer durumu çok kötü görünüyordu, ölecek diye korkmuştum. Komşu köye doğru, hem koşuyor, hem de ağlıyordum. Ne kadar zamanda oraya vasıl oldum, hatırlamıyorum , ama tazı gibi koşmuştum. Amcamın nerede olduğunu tahmin ediyordum. Hacı Ömer Ağa faizle para verirdi ve ikisinin arası çok iyiydi. Tahminim doğru çıkmıştı. Ona yaklaşarak:
Amca! Anam çok hasta, ölecek galiba, Seni çağırıyor, dedim. O eşek sırtında, ben yaya, hemen yola koyulduk. Öyle koşuyordum ki, bazen onu geçiyor, sonra durarak bana yetişmesini bekliyordum.
Köye vardığımızda, anamın sancısı geçmişti. Yusuf Ağa anama bakarak;
-Seni, Ankara’ya, kardeşimin yanına göndereyim, bir doktora götürüp göstersin, dedi.
Güdül pazarını bekledik. Yusuf Ağanın üvey babası, bekçi Hasan dede ve ben anamı, eşeğe bindirerek, Güdüle götürdük. Onlar, külüstür bir otobüsle Ankara’ya gidecek, ben de eşeği köye, geri getirecektim. Tanıdık, bakkal Caferlerin dükkanında, otobüsün hareket saatine kadar bekledik. Onları yolcu ederken üzüntüm çok büyüktü. Köye dönerken, eşek sırtında “anam iyileşsin” diye Tanrıya dua ediyordum.
Hasan dede, anamı, H.Hüseyin amcalara bırakıp geri dönmüştü. Aradan 15 gün geçmiş, anamdan , henüz , bir haber çıkmamıştı. Köyde de, bir dedikodu almış yürümüştü: Yusuf Ağa, Karacaviran’dan bir kız ile evlenecekti.
Komşu köye sık, sık gitmesinin sebebi buydu demek, artık işin mahiyeti anlaşılmıştı
Haber gelince, eşekle, anamı almak üzere, Güdül’e gittim. Anam, bakkal Caferlerin dükkanında oturmuş, bekliyordu. Beni görünce,, mavi gözleri güler gibi oldu. Yolda gelirken;
-Ana hastalığın geçti mi? diye sordum.
-Doktorlar muayene ettiler, ama bir şey bulamadılar, yine de , midem için, toza benzer bir ilaç verdiler, cevabını vermişti. Ama , ben ,Onun hala dalgın ve üzüntülü olduğunu görüyordum. Sevgili küçük oğlu, Celali bile sormamıştı ve yol boyunca, hiç konuşmamıştı. Belki de Yusuf Ağanın , üstüne kuma getireceğini biliyordu.? Belki de, daha önce, bu konuyu konuşmuşlardı?
Anam evde artık hayalet gibi dolaşıyordu. Hiç sesi çıkmıyor, sanki, dünyadan elini, eteğini çekmiş gibi davranıyordu.
Bir gece, yattıkları odadan sesler yükseldi; kulak verdim, münakaşa ediyorlardı. Seslere Nadire de, Emine de uyanmış, merakla dışarı çıkmışlardı. Galiba, anam ağlıyordu. .
O geceyi takip eden günlerde, anam hocalara gider olmuştu. Geredeli hocaya iki defa muska yazdırmıştı. Ümitsizlik neticesi, çareyi böyle şeylerde arıyordu. Kendisini çok zavallı hissediyordu. Başında, Nadire ve Ben, iki yetim vardı. Celal de henüz bebekti. Babasından kalan tarla ve bağları, Yusuf Ağa elinden almış, satmış, yeni bir ev yaptırmış, ayrıca sürü sahibi olmuştu. Kocası ile nikahlı olan kendisi idi. Gelecek olansa kendine kuma olacaktı. Ama , bu hadiseden sonra, en büyük çöküş, kendini yorgun ve olduğundan daha fazla yaşlı hissetmesiydi. Kocası kendinden gençti , ama, alacağı kız, Yusuf Ağadan çok daha gençti. Yapacağı fazla bir şey yoktu. Asırlardır, Anadolu kadınının kaderi böyleydi. Erkekler tarafından, devamlı, istismar edilmişlerdi. O da mecburen, kaderine boyun eğecekti.
Yusuf Ağa yine komşu köye gitmişti. Bir kaç gündür yoktu ve bitişikteki eski evde, bazı hazırlıklar yapılmaktaydı. Galiba, gelin oraya gelecekti.
Bir ara, katır ve eşek sırtında bazı eşyalar gelmiş, eski eve yerleştirilmişti. Bir kaç gün sonra da, Yusuf Ağa, yeni karsıyla çıkagelmişti. Düğün falan yapılmamıştı bizim köyde; Ama, kadının köyünde neler yapıldığı hakkında herhangi bir fikrimiz yoktu.
Kadın genç ve güzeldi. 20-22 yaşlarında gösteriyordu. Sakindi ve iyi bir insana benziyordu. Davranışları, sanki, anama tabi olmuş gibiydi. Anama, abla diye hitap ediyordu. İsimlerimizi çabucak öğrenmiş, ve bizi adlarımızla çağırıyordu.
Anama, bazen kafa tutan ,Nadire ve bana , sığıntı muamelesi yapan Emine, yeni anasına karşıydı. Sanki Onunla her an kavga edecekmiş gibiydi. Belki de Ona, babasının sevgisini çalan kadın gözüyle bakıyordu. Anamı bütün köylü severdi. Kimseyle münakaşa ve dedikodu etmez, herkesin iyiliğini isteyen sakin bir kadındı. Bu sebepledir ki bütün köylü, bilhassa kadınlar anam için çok üzülmüşlerdi. Bütün köylü için yeni gelen kadın bir yabancıydı ve öyle de kalacaktı.
Yeni gelinin benimle arası iyi idi. Bana anlayışlı davranıyordu, tarlalara, bağlara beraber gidiyorduk. Çalışkan bir kadındı, Babası ölünce, ağabeyi, Hüseyin ağanın yanına sığınmış, orada yaşamaya başlamıştı. Onların da tarla ve bağları vardı ve oralarda çalışmaya alışkındı. Şimdi ise Yusuf Ağanın tarla ve bağlarında , kullanılamayan kısır yerleri kazarak, verimli hale getirmeye çalışıyordu. Bu arada , bana da sözleriyle gayret veriyor, çalışmamı sağlıyordu. Ben de gücümün yettiği kadar çalışıyordum. Aramızda duygusal bir bağ doğmuştu. Belki de anamın göstermediği yakınlığı, O gösteriyordu.
44.. KÖYLER ARASI İTİLAFLAR
Keşanuz (Yeşilöz) ile, bizim köyün arası hiç iyi değildi. Keşenuz, bizim köyün 2km güneyinde, civar araziye göre, çukur bir yerde, çay kenarında yerleşmişti. İki köy birbirine çok yakın olduğundan, tarlalar ve meralar iç içe idi. Bilhassa mera sınırı ve sınır itilafları devam eder giderdi. Hayvanları otlatırken, bazen, bizimkiler, Onların tarafına, bazen de Onlarınkiler bizim tarafa tecavüz ederlerdi. Ormanlar için de aynı şey söz konusuydu. Bilhassa kuzeyimizde bulunan Sorgun, orman ihlali sebebiyle , bizim köyden çok şikayetçiydi. Bu ihlal olayları, köylerin gençleri arasında, bazen, silahlı bir çatışmaya bile sebep olabiliyordu. İbrahim ağabeyim, arkadaşı Kel Şevket, Berber Halil İbrahim, Turpçu gibi gençler, silahsız dağa , kıra gitmezlerdi. Bunlar ve Bunlar gibi bir kaç genç daha, köyün yürekli insanları ve efeleriydi. Bu gibi gençler olmasaydı, bilhassa, Keşenuz’un insanları, bizim köyün mera ve ormanlarını talan ederlerdi.
Bir gün ( ki bu olaylar daha ziyade ilk bahar ve yaz Aylarında vuku bulurdu) dağdan silah sesleri gelmeye başladı Ağabeyim ve Kel Şevket ormandaydılar. Ayrıca köyden birisi, koşarak gelmiş, dağda çatışma çıktığını haber vermişti. Köylülerle birlikte, biz çocuklar da heyecanlanmıştık. Mevsim icabı, köyün çoğu gençleri İstanbul’a gitmişlerdi. Zaten Keşan uz’lular, böyle zamanları kollar olmuşlardı. Yine de Turpçu gibi cesur ve yürekli gençler , dağlara koşmuşlardı. Biz çocuklar da Onlarla gitmek istemiş fakat bırakmamışlardı. Bütün gün merak içinde beklemiştik. Bilhassa kadınlar endişe içinde idiler; çünkü zaman , zaman silah sesleri duyulmaktaydı. Güneş batarken, yiğitler, gruplar halinde köye dönmüşler, Allah’tan, yaralanan, falan olmamıştı. Mesele anlaşılmıştı: Keşan uz’un çobanları, hayvanlarıyla, bizim köyün meralarına tecavüz etmişler, odun kesmekte olan, ağabeyim ve arkadaşı, Onları kokutmak için havaya ateş emek zorunda kalmışlardı.
Bu gibi olaylar, davarların sayısında büyük bir azalma oluncaya kadar devam edecekti (Sonraki yıllarda, Tiftik keçisinin, ormanları tahrip ettiği gerekçe gösterilerek, takip edilen politikalar değişmişti. Bu nedenle, sürü sahipleri, keçilerinin miktarını azaltacak veya tamamen tasfiye edecekti, dolayısıyla, tiftik ticareti de başka alternatifler bulunduğundan, önemini kaybedecekti.)
Keşanuz’la, bizim köyün arasındaki en büyük problem, SU SORUNU idi. Bizim köyün 1km. kuzeyinde, dağın eteğinde, Ilıca dediğimiz yerde, bir kaynak vardı. Bu kaynak K Hasan emminin bağından çıkıyordu. Hasan Emmi, ölmeden önce, köylüden habersiz, kaynak suyunu, komşu köye satmıştı. Keşan uz’lular, suyu, künklerle , köylerine götürmek istiyorlardı. Bu maksatla, bir gün kazma küreklerle, kalabalık bir grup ılıcaya gelmişlerdi. Bunu haber alan bizim köylülerle, aralarında arbede çıkmıştı. Taşlı, sopalı, birbirine giren köylüler arasında yaralananlar olmuş, iş mahkemeye intikal etmişti.
Komşu köy, bizimkinden, iki, üç misli kalabalıktı. Köy çay kenarında, bir vadi içinde kurulmuştu. Daha zengindi; çeltik ekiyorlardı, Güdül yolu , Onların arazilerinden geçiyordu. Değirmenlerine de bizim köylü muhtaçtı. Diğer taraftan, Okumuş insanları çoktu. İnsanlarının çoğu, nahiye, kaza ve başkente kadar dağılmış, iş güç sahibi , hatta memur, avukat olmuşlardı.
Su davası birkaç sene sürmüş, neticede , bizim köy kaybetmişti. Bu davanın kazanılmasında, O köyün okumuş insanlarının büyük rolü olduğu söyleniyordu.
Bizim köy toplama sularla idare ederken, kendi arazisinden çıkan, gürül, gürül akan , kaynak suyunu, komşu köy halkına kaptırmıştı Onlar afiyetle içiyordu. Köyümüzün su deposu bile yoktu. Sular, kış ve ilk baharda , boşu, boşuna akar, yaz gelince, bilhassa, bahçelerin sulanmasında, büyük su sıkıntısı çekilirdi. Aslında içilen suyun sağlıklı olduğu da söylenemezdi. Çünkü, insanlarımızın çoğu, mide ağrısından şikayetçi idiler.( daha sonraki yıllarda, bir hayır sahibi, köye su deposu yaptıracak, evlere akar su bağlanacaktı, ama yine de yazın sıcağında su sıkıntısı çekilmeye devam edilecekti,; komşu köye , devlet , ayrıca içme suyu getirecek, fakat Onlar , bizim köyün suyunu kullanmaya devam edeceklerdi. Bunun adı da hakkaniyet, adalet olacaktı, bu nasıl adaletse?)
45.. BİR CİNAYET ÖYKÜSÜ
Yaz ve sonbahar geçtikten sonra, köy işleri durgunluğa girerdi. Köylüler, daha bir rahatlama havasında olurlardı. Ekinler kalkmış, buğdaylar öğütülmüş,, pekmez kaynatılmış, tarhana, bulgur, yaprak ve turşular derken, bütün kış hazırlıkları tamamlanmış oluyordu. Artık bundan sonra, gerek insanlar için, gerek hayvanlar için, beslenme ve ısınma işi kalıyordu. Zaten, bütün hazırlıklar da bu maksatla yapılıyordu.
Kadınlar için ise, yaz kadar meşakkatli olmasa da, kışın da iş bitmezdi. Ekmek pişirmek, yemek yapmak, hayvanlarla ilgilenmek,, odunluktan odun taşıyıp, sobayı yakmak, yine Onlara kalıyordu. Erkekler ise, zaten çalışmayı, fazla sevmezlerdi. Artık köy kahvesi Onların mekanı idi. İki köy odasından, birinde orta yaş ve üzerindekiler, diğerinde gençler otururlardı. Yalnız birinde radyo vardı ve haber dinlemek isteyenler, haber zamanı, orada toplanabilirlerdi. Haberlerden sonra da yorumlar ve dedikodulara devam edilirdi. Her iki odada da odun sobası, devamlı yanar, zengini, fakiri burada ısınırlardı. Çocuklar her iki tarafa da gitmekte serbestti. Onlar daha ziyade, gözlemci, dinleyici durumunda idiler, her şeyi burada öğrenirlerdi. Tabii, soğuktan korunmak da onlar için en büyük nimetti.
Delikanlılar bilhassa uzun kış gecelerinde vakit geçirmek için, kendi aralarında, pişti, kaptıkaçtı, kızma birader, domino, ceviz oyunu gibi oyunlar oynarlardı. Galiba ceviz oyunu, bizim köye mahsus bir oyun şekliydi.
İşte böyle kış gecelerinden birinde, oyun esnasında, Turpçu ile, Emir Alinin iki oğlu, (Ali ve Veli) arasında, oyun yüzünden, bir anlaşmazlık çıkmıştı. Her iki taraf da , birbirlerini, hile yapmakla suçlamışlar, bu sebeple , yumruk, yumruğa girmişlerdi. Turpçu, Anasız, babasız büyümüş, büyüyüp, geliştikçe gözü kara ve atak davranışlarıyla, kendini, köylüye kabul ettirmişti. Komşu köylerle itilaflarda, herkesten önce O koşar, yürekli ve cesur hareketleriyle, Onları yıldırırdı. Gerçekten, köyün sevdiği ve güvendiği biri, köyün efesiydi.
Bu hadisede, Turpçu, efeliğine, ataklığına, bu güne kadar elde ettiği şöhrete helâl getirmek istemiyordu. Öbürleri de, korkmakla beraber, birbirlerine dayanan iki kardeş olmalarına güveniyorlardı. Ayrıca, köy delikanlılarına mahcup olmamak gibi sebeplerle, dikleniyorlardı. Netice de köy delikanlıları, Onları , zorlukla ayırmış, iki kardeşi odadan çıkarmışlardı. Her iki tarafın da silahlı oldukları biliniyordu. Köy delikanlılarının en büyük tutkusu, bir silaha sahip olmaktı. Bu da tabanca olurdu. Onlar aç kalmaya razı olurlar, yeter ki bir tabancaları olsundu. Tabii , tabanca bulabilmek, ve de alabilmek, büyük bir işti. Her babayiğit, ne kadar arzu ederse etsin, böyle bir şeye sahip olmayabiliyordu.
Turpçunun içi, içini kemiriyordu. Nasıl oldu da , bu gece tabancasını, yanına almamıştı. Eğer tabancası olsaydı, ikisinin de , göz yaşlarına bakmaz, haklardı. Ona göre , hadise daha kapanmamıştı. Nasıl olurdu da, Ona, kendisine kafa tutabilirlerdi.? Kızgınlığı gittikçe artıyordu. Duramadı, oturamadı, kafasında bin, bir düşünce, hadiseden yarım saat sonra odayı terk etti. Dışarıdaki, insanın iliklerine işleyen soğuğu, hissetmemişti. Kafasında, sabit bir fikir oluşmuştu. Evine gidip, tabancasını alacak, Onların biraz uyumalarını bekleyecek, bir iple bacalarından aşağıya süzülecekti. Kendisi, ufak tefek olduğundan, bacadan sığabileceğini tahmin ediyordu. Kendi evine geldi, kapıyı sessizce açıp içeri girdi. Zaten karısı, onun gece yarıları gelmesine alışmış, küçük yavrusunu koynuna alarak, derin bir uykuya dalmıştı. Onun gözü, karısı ve çocuğunu değil, şimdi tabancasını arıyordu. Aradığını hemen buldu ve yine sessizce dışarıya kayıverdi.
Sokak zifiri karanlıktı. Düşmanlarının evine ulaşmak için, köşeyi dönüp, elli metre daha, ilerlemesi gerekiyordu. Tam üzüm oluğunun önünden geçiyordu ki çapraz ateşe tutuldu.” Ah! Anam! Yandım! “ dedi ve olduğu yere yığılıverdi. İki kardeş, O kadar korkmuşlardı ki, kan tutmuş gibi, yerlerinden, kımıldayamamışlardı. Zaten, silah sesleri, gecenin sessizliğinde, sanki, bomba tesiri yapmış, bütün köy uyanmıştı. İlk dışarıya fırlayan Hacı Halil idi. Elinde çıra, Turpçunun, yerde, boylu boyunca , yattığını görünce, işin vahametini kavramıştı. Köy odasından ayrılırken, Onların kavga ettiklerini duymuştu. Zaten, iki kardeş, cinayetin işlendiği yerde, ellerinde tabanca, şaşkın bir vaziyette, öylece, duruyorlardı. Kötü haber, bir şimşek hızıyla, köye yayılmış, bir taraftan da feryatlar başlamıştı. Turpçunun genç eşi , çocuğunu kaptığı gibi, oraya koşmuş, kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Kocasını , kanlar içinde görünce, çocuğunu bir tarafa fırlatmış, koşarak üzerine kapanmıştı. Artık şimdi , ağıt yakmak zamanıydı.
Muhtarla, bekçi, Hasan Dede cinayet mahalline ilk gelenlerdendi. Muhtar, bekçiye tembih etmekteydi.
-Hasan baba.! Ölüye kimse yaklaşmasın! Ben şimdi, Güdül’e, jandarmaya telefon etmeye gidiyorum. Hasan Dede-“Olur Yusuf ağa, jandarma gelinceye kadar, Onun başında bekleyeceğim” cevabını veriyordu. Ayrıca, iki kardeşe dönerek,,
-Sakın jandarma gelinceye kadar, bir yerlere ayrılayım demeyin! Tembihinde bulunuyordu.
Kimse , cinayet mahallinden ayrılmak istemiyordu,. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi,
- Bütün kabahat kardeşlerde;Turpçuya pusu kurmuşlar, kalleşçe davranmışlar, diyor; kimi de
- Baksanıza! Turpçunun da tabancası, yanı başında, O da , kardeşleri öldürmeye geliyormuş, diye , yorumda bulunuyorlardı.
Ortalık ağarırken, silahlı, iki jandarma, yorgun, argın çıkıp gelmişti. Ne at vardı, ne de başka bir vasıta, gecikmelerinin sebebi, karla kaplı olan yolun durumu, hem de , karakol komutanlarını uyandırıp emir alma zorunluluğuydu. Karda , kışta, soğukta, bir yerden , bir yere gitmek de , Onların çilesiydi. Muhtar önde, Onlar arkada, cinayet mahalline gelmişler, alelusul, görgü şahitlerini sorgulayıp.”Mahkeme sırasında, sakın ifadelerinizi değiştirmeyin “ tembihinde bulunduktan sonra, iki kardeşin bileklerine kelepçeyi vurarak, beraberlerinde , götürmüşlerdi.. Er de olsa, jandarmalar, köylünün en çekindiği kimselerdi.
Maktul hâlâ, karların üstünde, yattığı yerdeydi. Defin için savcının izni gerekiyordu. Savcı, akşama doğru, muhtara telefon etmiş, Bu karda kıyamette, köye kadar gelmesine gerek olmadığını, kardeşlerin ifadelerini zapta geçirdiğini , maktulu defnedebileceklerini söylemişti.
Ağır ceza mahkemesi Ayaş’ta olduğundan, mahkumlar, oradaki ceza evine götürülmüşlerdi. Mahkeme iki sene sürmüştü. şahit olarak yazılan köylülerin, mahkemeye gidip, gelmekten anaları ağlamıştı. Bin pişman olmuşlardı; taşlı ve uzak yollarda, kaç tane çarık lastik pabuç eskitmişler ne kadar yorulmuşlar, ne kadar iş kaybına uğramışlardı. Netice olarak, hakim, Şahitlerin ifadelerini , mahkumların iyi hallerini de göz önüne alarak, cinayette, nefsi müdafaanın varlığını kabul etmiş, canileri, iki buçuk yıla mahkum etmişti. Onlar da mahkeme neticelendikten iki ay sonra, ellerini, kollarını sallayarak, köye dönmüşlerdi. Olan, baba yiğit Turpçu ve Onun geç karısı ile çocuğuna olmuştu. ......Bu nasıl adaletti.? Köylünün aklı buna pek ermemişti.
46. ÜÇÜNCÜ NESİL ABACI—(üçüncü hısımlık
Nadire ablamı da, Abacılardan, Mustafa Çavuşun büyük oğlu, Fevzi’ye nişanlamışlardı. Bu işe biraz bozulmuştum. Abacı sülalesine, bu, üçüncü defa kız vererek akraba oluşumuzdu. Önce Ebem, sonra anam, şimdi de ablam.! İnşallah, ölüm, boşanma, kuma getirme sebebiyle, dedesi , babası, Yusuf ve H. Hüseyin amcaları gibi, bu Abacı da başka bir kadınla ikinci bir evlilik yapmaz, Nadire’yi mutsuz etmezdi.
Fevzi’ye , henüz, enişte demeye alışamamıştım. Kendisi , aslında iyi bir delikanlı idi. Babamın rahlesinden ders almış, eski Türkçe okuyup, yazmasını ve kur’anı Ondan öğrenmişti. Ayrıca, büyük olmasına rağmen, bizimle beraber okula gitmişti. Babası gibi, konuşması da güzeldi. Bana da çok iyi davranıyordu.Bir gün beni bularak,
-Haydi seninle odun etmeye gidelim, dedi. ilk defa böyle bir teklifte bulunuyordu. Anlaşılan, kayın biraderinin kalbini kazanmak istiyordu. Halbuki, o güne kadar, oduna, hep, küçük kardeşi Osman giderdi.
Eşeklere binerek yola koyulmuş, taa Kızık yaylasının arkalarına, Sorgunun ormanlarına ulaşmıştık. Odun toplamak için, benim gittiğim en uzak mesafeydi bu. Çamlar arasından bakınca, Sorgunun yeşil çayırları, seyrek, seyrek ve sırf ağaçtan yapılmış evleri görünüyordu. Bu ormanlık sahalar, Fevzi’nin çok iyi bildiği yerlerdi. Çünkü, anası ölünce, babası, Sorgunlu bir kadınla evlenmiş, dolayısıyla, Fevzi buralardan çok gelir, geçer olmuştu.
Burada kesilmiş ve kurumuş odun çoktu. Kısa zamanda işimizi bitirmiştik. Zaten öğle olmuş, karnımız acıkmıştı.
--Gel şurada bir kaynak var, azığımızı orada yiyelim , diyerek beni oraya doğru götürmüştü. Kaynağa ulaştığımızda, şırıl, şırıl billur gibi suyun aktığını görmüştüm. Elimi soktuğumda, buz gibi soğuk olduğunu hissettim. Çamların gölgesine, çimenlerin üzerine oturup, azık çıkınlarımızı açtık; benimkinden soğan zeytinden başka gözleme çıkmıştı. Annem gözlemeyi çok iyi ve lezzetli yapardı. Gözleme yaparken, daha ziyade, haşhaş yağı kullanır, bu da gözlemeyi çok yumuşak ve lezzetli yapardı. Her yiyen anamın gözlemesini methederdi. biraz da cevizli sucuk vardı. Anam cevizli sucuğu da çok iyi yapardı. Her halde damadına ikram edilsin istemişti. Onun ekmeğine tereyağı sürülmüştü. Bunları bölüşerek, iştahla yerken,
-Bal, baklava olsaydı bu kadar iştahla yemezdik, dedim.
-O da var, demez mi?!. Çıkının bir tarafından, defter kağıdına sarılmış tahin helvasını çıkarıp önümüze koyuverdi. Şimdi durumu anlamıştım. Nişanda, Güdül’den, tepsilerle helva yaptırılır, diğer, armağanlar mey anında, kız evine gönderilirdi. Bu, köyün, unutulmayan, geleneklerinden biriydi. Bize gelen helvayı, sağa, sola dağıtmış, çoktan bitirmiştik. Demek, Fevzilerin evinde tahin helvası, hala mevcuttu . Helva ile gözleme, bir arada çok iyi gitmişti. Azığımızı yedikten sonra , öyle susamıştım ki! Kaynaktan avuç, avuç buz gibi su içtiğimi ve içtiğim suyun tadı ve lezzetini hiç unutmayacaktım. ...
47. KADERİM VE BİR VAAD
İkiz eniştemi, her gördüğümde, sakız gibi yapışıyor, ilk baharda , beni de İstanbul’a götürmesi için yalvarıyordum. O ‘ da, Yusuf Ağadan çekiniyor olmalı ki, bana olumlu veya olumsuz bir cevap veremiyordu. Ne de olsa, O , köyün muhtarıydı, arasının bozulmasını istemezdi. Ama bütün köylü biliyordu ki, Yusuf Ağa , beni bir köle gibi çalıştırıyordu. Artık işine yarar hale gelmiştim. Acaba, beni elinden kaçırırsa kızar mıydı? İşte eniştem bunları düşünüyordu. Ama yine düşünmeden edemiyordu. Bu , böyle ne kadar devam edebilirdi. Çünkü , biliyordu ki benim için köyde hiç bir istikbal yoktu. Çileli bir hayatın karşılığı, koskocaman bir sıfırdı.
Oturduğumuz evin penceresinden, köy odasının önü görülüyordu. Bir ara baktığımda, büyükler oturmuş, konuşuyorlardı, Aralarında Ekiz eniştem de vardı. Onu görünce sevinmiştim. Çünkü, karısına ve kızlarına fazla yük yükleyen köylülerden değildi ve buraya seyrek gelirdi. Hemen yanına giderek,
-Enişte! İstanbul’a giderken beni de götürecek misin ? diye tekrar, tekrar yalvarırcasına sorunca, etraftakilerin de teşvik eder mahiyette konuşunca:
_-Peki! Söz veriyorum ,götüreceğim. Seni götürür, Muhittine teslim ederim, deyiverdi. Bu söz beni çok sevindirmişti. Hemen sarılıp elini öpmüştüm. Ona güvenim sonsuzdu. Yapamayacağı bir şey için söz vermesi mümkün değildi. Bu arada köylülerden biri kendine göre parlak bir fikir ortaya atmıştı.
-- Yahu! Bir de muhtara sorun. Belki, kızı Emine’yi , Yusuf’a verir de, oğlanın İstanbul’a gitmesine gerek kalmaz!. Diğerleri ise bu fikre itibar etmediklerini gösterir harekette bulunmuşlardı.
Artık, ilk baharı iple çekiyordum Kendime biraz güven gelmişti. Eskisi kadar zavallı hissetmiyordum. İçinde bir ümit belirmişti. Gidecektim ve ne olursa, olsun, köye dönmeyi düşünmeyecektim.
Şubat, mart, nisan derken, günler geçtikçe, heyecanım artıyordu. Ama , ilk bahar başlar başlamaz, dağlar ve bağlar bizi bekliyordu. Nisan ayında, ellerimin derileri yine yüzülmeye, kara meşeleri tutup keserken kanamaya, sızım, sızım sızlamaya devam ediyordu. Acı ve göz yaşım birbirine karışırken, yakında kurtulacağım diye, sabır ve kararlılığımı sürdürüyordum. Acaba , beni oralarda , neler bekliyordu;? Ondan hiç haberim yoktu.
İş artık ciddiye binmiş, Yusuf Ağa da bunu kabul eder görünüyordu. Bir gün
- Senin nüfus kağıdın yok, nasıl gideceksin.? Neyse, , Pazartesi günü, Güdüle , beraber gidelim de sana nüfus kağıdı çıkartalım, başka çare tok, dedi . Gerçekten, Güdüle beraber gitmiş, önce şipşak fotoğrafçıya, oradan da nüfus dairesine giderek, “ZAYİNDEN ibaresi bulunan gecikmiş nüfus kağıdımı almıştık.
Köyde , okul diplomanı da yanına al diye öğütte bulunanlar ve hala Yusuf Ağanın , nasıl olup ta benim gitmeme razı olduğuna şaşanlar vardı.
Anam, günler yaklaştıkça, üzüntüsünü belli etmeye başlamıştı. Bir gün anama,
-Biliyorsun, pantolonum, bir kaç yerinden hem de kat, kat yamalı, Sorgunlu Ebeye söyleyiver de , bana bir pantolon dikiversin. Onun dikiş makinesi olduğunu söylemiştin, Nede olsa , Nadire’nin kaynanası olacak!. Anam da “peki söylerim” demişti. Ama bu hevesim tahakkuk etmeyecek, kursağımda kalacaktı.
48. KÖYE VEDA (ilk dönemeç)
Beklenen gün gelmişti. Yarın sabah , toplu halde yola çıkacaktık.
Anamla, epeydir ,aynı odada yatıyorduk, Sabaha karşı, uyandığımda,Onu, baş ucumda gözlerinden ipler gibi süzülen yaşlarla, bana bakar buldum .. Çok duygulanmıştım, kucağına atılıp, sımsıkı sarılıp, öpmek istedim. Ama ,böyle şeylere alışık değildim. Beni kucağına alıp sevdiğine hiç şahit olmamıştım. Sanki bana hep büyük bir insanmışım gibi davranmıştı. Göz yaşlarımı içime akıtarak, uyuyor numarası yapmıştım.
Sabah, tarhana çorbası- boğazımdan, sanki, katı bir yiyecekmiş gibi geçti. Sırtıma, eski bir mintan, yamalı bir pantolon, ayağımda çarık, başımda ise eski bir kasket vardı. (Sonraki yıllarda, bu duygularımı, aşağıdaki dörtlüklerle dile getirecektim.)
Köyden göçtüm şehir’ e, bu sefer sıla hasreti
Çıkaramam başımdan, buruşuk, eski kasketi,
Çarığı çıkarıp, ibret için, toprağa gömdüm.
Köyden çıktım, amma, şimdi, bir rüya gördüm.
Öksüz ve yoksul, zorda kalınca,
Çocuk yaşta düştüm gurbet yoluna,
Yaşam savaşına, ilk kez dalınca,
Tutunmak istedim bir dost koluna.”
Anamla Nadire, göz yaşlarını tutamamış, ağlıyorlardı. Emine de üzüntülü görünüyordu. Yusuf Ağanın yeni karısı da üzüntülü gözlerle bana bakıyordu. Anamın hazırladığı erzak çıkınını belime sardım, tahta merdivenlerden inerek, avludan dışarıya çıktım.
Namazdan çıkan köylülerin bir kısmı, köy odası önünde oturmuş konuşuyorlardı. Namaz kılmadığı halde, Yusuf Ağa da oradaydı. Diğerleriyle beraber Onun da elini öptüm. Hala
--Yusuf Ağa! Bu çocuğu bırakmayacaktın, yazık oldu, diyenler vardı. Ama O hiç sesini çıkarmıyordu.
Oradan, aşağı harmanlara doğru uzaklaşırken, anamın ve diğerlerinin, camdan bana baktıklarını hissediyordum. Dönüp baktığımda, hala oradaydılar.
İkiz eniştem ve diğer gurbetçiler , harmanların orada toplanmışlardı. Sabahın erken saati olduğundan, yakınlarından başka, fazla uğurlayıcı yoktu. Şükriye ablam ve çocukları oradaydı, Onu görünce, ebem aklıma geldi. Nasıl olup ta, Onu unutmuştum.
--Enişte ! siz gidin, ben size yetişirim, diyerek, eski evimize , ebeme koştum. Ebem, evin kaşında, iki büklüm, ayakta, sokağa bakıyordu. Merdivenleri, ikişer, ikişer çıkarak Ona ulaştım. Eniştem bu gün gideceğimizi söylediği için, O da beni bekliyordu.
- Gel, Yusuf um! Son defa seni öpeyim, deyince birbirimize sımsıkı sarılıp kucaklaştık. Ayrılıp, uzaklaşırken de, “beni unutma Yusuf’um “diye sesleniyordu( nereden bilebilirdim ki, bu , gerçekten, Onu , Şükriye ablam ve çocuklarını son görüşüm olacaktı).
49.. YAYA 100 KM.
Güdüle varınca, ufak bir veda faslı da orada yaşandı. Gurbetçilerden Güdüle kadar eşek sırtında gelenler vardı. eşeklerini , diğer köylüler geri götürecekti.
Artık, yaya olarak, yola koyulmaya hazırdık. Kimimizin azıkları, belinde sarılı, kimimizin de omzunda taşıdığı heybe içindeydi. Güdül’den sonra yol yokuşa vuruyordu. Hacılar, Sapanlar derken, Sivrinin oraya ulaşmıştık. Burada, kuyu başında, oturup dinlendik. Bu sivri tepeden, geldiğimiz yöne baktığımızda, arazi bir çanak gibi görünüyordu. Çanağın en çukur yerinde olan Keşenuz görünmüyordu. Arazinin yapısı, onu görmemize engel oluyordu. Buradan uzağa doğru, Sapanlar, Hacılar, Güdül, Kamanlar, Karacaviran, ve en nihayet, hepsinden yüksekte Sorgun dağlarının eteğinde, bizim köy görünüyordu. O kadar , geniş arazi içinde , yalnız sorgun dağları yeşil orman olarak kalmıştı. Bağların ve tarlaların yeşillikleri belliydi. Diğer yerler ise bozkır ve boz bir renkle kendini gösteriyordu. Bu dinlendiğimiz yer, “Sivri” adıyla anılıyordu ve Güdül Ayaş arasında en yüksek geçitti. Geceleri, köyden baktığımızda, tek tük de olsa buradan Güdüle inen arabaların farlarının ışığını görür merak ederdim. İşte şimdi, buradan, köye bakıyor ve elveda diye el sallıyordum.
Ayaş’a varmadan, hava kararmaya başladı. Eniştem,
--Bu arazi, Ilıcaya ait, burada konaklayıp, geceyi geçirelim, dedi. Burada su bol ve arazi ağaçlıktı. Çıkınlarımızı açıp, hava kararmadan azıklarımızı yedikten sonra, herkes, uzanıp yatacağı bir yer aramaya başlamıştı. Hepimiz, kırlarda, tabiatın kucağında yatmaya alışıktık. Fakat burasının farklı olduğunu, hava kararınca anlayacaktık. Etrafımızı, sanki bir sivrisinek bulutu sarmıştı. Bizim köyde , daha ziyade, kara sinek olurdu, böyle sini hiç görmemiştik. Herkes, çırpına, çırpına bi hal olmuş, netice de yola devam etmeye, sivrisineksiz bir yer bulduğumuzda, orada gecelemeye karar verilmişti.
Ertesi günü, güneş doğmadan, yola düzüldük. Ayaş belini tırmandıktan sonra iniş başlamış, ve akşam üstü, Sincan’a vasıl olmuştuk.
50. .KARA TREN
Sincan, Güdül’den daha büyüktü. Daha yüksek binalar vardı. İlk defa tren istasyonunu, yük vagonlarını ve rayları görüyordum. Köyden buraya kadar 100 km. lik mesafeyi, yaya yürümüştük, ama, ümit ve sevinçten, fazla yorgunluk hissetmiyordum.
Eniştem, hepimizin namına, toptan, tren biletlerini almış, diğerleri , bilet paralarını ödemiş, benimkini, eniştem üslenmişti. Aslında, hepsinin cebinde ancak tren biletine ve tren yolculuğuna yetecek kadar parası vardı. Bu sebepledir ki 100 km. mesafeyi yayan yürümek mecburiyetinde kalınmıştı. Halbuki Paramız olsaydı, külüstür de olsa, seyrekte işlese, Güdül’den, Ankara’ya yolcu taşıyan otobüslere binebilirdik. Tren, Sincan’a, gecikmeli olarak gelmişti. Hepimiz, boş bir vagon bulup , tahta kanepelere oturduk, Bu, kömürle işleyen, kara trendi. Yolculuğumuz, geceye denk gelmişti; uyur ,uyanık giderken, tren her istasyonda duruyordu. Bir şeyler, bir yerler görme arzusuyla, pencereden dışarı bakıyor, fakat, gemici fenerleriyle aydınlatılan, bir iki istasyon binasından başka bir şey göremiyordum. Biletleri kontrol eden adam,
“-Eskişehir, Eskişehir’e geliyoruz” diye seslenince, gözlerimi açtım. Burası daha büyük, ışıkları daha parlaktı. İstasyonda, bir kaç kişi inmiş, bir kaç kişi de binmişti. Tren tekrar, çuf, çuf diyerek giderken, yavaş, yavaş diğerleri gibi, benim de uykum gelmişti. Gün doğarken, gözlerimi açtığımda denizi gördüm,
-- Denizi gördüm enişte, ! denize geldik, deyince, Eniştem gözlerini açıp, şöyle etrafına bi bakındı ve
-- Bu, deniz değil, Sapancı Gölü, oğlum, dedi. Gölü ve İzmit körfezini görünce hayrette kalmıştım. ( Bu hatıra ve hissimi, daha sonraki yıllarda, aşağıdaki dörtlükle ifadeye çalışmıştım)
“İlk tren yolculuğu, henüz çocuk bendeniz;
Sapanca Gölünü, sandım, büyük bir deniz,
Marmara’yı görünce hayrette kaldım.
Güneş batar iken, hayale, ummana daldım”)
İKİNCİ B Ö L Ü M
1. İSTANBUL’A İLK ADIM
Sapanca dan itibaren, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Hem etrafa bakıyor, geçtiğim, gördüğüm yerleri beynime nakşetmeye çalışıyor, hem de dudağımda, bir türkünün nağmelerini seslendiriyordum. İzmit, Gebze, Pendik derken, nihayet, Fener yoluna ulaşmıştık. Daha Pendik’e gelirken, --İşte İstanbul dediler, trenden inmediğimizi görünce,
--İstanbul’a geldiysek, niçin inmiyoruz, diye sorunca,
-Daha bizim ineceğimiz yere gelmedik, yanıtını vermişlerdi. Bostancıyı geçtikten sonra da
- Haydi! Yavaş, yavaş hazırlanalım, diye ikaz etmişlerdi. Fener yolunda, trenden inmiş, gide, gide iskeleye dayanmıştık. Peki, şimdi ne olacak, nereye gidecektik Sorar gibi, eniştemin yüzüne baktığımda,
Muhittin Ağabeyin, ancak, akşam üstü kahveye uğrayabilir, O, uğramasa bile, seni Onun yattığı yere götürür, teslim ederim. Sen şimdi, Abdullah ve Osman ile kahveye git, otur, beni bekle, Ben şimdi, Kızıl topraktaki, amcama uğrayıp, geldiğimi haber vereceğim., Diyerek uzaklaşmıştı. Anlattıklarına göre: Eniştemin amcası, uzun yıllar önce buraya gelip yerleşenlerdendi. Halen kızıl toprakta, evi , evinin karşısında da kömür deposu vardı. İşi, odun kömürü satın almak ve satmaktı. Eniştem de , buraya geldiğinde, Onun evinin bahçesindeki kulübede kalıyordu.
Fener yolundaki kahve, bizim köylülerin uğrak yeriydi, Mahalledeki işleri bittikten sonra, buraya gelirler, hem dinlenirler, hem de muhabbet ederlerdi. Ama Muhittin konusuna gelince, işler değişiyormuş Onun ne yapacağı, nereye gideceği belli olmaz. Bazen, kahveye günlerce uğramazmış.
Gerçekten, saatlerce beklememe rağmen, ortalıkta görülmemişti. Ekiz eniştem gelinceye kadar beklemiş, bu arada, nüfus kağıdımı, cebimden çıkararak, ilk boş sayfasına, 5 mayıs 1941 Fener yolu yazmıştım. Bu tarih ve yer , benim ve talihimin ilk dönün noktasıydı.
Artık, karnım da fena halde acıkmıştı. Ne para vardı ne de pul, bir simit alacak kadar bile param yoktu. Nihayet ,eniştem gelmiş, Muhittin’i göremeyince,
-Haydi, kalk, yattığı yere gidelim, dedi.
2. AĞABEYİM MUHİTTİN
Eniştem önde, ben arkada, demir yolunu takip ederek batıya doğru yürüdük. Yüksekçe bir yere gelince,
--İşte, bak! Orada, diyerek, ağabeyimi gösterdi. Burası, yüksekçe bir yerdi, etrafında ne ev vardı, ne de bark. Muhittin, küçük bir kulübenin önünde ateş yakmış, ateşin üzerinde bir tencere, bir şeyler yapıyordu. Bizi görünce, ayağa kalktı ve ilk sözü,
-Ne diye, Onu, buraya getirdin ? demek oldu. Ben , bu davranışına, biraz, bozulmuştum. Beni kucaklayacak, “hoş geldin kardeşim, iyi ki Onu getirdin, enişte” diyecek sanmıştım .Eniştem, Onun yüzüne, ters, ters bakarak , La havle çekti ve,
--Yusuf , çok yalvardı, çok ısrar etti. Köyde bırakmaya, çileleriyle baş başa kalmasına gönlüm razı gelmedi. Bundan sonrası, ağabeyi olarak sana ait, Allah, ikinizin de yardımcısı olsun” diyerek, uzaklaşıp gitti .
Muhittin, hiç bir şey demeden, yemek yapmaya devam ediyordu. Ateş üzerindeki kaba, biraz yağ koydu, Domates, soğan, maydanoz, biber doğradı, sonra da dört tane yumurta kırdı, Karıştırıp, pişirdikten sora,
-Haydi gel! Acıkmışsındır, yemek yiyelim ,dedi. Hakikaten çok acıkmıştım. Yaptığı şey de çok güzel kokuyordu. Ekmeği fazla değildi. Fakat yaptığı yemek , her neyse, çok lezzetliydi. Çok acıkmıştım. Bir bu kadar olsa daha yerdim. Yemek esnasında , Muhittinin ağzından tek kelime çıkmamıştı.
Yemekten sonra, bulaşık kaplarını, kulübenin yanındaki bir çukurun başına götürdü,.
Gel de şunları yıkayalım, dedi. Önce, ince bir kum ile bakır sahanları ovdu; sonra , Arap sabunu ile bir bezi köpürterek kapları yıkadı., ben bir ibrikten su döktüm, O’ da çalkaladı.
Kulübenin içinde, yere serilmiş tahtaların üstünde bir şilte, üzerinde de eski bir yorgan vardı. Ayrıca, bir kaç tane kap kacak, bir de testi görünüyordu. Galiba, bütün eşyası bunlardan ibaretti.
Muhittin, sanki, Karadeniz’de gemileri batmış gibi, düşüncelere dalmıştı.”Köyde ne var, ne yok? Ana ve Ebe nasıl” diye bir kaç sual sorduktan sonra, yine suskunluğuna bürünmüştü.
O’nu yeni, yeni tanımaya başlayacaktım. İyi yemek pişirmek, temizlik, olumlu yönleri, suskunluk, geçimsizlik, sebatsızlık olumsuz yönleriydi. Bu karakter yapısını ve yaşayış tarzını zamanla öğrenecektim. Ayrıca, sanatkarlık tarafı da vardı. Resim ve heykel yapma gibi işler, basit de olsa, elinden geliyordu. Askerliğini, inzibat eri olarak, Hadım Köyde yapmıştı. Okul görmediği halde, askerlikte öğretilenler ve bizzat kendi gayretiyle, okuma , yazma öğrenmişti. Bizim köylüler gibi, mahalleye çıkıp sebze meyve satmıyordu. Ayak üstü işler yapmasını seviyor, bazı şeyler alıp satıyordu. Şimdi ise, kuyu kazma işiyle uğraşıyordu. Bu işleri kendisi buluyor, bir işçi temin ederek, kazma işini yaptırıyor, kendisi de kuyunun taşla örülmesi işini yapıp tamamlıyordu. En son işi ise, Kalamış’ta, Ahmet Paşa zadenin köşkünün bahçesindeydi. Bir ara düşüncelerinden sıyrılarak,
-Nüfus kağıdın var mı? Dedi.
-Evet, okul bitirdiğimi gösteren şahadetnamem de yanımda,deyince,
-Yarın muhtara gidip, senin için, ekmek karnesi alalım, paran olsa da , karne olmadan, ekmek alamayız, dedi.
Ertesi sabah bir gün önceden kalmış tarhana çorbasını, ısıtıp içtikten sonra, çalıştığı köşke gittik, Köşk, Kalamış’ta, yattığımız yere yakındı. İşçisi gelmiş, kazma işine devam ediyordu. Muhittin, patron edasıyla,
- Bu benim kardeşim, biz muhtardan ekmek karnesi almaya gidiyoruz, sen kazma işine devam et, dedikten, ve bir kaç yeri kontrol ettikten sonra muhtarlığa doğru, yola koyulmuştuk.
3. İLK KAZANCIM
Muhittin, bana, fındık fışkınlarından örülmüş, küçük bir küfe alıverdi, bir miktar da para vererek,
-Artık, senin de bir işin oldu, Bununla, yarından itibaren, diğer köylüler gibi, mahalleye çıkıp, hıyar satacaksın,! Unutma! Daldalın Osman, yarın seni Selamı Çeşmede bekleyecek, Onunla bostanlara gidecek, O, sebze alırken, Sen de taşıyabileceğin kadar, hıyar alacak, mahalleye beraber çıkacaksınız. Sana yol gösterecek, ve mahalle ve sokakları tanıtacak, dedi.
Ertesi gün, Güneş henüz yüzünü göstermeden, ben Selamı- Çeşmeye vasıl olmuştum. Henüz etrafta, kimseler yoktu, biraz daha bekledim. Osman ağabey, küfesi, sırtında, göründü. Osman, köyde komşumuzdu. Bizim ev ile, Onlarınki bitişikti. Muhittin ile akrandı. Senelerdir, İstanbul’a gider, gelirdi. Dolayısıyla, buralarını, çok iyi biliyordu. Bostancıya kadar, yürüyerek gittik, çünkü, en büyük ve ucuz mal veren bostanlar oradaydı. Bostan sahibi, Osmanı tanıyordu. Osman beni göstererek,
--Bu çocuk, bizim köyden, yalnızca , hıyar alıp satacak, Buralara alışıncaya kadar Ona kolaylık göstermeni istiyorum, dedi. Bostancı da “ olur” manasında başını salladı.
Ben hıyar toplarken, büyüklerini tercih ediyordum ki, Osman yanımda belirdi.
-Böyle çok büyüklerini toplarsan, kolay, kolay satamazsın, Körpe ve orta boylarını topla, burunlarındaki çiçekleri de sakın düşürme! Onlar tazelik ifade eder, mahallede dolaşırken, çiçeği burnunda diye bağır ki, müşteri çekebilsin, diye tavsiyede bulundu. İşimiz bittikten sonra, Osman önde, ben peşinde, küfeler sırtımızda, yola koyulduk. Yolda giderken,
-Sana, mahalle ve sokakları göstereceğim, Öğrendikten sonra, kendin de yalnız olarak, dolaşabilirsin, dedi.
Sırtında küfesi, avazı çıktığı kadar,” Domataaa, Fasülyeeee ,bamyaaa,” diye bağırırken, henüz benim sesim çıkmıyordu. Bu arada, O’ da beni ikaz ediyordu,
“- Bağır oğlum, bağır,! hıyar!, körpe hıyar! Çiçeği burnunda hıyar” ve ilave ediyordu, sakın saat dokuzdan önce bağırma! Aksi takdirde, mahalleliden azar işitirsin!. İlk hıyarı satıp, elime parayı saydıkları zaman, kedime güven ve içimde de bir sevinç vardı.
İki , üç gün içinde, kendi başıma alıp, satmayı öğrenmiştim. Erkenden Bostancıya gidiyor, hıyarları toplayıp, sayarak, eğrelti otlarıyla küfemi süslüyor hıyarları yerleştiriyordum. Küfe sırtımda, sokak aralarında dolaşarak, tane hesabı, satıyordum. Hıyarın tanesi, delikli, iki buçuk kuruştu. Günde, 200-300 tane hıyar sattığım oluyordu. Satılmayanları, bazen ben yiyor, Bazen de kulübeye getiriyor, domatesle , soğanla, çoban salatası yapıyor, yemekle yiyorduk. Para kazanıyorum diye de çok memnundum.
Öğle üzeri, veya, küfenin boşalma durumuna bağlı olarak, nihai konak yerim, Selamı -Çeşmenin, demir yolu tarafıydı. Burada , ulu çamfıstığı ağaçları, ıhlamur ve dut ağaçları vardı. Etrafta da , bir kaç tane , görkemli köşkler bulunuyordu. Arazi, aşağı, yukarı bomboştu. Satış durumuna göre, buraya bazen erken, bazen geç geliyordum, Öğle yemeğim, hâlâ kuru bir simitten ibaretti. Bazen de hayrat olarak bildiğimiz dut ağacına çıkar dut toplardım. Burada köylülerle buluşup , konuşur, bazen de ağaçların gölgesine yatar dinlenir biraz da kestirirdim; ne de olsa, kırlarda yatmaya alışıktım. Günün son durağı olan, yattığımız kulübeye giderken, Fener yolundaki kahveye, şöyle bi uğrar, kim var, kim yok diye bakardım, Kafa dengi birisini görürsem, oturur bir iki laf eder, günümüzün nasıl geçtiğini, ve gördüklerimizi anlatırdık.
Kulübeye, bazen Muhittin, bazen ben erken gelirdik. Yemek yapmak Ona aitti, bulaşıkları yıkamak, sağı, solu toplamak da bana. Genellikle tarhana çorbası, ve sebze yemeği yapardı. Köylülerin, satılmayan sebzelerinden, ucuz olarak alırdık. Bazen de parasız verirlerdi. Nadiren de olsa, Muhittin, kasaptan et alır, o zaman da türlü pişirirdik. Tabii, en sık yediğimiz yemek, menemendi, meyve olarak da karpuz.
Kazandığım parayı, akşamları, Muhittin’e veriyordum. Ertesi günü alacağım hıyarların parasını ayırmayı da, ihmal etmiyordum. Bütün köylülerin, para biriktirme konusunda düşüncesi ne ise, benimki de öyleydi. Maksadımız, mümkün olduğu kadar fazla para biriktirmekti. Ama muhittininki farklıydı. Eline para geçer geçmez sarf etmeyi çok seviyordu. Bonkörlük gösterilerine bayılıyordu. ( Daha sonraları da şahit olacağım gibi, bu huyu hiç değişmeyecekti, bazen borç alacak, fakat, bu parayı bile safahat yaparak sarf edecekti.) Kendine özgü bir insandı. Bazen, işverene kızar, ne kadar iş yapmış, kaç gün çalışmış, karşılığını istemeden, almadan, çeker giderdi.
--Hakkını neden istemiyorsun , dediğimde,
-Parası Onun olsun! Parası batsın, namussuz herif, diyerek, kendini haklı gösterecek, bir sürü laf ederdi. Alıngan ve kırılgan bir ahlakı vardı. Bu huyu sebebiyle, çok şey kaybedecekti. Bütün hayali, triportör( üç tekerlekli vasıta) almak, bununla, sebze ve meyve satmaktı. Asıl ideali ise, bir lokantaya sahip olmaktı.(Sonraki yıllarda, İzmir’de, bir yiyecek büfesine, daha sonra da ,altmış yaşında, Fener yolun da, böyle bir lokantaya sahip olacak, geçimsizlik ve sebatsızlığı sebebiyle, başkalarına devir etmek mecburiyetinde kalacaktı)
İstanbul’a geleli iki ay olmuştu. Artık bu işe alışmıştım. Sanki yıllardır, hıyar alıp, hıyar satıyor gibiydim. Sırtımda küfe bağırırken, köşklerden,
- çocuk! Salatalıkçı! Gel, gel” diye seslenirler, bazen de
- Salatalık almayacağız, şu bahçeyi süpürüver, sana para verelim, yemek verelim, derlerdi,.
4. BİLMEDİĞİM BİR TAT
Hâlâ, başkasının yemeğini yemek bana hoş gelmiyordu. İsteksiz de olsam, emeğimin karşılığı diyerek, kabul ettiklerim oluyordu. İşte böyle bir sesleniş, Bostancıda, tek katlı bir evden geldi. Seslenen, 50-55 yaşlarında bir kadındı.
-Şu bahçeyi temizle, sana yemek vereyim ,dedi. Bahçe küçüktü, çalı süpürgesiyle süpürüp bitirdiğimde, beni ısrarla içeri çağırdı. Daha önceleri, bana böyle iş yaptıranlar, bahçede yemek verirlerdi. Ayağımda çarık vardı, sıkıla, sıkıla içeri girerken
-Gel, çekinme, lavoba şurada, ellerini yıka, şu masaya otur rahatça yemeğini ye! Rahat yemen için, ben içeriye gidiyorum, deyerek, içeriye gitti.
Hayatımda ilk defa böyle lezzetli bir yemek yiyordum. Masada, bir sürahi ile bir de bardak vardı, bir dilim de karpuz. Böyle bir ikrama hiç alışık değildim, Teşekkür için seslenmiş, kapıdan çıkarken de, yemeğin adını sormuştum. “İmambayıldıymış” ismini de ilk defa duyuyordum. Merdivenlerden inerken, kadına içimden dua ettim. Yüksek sesle dua edersem, sanki dilenci olacakmışım gibi geldi bana. (Hayatım boyunca, ne zaman , imambayıldı yesem, o kadını ve o yemeği hatırlayacaktım)
5. KÖŞKLER VE BAHÇELER
En büyük zevkim, boş zamanlarımda, Fener yolundan trene binip, Bostancıya kadar gitmek, başka bir trenle geri dönmekti. Tren yolu boyunca, şahane köşkler, bakımlı bahçeler, rengarenk çiçekler vardı. Onlara baka, baka, zevk duya, duya gider, dönerdim. Köşkler ve bahçeler, o kadar güzel ve zevkliydiler ki, kelimelerle, bunu ifadeye imkan yoktu. Ancak, insan gözle ,(bakmak kafi değil) görmeliydi ki o zevki tadabilsin di. Tramvay yolculuğunda da aynı zevki yaşıyordum. Kızıl topraktan biner, Bostancıya kadar, sağ taraftaki köşk ve bahçeleri, dönüşte de sol taraftakilere hayranlıkla bakardım, Köşkler, yol boyunca, seyrek olmalarına rağmen,güzellikleri gözü doyuruyordu. Hıyar satarken de, bazı köşk ve bahçeler içine giriyor, yine zevk duyuyordum, ama tren ve tramvaydan gördüklerim, sinema şeridi gibi, güzelliklerini, birbiri peşi sıra, sergiledikleri için , insanda ayrı bir zevk yaratıyordu.
6. İKİNCİ BAYILMAM
Tramvay hattı, Kızıl toprakta ikiye ayrılıyor, biri Bostancıya, öbürü Fener bahçeye uzanıyordu. Hatların ayrıldığı, üçgen sahada da tramvay deposu vardı...Fener Bahçe ve Kalamış kıyıları, suyu billur gibi, tabii plajlardı. Fener bahçenin doğusunda, askeri depolar geniş bir sahayı kaplıyordu. Bu depolara kadar uzanan ayrı bir demir yolu hattı mevcuttu.
Genellikle , Fener Bahçe ve kanlamışta denize girerdik. Tabii ki, sığ yerlerde ve don paça, çünkü , henüz yüzme bilmiyordum.
Bilmediğim bir şey daha vardı ki , neredeyse, başıma büyük işler açacaktı. O da tramvaydan atlamaktı. Dikkat ederdim (nasıl dikkatse), ben yaştaki çocuklar, tramvayın demirlerine tutunurlar, tramvay hareket halindeyken, pat,! Pat! yere atlayıverirlerdi. Çocukluk değil mi, bir gün ben de heves ettim; Fener Bahçeden tramvaya binmiş; artık bizim muhite, yani Kızıl Toprağa geliyorduk. Tramvay deposunun önünde , tramvay hareket halindeyken ve ana hatta geçerken kendimi ileri doğru yere bırakıverdim. Bayılmışım. Kendime geldiğimde, bir sürü insanın etrafıma toplandığını gördüm. Hanımlar, beylerin hep bir ağızdan;
- Bakın,! Bakın! gözlerini açtı, kendine geliyor, dediklerini duydum. Bu İKİNCİ BAYILMAMDI. Allaha şükür ki yaşıyordum. Bu hata, beni öbür dünyaya da gönderebilirdi. Bir hayli korkmuştum; Oturduğum yerde, biraz daha bekledim, kendimi biraz daha toparladıktan sonra,, söylenen, tenkit edenlerin arasından, sessizce , çekip gittim.
Korkuyu yenmenin yegane çaresi, korkunun üzerine gitmekti. Ben de öyle yaptım. Başka bir sefer, çocukların atlarken yaptıkları hareketlere dikkat kesildim. Atlarken, kendilerini, tramvayın biraz arkasına bırakıyorlardı. Ben de ikinci denememde öyle yaptım. bu defa zafer benimdi. Sanki mühim bir şey yapmışım gibi, gurur duymuş, kendime güvenim artmıştı.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1. DÖNÜŞ YOLU..
Eylülün ikinci haftası olmuştu. Mahalleye çıkma işleri, artık, yavaş, yavaş tavsamıştı. Bostanlar da sararıyordu. Ya bana ikinci bir iş bulunacak, ya da , köylülerle beraber, köye dönmek mecburiyetinde kalacaktım. Muhittin, bir gün, suskunluğunu bozarak,
-Kırıkkale fişek fabrikasında , uzaktan akrabamız olan biri, bir usta başı var; oraya gidelim ve Ondan, senin için bir iş isteyelim” dedi.
- Olur, ama, senin bu kulüben ne olacak?
-- Onu kapatır gideriz, bir şey olmaz, hoş olsa da fark etmez ya! Zaten, havalar soğuduğunda, her zaman olduğu gibi, ucuz bir otele çıkarım.
Köylülerden bir grup, dönme hazırlığına girişmişlerdi, biz de öyle yaptık. Çok geçmeden, Ankara’ya, tren biletimizi bile almıştık.
Son akşam, Fener yolundaki kahveye uğradık., Bizden sonra geleceklere veda ettik. Onlara durumu ve dönmekteki maksadımızı izah ettik.
Ertesi günü, öğleye doğru, trene, kömürle işleyen kara trene bindik. Üçüncü mevki, ve tahta kanepeler. Bostancıya kadar, veda edercesine, güzel köşk ve bahçeleri, gıpta ile seyrettim. Zaten hiç, bunca güzelliklere, haset ve kıskançlık duyarak bakmamıştım ki. Bu güzel yerlerden ayrılıp, yine çile çekmeye, köye mi dönecektim? Yol boyu , Tanrıya dua ediyordum.
“Tanrım, yalvarırım! Böyle aciz durumdayken, bi daha beni köye döndürme”! Ben böyle içimden, dua ederken, Muhittin, birden bire
-Yusuf!, İzmit’te bir akrabamız var, belediyede, mevki sahibi biri, Ben askerliğimi yaparken, gidip görmüştüm, istersen Ona bi uğrayalım! Belki sana bir iş buluverir
-Olur, ama Ankara’ya bilet almadık mı? O bilet yanmaz mı? diye sorunca ;
-Yanarsa , yansın! İzmit’te inelim bakalım, bizi nasıl karşılayacak? Duruma göre, ne yapacağımıza sonra karar veririz. Böyle bir karara vardıktan sonra, köylülere de bundan bahis ederek, Onlara veda ettik ve İzmit’te, trenden indik. Belediye binasına girdiğimizde, koridorlarda, resmi ve sivil kıyafette, pek çok insan dolaşıyordu. Muhittin, resmi kıyafetli, birisinin yanına sokularak, bir şeyler sordu; galiba zabıta memuru idi.
-İşte şu oda! Ama, ben , kendisine bi sorayım, diyerek-içeri girdi-. Girmesiyle, çıkması bir olmuştu.
-Girin , çocuklar! Sizi bekliyor, deyip, kapıyı açıverdi. Biraz çekingen, içeri girdik. Masanın arkasında, yakası kırmızı
resmi ceketli, gözlüklü, çıplak kafalı, şişmanca bir kimse oturuyordu. Gözlerini bize çevirmiş, gözlüğünün altından, bizi süzüyordu. Muhittin, biraz yaklaşarak;
-Dayı, ben Muhittin! Yelli köyünden, dayın Molla Süleyman’ın oğluyum, Bu da , kardeşim Yusuf! deyince, dayımız, yavaş, yavaş yerinden kalktı; benim yüzüme baktı ve ;
-Ne kadar, rahmetli Yusuf ağabeyine benziyorsun, deyerek, bana sarıldı, yanaklarımdan öptü. Yüzüne baktığımda, gözlerinin yaşla dolduğunu fark ettim.
Ben çok duygulanmıştım. Bu gözyaşları, dayısını ve rahmetli ağabeyimi ne kadar sevdiğini anlatıyordu. Böyle bir yakınlığı hiç beklemiyordum. Şaşırmış, biraz da sevinç ve gurur duymuştum
Bizi oturttu, çay söyledi. Masanın yanında oturan delikanlıyı göstererek;
-Bu da benim büyük oğlum, Erdem, dedi. Erdem, sarışın, yakışıklı bir delikanlıydı. Heyecandan, Onun , orada oturduğunu fark etmemiştim. Dayımız, bize, köyle ilgili bazı sorular sorduktan sonra, oğluna dönerek ;
- Sen kardeşlerini eve götür, ben daha sonra geleceğim., dedi. Sessizce bürodan ayrıldık; yolda Erdem Ağabey Muhittin’le konuşmaya devam ediyordu.
Çarşının içinden geçerek eve ulaştık, ev fazla uzak değildi. Demirden yapılmış, bahçe kapısını açarak, çiçeklerle bezeli bahçeye girdik. Bahçenin bir tarafında kameriye altında oturanlar vardı. O tarafa doğru yürüdük. Onların, biz yaklaşırken, bizi merakla süzdüklerini fark etmiştim. Onlara yaklaştığımızda, Erdem;
-Anne, Bunlar babamın akrabaları imiş, Onları, eve getirmemi söyledi, deyince, meraklı bakışlar yok olmuştu. Herhalde, bizi işçi zannediyorlardı ki , bunda da hakları vardı. Muhittin,
-Yenge, benim, Muhittin , diyerek, kadının elini öpmüştü; ben de öyle yaptım. Bu arada, kıkır, kıkır gülen kızlara gözüm ilişmişti. Anlaşılan, kıyafetimi yadırgamışlardı. Muhittin’in değil ama, benimki gerçekten gülünecek durumdaydı. Ayağımda çarık, yamalı bir pantolon, rengi kaçmış bir mintan ve başımda eski bir kasket.
Yenge hanım benim ismimi sorunca; Bizden önce oğlu davranarak”-Yusuf muş, anne “ dedi. Bu defa , yenge hanım;
—Şöyle oturun, biz de tam çay içecektik, karnınız açsa, kızlar, bir şeyler getirsinler, deyince, ikimiz birden:
—Hayır aç değiliz, yenge dedik ve bankın bir kenarına, ezile, büzüle oturduk. Bize, gevrek simitle, beyaz peynir ve çay ikram ettiler. Simidin tazeliği. Kokusu, peynirin lezzeti, uzun süre damağımda kalacaktı.
Yengemiz kısa boylu, esmerce, iri kahverengi gözlü, yüzünün biçimi, biraz tatarımsı, kırk beş-- elli yaşlarında bir kadındı. Kızlar bir tarafta dururken, yiyecekleri ve çayı kendisinin getirmesi, Onun hareketli ve çalışkan bir insan olduğunu gösteriyordu.
Kameriye altında dört kız vardı. Onları, “bu yeğenim, bunlar da benim kızlarım “ diye tanıtmıştı. Yeğenim dediği, uzunca boylu, düzgün vücutlu, esmer tenli, ela gözlü, güzel bir kızdı. Kendi kızlarından büyüğü, kısa boylu, sarı saçlı, yuvarlak yüzlü, mavi iri gözlü ve tombuldu. Üzerinde kısa bir entari vardı ve bahçede yalın ayak dolaşıyordu. Ortancası, esmer, siyah düz saçlı, siyah gözlüydü, üzerinde düz, ince bir entari, ayaklarında şıpıdık terlikler vardı. En küçüğü ise, buğday tenli, iri kahverengi gözlü, kahverengi kıvır, kıvır tek örgülü uzun saçlarına renkli kurdele takılmıştı. Dört , beş yaşlarında güzel bir çocuktu. Erdem ağabey, Muhittin’den biraz küçük görünüyordu. Boyu benden büyüktü. Sarışın, yeşil gözlü, kıvırcık, sarı saçlı, yakışıklı bir delikanlı idi. Davranışları kibar, konuşmalarında ise biraz, rekâket vardı. Dayım, bu benim büyük oğlum dediğine göre, bir oğlu daha olmalıydı, ama Onu henüz görememiştik. Kameriye altında otururken, yengemin ve Erdemin kızlara seslenişlerinden anladığıma göre: Büyükten, küçüğe doğru kızların adı. Ümmühan, Çiğdem, Menekşe, ve Fulya idiler. Ümmühan, yeğen oluyordu; gururlu bir görünüşü vardı: Sanki bize küçümseyerek bakar gibiydi.
İnsanları tetkikim bitmiş, sıra etrafıma gelmişti. Henüz evin içine girmemiştim. Ev, üç katlı, yeni inşa edilmiş bir bina idi. Ev kendilerine aitti. Üst katları, resmi bir müessesede kirada idi.
Bahçe, evin üç tarafını çeviriyordu. Her üç tarafında da yollar ve çiçek tarhları muntazam bir şekilde tanzim edilmişti. Batı taraftaki kısım biraz daha genişti. Burada meyve ağaçları için bir bölüm ayrılmıştı. Ayrıca , tavuklar için bir kümes, ve odun konacak bir depoyu içeriyordu. Meyve bahçesi bölümünde, vişne, kiraz, armut, erik incir gibi muntazam dikilmiş, fazla boy atmayan cinsten, ağaçlar dikilmişti. Yine evin batısında, binaya yakın büyük bir dut ağacı görünüyordu.
Daha, demir bahçe kapısından içeriye girer, girmez çiçeklerin canlı ve güzelliği dikkatimi çekmişti. Çeşitli renkte, hala açan güller, sardunyalar, begonyalar, kına çiçekleri göze çarpıyordu. Bilinçli bir el tarafından bakım gördüğü belliydi. Hem bahçenin giriş tarafında, hem de batı tarafında, bahçe sulamak için musluklar vardı. Ayrıca, güney tarafta, çiçek bahçesinden bir duvarla ayrılan ve etrafı çitle çevrilmiş, oldukça geniş bir sebze bahçesi vardı ki bakımlı olduğu, domates, patlıcan ve biberlerin canlılığından, belli oluyordu. Ancak , buranın mülkiyetinin komşularına ait olduğunu söylüyorlardı. Boş olan bu araziyi, bir öneri üzerine, dayım ve çocukları tarafından, zorlu bir uğraş neticesinde, sebze bahçesi haline getirilmişti.
Biz otururken, küçük, beyaz tüylü köpek havlayarak, bahçe kapısına doğru seyretti. Şişman bir çocuk, bahçe kapısından içeri girer girmez, köpek Onun etrafında, fırıl, fırıl dönerek sevgi gösterisinde bulunuyordu. Şişman, bize doğru gelirken, bir taraftan köpeği seviyor, bir taraftan da bize merakla bakıyordu . Sanki , bu çulsuzlar da kim der gibiydi. Annesi;
-Hoş geldin Erkan, Bunlar, babanın akrabaları, deyince;
-Neden daha önce gelmemişler, neden geç kalmışlar! Evin inşaatı ve tamamlanması sırasında, Onları da çalıştırırdık, diye, güya şaka veya espri yaparak mutfak tarafına doğru yürümüştü. Annesi de
-Aç mısın Erkan, diye arkasından sesleniyordu.
Erkan sarışın, anormal şişman, büyük kafalı, kahverengi saçlı ve gözlü, tatar suratlı bir çocuktu. Benimle akran veya biraz daha büyüktü. Giysilerine zor sığıyordu.
Vakit epey ilerlemişti. Babamın yeğenini, yani dayımı bekliyor, bir an önce gelmesini, istiyordum. Her halde, bize soracakları vardı. Bizim de Ondan isteklerimiz olacaktı. Belki bana uygun bir iş bulabilirdi.
Kızların, çığlık ve şamataları arasında, bahçe kapısının sesini duydum; dayım geliyordu. Sırtında resmi elbise, başında şapkası, kısa boylu, toplu bir insandı. Yine gözünde özlükleri, elinde de bir paket taşıyordu. Paketi yengeme uzatırken,
-Dözem! Kaşar ve beyaz peynir aldım, dedi. Ayrıca, cebinden küçük bir paket çıkararak, yanına sokulan , sevip, okşadığı Fulya’ya verdi. Biz Onu görünce ayağa kalkmıştık,
“Oturun çocuklar” dedi ve şapkasını, Menekşeye vererek; -Hadi kızım! Bunu içeriye götür, derken, ceketinin düğmelerini açarak, yanımıza oturdu. Saçları dökülmüş, yalnız kenarlarında kalmıştı. Gözleri iri ve insanın içine nüfuz edercesine, bakıyordu. Artık sırası gelmişti; bize sorular sormaya başladı.
-Yusuf! Kaç yaşındasın? Kaçıncı sınıfa kadar okudun? Cevap verirken, bir yandan da nüfus cüzdanımı ve okul belgemi cebimden çıkarıyordum. Önce nüfus kağıdına bi göz attı ve;
-Doğum tarihin doğru mu? dedi. Benden önce Muhittin cevap verdi.
-Pek doğru sayılmaz, dayı;! köy yerinde, askere biraz geç gitsin düşüncesiyle, nüfus kağıdını geç çıkartırlar. Sonra , dayım, okul belgemi alıp incelemeye başladı ve arkasından, bir soru daha geldi.
-Bu belgeye göre, üçüncü sınıfı iki sene önce bitirmişsin; öyle mi?
-Evet, Dayı!” diye cevap verdim.
-Peki, o iki sene zarfında ne yaptın? Neden okumadın? Aslında bu sorunun cevabı uzundu. Kısaca:
-Okula devam edebilmek için, başka bir köy veya kasabaya gitmem gerekiyordu. Böyle bir imkanım yoktu. Dağda, bayırda çalıştım, cevabını verdim. Muhittin;
-Dayı! Yusuf’a bir iş , derken; O sözünü kesti. Bir taraftan yengeme bakarken, bir taraftan da;
-Bu gece burada kalın, yarın düşünürüz, dedi. Kalmamız hakkında, yengemin de tasvibini almak ister gibiydi.
Bu konuşmalar sürerken, zaman geçmiş, hava kararmak üzereydi. Yengeme dönerek;
-Dözem! Ben acıktım, çocuklar da acıkmıştır , yemek hazır değil mi? Diye sordu. Sesinde, biraz da otoritesini kanıtlamak ister gibi bir hal vardı. Demek yengemin adı, Dözem di; böyle de isim hiç duymamıştım !
Akşam yemeği hazırlıkları başlamıştı. Daha ziyade , yengem koşuşturuyordu, Kızlar bahçenin bir tarafında, muhabbette idiler. Oğlanlarsa, böyle şeylere hiç karışmıyorlardı. Muhittin de kont gibi oturuyordu. Yengeme yardım için, sessizce kalktım, O mutfak kapısından, bana tabak, bardak, çatal, kaşık veriyor, ben de onları, kameriyenin altındaki, üzerine muşamba yayılı, masanın üzerine yerleştiriyordum. Sofra hazır olunca, nihayet kızlar da çağrılmıştı. Ümmühan yoktu, herhalde evlerine gitmişti.
Yemekte, ekmek tahdidi yoktu. Ekmek dilimlerini, yığılı görünce şaşırmıştım, Bu bolluğun sebebini, bazı şeyler gibi, sonradan öğrenecektim. En çok yoğurt çorbasını ve nar gibi kızarmış, böreği sevmiştim. Yoğurt çorbası, biraz tarhana çorbasını andırıyordu ,ama çok farklı ve lezzetliydi. Böreği çok sevmeme rağmen, bir dilimle iktifa etmiştim, Hem dilimler çok büyük kesilmiş, hem de aç gözükmek işime gelmemişti. Erkan ise, börek dilimlerini, sanki çiğnemeden yutuyordu. Elleriyle yediği için, böreğin yağları, neredeyse, dirseklerinden akacaktı. Börek tepsiyle ortaya konmuştu ve hemen, hemen yarıya inmişti.,. Yengem, Erkan’a
-Artık yeme, çocuğum, yeter” dediğinde,
-Ya! Onu fırına, kim götürdü, getirdi, benim hakkım herkesten fazla olmalı, diye cevap veriyordu. Yemek bitikten sonra, sofrayı kaldırırken de yengeme yardım etmiştim, O sırada kızların her biri, bir taraf dağılmıştı. Yengem mutfakta, bulaşıkları yıkamakla meşguldü. Dayım;
-Ben, biraz erken yatacağım , diyerek içeri girmişti. Biz dört erkek kameriyenin altında oturmaya devam ediyorduk. Erkan, durmadan, şaka ve şaklabanlıklar yaparak, bizi güldürüyordu,, Erdem ise, Onun yaptıklarına gülmekle beraber, daha olgun ve ciddi bir tavır sergiliyordu. Erkan dahil, çocukların hepsi, ağabeylerine karşı daha saygılı davranıyorlardı. Artık yatma zaman gelmişti. Yengem, mutfak kapısından bana seslendi. Yanına varınca;
-Ayağındaki çarıkları çıkar, bahçe musluğunda yıka, işte sana takunya; sonra içeri gel de sizin için yatak yapalım, bana yardım et, dedi. Bir de eski terlik gösterdi. Dediklerini yaptım, içeri girdim. Bana, döşek , yorgan ve yastıkların yerini gösterdiği yerden taşırken, evin iç durumunu da gözlemlemiştim. Salon ve salamanje olan bölüme oda kapıları açılıyordu. Salonun doğusundaki oda, dayım ve yengeme aitti. Batısındaki oda ise kızlar için ayrılmıştı. Bu odadan ayrıca bir kapı ile banyoya giriliyordu. Salamanjeye , bir yatak odası, - ki burada, Erdem ve Erkan yatıyordu, - mutfak, ve banyoya ulaşan bir koridorun kapısı açılıyordu. Binaya giriş kapısı da burada idi. Salamanjede bulunan masa ve sandalyeleri ayarlayarak, yatacağımız döşeği yere sermiştik. Gerek yastıklara kılıf geçirirken, gerekse yatağa çarşaf sererken, yengemin, bizden yüksünür bir hali yoktu. Hatta bana ve muhittin e pijama bile uydurmuştu. Ben de ilk defa, pijamalı, çarşafı mis gibi kokan bir yatakta yatıyordum. Ama, kafama üşüşen düşüncelerden, gözüme epey bir müddet uyku girmemişti.
2. İZMİTTE BİR HAMİ
(İkinci dönemeç )
Sabahleyin, erkenden, gürültü etmemeye gayret ederek, yatağı toplamış, masanın üstüne koymuş ve bahçeye çıkmıştık. Yine ses çıkarmamaya gayret ederek, süzgeçli kova ile yerleri sulayarak, bahçeyi temizlemiştim.
Yavaş, yavaş ev halkı uyanmaya başlamıştı. Erken kalkan erkeklerdi. Yengem ve kızlar henüz uyuyorlardı. Dayım da bahçeye çıktı. Yengem gelince, kameriye altına, kahvaltı hazırlığına başlanmıştı. En son gelen Menekşe olmuştu. Dayım kahvaltısını bitirince, Muhittin e dönerek;
-Biz , gece, yengenle konuştuk, Yusuf u, burada okutmaya karar verdik, sen gidebilirsin, dedi. Bu habere çok sevinmiştim. Hemen kalkıp, ikisinin de elini öptüm. O an , benim için, sanki, kaderimin ve talihimin, döndüğünün işareti gibiydi. Dayımın Çocukları içinde, bu habere sevinen veya üzülen var mıydı acaba?
Muhittin, trene yetişmek bahanesiyle, kahvaltıdan hemen sora, ayrılıp gitti. Bana para bile bırakmamıştı. Miktarını bilmemekle beraber, İstanbul’da biriktirdiğim bütün paramı Ona vermiştim. Artık beş parasız kalmıştım....
3. .OKUL HAZIRLIĞI
Dayım henüz işe gitmemişti. Yengem , şimdiden hazırlıklara başlamıştı bile,
-Sana, bir ayakkabı, bir de pantolon uyduralım, Erdemin gömlekleri sana uyar, sonra da bir okul önlüğü dikerim ..;Dayım da;
-Okula kaydının yaptırılması için müdürle konuşurum. İnşallah beni kırmazlar, Okullar halen başlamış durumda, diye ilave etti.
Dayım, ceket ve şapkasını giyerek , belediyeye, Erkan, klor fabrikasına çalışmaya, Erdem de yukarı kata, resmi daireye , işine gitmişlerdi. Yengem, vakit kaybetmeden, dikiş makinesini açıp, başına oturmuştu. Erdem Ağabey’ in eski pantolonunu, kesip , biçerek, bana uydurdu. Bir de gömlek giydirdi. İlk defa yırtıksız ve yamasız, pantolon ve gömlek giyiyordum. Artık, sıra pabuca gelmişti. Dayımın ve Erdemin ayakları küçüktü; dolayısıyla , eski ayakkabıları bana uymuyordu. Erkanın ayakkabıları bana uyuyordu, ama, onlar da çok eskiydi. Boyanmayla falan olacak gibi değildi. Zaten, yengemin gönlü de buna razı değildi.
-En iyisi, dayına söyleyip, sana yeni bir pabuç aldırtmak, öğle yemeğine geldiğinde, ben Ona söylerim, dedi.
4. DUVARDAKİ RESİM
Dayım öğle yemeği için geldiğinde, seni okula kayıt edecekler, müjdesini vermişti. Yemeğini yedikten sonra;
-Dözem, ben yirmi dakika uzanacağım, sonra kahvemi içer giderim, diyerek içeriye girmişti. Yengem de;
-Dayının adetidir ; her gün, yemekten sonra, yirmi dakika kestirir, ondan sonra kahvesini içer. İşte o zaman, ayakkabı işini söyleriz... Aradan bir müddet geçmiş, yengem kahveyi pişirmişti, ama, dayım henüz uyanmamıştı. Bana,
-Git dayına seslen, uyansın, dedi. İçeri girdim, gündüz gözüyle, salonu ilk defa görüyordum. Duvarda asılı bir resim, nazarı- dikkatimi çekmişti. Bu çerçeve içinde genç bir kız resmi idi. Fotoğraf, göğüsten yukarısını gösteriyordu. Bana ilk çarpıcı gelen taraf, gözlerinin güzelliği ve bakışlarındaki canlılıktı. Saçları kısa kesilmiş ve Ona, modern bir hava vermişti. Burnu muntazam, ağzı küçük, dudakları inceydi. Fotoğraf, siyah- beyaz olduğundan, göz ve saçlarının rengi belli olmuyordu. Muhtemeldir ki saçları sarı, gözleri açık renkti. Ben bir anda büyülenmiş gibi dalgın bakarken, Dayımı unutmuştum. Halbuki O, kalkıp, arkama kadar gelmiş, benim kime baktığımı anlamıştı.
-O baktığın resim, büyük kızıma ait. Yasemin ablan, şimdi İstanbul da oturuyor ve evli, deyince, ben biraz da mahcup olmuştum.
--Kahven hazır, dayı! Seni uyandırmaya gelmiştim.
Kahvesini içtikten sonra, yengem, benim için yeni bir ayakkabıya gerek olduğunu anlatmış, O da ,
-Haydi, benimle gel de sana bir pabuç bakalım, dedi. Dayımla çarşıya kadar yürüdüm, zaten yolu oradan geçiyordu. Dayım, siyah bir pabuç beğendi, satıcı, “Kaç numara” deyince, ben şaşırmıştım. Ayakkabı numara ile mi satılır diye. Neticede, deneyerek, ayağıma uygun olanı bulmuştuk. Dayım,
-Ayakkabıları çıkarma, onunla eve git , deyince, çarıkları elime alıp dükkandan çıkıyordum ki, tekrar seslendi.
-Yarın, Erkan ile gidip, vesikalık fotoğraf çektirin. Bir de muhtardan, ikamet ilmühaberi almayı unutmayın, okula kayıt için lazım olacak!.
Ayağımda yeni pabuçlar, eve kadar, zorlukla yürüdüm. Ayaklarım böyle bir cendereye yabancılık çekiyordu. Ayakkabıda, çarığın , kendine özgü rahatlığı yoktu. Eve varıp, elimdeki çarıkları, çöp tenekesine tam atacakken,; yengem;
-Dur Yusuf! Onları atma, şuraya, bahçeye göm. İcap ederse , onları tekrar çıkarır, ibret alman için gösteririz, dedi. (Ne yazık ki, yengem haklıydı; aptal kafam onları çabuk unutacaktı.)
Ertesi günü, Erkanla fotoğraf çektirmeye gitmiş, vesikalıktan başka, Onunla bir de hatıra fotoğrafı çektirmiştik. Başımda hala , meşhur, eski kasketim duruyordu. Muhtardan ilmühaberi de alınca, evraklar tamam oluyordu.
Akşam, Dayım eve gelince, evrakların tamam olup, olmadığını anlamak için, bi de O baktı ve Erdeme dönerek,
-Yarın, Yusuf’la,Yeni turan ’a gidin, müdüre benim selamımı söyleyin ve kayıt işlemini yaptırın, dedi.
Ertesi gün, Erdemle, müdürün odasına girdik, Müdür, kayıt işlemlerini, Müşerref hocaya havale etti. Müşerref hoca dayımı tanıyordu ve aynı zamanda benim öğretmenim oluyordu. Okul çit tedrisatlıydı ve her nedense beni öğleden sonrası için kaydetmişlerdi. Biz kayıt işini bitirip, bir sonraki gün başlamak üzere, okuldan ayrılırken, talebeler teneffüse çıkmışlardı. Şöyle bi göz attığımda, hepsi, cıvıl, cıvıl oyun peşinde koşuyorlardı ve benden bir hayli küçüktüler, Bense o devreleri oyunsuz geçirmiştim ve bunların arasında ben şimdi nasıl okuyacağım diye de kendimden utanmıştım.
Eve döndüğümde, yengem, yine makine başındaydı. Bana , şipşak siyah bir önlük dikmiş, bir de beyaz yaka hazırlamıştı
Diğer işlerde olduğu gibi pratik ve becerikli bir insandı .
-Bir de çocuklardan kalma, kitap, defter, kalem bulursak, yarına hazırsın demektir, diyerek bana arka çıkıyor ve moral veriyordu.
Ertesi günü, kendi başıma, okula gittim. Zaten, okul, evden 300-400 m. Uzaklıkta idi. Yolda yürürken, talebe kıyafetiyle, buna, sevinmeli miydim? Bunu pek bilememiştim. Okula varınca, daha önce gösterilen sınıfa girdim; sınıf, yol tarafında değil, arkadaydı. Sınıfta henüz kimse yoktu, , arka sıralardan birine geçip oturdum. Gelenler, merakla, bana bakarak, yerine oturuyordu. Sonunda, Müşerref hoca içeriye girdi. Ayağa kalktık. Bize,
-Oturun çocuklar, dedikten sonra, beni gördü ve,
-Arka sırada oturan yeni arkadaşınızın ismi, Yusuf. . İki sene okula ara vermiş, kaydını dün yaptık. Size, kısa zamanda yetişeceğini umuyorum” diyerek, çocuklara beni tanıttı ve hemen derse başladı.
Artık bana bakan yoktu, hepsi de hocayı, dikkatle dinliyorlardı. Bense Onlardan çok daha fazla çalışmalı, öğretmeni dikkatle dinlemeliydim. Hepsinden büyüktüm, Onlara ve bilhassa Müşerref öğretmene mahcup olmamalıydım. Hepsinin ağabeyi durumundaydım.
Nitekim, zaman geçtikçe, hepsi, bana daha çok ısındı ve ağabey demeye başladılar. Tabii olarak, bana daha erken yakınlaşanlar, erkek çocuklardı. Kadir Onların ilk davrananı olmuştu. Kahverengi gözlü, ince yapılı, güler yüzlü, candan bir arkadaştı, arkadaştan da öte, çok geçmeden, kan kardeşi olmuştuk. Sedat, ufacık, tefecik, kürdan gibi, biraz da Japon’a benzeyen, cin gibi bir arkadaştı. Ferhan, benden sonra, sınıfın en irilerindendi. Samimi davranışlarıyla, bütün arkadaşlara, kendini sevdirenlerdendi.
Kızların bir kaç tanesi dikkatimi çekiyordu. Mehlika, iri görünüşlü ve en büyükleriydi. Çalışkan, üstelik iddialıydı. Benimle yarış halindeydi. Bilhassa, tarih derslerinde, öğretmenin sorduğu sorulara cevap veremediği, benim cevaplandırdığım durumlarda, çok bozuluyor, bazen de hırsından, ağladığı oluyordu. Suna, duru tenli, düzgün yüz ve vücutlu, sakin, güzel bir kızdı. Mualla, esmer, ince yapılı , iri, kara gözlü, düzgün bacaklı, ceylan gibi bir kızdı.
5. YENİ YAŞAM BİÇİMİ
Artık, yeni hayatıma, yavaş, yavaş alışmaya başlamıştım. Sabahtan, ev temizliğinde, yengeme yardım ediyor, odaları ve karyola altlarını süpürüp, siliyordum. Ev o kadar kalabalıktı ki, sık, sık günlük misafirler geliyor ve yengemin akrabaları eksik olmuyordu. Dilsiz Emine bacı gibi yardımcılar da yok değildi; ama, yemekti, bulaşıktı, çamaşır ve ütü gibi işler Onların zamanını dolduruyordu. Yengem, sık, sık dikiş makinesinin başına geçiyor, evdekilere ve akrabalarına, devamlı, bir şeyler dikiyordu. Kızlardan fazla bir şey beklediği yoktu. Menekşe, ilk sona gidiyor, büyüğü, kendi havasında yaşıyordu. En küçük ise, henüz, okul çağına gelmemişti.
Dayımla, bazı sabahlar, çarşıya, Perşembe günleri de pazara çıkardık. Çarşı esnafı, dayımla dolaşırken, beni tanımış oluyordu. Alışverişe yalnız çıkar duruma geldiğimde, bana malların en iyisini veriyorlardı. Çarşıya yalnız çıkarken, Funda, illa ki benimle gelmek ister, peşimi bırakmazdı. İstediği, ya kuru yemiş ya da çikolata olurdu. İstediklerini alıp , Ona verdiğimde, çok sevinirdi.
Perşembe pazarı ise, sebze ve meyve yönünden , çok bolluktu. Bilhassa yaz günleri, sebze meyveler, y akın köylerden getirilir, her şey taze olurdu. Köylü kadınlar, üzeri beyaz, temiz tülbentlerle örtülü, üç- beş kiloluk bakraçlarda yoğurt getirip satarlardı. Yoğurtlar taze, kalın kaymakla kaplı olurdu. Üç- beş kiloluk bakraçlar, ev halkına, ancak birkaç gün yeterdi Hafta içinde, bilhassa kış günleri, Çarşı başındaki, Meşhur, Arnavut İslam ‘ın , yine meşhur olan yoğurduna müracaat etmek kaçınılmaz olurdu. Kavun , karpuz ise, mevsiminde, köylülerin getirdiği, öküz arabasıyla , satın alınır, karyola altlarına dizilirdi. Kış mevsiminde ise, narenciye küfelerle gelirdi. Turşular da, büyük gaz tenekelerinde kurulurdu. Ayrıca eşek zeytini denen büyük siyah zeytinler de kilolarla alınarak, suda acısı çıkarıldıktan sonra, tuzlu suda bir müddet tutulur ve zeytinyağlı tenekelere konulurdu. O kadar boğazı, akrabaları, bilhassa, Erkanı doyurmak kolay değildi. Tabii., ben de gelişme çağında idim . Erkan her şeyin en çoğunu, en büyüğünü isterdi. Bazen de, zorbalıkla, bunu geçekleştirirdi. Yemek yemede, en nazlısı ve mızmızı, Menekşeydi; ama, sevdiği bir şey olursa, hayır demezdi. Saatlerce, kahvaltı sofrasından kalkmaz, bilhassa, kavun ve narenciyeye gözü doymazdı.
İzmit’te, ekmek karneyle olmasına rağmen, bizde, böyle bir sıkıntı yoktu. Çünkü, fırınlara un tahsisi yapan Dayımdı. Un tahsisi yüzünden, fırıncılar arasında, dayıma kızanlar da oluyordu. Bunu, tehdit şeklinde gösterenler de vardı. Bir gece, meçhul kişi veya kişiler, evin camına taş atıp kırmak suretiyle, tehdidi fiiliyata dökmüşlerdi. Biz çocuklar da, kimin yaptığını öğrenmek veya tekrarlanmasına mani olmak için, uzun süre, geceleri, nöbet tutmak zorunda kalmıştık.
Öğleden sonraları, okuldan çıkar, çıkmaz eve gelip, bahçe işleriyle meşgul oluyordum. Çiçeklerin toprağını kabartıyor, otlarını yoluyor, suluyor ve bahçeyi temizliyordum. Dayım, böyle çalışmamdan, çok memnun gözüküyordu. Kendisi, bazen, makas elinde, gülleri budar, çiçekleri zevkle izlerdi. Bazen, Erdem ve Erkan da yardım ediyordu. Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, çocuklarıyla beraber, büyük gayret göstererek yaratmışlardı. Her iki bahçeden de, misafirlerine göstererek, zevkle söz ederdi. Çiçeklerini, böylesine sevmesi ve düşkün olmasını, çocuklarına, neden çiçek isimleri koyduğunu gösteriyordu.
Bir gün, bahçede, birlikte olduğumuz bir sırada;
-Dayı! Hem çiçek, hem de sebze bahçesini, böylesine güzel tanzim edip yetiştirmesini nereden öğrendin?, diye soruverdim.
-Bu bilgi ve tecrübeyi, babamdan öğrendim, diyerek, konuyu değiştirmiş ve daha fazla soru sormama mani olmuştu.
Dayımın otoritesi, evde , oldukça fazla hissediliyordu; ama, bu, bağırıp, çağırma şeklinde değildi. Bunu nasıl sağladığını merak ediyordum, Yengem Ona, hep “ bey “ diye hitap ediyordu. Akşam üstleri , bana,
-Yusuf! Dayın gelmeden, etrafı toplayalım, eve çeki, düzen verelim, evi dağınık görürse kızar, derdi. Zaman geçtikçe, Dayımın, çiçeklerden, bahçeden, daha başka ilgi alanları ve zevkleri olduğuna da şahit oluyordum. Nede olsa, geldiğimden bu yana epey zaman geçmiş kış günlerini yaşıyorduk.
Dayım, radyodan, muhakkak, haberleri dinler, kaçırmak istemezdi. O esnada , gürültü yapılırsa, kızgınlığını, bakışlarıyla belli ederdi. Müzik dinlerdi. Tercihi, klasik müzikti. Gramofona, taş plaklarından( ki pek çoktu) birini koyar, dinlerken, mest olur giderdi. Yalnız Türk klasiklerini değil, Chopin, Verdi gibi bestecilerin eserlerine de vakıftı . Radyodan marşları dinlerken de elini, kolunu , bir orkestra şefi gibi hareket ettirirdi.
6. ESARET)
Dayıma karşı saygım büyüktü. Onun hakkında, merak ettiğim bazı şeyler vardı. Fakat Ona bir türlü soramıyordum. Yengemle aramız daha yakın ve samimi idi.
Bir gün, salonu süpürürken, her zaman olduğu gibi, gözüm duvardaki resme takılmıştı. Bu defa, Ona bakarken, yengem görmüş, ve:
—Güzel kız değil mi? Dayının ilk eşinden, evli , şimdi İstanbul’da, bir de çocuğu var, demişti. Kendi kendime, tam sırası diyerek,
—Yenge be! Dayım hakkında, merak ettiğim bazı şeyler var, Sorsam, anlatır mısın bana?
—Anlatırım, anlatmasına da, anlatacağımın eksik yönleri olabilir. Bazı şeyleri, belki bana bile anlatmamıştır, dolayısıyla, kendisine soralım, daha iyi olmaz mı ?.
—Ama ben sormaya çekiniyorum.!
—Akşam gelince , bana hatırlat, ben, sana yardım ederim, dedi.
Hava erken kararıyordu. Bir yandan sobaya odun taşıyıp atıyor, bir yandan da, heyecan duyarak, “ inşallah, misafir gelmez de anlattırma fırsatı buluruz” diyordum.
Akşam yemeğinden sonra, Dayım, salona girip, koltuğuna oturdu. Haberler başlamıştı. Sofrayı toplamaya yardım ederken, yengeme işaret ettim.
--Bulaşıkları yıkamadan, bu işi bitirelim. Sen içeri gir , ben dayına bir kahve yapıp getireyim, kahvesini içerken, sorarız, dedi. Dayım, yemekten sonra, kahve içmeye alışıktı; ancak bizim oturup Ona baktığımıza pek alışık değildi, yadırgamış, bir şeyler olduğunu anlamıştı. Gözlüğünün altından, bir yengeme, bir bana, bir Erdeme bakıyordu. Yengem fazla beklemeden,
--Bey! Bak! Yusuf, senin hakkında, bazı şeyleri merak etmiş, sorsa anlatır mısın? Hazır, bu vesile ile bilmediğimiz şeyleri , biz de dinlemiş oluruz. Dayım, bu defa bana dönerek,
-Neymiş, merak ettiğin bakalım!, ne öğrenmek istiyorsun? Sevinç ve biraz da ciddiyetle, sorularımı yöneltince:
-Senin sorularına tümüyle cevap verirsem hayatımı anlatmış olurum. Bu ise çok uzun sürer. Mamafih , kısa, kısa anlatırsam, belki, merakını, merakınızı gidermiş olurum, diyerek, önce radyoyu kapattırdı, sonra da masal anlatır gibi bir havaya büründü ve anlatmaya devam etti.:
Babası Musa ( Ki bizim köyde Musa Dayı olarak biliniyordu. ) köyden İstanbul’a gelip te dönmeyenlerdendi. Selamı-Çeşmede geniş bir araziyi bostan yapmış, sebze yetiştiricisi olmuştu. Artık O, “ bamyacı Musa” diye anılıyordu. Bir ara köyüne gitmiş, Halamla evlenerek, Bostan arazisinde yaptığı kulübesine getirip yerleştirmişti Musa Dede ile halamın, zaman içinde, dört çocuğu olmuştu. İkisi erkek, ikisi kız. Aile, çocuklar olduktan sonra ekonomik zorluklarla karşılaşmıştı. En büyük oğlunu terzinin yanına çırak vermişler, Dayımı, hayır sever bir paşanın yardımıyla, Müzika’yı- Hümayun okuluna kayıt ettirmişler, . kızlardan büyüğünü, güney doğu Anadolu’dan bir köy ağası ile evlendirip, bostanın bir kenarına , bir kulübe yaparak, Onlara tahsis etmişlerdi. Küçük kızlarını da, istemeyerek de olsa, mütedeyyin bir aileye evlatlık olarak vermişlerdi. Dayım, hafta sonlarında ( ki o zaman Cuma idi) anasının, babasının yanına gelir, Onlara, bostanda yardım ederdi. İşte sebze yetiştirme, bilgi ve tecrübesini babasına yardım ederken, çiçek yetiştirme ve bakımı da talebeliği sırasında, serbestçe girip çıktığı saray bahçelerinden öğrenmişti.
Muz ika-ı hümayun okulunu bitirdikten sonra, Dayım, Saray Bandosuna tayin edilmişti. Artık, çok iyi flüt çalan bir stajyerdi. Bando topluluğu ile birlikte, saray bahçesinin uzak bir köşesinde icra edecekleri eserlerin provalarını yapmakta, isteğe bağlı olarak da konserler vermekteydiler. Padişah, 2nci Abdülhamit , Cuma namazı hariç, saraydan hiç ayrılmazdı. Cuma namazını Yıldız cami’inde kılarlardı. Cuma namazına giderken yapılan merasime” Cuma resmi, Cuma Selamlığı “ denirdi. Saray Bandosu da bu merasimlere marşlarla iştirak ederdi. İşte böyle bir Cuma namazı sonunda, Temmuz 1905 yılında Ermeni komitacılarının, Padişaha tertipledikleri bombalı suikasta Dayım da şahit olmuştu. Abdülhamit’in Cuma namazından çıkıp, kendisini beklemekte olan arabasına gitmeden, Şeyhülislâmla bir dakika, süren konuşması , Onun hayatını kurtarmıştı. Fakat arabada patlayan bomba, onlarca insanın ölümüne ve yaralanmasına sebep olmuştu.
Sair günler, Padişah, bando şefine haber göndererek, arzu ettiği eserlerin icrasını emretmekteydi. Padişahın tercihleri, daha ziyade, Klasik Türk Müziğine ait eserlerdi. Bazen de Klasik Batı müziğine ait eserlerin de icra edilmesini emretmekte, ve bundan da zevk aldığını belirtmekteydi. Eserler saray bahçesinde icra edilirken, kendisi odasında, kafes arkasından dinlemeyi tercih ederlerdi.
1910 yılında Arnavutlar, devlete karşı, isyan bayrağını çekmişlerdi. Dayım da, isyanı bastırmak maksadıyla, Selanik’e gönderilen birlikler arasındaydı. Zaten bu tarihlerde, Bulgar, Sırp, Yunan ve Karadağ çeteleri dağ ve kasabalarda kargaşa yaratmaya devam ediyorlardı.
Bir seferinde, Arnavut isyancılarla çatışmaya girmişler, çatışma uzun sürmüş, hava kararmaya başlamıştı. Dayım bir ara flüt sesi işitmişti. Bu , Onun da bildiği parolaydı. Cephanenin bittiğini belirtiyordu. Dayım, karşılarındakilerin Osmanlı birliği olduğunu anlamış, hemen birlik komutanına durumu iletmişti. Birlik komutanı da ateşin kesilmesini emretmişti. Böylece, gece karanlığından istifade ederek iki Osmanlı birliği arasından sıyrılan Arnavutların, iki birliği kırdırma planı suya düşmüştü. Dayımın uyanık davranışını sebebiyle iki birliğin çatışmasını önlediğini anlayan birlik komutanı, bu nedenle Onu taltif etmişti.
Osmanlı birlikleri hem Arnavut isyancılarla çarpışıyor, hem de köylülerin elindeki silâhları toplamaya çalışıyordu. Köyler sarılıyor, arama yapılıyor fakat köylüler, silâhlar konusunda ser verip, sır vermiyorlardı. Bu arada, köylerden her gün bir kaç cenazenin kaldırıldığına şahit oluyorlardı .. Uzun süre yörede bulunan birisinin tavsiyesi üzerine, köylülere kadınlar önünde işkence yapılmaya başlanmıştı. Kadınlar önünde dövülmeyi onurlarına yediremeyen Arnavut erkekleri, nihayet baklayı ağızlarından çıkarmışlardı. Cenaze olarak taşıdıkları ve mezarlığa gömdükleri, gıcır, gıcır yeni mavzerlerdi. Böylece, binlerce silah ele geçirilerek Ordu karargahına teslim edilmişti. Uzun süren bu mücadelelerden kesin bir sonuç alınamamış, Ordu asıl tehlikenin Balkanlarda olduğunu anladığından, o tarafa yönelmişti. Dayım da 1912- 1913 yıllarında başlayan Balkan harbine iştirak etmişti. Politikaya karışmış olan Orduda , birlik, beraberlik ruhu kaybolmuştu. Yeni silahlarla mücehhez, disiplinli düşman birlikleri , Osmanlının eski TÂBİLERİ karşısında Türk ordusu bozguna uğramış, ricat sırasında dayım çok acılar çekmişti. Hele hamiyetli ve yürekli bir subayın, ricat halinde olan erleri durdurmak için yaptığı mücadele ve erlerin Onu silahla tehdit edişlerini hiç unutamıyordu.
Birinci Cihan harbinde, Almanlarla birlikte, Osmanlı İmparatorluğu da mağlup ilan edilmiş, 1918 yılında Mondros mütarekesi imzalanmıştı. Buna göre, bir ikisi müstesna , Osmanlı orduları lağvedilecekti. Artık dayım ve dayım gibiler, ordu mensupları, olarak, sivil yaşama dönmek mecburiyetinde kalacaklardı. Bu sırada İstanbul kargaşa içindeydi ; bu nedenle, Dayımı , teskeresini almak üzere, İzmit askerlik şubesine göndermişlerdi. Dayım trenle İzmit’e gelirken, sivil hayatta ne yapabileceğini düşünüyor, iş bulma hususunda endişe ediyordu.
İzmit askerlik şubesine vardığında, evraklarını, orada görevli bir yüzbaşı incelerken,
-Siz beş dakika burada oturun, ben, şube reisinin yanına bi gidip, geleyim, diyerek, odadan ayrılmış, bir kaç dakika sonra döndüğünde:
-Sizi , şube reisi görmek istiyor, diye haber vermişti. Şube reisi, Dayımın mesleğini sorup , öğrendikten sonra, oturmasını rica ederek, İzmit Belediye reisini telefonla arayıp bulmuş ve Ona;
-Reis Bey! Aradığınız eleman bulundu, şimdi yanımda oturuyor, teskere alacak olan bir asker, demişti. Sonra , dayıma dönerek,
-Reis bey, belediyede, bir şehir bandosu kurmak istiyor, Bu işi, şimdiye kadar, Azınlıklar yapıyorlardı; fakat zaman, zaman, kendilerini naza çekerek, işi savsaklamaya başlamışlardı. İzmit Belediyesi için böyle bir bandoyu kurup şefliğini kabul etmek istersen, teskereni veririm, hayır dersen, teskereni vermeyeceğim” diyerek, Dayımı ikna etmeye çalışmıştı. Dayımsa, “ Şu Allahın kudretine bak! Buraya gelirken iş için endişe duyuyordum, TANRI işimi hazırlayıvermiş, diye içinden geçirirken” teklifi kabul edebileceğini, ancak, bu işin, para, mekan, insan ve enstrüman ihtiyacının karşılanması gibi zorlukları bulunduğunu, bunun Belediye Reisine anlatılması gerektiğini ifade etmişti.
Neticede, belediye meclisi bu konuyu görüşmek üzere toplantıya çağrılmış, alınan kararlarla, bando enstrümanları satın alınabilmesi için kesenin ağzı açılmış, sarı liralar ortaya yığılmıştı. Bu işe esnaf ve eşraftan çoğu kimse de iştirak etmişti. Bununla yetinmeyip, reis bey dahil, bando için , yetiştirilecek elemanların arasına kendi çocuklarını da katmayı vaat etmişlerdi. Dayıma, ikamet edeceği bir ev, ayrıca öğrencilerine enstrüman çalmayı öğretebileceği ,- tenha bir yerde - bir yer tahsis etmişlerdi.
İstanbul’dan enstrümanlar satın alınmış, elemanlar yetişmiş ve Yeni Turan İlk Okulunun açılışında bir sürpriz yaşanmıştı. İlk belediye bandosu, resmi kıyafet, uygun adımlarla, okulun yakınındaki bir sokaktan, trampet ve borazan sesleriyle ortaya çıkıvermiş, halk durumu anlayınca, müthiş bir alkış kopmuştu. Artık, Dayım, İzmit Belediye bandosunun kurucusu, şefi , aranan ve sevilen birisi oluvermişti... .Dayım bu arada, o günlere ait bir hatıra fotoğrafı göstermişti. Bu fotoğraf, resmi kıyafetli 35 kişilik bando grubunu gösteriyordu. Uzun bıyıklarıyla dayım, onların ortasında yer almaktaydı ve çok fiyakalı ve gururlu görünüyordu.
Dayımın ikameti için tahsis edilen evin karşısında, yaşlıca, kara kuru bir kadın oturuyordu. Kadın, dayımın hareketlerini gözlemleyerek, Onun , dürüst ve efendi bir insan olduğunu anlamış ve ahbaplık kurmaya karar vermişti. Dayım Ona , artık hala diye hitap ediyordu. Aradan bir müddet geçtikten sonra, kadın, dayıma hitaben:
--Hakkı bey oğlum! —Evlilik zamanın gelmedi mi? Eğer niyetin varsa, sana uygun bir kız buldum,! demişti. Dayım da.
-Hala! öyle ise, Onu , bana bi göster, bakalım, beğenecek miyim? Beğenmeyecek miyim? diye yanıt vermişti. Bu soruya kadının cevabı ise:
-Kızın ailesi mutaassıptır, Ancak Onu gerdek gecesi görebilirsin, olunca, Dayım da bu şartı kabul etmiş, görücü usulü ile evliliğe karar verilmişti.
Düğün hazırlıkları kısa zamanda başlamıştı, ancak, Dayımın içi, içine sığmıyordu. Aile , İzmit’in tanınmış eşrafındandı, kendisini, iç güveyi olarak kabul edeceklerdi. Acaba, kız güzel miydi?
Nihayet gerdek gecesi gelip çatmıştı. Dayım, büyük bir heyecanla, gelinin odasına girmiş, pırlanta gerdanlığı, Onun boynuna takmak üzere duvağını kaldırmış, güzelliği karşısında hayran kalmıştı. Gelini, öylece , ayakta bırakarak dışarı fırlamış, “Hala”, dediği kadını bularak:
-Bana, bir melek, bir huri bulmuşsun! Sana, medyun-u şükranım. diyerek elini, ayağını öpmeye kalkışmıştı.
Dayım, hayatından memnun ve mutlu idi. Kolordu karargahının karşısında, Türkiye’yi terk eden bir Rum dan , büyük, kırmızı boyalı bir konak satın almış, güzel eşiyle, orada yaşamayı planlıyordu. Ama, Yurtta başlayıp devam eden felaketler, dayımın hayatında da , başlayacak ve devam edecekti.
Güzel eşi, iki- üç defa hamile kalmış, fakat, her seferinde de düşük yapmıştı. Bünyesi çok zayıflamıştı, İstanbul’da,, Onu, en ünlü doktorlara göstermiş,” bir müddet, çocuk yapılmasın,” tavsiyesini almışlardı. Buna rağmen,
“-Ben çocuksuz yaşamam” diyen eşi, tekrar, hamile kalmayı göze almıştı. Nihayet, büyük bir ihtimam neticesinde, kendi gibi, güzel bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Fakat, güzel eşinin , artık hayatı kararmıştı. Bünyesinin zayıf düşmesi, İspanyol gribi neticesi ince hastalığa, yani vereme duçar olmuştu. Hava değişimi maksadıyla, İstanbul, Göz tepe’ de, Onun için özel bir ev tutulmuş,, fakat Ona ve çocuğuna, ihtimamla bakacak, doğru dürüst bir bakıcı bulunamamıştı. Dayımın dul kız kardeşi bile bakım işine yanaşmamıştı. Zavallı kadın çocuğundan ayrılmak istemediği için, hem bebeğiyle, hem de hastalığıyla, baş başa kalarak çile çekmeye başlamıştı. Bir ara, dayım, küçük yaştaki, kayınbiraderini, Onlara bakması için İstanbul’a getirmek mecburiyetinde kalmıştı. Kayınvalidesi de, kocası ölüm döşeğinde olduğundan, Onu bırakıp, kızına bakmaya gelememişti.
Nihayet, akıbet başa gelmişti. Dayım, üç ay içinde, peşi peşine, üç ölüyü toprağa vermişti. Önce, ağabeyi Hilmi’yi, sonra kayınpederini, en sonunda da sevgili eşini kaybetmişti. Talihsizliğin, bedbahtlığın, bu kadarı da olamazdı.;
-Eşimle beraber, beni de toprağa gömün” diye yalvarmış, aylarca karalar bağlamıştı. Bilhassa, zaman , zaman “ Bir perişan halini gördüm, unuttum halimi” diyen şarkıyı söyler, bunu söylerken de gözyaşlarını tutamazdı.
Zaman, her derdin devasıydı. Sevgili eşinden yadigar , güzel bir kızı vardı. Onu da, kendi kızı yerine koyan, zavallı kayınvalidesi bağrına basmıştı. Onu, gözleri yaşla dolarak,” Bergüzarım” diye sevip okşuyordu. O da çok dertli bir kadındı. Hem kızını, hem de kocasını kaybetmişti. Onların acısına yanarken, bir de büyük oğlunun kayıp haberi gelmişti. Kayıp oğlundan da, dul, genç bir kadın, bir de oğlan torun kalmıştı. Ama kayınvalidesi, cesur, yürekli bir kadındı, Allah, Ona büyük sabır vermiş, aileyi derleyip, toparlamasını bilmişti.
Bu arada, memleketi, karalar bağlamaktaydı. Yunanlılar, Güzel İzmir’e çıkmış, karşılarında, herhangi bir güç görmediklerinden, vatanı işgale başlamışlardı.
Aradan aylar geçmişti; Eşraftan Adem’in oğlu , Aymet, bandoda, dayımın ilk talebelerindendi, Zaman, zaman bandoda yerini alıyordu. Yakışıklı, doğru sözlü, efendi bir insandı. Dayımın sevincine de, kederine de ortak olmuştu. Dayımın kızı doğduğu zaman, annesini ve kız kardeşini , tebrik maksadıyla, öğretmeninin evine göndermiş, görüşme ve tanışmalarını temin etmişti. Dayımın eşi ölünce de Ona en büyük desteği sağlamış, mümkün olduğunca, üzüntüsüne iştirak ederek teselli etmek gayretine girmişti. Şimdi ise , aradan zaman geçince, kız kardeşi ile Dayımı evlendirmek istemekteydi. Dayım kabul etmişti, ama , kız, dayımın , çocuklu olduğunu düşünerek, tereddüt ediyordu. Neticede, “ kız çocuğunun, zararlı değil, iş görecek yaşa gelince , bilakis kendisine yardımcı olacağı fikri aşılanarak” annesi tarafından kızı, ikna edilmişti.
Evlilik, kısa zamanda tahakkuk etmiş, fakat, felaket ve talihsizliklerin devam etmesine mani olunamamıştı.
Artık düşman güçleri İstanbul’u işgal etmişlerdi. Rumlar ve Ermeniler, Yurdun her Tarafında bayram yapıyorlardı. Bu arada, İzmit’in de Yunan birlikleri tarafından işgal edileceği söyleniyordu.
Dayım , kararını vermişti. Anadolu’ya geçecek, Anadolu hareketine katılacaktı. Cesur ve yürekli, ilk kaynanasının, bazı kimselere yardım etmek suretiyle, Anadolu’ya geçmelerini sağladığını biliyordu. Küçük kızı, halen, haminnesinin yanındaydı. Kayınvalidesini ikna edebilirse karısıyla beraber,,, Onları da alacak babasının köyüne, Yelli’ye götürecekti.
Fakat bu, geç verilmiş bir karardı. Bir sabah, Yunan askerleri, ansızın, İzmit’e girerek işgal etmişlerdi. Yunan mezalimi başlamıştı, kaçabilen, kaçmıştı: Rum köpeğinin biri de, Dayımı, Onlara gammazlamıştı. Dayımı, ve Onunla beraber pek çok genci tutuklayıp zorla gemilere tıkmışlardı. Artık, yapılacak bir şey yoktu, kadere boyun eğmekten başka. Hepsini, gemi ambarına, koyun gibi tıktıklarından, meçhule doğru giderlerken, ne İzmit’i, ne İstanbul’u, ne de Çanakkale’yi görebilmişlerdi. Gemi, önce , Midilli’ye, uğramış, sonra, Pire limanına demir atmıştı. Oradan da Onları Atina’ya götürüp, çıplak koğuşlara tıkmışlardı.
Yolculuk boyunca, Türklere, yapmadıkları işkence kalmamıştı. Su ve ekmek vereceğiz diyerek, ne var , ne yok bütün paralarını almışlar, yine de aç ve susuz bırakmışlardı. İlk eşinin dayısını, su istedi diye, güverteden, gemi ambarına bir tekme ile atmışlar, hem bedenen, hem de kafadan yani zihnen, sakat kalmasına sebep olmuşlardı.
Esirler arasında, Kırkağaç müftüsü de vardı. Kendisi Rumca biliyordu. Dayım, Onunla arkadaş olmuştu. Atina’ya vardıkları zaman, esirleri, yol yapımı, taş kırma gibi ağır işlerde çalıştırmaya başlamışlardı. Bu arada, sanatkâr olanları ayırıyor, boya ve badana işlerinden anlayanları arıyorlardı. Dayım ortaya çıkmış, bu işlerden anladığını söylemişti, Kırkağaç müftüsünü de peşi sıra sürüklemişti. Esaret boyunca, ikisi, bilhassa, büyük rütbeli subay ve generallerin oturdukları evlerini, boya ve badana yaparak geçirmişlerdi. Sanatkar olarak işlerine yaradıkları için, Dayım ve arkadaşına, oldukça iyi muamele etmişler, fazla horlamamışlardı. Hatta, Akropol gibi, tarihi yerleri görmelerine bile izin vermişlerdi. Bir- iki defa, Pire limanından, kaçma teşebbüsünde bulunmuşlar, Kırkağaç müftüsü muvaffak olmuş, Dayım ise olamamıştı. Dayımın en büyük üzüntüsü, memleketinin durumu, bir de burnunda tüten , küçük kızının hasretiydi.
İlk aylarda, şımarık davranan, “ zafer kazanıyoruz “ diye böbürlenen Yunanlı askerler, daha sonraları, endişe etmeye başlamışlardı. Bu endişelerini, esirler arasında da izhar etmekten çekinmiyorlar,” Mustafa Kemal , bizi denize dökecek” diyorlardı. Kırkağaç müftüsü Rumca biliyor, Dayım ve diğerlerine de tercüme ediyor, bu defa sevinç ve gurur bizimkilere geçmiş oluyordu.
Nihayet, Anadolu’da zafer kazanılmıştı. Esir mübadelesinde, Dayımları, gemiye bindirmişler, Türkiye yerine, Girit adasına götürmüşler, Orada aylarca bekletmişlerdi. Bu bekleme sırasında, orada bulanan Türk ve Müslümanlar, Dayımlara büyük ilgi göstermiş ve destek sağlamışlardı. Neticede, Vatana, İstanbul’a, oradan da İzmit’e dönmüştü.
Memleket ve millet zafer sevinci yaşıyordu. Dayım da bu sevince, can-ı gönülden iştirak etmekteydi. Atatürk ve arkadaşlarına hayran ve şükrandı. Ancak, bu zafer sevincini az da olsa gölgeleyen, memleketin ekonomik durumuydu. Uzun süren savaşlar neticesinde , memleketin kaynakları tükenmiş, halk yorgun ve fakir düşmüştü.
Dayım , bundan sonra, ne iş yapacağım endişesinde idi. Dükkana bıraktığı mallar, çalınmış ve soyulmuştu. Elinde, daha önce satın aldığı, kırmızı konak kalmıştı. Bir de ilk eşinden kalan, hisseli, iki dükkan vardı. İlk iş olarak, kırmızı konağı satarak , elde ettiği sermaye ile, boya ve kireç dükkanı açmış, babasını, Selamı çeşmeden getirterek, dükkanın başına oturtmuştu. İşler iyileşirken, İzmit’in 10 km. uzağında, Kiraz deresinin de içinde bulunduğu geniş bir araziyi satın almış, orada kireç ocakları işletmeye başlamıştı. Kireç ocakları için gerekli kömürü, Istranca dağlarından ,deniz yoluyla ,körfeze getirtiyor, iskeleden kara yoluyla ocaklara taşıtıyordu. Artık, bu işten iyi para kazanır olmuştu. Dükkan dahil, ocaklarda, 15-20 eleman çalıştırmaya başlamıştı. Babası da derenin suyundan istifade etmek suretiyle, eski mesleği olan bostan yetiştiriciliği yapıyordu. Bu arada aile genişlemişti. Bir buçuk, iki sene aralılarla, dayımın iki oğlu olmuştu. İlerleyen senelerde üç kızı daha olacaktı. Babası, çocukları, eşek sırtındaki küfelere koyarak, zaman, zaman bostana götürüyor, orada açık havada oynayıp dolaşma imkanı bulan çocuklar da hayatlarından memnun görünüyorlardı.
Dayım milliyetçi, ATATÜRK’E hayran, Onun koyduğu, CHP prensiplerine inanan bir insandı. İşlerini yoluna koyduktan sonra , partiye kayıt olmuş, artık particilik hayatı başlamıştı. Parti için, gecesini, gündüzüne katıp çalışıyordu. Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamalarında bizzat görev almak suretiyle, toplantıları ve gösterileri organize etmiş, gece ise , belediye binasının balkonuna çıkarak gösteriler için maytapları ateşlemeye başlamıştı. Bu arada maytaplardan birisi elinde patlamış, elinin yanma pahasına, binanın önündeki halkı tehlikeye atmamıştı.
O yıllarda. mebusları Müntehi-i sânılar Onları da Müntehi-i evveller seçiyordu. Partinin gösterdiği adayları seçtirebilmek için, Dayım, köylere kadar gidip, propaganda yapmaya başlamıştı. Parti için yapılan bazı masrafları da kendisi üstleniyordu. Bu propaganda ve gaybubetler nedeniyle, uzun müddet işinin başında bulunamadığı için, kireç ocakları ve dükkandaki işler eskisi gibi iyi gitmiyordu. Kazanç , yavaş, yavaş düşmeye başlamıştı. Neticede, elemanlarına, ödeme yapamaz duruma düşünce, işi tasfiye etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Çarşı içinde, bir otel satın alarak, otel ve lokantasını işletme işine girişmişti. Otelin ipotekli olduğu bu sebeple, bütün mefruşatının haciz yoluyla satılma durumu ortaya çıkınca, perişan olmuş, evin kirasından kurtulmak için, babası ve üvey anası dahil, bütün aileyi, getirip otel odalarına yerleştirmişti. Hem kendisi, hem de ailesi için, bu sıkıntılı hayat devam ederken, Belediye Başkanıyla da ahbaplıkları sürüyordu. Hatta, yetişmiş eleman bulmakta zorluk çeken Belediye başkanı, ihtiyaç duyulduğu zaman, dayıma belediye bandosunun başına geçmesi için rica ediyor, Dayım da bu görevi seve, seve yapıyordu. İşte bu arada, Belediye başkanı, , Saat Kulesi altındaki gazinoyu işletmesi için teklifte bulunmuş, Dayım da kabul etmişti. Gazinoya gerekli olan şeyleri dışarıdan satın alma imkanı bulamayan dayım, evinden, fincan, çay ve su bardakları gibi şeyleri getirmek suretiyle ve bütün ailenin iştirakiyle işe başlamıştı. Fakat havalar, yaz değil, sanki, kış gibi soğuk ve aynı zamanda istikrarsız geçmişti. Dolayısıyla, bu teşebbüs de Onu ve ailesini sukutu hayale uğratmıştı.
Son olarak, Belediyeye ait, deniz kenarındaki, sinema, gazino, ve lokanta için açılan ihaleye katılmış ve kazanmıştı. Buraları, İzmit’te deniz kenarında bulunan yegâne tesislerdi. Dayıma ve ailesine, talih bir defa daha gülmüştü. Artık iyi , hatta iyinin de üstünde kazanıyordu. Lokanta ve gazinolar dolup taşıyordu, Hatta ailesini bile lokantanın üzerindeki binaya taşımış, dolayısıyla denize nazır bir yerde oturma mazhariyetine erişmişlerdi. Deniz billur gibiydi. Balıklar o kadar boldu ki, kepçe ile kıyıdan balık tutma imkanı oluyordu. Her şey bol ve bereketliydi. Erdem’in bile ,yalnızca su satmaktan, cepleri para ile dolup taşıyordu. Aile de çocuklar da hayatlarından çok memnundular.
Çok geçmeden, Tanrı, desteğini, Dayımın üzerinden çekecekti. İzmit’e, yeni bir vali atanmıştı. Kendisi Urfalı idi .Devir, tek parti devriydi. Valilerin, astığı astık, kestiği kestikti. Bir gün, Vali Beyi i Urfa’dan, hemşerileri ziyarete gelmişlerdi. İzmit’te bir iş tutmak istiyorlardı. Vali bey Onlara
--İzmit’i dolaşın! Ne gibi iş yapmak istiyorsanız, gelin, bana söyleyin, bir çaresine bakarız, demişti. Onlar da İzmit’i dolaşırlarken, yorulmuşlar ve acıkmışlardı. Yemek, yemek üzere, Belediye gazinosuna gelmişlerdi. Burası, tam aradıkları yerdi. Gözlemlerine göre, çok iyi para getiriyordu. Kararlarını vermişler, doğruca, Valiye çıkmışlar, durumu anlatmışlardı. Vali bey, hemen, Belediye başkanına telefon açmış, mezkûr yerlerin , hemşerilerine verilmesini istemişti. Belediye başkanı, her ne kadar, kontrat süresinin dolmadığını, Valiye, anlatmaya çalışmışsa da Vali:
-- Bu iş muhakkak olacak, aksi takdirde, işletmecisini daha kötü bir akıbet bekleyebilir, diyerek tehdit etmişti. Belediye Başkanı da, Dayımı çağırarak durumu anlatmış, ve naçar kaldığını söylemişti. Ayrıca, naçarlığını telafi etmek ister gibi, Dayıma bir teklifte bulunmuştu. Dayımın, belediye müfettişi- Zabıta amiri olarak çalışmasını istiyordu. Dayım da bu resmî görevi naçar kabul etmişti.
Bundan sonra geçen iki sene içinde, üç tane sevdiği insanı kaybederek, yeni bir talihsizliğe daha uğramıştı. Sırasıyla, önce babası, sonra Yusuf ağabeyim, en sonra da dayısı., yani babam rahmetli olmuştu. Çok sevdiği için, hem, Yusuf ağabeyimin, hem de babamın ölümünde bulunmak istemiş, bu sebeple iki defa köye gidip gelmiş, köyü sevmesine rağmen, gaileler yüzünden, bir iki günden fazla kalamamıştı.
Dayım, öyküsünü anlatırken, sanki o günleri, tekrar, tekrar yaşar gibiydi. Son sözü söylerken, gözleri kapandı. Yorgunluğu görülür hale gelmişti. Yüzü, soluk ışık altında, sararmış görünüyordu. Yengem:
-İsmail bey, yoruldun, biraz dinlen’ deyince ,Dayım kalkıp
odasına doğru yürüdü.
7. . İKİNCİ EŞ
Yengemin ailesi çok kalabalıktı. Babası, İzmit’in eşrafındandı. Ben oraya gitmeden evvel, yaşama veda etmişti. Rahmetlinin, beş çocuğu vardı. Üç oğlan, iki kız. Yengemin en küçük kardeşi, yaşı bir hayli olmasına rağmen, hâlâ bekardı. Diğerleri ise evli, çoluk, çocuk sahibi idiler. En büyük ağabeyinin yirmi yaşlarında bir kızı vardı ama, annesi Onu, üç- dört yaşında bir çocukmuş gibi, neredeyse, biberonla besleyecekti. Yengemin kız kardeşi, bir subayla evlenip uzaklara gitmişti. Diğer ağabeysi, Dayımın bando takımından talebesi ve en sevdiği insandı. Onun da , Dayım gibi, ilk evliliği, acı ile son bulmuş, çok sevdiği eşini kaybetmişti. Acısını, sokaklarda sarhoş gezerek, içki kadehleriyle, unutmaya çalışmıştı. Sevdiği kadın ,Dayım gibi, Ona da , yadigar olarak, bir kız çocuğu bırakmıştı. Çocuğa, babaannesi bakıyordu . Yıllar sonra, annesinin ısrarıyla, tekrar evlenmiş, Yeni eşinden de bir kız bir oğlan çocuğu dünyaya gelmişti.
Babaanne, ilk torunu öz , diğerlerini, üvey olarak kabul ediyor, ilk torununa, mütemadiyen, bu yönde telkinler yapıyordu. Neticede, ilk torunu, - belki de annesinden mikrop kaptığından,- verem illetine yakalanmıştı. Henüz hastalığın başlangıç safhasındaydı. İşte, ilk geldiğim gün, Yengemin, “ yeğenim “ diye tanıttığı kız buydu. 15 yaş civarındaydı. Tatlı bir esmerliği vardı, Boyu uzunca, endamı ince ve hoştu. Hareketleri ve duruşu, sığınılacak bir liman gibi sakindi. Gözlerinin rengi, sanki, denizin yeşile döndüğü durumdaki gibi, fakat gözbebeğinin etrafında, noktalardan oluşan bir halka, bir hare vardı. Bacakları düzgün, dudakları biraz dolguncaydı. Elmacık kemikleri biraz çıkık gibiydi. Gülerken, yanağında , tatlı bir gamze oluşuyor, dişleri bembeyaz meydana çıkıyordu. ( Bir bakıma, Prenses, Süreyya’ya benziyordu)
Babaannesiyle, sık, sık yengemlere gelirlerdi. Çiğdem ile akran ve iyi arkadaştılar. İlk günlerden başlayarak, benimle en çok alay eden Erkan, sonra da bunlardı. Bana bakarken, fısıl, fısıl konuşurlar, bakıp, bakıp gülerlerdi, alay ettikleri belliydi. Aslında Ümmühan’ın, insanlarla alay edecek bir tipi yoktu, Ancak, Çiğdem’e uyduğu aşikardı. En çok, ayağımdaki çarıklara gülüyorlardı. Onu çıkarıp. Bahçeye gömdükten sonra da başımdan çıkarmadığım eski şapkamı ele almışlar, “ çıkar” diye ısrar ediyorlardı. Eski şapkam, yıllarca, başımı, soğuktan ve güneşten korumuştu. Köyde, şapka, ancak yatarken çıkarılır, kalkar, kalkmaz da başa geçirilirdi. Bu bana mahsus bir özellik değildi, bizim köyün erkekleri, hep böyle yaparlardı. Şapkamı, en sonunda, bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra terk etmiştim, Hatıra fotoğrafında, her nedense, Erkan da vardı. Halbuki, benimle en çok alay eden O idi ve öyle bir fotoğrafta, yan, yana gelmeyi hiç istemezdim.
Bazen , yengemin tarafı bir araya geldiği zaman, yemekler yendikten sonra sıra müzik faslına geçilirdi. Yengemin ve kızların sesleri ve usulleri oldukça güzel ve iyi idi. Hele büyük ağabeyi’nin kızının kendisi gibi sesi de çok güzeldi. Yengem hem ud çalar hem de şarkılara iştirak ederdi. Benim de sesim güzel olmasına rağmen cesaret edip ,onlara iştirak edemezdim. İşte böyle zamanlar, benim için zevkle dinlediğim bir müzik ziyafeti olurdu. Sık, sık tekrarlanan bu ziyafetleri hiç kaçırmak istemezdim.
. 8. DAYIMLARIN DOSTLARI VE BİR ÖYKÜ
Dayımların ahbapları, dostları çoktu. Sık, sık ziyarete gelirler, yaz aylarında, kameriye altında sohbet ederlerdi. Hepsi, saygıdeğer, efendi insanlardı. Bunlardan biri, rahmetli olmuş, tabip bir generalin eşi idi. Lütfi ye teyze, Yengemin çok aziz ahbabıydı. Bana, tavsiye mektupları vererek destek olduğu için, hiç unutmayacaktım
Bazı kış gecelerinde, oturmaya, veya yemeğe misafir olarak gelenler de olurdu. Arada bir, kare oluşturup, zevkine, poker oynarlardı. Bunlardan biri de Halide abla ve kocasıydı.
Halide abla, dayımın, Selamı çeşmeden komşuları oluyordu. O zaman, küçük bir çocuk olan Halide abla ,annesi ölünce teyzesinin yanına sığınmıştı. Şimdi , otuz yaşlarında, güzel, güzel olduğu kadar da hareketli bir kadındı. Fakat çok konuşan bir kadın. Kimi görse, hemen konuşmaya, derhal Onunla ahbaplık etmeye başlardı. Erdemle ben, işte öyle akşamlarda, oyundan ziyade, Onun güzelliğini seyretmekten zevk alırdık. Açık yürekli, samimi bir insandı. Kendi hayatı dahil, aklına ne gelirse anlatırdı.
Çok küçük yaşta, babası ölmüş inek besleyip, sütçülük yapan dedesi Ona sahip çıkmıştı. Küçükken her istediği yerine getiriliyordu. Dedesi ölüp, İstanbul, Çiftehavuzlar’da , teyzesiyle yaşarken, henüz 17 yaşındayken Erzurum’un küçük bir kasabasından, bir doktorla evlendirmişlerdi. Evliliği müteakip, doktor, eşini, kendi kasabasına götürmüş, orada görev yapmaya başlamıştı. Doktor, mutaassıp bir aileye mensuptu. Gelinlerinin, güzel ve açık olması, Onları son derece rahatsız etmişti. Bilhassa kaynanası , Ona ,adata, işkence ediyordu. Bir çocuğu olmuş, Onu bile bağrına basamadan, yaptıkları eziyetler, tahammül sınırın aşınca, kocasını terk ederek, İstanbul’a, teyzesinin yanına dönmüştü. Çok geçmeden de “çocuğun öldü” diyerek boşanma kağıdını göndermişlerdi.
Aradan bir müddet geçince, genç bir pilot teğmenle, sevişerek evlenmişler, daha, aşklarını , sevgilerini, doya doya yaşayamadan, kocası, uçak kazasında şehit olmuştu. Senelerce, sevgili kocasının yasını tutmuş, ama, genç ve güzel bir kadın olduğu için, erkekler peşini bırakmamışlardı. Nihayet, İzmit’te görevli, bir tütün eksperiyle evlenmişti. İzmit’te, eski komşusu, dayısını bulmaktan, çok mutlu olmuştu. İşte, zaman, zaman buraya misafir gelerek, kısa bir müddet de olsa eğleniyordu. Çünkü, kocası, çok kıskançtı ve her hangi bir yere , eğlenmek için götürmüyor, Onu yalnız olarak bir yerlere göndermiyordu. Hatta, bu kıskançlık krizleri, Onu dövmeye varıncaya kadar ileri gidiyordu. Bazen, dayısına, yengesine, ağlıya, ağlıya gelerek, kocasını şikayet ediyordu. Onlar da, her ikisinin arasını bulmak için çırpınıyorlardı.( Aradan yıllar geçecek, Son ve beşinci koca olarak, vaktiyle kendisine aşık olup kaçmalarını teklif eden ,, halasının, oğlu ile evlenecek, fakat, şehit olan pilot teğmeni, hayatı boyunca unutmayacaktı. Her sene çok iyi bir insan olan kocasıyla Onun kabrini ziyarete devam edecekti.)
9. BİR GÖNÜL İŞİ
Artık , kış bitmek üzereydi. Öğretmenin gözüne girmiştim. Beni takdir, zaman, zaman da teşvik ediyordu. Dersleri, öğretmen anlatırken, can kulağı ile dinleyerek, öğrenmeye gayret ediyordum. Çünkü, evde, ders çalışmaya, fazla zaman bulamıyordum.
Okulda ,dört oğlan çocukla, arkadaşlığımız, çok iyi idi. Hoş, artık hepsinin ağabeyiydim ya! Bu dördünün de beğendiği birer kız vardı. Onlara:
—Sakın! Muallâ’ya göz dikmeyin, diye tembihte bulunuyordum. Güya, O da benimkiydi. Ama, kızın, bundan hiç haberi yoktu. Toplu hatıra fotoğrafları çekilirken bir yolunu bulur, Onun yanında veya arkasında yer alıyordum.
Bir gün, arkadaşlardan biri, MALTA TAŞI getirmiş, bana gösteriyordu. Kafamda da Muallâ’yı sevdiğimi nasıl gösterebilirim sorusu vardı. İşte bulmuştum! Taşı yontarak, kâlp şekline sokacak, üzerine de Onun baş harflerini kazıyacaktım. Nitekim, arkadaşımdan taşı alarak , düşündüğümü gerçekleştirmiştim. Eserimi, yaldızlı bir kutuya koydum. Niyetim onu, gizlice, Mualla’nın sırasının gözüne koymaktı. Fakat, arkadaşlar görüp, durumu anladılar. Bense, tevil yoluna sapıp, onu, öğretmen için yaptığımı söyledim Ancak, taşın üzerine işlediğim ikinci harf, öğretmenin soyadını tutmuyordu. Dolayısıyla, yalanım ortaya çıkmıştı. Onlar, göndermem için ısrar edince, yakın arkadaşı, Suna vasıtasıyla, Mualla’ya ulaştırmaya karar verdik, Çünkü, O bir, iki gündür okula gelmiyordu. Sunanın getirdiği haber ise , ümit kırıcıydı. Mualla, kutuyu alıp, durumu anlayınca, infiale kapılmış, benim özenle yaptığım eserimi, yere çalıp kırmıştı. Üstelik, öğretmene şikayet edeceğini söylemişti. Gerçekten, okula geldiği zaman, öğretmene durumu anlatmış ve beni şikayet etmişti. Allah’tan ki, öğretmen olgun bir insandı. Belki de böyle, çocukça hadiseler, başından çok geçmişti. Her ikimizi de , odasına çağırarak, bilhassa bana nasihat etmiş ve bu gibi hadiselerin bir daha tekerrür etmeyeceğine dair benden söz almıştı. Böylece, işi tatlıya bağlayan öğretmenimiz, ikimizi barıştırmış oluyordu. Muhtemelen, bu hadiseyi, ben ve Mualla hariç herkes, çabucak unutacaktı. ( Ancak lise yıllarında, Mualla’nın veremden öldüğü haberini duyduğumda, Bu küçük olayı , acı ile karışık, tekrar hatırlayıp, yaşayacaktım.)
10. İLK İŞÇİLİĞİM
Okul tatil olmuştu. Dayıma, iş bulup, çalışmak istediğimi söylemiştim. Para kazanıp, okul sırasında, harçlık yapmayı düşünüyordum. Muhittin para bırakmadığı için, sinema parasını bile, yirmi beş kuruşta olsa, dayımdan istemek mecburiyetinde kalıyordum. Gerçi, evin vekilharcı gibiydim. Dayım, çarşı, Pazar için , bana para verir, itimat ederdi. Ben de , hiç bir şekilde, bu itimadı, suiistimal etmeyecektim. Ama, gönül işine gelince, işler farklılaşacaktı.
Halk evi binası yapılıyordu, Bana da bir iş bulunmuştu. Binanın, yer döşemesi için karo ya ihtiyacı vardı .Karo işini alan müteahhit, inşaata yakın bir atölye kurmuştu. Burada, , bir usta ve beş-altı elemanla, karo yapıyorduk. Kum ve çimentoyu, belirli oranda karıştırarak harç yapıyor, 30x30 badındaki kalıplara döküyorduk. Kalıplanmış harcın üzerine, daha önceden kırılmış mermer parçalarını serpiştirerek, harcın içine gömülmesini sağlıyorduk. Kalıplar kuruduktan sonra da çıkararak, bir makineyle silme ve cilalama iş yapılıyordu. Böylece, karolar, yere döşenecek hale geliyordu. İş fabrikasyon olmadığından, çok yorucu ve zahmetliydi; aynı zamanda, insanın, üstü, başı, pislikten batıyordu. Yengem, beni , o halde görünce, haklı olarak söyleniyordu. Her şeye rağmen, okul devresinde, harçlık yapabileceğim bir kaç kuruş kazanabildiğim için, zorlukları umursamıyor, ayrıca, galiba, biraz da gurur duyuyordum.
11 RESMİN CANLISI
Bu arada, Erdem İstanbul’a gönderilmişti. Dayım, ilk torununu özlemiş, Onu getirtmek istemişti. Dayımın özelliklerinden birisi, çocukları çok sevmesi, ve çok merhametli olmasıydı. Sokaklarda dolaşan, pejmürde kıyafetli bir çocuk görse, peşine takar eve getirirdi. Onu, yedirir, içirir, uygun düşen kendi çocuklarına ait kıyafetlerle giydirir, büyük bir zevk duyarak, gönderirdi. Yengem de, dayımın bu davranışlarına, bazen, kızardı.
Erdem, dört- beş yaşlarında, tombul bir kız çocuğu ile dönmüştü. Torun, Gülcan, kızıl saçlı, kahverengi gözlü, sakin görünüşlü, çok sevimli bir çocuktu. Artık evin göz bebeği O idi. Dede, torun, birbirlerini çok seviyorlardı. Teyzeleri, Onu , oyalamak, eğlendirip, güldürmek için , birbirleriyle yarış ediyorlardı. Geceleri , kimin koynunda yatarsa, O şanslı sayılıyordu. Çocuk da, teyzelerinin yanında, hayatından çok memnun görünüyor, bilhassa çiğdemin şaklabanlıklarına bayılıyordu.
Bir hafta- on gün sonra, çocuğunu özleyen annesi, faytonla çıkagelmişti. Bahçede, teyzeleriyle neşelenen kız, annesini birden bire karşısında görünce, her şeyi unutup, koşarak boynuna sarılmıştı. Her ikisi de birbirlerini özlediklerini söylerken, bizim kızlar da “abla” diye etrafını sarmışlardı. İşte o zaman, dikkatimi ve ilgimi, Ona çevirmiş. Duvarda gördüğüm resmin canlı modeli olduğunu anlamıştım. Resimde göremediklerim ise: ince, minyon, mütenasip vücudu, yine ince, düzgün bacaklarıydı. Teni, buğday rengi ve duruluğunda, saçları ise, biraz daha uzun ve sarı renkteydi. Gözleri ise, iri, orman yeşili, gözbebeklerinin etrafı hareli ve tahmin ettiğimden daha güzeldi. Canlı, vakur ve hayat doluydu. Beni tanıttıklarında, sanki kardeşlerinden biri imişim gibi, sıcak ve samimi davranmıştı. Artık, kardeşleri gibi, ben de Ona , abla diyecektim.
Herkese, ufak, tefek hediyeler getirmişti. Davranışları ve tavrı, kardeşlerinden farklı bir yapıda olduğunu gösteriyordu. Konuşmaları, kahkaha ile gülmesi, hayata bağlı ve mutlu olduğu intibaı veriyordu.
Akşam, babası gelip Onu gördüğünde, bir sürpriz havası yaratmış ve baba- kız sarmaş, dolaş olmuşlardı. babası, Onu kucağına oturtmuş, sanki bir çocukmuş gibi şımartmak istemişti Birbirlerine çok düşkün oldukları, her hallerinden belli oluyordu.
On günlük misafirliği sırasında, eli, kardeşlerinin üzerinden gitmemişti. Nihayet, dönmeye karar verdiğinde, Dayım, tren biletini aldırtmış, bir kutu da peksimet yaptırtmıştı. İzmit’in ekmek karnesi, artık, İstanbul’da geçmiyordu. Bu sebeple, en makbul hediye, Onlar için, peksimetti Çünkü, kasabalarında, ekmekler çamur gibi çıkıyor, çok sıkıntı çekiyorlardı.
Bana, gideceği sabah, fayton çağırmamı söylemişti. İstasyona kadar beraber gitmiştik. Ayrılırken, yanaklarımdan öpmüş, İstanbul’a beklediğini söylemişti. Tombul, sevimli küçük Gülcan da boynuma sarılmış, bu hareketiyle beni sevdiğini belirtmişti. Birlikte, bir fotoğraf çektiremeden, gittiklerine gerçekten üzülmüştüm.
12. BİR SAYFİYE KÖYÜ
Okul tatilinde, evin diğer erkekleri gibi benim de hafta boyu , işçi olarak çalışmam gerektiğinden, bazen, Pazar günleri, vapurla, Değirmen dereye gidiyorduk. Orası, sakin, tenha bir sayfiye köyü idi. Dağları, bağları yemyeşildi. Denizi, billur gibi temiz, kıyıları tabii plajdı. Ulu çınar ağaçları altında gazinoları vardı. Havası güzel, sıcak havalarda bile, tatlı esintisi devamlıydı.
Yengemin görümcesi, Yani, Ümmühan’ın üvey anası oralıydı. Fındık ve üzüm bağları, bahçeleri vardı. Halk, çok misafirperverdi. Deniz kenarında otururken, köylüler, katır sırtında, küfelerle, fındık, kiraz, üzüm, mısır, çeşitli meyve taşırlar, bize de ikram ederlerdi. Sandallarla, 20-30 metre açıkta, balığın çeşidi tutulurdu. Balık, o kadar boldu ki! Balığı , bilhassa tekiri bol olan başka bir köy de Hareke idi. Bir keresinde, Dayımla, trene binip oraya gitmiştik. Yörenin kiraz bayramıydı. Köylüler, çeşit, çeşit, dalbastı kirazlar getirmişler, meydanda sergilemişlerdi. Dayım da ,halka hitaben bir konuşma yapmıştı. Nede olsa particilikten kalma, köylülere hitap etme deneyimi vardı. Üstelik bu defa , İzmit belediyesini temsil ediyordu. Dönüşte, bize, en âlâsından , bir sepet kiraz, küçük bir çavalye da barbunya balığı hediye etmişlerdi.
13. GERİ DÖNME KORKUSU
Okul , yeniden başlamıştı. Artık, beşinci, yani, son sınıfa gidiyorduk. Arkadaşlarla buluşmak, beni sevindirmişti. Dersler, benim için, fazla sorun değildi. Çünkü, kendime güveniyordum. Dersi , daha anlatılırken, öğrenme prensibini elde etmiştim.
Geçen sene, gönül maceram, karşılık bulamamış, fiyaskoyla sona ermişti. Artık, kendimi, sevilmeyecek kadar çirkin buluyordum. Kocaman bir burunla, belki de öyleydim. Ümmühan’la, Çiğdemin, devamlı , benimle, alay edip, dalga geçmelerinin sebebi belliydi. Onlar da bilhassa Ümmühan’da haklıydı, Kim bilir, etraflarında, ne kadar yakışıklı çocuklar vardı. Bana niye baksınlardı ki! Ama, gönül bu! Çocuk gönlü de olsa, bir yerlere kaymak istiyordu.
Ümmühanı çok beğeniyordum, asıl sevdiğim, benimle ilgilenmesini istediğim O idi. Ama , Onu, daha ulaşılmaz görüyordum. O kadar güzel ve mağrurdu ki! Kim bilir, kaç delikanlı, Ona aşıktı. Benim gibi, bir çirkinle, bir çulsuzla neden ilgilen sindi ki !
Geçen yaz, Değirmen Derede, gezmek, deniz derken, Çiğdemle aramızda bir yakınlaşma olmuştu. Sanki, benimle, eskisi kadar alay etmiyor, evde cam silerken bile bana yardım ediyordu. Bir duygusallıktır başlamıştı.
Bir gece , bir münakaşa sesiyle uyandım. Dayım ile yengemin sesleriydi bu. Salon yatak odalarına yakındı ve ben yer yatağında, orada yatıyordum. Sesler açıkça duyuluyordu. Dayım;
- Bu böyle olmayacak ! Yusuf’u köye gönderelim, diyor ve ısrar ediyordu. Yengem de aynı yanıtı tekrarlıyordu:
-Bey! Onlar daha çocuk, Bu geçici bir şey, biraz bekleyelim, devam ederse, bir çaresine bakarız, biraz sabredelim!.
Durumu kavramıştım, Demek, Onlar da işin farkına varmışlardı. Anlaşılan, Dayım , bana çok kızmıştı. Belki de eve aldığına pişman olup, üzülmüştü. Bense, Onu kızdırmak ve üzmek, hiç, ama hiç , istemezdim. Bu sebeple, kendimi toplamam, çeki- düzen vermem, duygularımı bir tarafa atmam gerektiği kararına varmıştım. O sabahtan itibaren, araya mesafe koymaya başlayacaktım. Nitekim, öyle de yaptım, ama , karşımdaki, bu çekingenliğimi pek anlamamış, yanlış yorumlayarak, çok geçmeden, tekrar alay eder tavırlarına başlamıştı.
14. PİYANİST KOMŞU KIZI
Dayımların üst tarafında, iki katlı bir ev vardı. Bu evin alt katında ise, üç kızı olan bir aile oturuyordu. Bizim kızlar, Onlarla çok iyi arkadaştılar, Onların büyüğü hariç, bizimkilerle, bir araya gelince, gırgır, şamata vakit geçiriyorlardı. En büyük kız, diğerlerinden farklıydı. Davranışlarında, daha vakur, daha ciddiydi. Hanım efendiydi. Bizimkiler de Ona abla diye hitap ediyorlardı. 18-20 yaşlarında ve konservatuar talebesiydi Bana da ilk gördüğümden beri iyi ve nazik davranıyordu. Erkanla, Çiğdem benimle alay edip, gülüştüklerinde, hiç tasvip etmez, bazen Onları ayıplar, Bunu da yüzlerine söylerdi. Merhametli, herkese karşı insancıldı. Bu defa da gönlüm Ona doğru meyil etmişti. Alafranga müziği pek sevmediğim halde, Onun çaldıkları hoşuma gidiyordu. Bazen piyano çalarken, ben de , bahçede çalışıyorsam, durur Onu dinledim, Ama , biliyordum ki, benimkisi, bir hayaldi ve bu hayalimden, Onun hiç mi, hiç haberi yoktu.
15. BOLU DEPREMİ
1944 yılını ocak ayıydı. Sabaha karşı, bir yer sarsıntısı ile uyanmıştık. Evin duvarları öyle kalındı ki, bir kaç sıva çatlağı ile felaketi atlatmıştık. Ama, Bolu ve civarından kötü haberler gelmeye başlamıştı. Oralarda, ölüm ve hasar olduğu söyleniyordu.
Aradan, bir kaç gün geçmişti, Okul dönüşü, Dayım da arkamdan eve girmiş, ve bana dönerek:
-Yusuf! Eve geliyordum, bir kaç kişinin konuşmalarına kulak misafiri oldum. Güdül ve civarında da zelzeleden, hasar gören yerler varmış. Seni köye gönderip, kendi gözünle, neler olup, bittiğini görmeni istiyorum. 100 lira yol parası vereceğim, trene atla, hemen yola koyul , dedi. Bu haber ve Dayımın kararlı hali, bende endişe yaramıştı. Fazla vakit kaybetmeden, istasyona yollandım, 20,3o da kalkan eksprese bilet aldım. Yol boyunca da acaba köyde neler oldu? Şeklindeki endişem devam etmişti. Sabahleyin, Ankara’da, istasyondan, otobüs garına ulaştığımda, benim gibi, köye gitmek isteyen insanlarla karşılaştım. Otobüsle Ayaş’a kadar gidince, orada da köyden, çadır ve yardım malzemesi almaya gelenlerle karşılaştık. Onlar, köyün durumunu anlatınca , üzüntüden kahrolduk. Çadır ve yiyecek malzemelerini katırlara yükleyerek, kimi zaman hayvan sırtında kimi zaman yaya, kar, çamur, sel suları ile boğuşarak, gece yarısı köye ulaşmıştık. Doğruca annemlere indim. Annem ve kardeşim celâl ile hasret giderdikten sonra, yorgunluktan, hemen yatmak mecburiyetinde kaldım. Gecenin karanlığında göremediğim yerleri, sabahın ışığında, harap olmuş görünce, çok üzüldüm. Bizim, eski ev, tamamen çökmüştü. Çok sevdiğim, ikiz eniştem, Şükriye ablam ve beş çocuğu, hayatlarını kaybetmiş, damdaki hayvanlarının tümü telef olmuştu. Ebemle, benim kaldığım odada ise, yalnızca, Muhittin kurtulmuştu. Nerelerde dolaştığı belli olmayan Muhittin, O kış köye gelip, bizim eski evde kalmaya karar vermişti. Zelzele sırasında, Çatıdan düşen bir mertek, Omun üstünde koruyucu olmuş, hayatını kurtarmıştı. Tanrı, Onun ecelini henüz geciktirmişti. Ebemin, eceliyle de olsa ölmüş olması, beni derinden yaralamıştı. Bu sebeplerle, göz yaşlarımı tutamamıştım.
Kardeşim Celâl büyümüş , annem biraz daha zayıflamıştı. Nadire nin bir oğlu olmuş, ismini, Mehmet koymuşlardı. Onun çocuğunu da görmek kısmet olmuştu. Keza, Yusuf Ağanın da , yabancıdan, bir oğlu olmuştu. Muhittin de , bir kıza aşık olmuş, bu yüzden, köyden ayrılamamıştı. Üstelik, sevgilisine hediye almak bahanesiyle, benden 35 lira tırtıklamıştı. Her şeye rağmen, hayat devam ediyordu. Köyde üç gün kalarak, geri dönmüştüm.
Dayım ve yengem, getirdiğim kötü habere çok üzülmüşlerdi. Acele olarak köye hareket ettiğim için, okuldan da izin alamamıştım. Döndüğümde, hem, öğretmenimiz, hem de arkadaşlarım beni merak ettiklerini söylemişlerdi. Durumu anlatınca , Onlar da çok üzülmüşler, beni teselli etmeye çalışmışlardı.
İkinci karneyi almıştık. Derslerimin üçü iyi, diğerleri pek iyi idi. Karneyi, ilk önce yengeme gösterdim. Notları görünce:
- Sana yeni bir pantolon dikeceğim, Dayına da söyleriz, bir ayakkabı aldırtırız, dedi. Gerçekten dediğini de yaptı. 23 nisan, çocuk bayramı şenliklerine, bu yeni kıyafetlerle gitmiştim. Ama, diğer çocuklar gibi merasim için değil, seyirci olarak.
Zaman ilerledikçe, kan kardeşim kadirle, geleceği düşünmeye başlamıştık. O da , benim gibi, fakir bir aileden geliyordu. Konuşa, konuşa askerî orta okula gitmeye karar verdik. İkimiz de subay olmak istiyorduk . Hevesimiz bu yöndeydi. Resmi elbiseleriyle, subayları gördükçe, onlara gıpta ile bakarak,” işte, bunlar gibi olmak istiyoruz” demeye başlamıştık. Bu konuyu, bir ara, Dayıma da açmıştım:
-İyi düşünmüşsünüz, hele okul bitsin, ondan sonra düşünürüz, demişti.
16. BİR HASTALIK (kızamık )
Mayısın ilk haftasıydı. Cumartesi ve Pazar günü, vücudum da bir kırgınlık, başımda da bir ağrı hissetmiştim. Biraz da öksürüğüm vardı. Buna rağmen, Pazartesi günü okula gittim. İkinci derste, arkadaşlardan biri”—Yusuf ağabey! Senin yüzünde, boynunda kırmızı, kırmızı sivilceler var” deyince, Diğer arkadaşlar bana, dönüp, dönüp bakmaya başladılar, Bu durum, öğretmenin dikkatini çekti ve O’ da beni şöyle bir tetkik ettikten sonra:
-Eve git, istirahat et. Bir doktora göstermeyi de ihmal etme, diyerek, beni eve gönderdi. Önce dayıma uğradım, Beni bir memurla, belediyenin doktoruna gönderdi. Doktor şöyle bakar bakmaz,
-kızamık olmuşsun, istirahat edeceksin, üşütmeyeceksin, sulu şeyler yiyip, içeceksin, tavsiyesinde bulundu.
Artık, yataktaydım. Hararetim ve ateşim yüksekti. Yengem, sık, sık ıhlamur kaynatıp içiriyordu, ama, gözümün önünde, hep Kızık yaylasındaki buz gibi sular canlanıyordu.
Bu arada, Dayım, yine, ilk torununun özlemini duymuş, Erdem vasıtasıyla, getirtmişti. Olacağın önüne geçilmiyordu. Küçük torunu Gülcan’a benden kızamık bulaşmıştı. Herkes üzüntü içindeydi. Annesine ne denecekti, Nasıl haber verilecekti.? Neyse ki, küçük olduğu için, hastalığın seyri, benim kadar ağır olmamış, benden daha çabuk iyileşmişti. Tabii, bunda, Ona gösterilen ihtimamın da dahli vardı.
İmtihanlara, 10-15 gün kalmıştı. Yatakta bile çalışmayı sürdürüyordum. Bir an önce, okula dönmek istiyordum. Ama , rapor almadan, okula dönemeyeceğimi anlatmışlardı. Neticede, doktordan rapor alarak okluma kavuşmuştum. On iki gün süren imtihanlar neticesinde, bütün derslerden, pek iyi alarak, okulu bitirmiş, sevinçle beraber, biraz da gurur duymuştum
17.ASKERİ OKUL HAYALİ
Artık, askerî okula müracaat sırası gelmişti. Dayımla askerlik şube reisine gitmiş, istenilen evrakları hazırlamaya koyulmuştuk. Bunlardan en önemlisi sağlık raporu idi. Askerlik şubesi, kan kardeşim Kadiri ve beni Haydarpaşa askerî hasta hanesine sevk etmişti. Oraya gitmeden önce, yengemin çok yakın arkadaşı olan Lütfi’ye teyze, Baş tabibe hitaben bir mektup vermişti. Baş tabip, doktor olan rahmetli eşinin talebesiydi. Kocası da aynı hasta hanede baş tabiplik yapmıştı. Sevgili paşasını, hasret ve rahmetle anıyordu.
Temmuz ayında, sıcak bir gündü. Trenden iner inmez, Kadirle beraber, dayımın dul olan kız kardeşinin, yani Hatice halamın , Kurbağalı Dere kenarındaki evini arayıp bulmuş ve kendisine geliş sebebimizi anlatmıştık.
Ertesi günü, halamla birlikte, hasta haneye gitmiş, doğruca baş tabibe çıkarak Lütfiye teyzenin mektubunu vermiştik. Paşa , mektubu okuduktan sonra, “ bir engel çıkarsa bana gelin” demişti. Gerçekten de Kadir için değil ama, benim için ilk engel çıkmıştı. Beni muayene eden kulak- burun- boğaz doktoru:
“Oğlum , sen bu kulakla asker olmazsın” diyerek, kulağımda işitme zorluğu olduğunu belirtmişti. Üzülmekle birlikte, soluğu paşanın odasında aldım ve durumu anlattım. Baş hekim, ilgili doktora telefon ederek, kulağımın yıkanmasını ve tekrar muayene edilmemi, emretti ve beni aynı doktora gönderdi. Bu defa sonuç olumluydu. Ancak, raporların hazırlanması zaman alacaktı ve “ iki gün sonra gelin “ denmişti.
Cumartesi- pazara rastlayan bu iki dünlük süreyi Yasemin ablamlar da geçirmek bana daha cazip gelmişti, halama Onun adresini vermesini, oraya gitmek istediğimizi söyledim. Tramvayla, Üsküdar’a gittik, oradan da boğaz vapuruna bindik. Bu boğaza vapurla ilk seyahatimdi. Vapur zikzak yaparak boğazın her iki tarafını da görmemize imkan veriyordu. Büyük bir zevkle seyrediyordum . Sağlı, sollu, o güzel yalıları ve yemyeşil yamaçları sanki beynime kazıyordum.
Bir buçuk saat süren bir yolculuktan sonra vapurdan inmiş ve sorarak evin adresini bulmuştuk. Ev koca bir konak görünümündeydi. Ablam beni ve arkadaşım karşısında görünce çok şaşırdı. Ona, kısaca durumu anlatınca da :
-İnşallah, ikiniz de subay olursunuz, bunu yürekten temenni ediyorum, dedi. Kocası da Yedek subay olarak, ikinci defa göreve çağrılmış, halen Trakya’da bulunmaktaymış. Yasemin ablam, iki günlük misafirliğimiz sırasında Kadir ve bana sanki itibarlı birer misafirmişiz gibi davranmış, çekingenliğimizi üzerimizden atmamızı sağlamıştı, bu sebeple her ikimiz de , oradan ve Ondan memnun olarak ayrılmıştık ..
18.KAPANAN VE AÇILAN KAPILAR
Sağlam raporumuzu alarak, sevinç ve ümitle, İzmit’e dönmüştük. Bütün evrakları tamamlayarak, askerlik şube reisine elden teslim etmiştik. Artık, Konya askeri orta okul müdürlüğünden gelecek cevabı bekleyecektik, yapacak başka bir şey yoktu.
İki hafta sonunda gelen cevabî yazı bütün ümit ve hayallerimi yıkmıştı. Bu konuda ikinci engel de karşıma dikilmişti. Gelen yazıda şöyle deniyordu” Bulunduğunuz yerde orta okul mevcut, yönetmenliğe göre, sizi talebe olarak kabul etmemiz mümkün değildir.” Benim kadar, Dayım ve yengem de gelen cevaba çok üzülmüştü. Dayımla birlikte, tekrar, şube reisini görmeye gitmiş, Onun tavsiyesi üzerine, bir dilekçe daha göndermeye karar vermiştik. Bu dilekçede.” İzmit’te muvakkat olarak bulunuyorum. Asıl memleketim, Ankara- Yelli köyü dür. Orada da orta okul yoktur. Bu durum nazarı itibara alınarak, okulunuza kabul edilmemi arz ederim” ifadeleri yer alıyordu.
Verdiğimiz dilekçeye cevap gelinciye kadar, zamanımı değerlendirmek ve biraz harçlık kazanmak düşüncesiyle, bir işe girdim. Bir Macar firması, Halk evi ve civarını, asfalt yapıyordu. Bir ekmek ve yevmiye olarak da 275 kuruş veriyorlardı. Güneş bir taraftan, kaynayan katran kazanları diğer taraftan, çalıştığımız yer cehennem gibiydi. Bu işin pisliği de cabasıydı. Üstelik, yengem de pislik içinde eve geldikçe, haklı olarak bana kızıyordu. Neyse ki bu çalışma uzun sürmemiş, bir ay içinde 31 lira alarak işten ayrılmıştım.
Lütfi’ye teyze, benim okula kabul edilmeyişime, bizimle beraber üzülenlerdendi. Bu sebeple, rahmetli eşi vasıtasıyla tanımış olduğu, Askerî liseler Müfettişine, bir mektup yazmıştı. Gelen cevapta :” Bahsettiğiniz çocuğun, Askerî orta okul yönetmenliğine göre, okula kabul edilmesi mümkün değildir. İstenirse, Onu, Kırıkkale askerî sanat okuluna kabul ettirmem mümkündür” deniyordu. Allah bir kapıyı kapamış, yeni bir kapı aralamıştı. Yeni bir ümitle, Ankara’nın yolunu tutmuştum .Belirtilen adrese gittiğimde, Müfettişi evinde hasta buldum. Yine de ilgilenip, telefon etmek suretiyle, beni , Kırıkkale’ye, okul müdürüne göndermişti. Okul müdürü, evraklarımı incelerken, yaşımın 12 olduğunu görmüş ve:
-Maalesef, evladım,! Yönetmeliğe göre, 14-17 yaşları arasındaki çocukları kabul ediyoruz, demişti. Bu kat-î ifadeyi duyunca, üzüntümden , neredeyse, müdürün önünde ağlayacaktım. Böylece, bir ümit daha sönmüştü. Yeis içinde, İzmit’e dönmekten başka çare bulamamıştım. Getirdiğim habere, dayım da, yengem ve Lütfi’ye teyze de çok üzülmüşlerdi. Bilhassa dayım, bir yerlere girip, mutlaka okumamı istiyordu. Okumaya karşı çok hevesli olduğumu bildiğinden, sağa, sola baş vuruyor, kimden yardım alabiliriz diye çırpınıyordu. Aslında, ben de dayıma yük olmak istemiyordum, Beş tane çocuğa bakmanın ne kadar zor olduğunu biliyordum. Üstelik, ticaret erbabı değil, kendisi memur olunca, sıkıntıya düşmüş, evini bile bankadan alığı kredi ile tamamlamıştı.
Aradan bir kaç gün geçmişti. Bir akşam, dayım eve gelince:
-Yusuf! Sana iyi bir haberim var. Şimdiye kadar nasıl akıl edemedik, hayret! Bu gün milli eğitim müdürü ile konuştum. 1 eylülde, Devletin açtığı leyli meccani imtihanı varmış, müdür, bu imtihana girmeni tavsiye etti. Yarından tezi yok, bir dilekçe ile müracaat etmeliyiz, senin bu imtihanı kazanacağından eminim, diyerek beni sevindirmişti. Tanrı, bir kapıyı kapatıp, yeni bir kapı daha açmıştı . Göğsüme taze bir ümit doğmuştu.
Nihayet, imtihan günü gelip çatmıştı. İmtihan salonuna girdiğimde benim gibi, pek çok talebenin olduğunu görmüştüm. Kan kardeşim kadir de içlerindeydi, çünkü, Askerî orta okuldan Ona henüz cevap verilmemişti. Sorular benim için oldukça kolaydı ve imtihan iyi geçmişti, ancak, neticelerin , bir buçuk, iki ay sonra geleceğini öğrenmiştik. Bunu Dayıma söyleyince:
-Her ihtimale karşı, seni , İzmit Orta Okuluna kaydettirmemiz gerekiyor, demişti. Dolayısıyla. Ben de 15 eylülde okula kaydımı yaptırmıştım.
18 eylül, bu gün bayram. Bir gün önceden, elbiselerimi temizleyip, ütülemiştim. Ceketim, biraz eskiydi, ama olsundu. Hiç olmazsa temizdi.
Biz üç erkek, Erdem, Erkan ve ben bayram namazına gitmiştik. Namazdan sonra da eve gelip, ailece bayramlaşmıştık Kızların üçü de benimle dargın oldukları halde, bayram hatırına, barışıp bayramlaşmışlardı. Dayım, çıkarıp, harçlık olarak 2,5 lira vermişti. Tabii, yengem de mendil. Öğleden sonra ise, Aymet Dayılara, bayramlaşmaya gittik Ümmühan da , bizim kızlara uymuş, benimle konuşmuyordu. O da bayram hatırına elini vermişti Ama biliyordum ki, üç gün bayramdan sonra, benimle yine konuşmayacaklardı. Bütün bunlara sebepse, Çiğdemdi, Ona karşı tutumumdaki değişiklikti.
Aymet dayı da yeğenlerinden ayırmayarak bana da bir lira bayram harçlığı vermişti. Utanmakla beraber, böyle bir günde , bu parayı alamazlık edemezdim. Nede olsa bayram harçlığı idi. Bu paralar üç gün boyunca, sinema ve bayram yeri harcamalarına yeter de artardı bile.
O gün, öğle yemeğini, cümbür - cemaat Aymet dayılarda yemiştik. Onlarla, bilhassa Ümmühan la bir arada bulunmaktan zevk duyuyordum. Ancak yediğimiz et yemeğini tatlılı yapmışlardı. Celep ve kasaplık yaptıkları için, et yemeğini fazlaca yiyorlar ve adetleri veçhiyle, et yemeğini böyle tatlılı yapıyorlardı. Bense bunu pek sevmemiştim.
25 eylülde okullar açılmıştı. Bütün talebeler bahçede toplanmış, kimin, hangi sınıfa gideceği bildirilmişti. Bizim sınıfta, ikisi erkek, altısı kız, olmak üzere sekiz Yenituranlı vardı. İlk günü ders yapılmamış, çocukları ben idare etmiştim. Daha sonra da , beni sınıf mümessili seçmişlerdi. Burada da , öğretmenlere. Kendimi, kısa sürede sevdirmiştim. Hele, İngilizce gibi, ilk defa tanıştığımız bir dersten iyi not almam beni çok sevindirmişti.
D. D Ö R C Ü N C Ü B Ö L Ü M
1. BİLECİK NERESİ (üçüncü dönemeç)
Cumhuriyet Bayramında, bütün okul merasime iştirak etmiştik. Henüz, imtihanların neticesi gelmez diye düşünüyordum Bayramdan iki gün sonra, sınıf arkadaşım Necdet Ersoy, sevinç içinde, beni karşılayarak,
-Yusuf ağabey ! leyli- meccani imtihanını kazanmışım! deyince, hem merak, hem de endişeye kapıldım. Acaba , ben de kazanmış mıydım?Yoksa !? Ümidim tekrar mı sönecekti? İlk dersimiz tabiattı. Öğretmen içeri girdikten sonra, sınıfta, gözlerini üzerimize çevirdi ve uzun, uzun gezdirerek:
--Çocuklar! Şimdi size, leyli- meccani imtihanını kazananları bildireceğim ! Kalbim küt, küt atmaya başlamıştı. Elindeki listeden bir kaç isim okuduktan sonra, Benim soy adımı ve baba adımı sordu.
-Tebrik ederim, sen de kazanmışsın, dedi. Artık , sevincime son yoktu. Bu haberle, hayatımın zorlu bir dönemecini daha aşmış , düz ve belirli bir yola çıkmıştım .
Okuyacağım okul, BİLECİK’TE idi. İsterse, Fi zanda olsundu! Benim için fark etmezdi, Sevincimi, hiç bir şey gölgeleyemezdi. Sevicimi, Dayım ve yengem de benimle paylaştılar. Bilhassa dayım çok memnundu. Sanki, benimle gurur duyuyor gibiydi.
Dayım, tren bileti ve harçlık için, bir miktar para verdi:
-İdareli kullan! Nasıl olsa, devlet her türlü masrafını karşılayacak, burası senin evin, tatillerde buraya gelirsin , diyerek, beni kucaklayıp öptü. Yengem de duygularını, dayım gibi ifade etmiş ve başarı dilemişti. Onlar ve kızlarla vedalaşırken, bir hayli duygulanmıştım. Erdem ağabey, şehir dışında vazifede idi. Erkan ise, vedalaşmadan, işine gitmişti. Üzüntü ve duygulu halim trende de devam etmiş, bir ara göz yaşlarımın akmasına mani olamamıştım.
2. BİLECİK ORTA OKULU
İkindiye doğru, tabelasında” BİLECİK” yazan istasyonda indim. Bir istasyon memurunun yanına sokularak:
-Bilecik Orta Okulu nerede diye sorduğumda,
-Burada orta okul yok, cevabını alınca çok şaşırdım. Meğer, benim sandığımın aksine, burası yalnızca istasyonmuş, Bilecik denen vilayet-kasaba- 10 km. içerideymiş.
-Oraya nasıl gidebilirim? soruma karşılık, ilerde duran bir at arabasını göstermişlerdi. Elimde tek bir bavul vardı. Gösterilen yere doğru yürüdüm ve arabacıya:
-Bilecik Orta Okuluna gitmek istiyorum , dedim. Arabacı da” peki” deyip, bavulu elimden aldı. Arabanın üstüne koydu ve
- Sen de şuraya, arabanın üstüne sıçra bakalım, dedi. Bu, demir tekerlekli, bir yük arabasıydı. Cılız, gadiği çıkmış bir at tarafından çekiliyordu. Biraz garibime gitmişti. Böyle bir yerde, başka vasıta yok muydu? Yol yokuşa vurmuş, at zorlanıyordu, yol güya şose idi ama , toz, toprak ve küçüklü, büyüklü taşlarla doluydu. Arabanın demir tekerlekleri, bu taşlara isabet ettikçe, arabayla beraber ben de havalara zıplıyordum. Hava soğuktu ve açık olan arabanın üzerinde, rüzgar iliklerime işlemişti. Yol boyunca, kır yerleri ve tarlalardan başka, ne ev vardı, ne de başka bir yapı. 20-30 dakika gittikten sonra, arabacı, parmağıyla ileriyi göstererek”—İşte Bilecik, ama okul daha yakında “ dedi. Gerçekten, kasabaya varmadan, bir hasta hanenin önünden geçtik ve sonra da , araba, büyük bir binanın bahçe kapısı önünde durdu. Arabacı,
-İşte okul bu, diyerek. Yola atlayıverdi.
Bahçe kapısından içeri girerken, etrafı tetkik ediyordum. Okul, tek başına, büyük bir arazinin içindeydi. Bina üç katlı görünüyordu. Yol tarafında, bakımlı, çiçekli bir bahçe, bahçenin içinde de , fıskiyeli bir havuz vardı. Binanın , ana giriş kapısına, mermer basamaklı, iki taraflı merdivenlerden çıkılıyordu. Arka tarafta ise, geniş toprak bir düzlük, içinde tek katlı bir kaç bina, daha ileriye doğru ise meyilli geniş bir arazi bulunuyordu.
Henüz talebeler sınıflarındaydı, kimi sınıflardan talebelerin, kiminden ise öğretmenlerin sesleri dışarıya aksediyordu. Bir hademe beni gördü ve müdür muavininin odasına götürdü. Masada, gözlüklü, tıknaz yapıda, Japon’a benzer biri oturuyordu. Başımla selâm vererek:
-Hocam! Ben İzmit orta okulundan geliyorum.
-Adını, soy adını söyle, şu listeye bi bakalım, diyerek, sumenin altından bir liste çıkardı, listede ismimi buldu ve Hacca hanımı çağırarak,
-Bu çocuğu, yukarıya götür, eşyalarını bir dolaba koysun, yatacağı yeri göster, sonra buraya gelsin, sınıfına götüreceğim. dedi
Sınıfa, O önde,. Ben arkada girdik. Kürsüde, kadın bir hoca ders anlatıyordu. Müdür muavini:
-Hocam! Bu, yeni talebeniz, İzmit’ten geldi , diyerek sınıftan çıkıp gitti. Meraklı gözler benim üzerime çevrilmişti. Hoca Hanım:
-İsmini söyle de arkadaşların duysun. Sonra da geç, boş bir sıraya otur!” dedi. Adımı, soy adımı söyledikten sonra, sağdaki, en arka sırayı tercih ederek oturdum. Hoca hanım, kürsüden, ismimle, seslenerek:
-Yusuf! Coğrafyadan, hangi konuya kadar geldiniz! sorusunu yöneltince, Onun coğrafya öğretmeni olduğunu anlamıştım. Bir taraftan dersi dinliyor, bir taraftan da gözlerimi sınıfta gezdiriyordum. Sınıfta hiç kız talebe yoktu. Arka sıralarda, benden iri , bir kaç arkadaş daha vardı. Diğerleri, bizden küçüktüler. Bu, artık, herkese, ağabeylik taslayamayacağım anlamına geliyordu.
Zil çalınca , yavaş, yavaş dışarı çıktık. Bu , günün son dersiydi. Çocukların bir kısmı arka bahçeye iniyor, bir kısmı da kasabaya gidiyordu. Kasabaya gidenlerin içinde kızlar da vardı.
Aynı sınıftaki arkadaşlarla, okulun arkasındaki düzlükte bir araya geldik. Birbirimizi tanıma merakı ağır basıyordu. İsmen tanımak, nereden ve hangi okuldan gelmiş olduğumuzu öğrenmek çok önemliydi. İzmit’ ten, üç arkadaş daha vardı, Onlar, benden önce gelmişlerdi. Necdet’i tanıyordum, İzmit deyken aynı sınıfta idik. İsmail ve Fikret ise aynı okuldan fakat ayrı sınıflardan geliyorlardı.
Konuşmalarımız sırasında öğrendiğime göre: okulda, üç kategoride talebe vardı. Benim gibi, devlet hesabına, yani, parasız yatılı okuyanlar, ikincisi, paralı yatılı olanlar ve nehariler. Paralı okuyanlar civar kasaba çocuklarıydı. Nehari olanlar ise, kızlı, erkekli , Bilecikli çocuklardı. Benim gibi, devletin okuttuğu çocuklar , Marmara ve Ege bölgesinden gönderilmişlerdi.
Arkadaşlarla muhabbet ederken, vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştım. Zil sesi bizi akşam yemeğine çağırıyordu. Yemek hane, binanın zemin katındaydı. Ayrıca, laboratuarın da bu katta olduğunu öğrenecektim. Çamaşır hane, mutfak, banyo ve tuvaletler, arka bahçe tarafındaydı. Yine arka düzlükte, okul müdürünün ikametine ayrılmış müstakil bir bina mevcuttu.
Biz dört İzmitli, yemek hanede aynı masaya oturmuştuk. Onlar benden küçüktü. Hele Necdet, ufak, tefek, kısa boylu, zayıf gözlüklü, cin gibi bir çocuktu. İsmail, yaşına uygun bir yapıda, fakat hareketleri ağırdı. Fikret ‘in ise, bir kulağının kepçesi yoktu, üstelik kulakları ağır işitiyordu . Ona , bazen kulaksız diye seslendiğimiz oluyordu. Çok sağlıklı görünüyordu. Yüzünden sanki kan damlıyor gibiydi. Yemek yerken, lokmaları ağır, ağır çiğner, en erken yemeğe başladığı halde, yemek masasından en son kalkan O olacaktı.
Yemek masaları, gruplar halinde dizilmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü sınıfların masaları ayrı, ayrı dizilmiş, üzerlerine de bu rakamlar yazılmak suretiyle belirtilmişti.
Yemek salonundan çıktıktan bir müddet sonra, mütalaa için sınıflara dönmüştük. Gürültü, şamata devam ediyordu. Okulda, gece nöbetçisi olarak, bir öğretmen bulunduğu halde, talebeleri susturmak, ders çalışmalarını sağlamak baş mümessile kalıyordu. Keza, talebeler arasındaki sürtüşmeyi önlemek, yatak hanelerdeki disiplini sağlamak, adilane yemek tevziatı yaptırmak da baş mümessilin görevleri arasında olduğunu öğrenecektim.. Baş mümessilin halledemediği, aciz kaldığı bir hadise olursa, ancak o zaman, hadise idareye intikal ettirilecek. Fakat Kimse böyle bir şey istemeyecekti. Çünkü, müdür muavini Hüsnü Babanın ( ki arkadaşlar Ona Mr Moto diyorlardı) meşhur olan beş kardeşi işe karışacak, şamarı vururken, Allah yarattı demeyecekti. Baş mümessil , son sınıf talebeleri arasından, sevilen, ve öğreniciler arasında sayılan biri olmak kaydıyla, idare tarafından seçiliyordu. Bu akşam, yemekhanede gördüğüm baş mümessil, Hasan Ak Ova adında, iri , yarı, yüzünde bir kaç sivilce lekesi bulunan, fakat davranışları efendi olan bir son sınıf talebesiydi.
3..SINIF ARKADAŞLARIM - ÖĞRETMENLERİM
Günler geçerken, yavaş, yavaş sınıf arkadaşlarımı ve öğretmenlerimi tanımaya başlamıştım. Bizim sınıf, tamamen, parasız yatılı talebelerden oluşuyordu. Hiç kız talebe yoktu. Onları ancak teneffüslerde, müşterek laboratuar ve müzik derslerinde görüyordum. Bir de müzik hocamızın oluşturduğu, özel müzik grubunda, beş- altı kız talebe bulunuyordu.
Bizden üst sınıfların, bize karşı davranışları oldukça iyi idi. Yalnız, dershaneleri normal olarak ayrı olduğu gibi, yatak haneleri ve hatta yemek hanedeki , masaları da ayrılmıştı.
Bizim sınıfta, bana enteresan gelen ve göze çarpan tipler vardı. Örneğin: Bolu’lu SAİM, iri vücutlu, dalyan gibiydi. Gören Onu pehlivan zannederdi. Buna mukabil, sakin tabiatlı, uysal, kimsenin işine karışmayan, fakat derslerine de fazla önem vermeyen biri idi. ELMAS, O da iri yapılıydı. Atak, aynı zaman da heyecanlı hareketlere sahipti. Sanki, herkesle, hatta öğretmenlerle kavga etmeye hazır vaziyetteydi. “ Sınıfın en güçlüsü benim “ der gibiydi Sporda da aynı davranışları sürdürüyordu. RAMİZ: Benim gibi, burnu iri olanlardandı. Sanki, kökeninde, Kara denizlilik var gibiydi. Ama şivesi, hiç o tarafı çalmıyordu. Onun da hareketleri telaşlı, üstelik, her şeyde, heyecanlı ve aceleciydi. Çok çalışıyor pozundaydı, gizli , gizli sigara da içiyordu. HÜSEYİN: Orta boylu, sakin , efendi bir insandı. Herkesle iyi geçinirdi, tabii benimle de öyle. Onunla iyi arkadaş olmuştuk. Haklı olduğum konularda , benim tarafımı tutar ve savunurdu. KÂZIM: Orta boylu, kırmızı yanaklı, burnu biraz çarpıkça, fakat efendi bir çocuktu. Sınıfın en çalışkanlarındandı. Matematiği iyi idi.” Ben mühendis olacağım” derdi. İbadetine çok düşkündü. O yaşta namaz kılar ve aksatmazdı. Derslerini aksatmadığı için de kimse ses çıkarmazdı. En erken kalkanımız O idi. Etliye, sütlüye karışmazdı. Üstelik, Ankara’nın Koç Hisar kazasından olduğu için hemşeri de sayılırdık. MEHMET EMİN : Bodur denilecek kadar ufaktı. Yassı bir kafa yapısı vardı. Cin gibi akıllıydı. Matematiğe kafası çok iyi çalışıyordu Buna mukabil sakindi ( daha sonra Onunla kan kardeşi olacaktık) MEHMET ALİ DURAN.: Yakışıklı, boyu, posu yerindeydi. Kendisi de bunu bildiğinden, yürüyüşü, duruşu, fiyakalıydı. Derslerde de oldukça iddialıydı. Merasimlerde ve toplu fotoğraf çekimlerinde, en önde bulunmak isterdi. CEMAL: Yakışıklı, orta boylu, kendine has poz ve davranışları vardı. Birazcık da şairdi. Denemelerini, zaman, zaman bize dinletirdi. ALAEDDİN: Çenesinin uzunluğu ve müzik bilgisiyle meşhurdu. Oluşturulan müzik grubunun, iyi mandolin çalanlarındandı. Sakin huylu , iyi bir arkadaştı. Aynı grupta, ben de mandolin çaldığım için, iyi anlaşıyorduk. SELAHATTİN: Bolu- Seben’dendi. Esmer, zayıf, kısa boylu, içinden sinirli ve heyecanlı olup dıştan sakin görünen bir yapısı vardı. Derslerine iyi çalışmakla beraber , fazla iddialı değildi. İzmitlilerle beraber, O da benim himayemdeydi. (Daha sonraki yıllarda, benim en sevdiğim arkadaşım olacaktı)
Öğretmenlere gelince: Okul müdürü CEMAL Beydi. Gururlu, kibar bir hali vardı. Karısı da okulda öğretmendi. O yılkı seçimlerde, Bilecik’ten adaylığını koymuş, Millet Vekili seçilince de okuldan ayrılmıştı. MUZAFFER BEY: Orta boylu, sarışın, hareketli, canlı bir insandı. Beni en çok etkileyen tarih hocamızdı. Tarihi, bir hikaye gibi, fakat teferruatlı anlatırdı. Tarih dersinde, en önemli şeyin, sebep ve netice ilişkisi kurmak olduğunu söylerdi.” Bu ilişkiyi bilip kavrarsan, aklında tutabilirsen, tarih dersini de öğrenmiş olursun” derdi Bize tarih derslerini sevdirmek için, tarihî mekanlara geziler tertiplerdi. Örneğin, Bilecik’te bulunan, Şeyh EDEBALİ’NİN türbesine götürmüştü. Burası kasabanın güneydoğu yamacında, kasabadan biraz uzakçaydı .Edebalinin yaşadığı bu evin bir odasına kendisi ve yakınları , sandukalar içinde gömülü bulunmaktaydılar. Ev tamamen türbe ( müze ) haline getirilmişti. Tarih hocamız, Osmanlı İmparatorluğun kurucusu, Osman beyle, Şeyh Edebalinin nasıl tanıştıklarını, Osman Beyin sabrını denemek için buluşma taleplerini birkaç defa geri çevirdiğini, Osman beyin, dünyaya kök salmış şeklinde gördüğü ulu çınar rüyasını tefsir ediş şeklini, aralarında geçen muhavereyi ve Onun kızı BALA hatunla nasıl evlendiğini anlatmıştı. Ayrıca Söğüt kasabasına götürerek, Osmanlı imparatorluğunun ilk temellerinin atıldığı yerleri, Yürük Türklerinin , kuruluş yıldönümlerinde çadırlar kurarak, merasimler yaparak ananelerini nasıl yaşattıklarını göstermişti.
ALAEDDİN BEY: Matematik hocamızdı. İri ve geniş yapılı, vücudu gibi, yüzü de geniş ve kırmızıydı. Talebelere, icabında sert, icabında yumuşak davranmasını biliyordu. Gerektiğinde Bizi koruma ve müdafaaya çalışan yürekli efendi bir insandı.
Tabiat bilgisi HOCAMIZ da enteresan tiplerdendi. Orta boylu, tombul, tam bir Bulgar göçmeniydi. Şivesi, Trakya’dan göç edenlerin şivesi gibi özeldi. Kulak ve ayak temizliği konusunda verdiği eğitici öğütlerini hayat boyu unutmayacaktım. Kulaklar, bilhassa banyodan çıktıktan sonra, kibrit çöpü gibi sivri şeylerle değil, bir parça pamuk inceltilip, sivriltilmek suretiyle kulağın içine sokulmalı, baş yana eğilerek, pamuk üzerindeki parmakla sağa, sola hareket sağlanmalıydı. Böylece hem kulağa kaçan su kurulanmış, hem de kulağın kiri temizlenmiş oluyordu. Sivri cisme pamuk sarmak suretiyle kulağı temizlemek de sakıncalıydı, pamuk içerde kalabilir tehlike yaratabilirdi. Diğer bir konu da ayaklardı. Ayaklar yıkandıktan, bilhassa kış aylarında , banyodan çıktıktan sonra, parmak araları , çok iyi kurulanmalıydı. Aksi halde, rutubetten, mantar , ayrıca çatlaklar oluşabilir, insana hem sızı verir hem de uğraştırabilirdi. Bu arada, Bulgaristan’ın daha temiz tutulduğundan söz etmeyi, methini de ihmal etmezdi.
İHSAN BEY: Müzik hocamızdı. Zayıf, ince yapılı, kabarık saçlarıyla, tam bir müzisyen görünümündeydi. Ne yazık ki kulakları ağır işitiyordu. Sesleri iyi duyabilmek için. Elini , bazen megafon gibi kulağına koyardı. Benim kulağımın ve sesimin uygun olduğunu anlayınca , müzik grubuna seçmişti. Hoş, ben de gönüllüydüm ya! Hem sesle türkülere eşlik ediyor, hem de- öğrendikten sonra- mandolin çalıyordum. Okul korosunda erkek talebelerden maada, beş, altı da kız talebe vardı. Kelebek misali, O mu güzel, Bu mu güzel diye, gönlüm, bir ONA, bir BUNA konmak isterdi. Fakat tereddüt eder, bir türlü cesaret edemezdi. Çünkü, güzellik hakkındaki değer yargılarıma, hiç biri tam olarak uymuyordu...... Özel ve millî bayram günlerinde, Bilecik halkına ciddî, ciddî konserler verirdik. En çok seslendirdiğimiz .
“ oğlan adın İsmail, ismine oldum nail.....”
“Meşeli, dağlar meşeli, kül oldum ben bu aşka düşeli...”
“Bursanın ufak, tefek taşları, keman olmuş, O yarimin kaşları...” gibi türkülerdi. Bu türküleri hatasız icra edersek, müzik hocamız çok sevinir, gururlanırdı.
4. İSYANLARIM
Harp zamanıydı. “ Harbe girecek miyiz, girmeyecek miyiz” haberleri, radyodan, zaman, zaman dinliyor , aramızda da konuşuyorduk. Böyle kritik bir dönemde, verilen yemekler bizi doyurmuyordu. Porsiyonlar hem az çıkıyor, hem de devamlı, kuru fasulye, mercimek, güm pür le idareye çalışıyorlardı. Biz ise tam gelişme ve yeme çağında idik. Cumartesi, Pazar günleri, kasabaya indiğimizde, bazı arkadaşlar, peynir, zeytin, reçel gibi, bazı ihtiyaçlarını alabiliyorlardı. Benim ise, harçlığım kıt, param hesaplıydı. İşte böyle zamanlarda, fakirliğin acısını, yüreğimde, daha fazla hissediyordum. Zaman, zaman, Tanrıya isyan, anama, babama küfür ettiğim oluyordu.
-Zevk için, beni meydana getirdiniz, netice ne oldu? Biriniz ölüp gitti, bana dikili bir ağaç bile bırakamadı, diğeriniz , beni bebekken terk etti, anne sevgisini tattırmadı. Diyerek, kızar, bağırır, ağlardım. Tabii, bunu , yalnız olduğum zamanlarda yapardım. Bazen, düşüne, taşına fırından, sıcak bir ekmek alır, şehirden, okula gelinceye kadar, yavan ekmeği, büyük bir iştahla, yer, bitirirdim. Ki o zaman ekmekler okkalıktı.
Tanrıya isyanım ise:
-Neden beni yarattın! Madem yaratacaktın, neden, zengin bir ailenin çocuğu olarak yaratmadın ? şeklinde idi. İşte o zamanlar, kendi, kendime söz vermiştim.” Zengin olmadığım takdirde, evlensem bile, çocuk yapmayacaktım.” Çocuğumun da benim gibi, sıkıntı çekmesini istemiyordum. ( Tanrı, bu isteğimi duymuş olmalıydı).
Bir gün, müdür muavini beni çağırttı ve,
-Senin velin kim ? Adını, adresini ver de, mektup yazacağım. Dedi. Dayımın ismini ve adresini vermiştim, ama, neden mektup yazacak acaba diye de merak etmiştim. Beni mi şikayet edecekti? Bu şüphe ve endişem epey devam etmiş, derslerin hay- huyu içinde unutmuştum.......
Artık, okullar kapanmak üzereydi. Devamlı, sözlü ve yazılı sınavlar yapılmakta, bizler de harıl, harıl çalışmaktaydık.
Bu arada, harp bitti, bitecek haberleri, kulaklarımızı doldurmaya başlamıştı. Almanlar yenilmişler, teslim olacaklardı.....
.
5. İLK YAZ TATİLİ
Okullar tatil oldu. Karnelerimizi aldık, Allaha şükür, resim hariç, aldığım notların hepsi pek iyi idi. Diğer arkadaşlarla vedalaşarak, dört İzmitli, iki de Bolulu, Saim ve Selahattin , istasyonun yolunu tutmuştuk. Bolu’lu arkadaşlar, Arif iye’de indiler, Trende, İzmit’e yaklaşırken, içimde , az da olsa bir heyecan mevcuttu. Acaba , beni nasıl karşılayacaklardı. Epey zaman geçmiş, bu zaman zarfında, ancak, bir kaç mektup yazabilmiştim.
Daha, yolun köşesini dönüp, uzaktan evi görür, görmez , leydinin sesini duydum. Sanki, uzaklardan kokumu almıştı. Bahçe kapısını açar, açmaz, üzerime atladı. Çılgın gibi, ellerimi yalıyor, etrafımda, fırıl, fırıl dönerek, sevinç gösterisi yapıyordu. Bunca zaman geçmiş, beni unutmamıştı. Köpek de olsa, doğrusu, beni duygulandırmıştı.Erkan hariç, yengem ve kızlar , beni iyi karşılamışlardı. Erdem ise, görevi icabı, şehir dışındaydı. Dayımın ise, akşam eve geldiğinde, yüzü gülüyordu. Daha , yanıma gelmeden,
-Hoş geldim, oğlum! Gel, seni kucaklayıp, tebrik edeyim , derslerinde, çok başarılı imişsin, okuldan, takdirname yazısı geldi” dedi. Ve kucaklayıp, yanaklarımdan öptü,. Biraz şaşırmıştım . Getirip yazıyı gösterdi. Gerçekten, yazı okul müdürlüğünden yazılmıştı, yazıyı okuyunca, ne de olsa göğsüm kabarmıştı .
Yaz tatilini, çalışarak değerlendirmek istediğimden, Dayım, kağıt fabrikasında, bana iş bulmuştu. Ne kadar çok para biriktirirsem, benim için o kadar iyiydi. Okulda harçlığa ihtiyacım oluyordu. Dayımdan okul harçlığı istemeye çekiniyordum. Ev o kadar kalabalık, gelen gidenin ve akrabaların haddi - hesabı yoktu.
Fabrikada işim oldukça kolaydı. Bazen işçilere su taşıyor, bazen de , dekovil üzerinde yürüyen küçük vagonlarla, kazılardan çıkan toprakları, bir taraftan, diğer tarafa, taşıyıp döküyordum.
İşten çıkıp, eve geldikten sonra, bahçeyle ilgileniyordum. Bahçe , oldukça, bakımsız kalmıştı. Yediğim ekmeğin karşılığını ödemek istiyordum ama, pek de onu karşılamıyordu. Açıkça sı, çalışmam, yengemin, çamaşırlarımı yıkamasının, karşılığı bile olamazdı. Gerçi, Dilsiz Emine teyze gibi yardımcı kadınlar, ev işlerine ve çamaşıra yardım ediyorlardı ama, evin asıl yükü, yengemin üzerindeydi. Kızlardan, pek de yardım görmüyordu. Bu da herhalde, Yengemin, Onlara karşı kendi tutumundan kaynaklanıyordu. Her işi kendim yaparım veya yaptırırım düşüncesindeydi. Onlara pek kıyamıyordu galiba!
Sayılı günler çabuk gelip , geçmişti. Okul, artık, benim için bir sığınma yeriydi. Burada, kendimi, bazılarının bilhassa Erkan’ın hissettirdiği gibi, biraz da sığıntı kabul ediyordum. Aslında, Dayım da, yengem de böyle düşünmüyorlardı. Onlar, can-ı gönülden, bana destek olmuşlardı ve destek olmaya devam ediyorlardı.
Bu defa, İzmit’ten ayrılmam, bana, fazla üzüntü vermedi. Artık, önceki duygusallığım yoktu. Ayrılık duygusuyla, trende de ağlamamıştım. Üstelik, okula gidiyorum diye, sanki, içimde bir sevinç vardı.
Okulda, ilk haftanın rehaveti, gelip, geçmişti. Öğretmenlerimizin hepsi de iyi insanlardı. Dersleri de çok iyi öğretiyorlardı. Genellikle, bizlere davranışları iyiydi. Müzik çalışmalarımıza, yeniden başlamıştık. Kendi enstrümanları olup, yaz tatilinde, evlerinde, çalışanlar, bu işte daha başarılı idiler. Benim ise, böyle bir imkânım yoktu. Yengem, genç kızken, Ud dersi almıştı, Udunu getirip, bana da öğretmek istemişti. Ama hem iyi nota bilmiyordu, hem de Udun çalınışı, mandolinden farklıydı bu sebeple, başaramamıştım. Bu iş için uzun zamana ve gayrete ihtiyaç vardı.
6.. İKİNCİ ŞAMAR
Okul açılalı bir ayı geçmişti. Okula iki öğretmen tayin olup gelmişti. Biri erkek, biri kadındı. Anladığımıza göre, ikisi de bekârdı. Erkek, otuz yaşlarında, açık tenli yakışıklı, biraz da benim gibi, burnu büyük cinstendi. Ayrıca, her şeyi ben bilirim pozundaydı. Talebelere, bir kürsü farkından , çok daha yukarılardan bakardı. Kadın ise, 20-25 yaşlarındaydı. Yüzü, biraz tatarımsı olmasına rağmen, oldukça, güzeldi. Anlaşılan, öğretmen okulundan, yeni mezun olup gelmişti. Fazla deneyimi yoktu. Talebelere, nasıl davranacağı hakkında, tereddüt geçiriyordu. Acaba, sıcak mı davran sındı, yoksa, soğuk mu davran sındı ?
Sınıfta ders anlatırken, bazı arkadaşların yaptığı gibi, ben de Ona bakarak, dalar giderdim . Toplu fotoğraf çekimlerinde, Onun yanında bulunmak isterdim. Aynı devrede tayin olup gelen, edebiyat Öğretmeni’nin, Ona karşı ilgi duyduğu, benim gibi, bir çok arkadaşın gözünden kaçmıyordu. Teneffüslerde, sık, sık bir araya gelerek , yana, yana dolaşırlardı.
Bir yerlerde okumuştum, sakız çiğnemenin, diş ve diş etlerine faydalı olduğunu. Zaten köyde de, bir bitkinin öz suyundan sakız yapar çiğnerdik. Dolaysıyla, bu yönde alışkanlığım vardı. Okulda da bu alışkanlığımı devam ettiriyordum.
Bir gün, teneffüsten sonra, sınıfa , sakız çiğneyerek girmiştim . Henüz yerime oturtamamıştım ki, yeni edebiyat öğretmeni sınıfa girmişti. Sıraya otururken Onu gördüm, sakızı ağzımdan çıkarayım mı, yoksa , çıkarmayıp yutayım mı diye bir an tereddütten sonra onu çıkarıp ovucuma aldım. Öğretmenin gözü bende ve hareketlerimde olmalı ki, bana doğru gelerek,
- Nedir, o ağzından çıkardığın, dedi ovucumu açıp, göstermek mecburiyetinde kalmıştım. Ovucuma bakmakla, tokadı yemem bir oldu . Bu hayatta yediğim ikinci tokattı. İkisi de sudan sebeplerdendi. Çok bozulmuştum. O kadar arkadaş içinde tokat yemem, çok ağrıma gitmişti. Ama asıl sebebin, sakız çiğnemek değil , başka bir şey olduğunu tahmin etmek pek de güç değildi. Bunu düşünerek, biraz da olsa teselli olmuştum.
Okulda, tokat yiyen çok arkadaş görmüştüm. Onlar, daha ziyade, sigara yasağı yüzünden, böyle bir muameleye maruz kalıyorlardı. Müdür muavini ve yeni gelen edebiyat öğretmeni gibiler, zaman, zaman tuvaletlere baskın yaparlardı. Ve yakaladıklarına, Allah yarattı demeden, sille tokat girişirlerdi. Sigara içen talebelerin çoğu paralı okuyanlardı. İçlerinde iyi arkadaşlar da vardı. O kadar sopaya, aşağılanmalarına rağmen, neden sigarayı bırakmadıklarına veya bırakamadıklarına şaşar, hayret ederdim.
7. RESİM HOCAMIZ
Resim yapma kabiliyetim pek yoktu. Resim hocamız, çok güzel, otoriter ve aynı zamanda, hanım efendiydi. Bir gün, resim dersinde, kürsünün üzerine koyduğu vazonun ve içindeki çiçeklerin resmini yapmamızı istemişti. Ben, yine , arka sıralarda oturuyordum. Hocamız, bir müddet sonra, sıraları dolaşmaya başladı. Kimine “iyi” diyor, kimine, “ biraz daha çalış, şöyle yap, böyle yap “ diyerek ilgi gösteriyordu. Sıra bana gelmişti. Yaptığıma, şöyle bi baktı, anlaşılan, bir şeye benzetememişti. Yanıma oturdu. Bana , yeni ve temiz bir resim kağıdı çıkarttı. İzah ede, ede, vazonun ve çiçeklerin resmini kendisi yapmaya başladı. O resim yaparken, ben de Onun sıcaklığını hissediyordum. Bu hissettiğim, acaba, duymadığım anne sıcaklığımıydı ? Yoksa, bana değer verdiğini düşünmemden mi ileri geliyordu? Artık , resim derslerinin gelmesini, dört gözle bekler olmuştum. Çünkü, her derste yanıma oturur, bana çizimlerde yardım ederdi. Ne yazık ki, resim dersleri, haftada bir saat ile sınırlıydı.
8. ÖRNEK TALEBELER
Bir gün, müdür muavini, Hüsnü Baba,- ki genellikle böyle derdik-, beni, Hüseyin’i ve Saim’i yanına çağırtmıştı. Merakla, birbirimizin yüzüne baktık ve sonra da odasına gittik. Masasının arkasında, gözlüklerinin altından, bizi ilk defa görüyormuş gibi bakarak,
-Siz, üçünüz, okulun, en ahlaklı talebesi seçildiniz. Okulun disiplin kurulu, böyle bir karar aldı . Bu günden itibaren, karma sınıfta ders görecek, oradaki ahlaksız talebelere örnek olacaksınız, dedi. Bizi, peşine takıp, karma sınıfa götürerek, içeri girdi ve
-Bu üç arkadaşınız, badema bu sınıfta ders görecekler, diyerek , Hocaya, hiç bir izahatta bulunmadan çıkıp gitti .. Bilahare, karma sınıfta paralı olarak okuyan üç arkadaşımız, bizim sınıfa nakledilmişlerdi.
Tevatüre göre: Onlar, kız talebelerin içinde, kız talebelerden ziyade, kısa boylu, şişman, uzun yıllarını bu mesleğe vermiş, kadın bir öğretmeni, ahlaka aykırı davranışlarıyla taciz etmişlerdi. Hoca da , Onları, idareye , şikayet etmek mecburiyetinde kalmıştı. Okulun disiplin kurulu toplanarak, çare olarak, böyle bir uygulamayı münasip görmüştü.
Benim için, bu bir mükafat mıydı? Güzellere bakmayı her zaman seven ben, bundan sonra etrafıma bakamayacak mıydım ? Mamafih, O arkadaşların yaptığı şey çok farklı, düpedüz ahlaksızlıktı....
...
9. BAĞLAR KOPUYOR
Okular tatil olmuş ve biz artık, üçüncü sınıfa geçmiştik. Biz okuldan ayrılırken, son sınıftakiler , bitirme imtihanları için, harıl, harıl çakışıyorlardı. Gelecek sene, Allah kısmet ederse, biz de bu heyecanı ve endişeyi yaşayacaktık.
Aslında, yaz tatilini, okulda geçirebilirdim. Devlet bu imkânı veriyordu., ama , burada kaldığım takdirde, kendimi çok yalnız hissedeceğimden emindim. Köye gitmeyi hiç aklımdan geçirmiyordum. Çünkü orada çektiğim acıları unutmam mümkün değildi. Dolayısıyla, yine, İzmit’e gitmeye karar vermiştim.
Eve vardığımda, bir sürprizle karşılaştım. Ağabeyim, muhittin oradaydı. Yine işsiz kalmış, dayımız bir iş bulur ümidiyle gelmişti. Dayım ise, akşam eve geldiğinde, Onu görünce fena halde bozulmuştu. Yengem, usulce , Onu teselli etti. Yengem, Kel Hasan beye hitaben bir mektup yazacak, Muhittin’e iş vermesini isteyecekti. Kel Hasan bey göçmendi, İşi gücü yokken dayım ve yengem Ona çok yardım etmişlerdi. Dayım, yeni gelen, yatacak yeri olamayan çoğu göçmene, barınak sağlayarak yardım etmişti. Onlardan biri de Hasan beydi. Ama Onun aile içinde özel bir yeri vardı. Yengem, icabında, Onun çamaşırlarını yıkamış, söküğünü tamir etmişti. Hasan bey bir ara askerîye kuru erzak pazarlamış, zengin olmuş, şimdi ise inşaat müteahhitliğine soyunmuştu. Halen, İstanbul, Kara köyde, bir han inşa etmekle meşguldü. Yengemin mektubu sayesinde, Muhittin muhakkak iş bulacaktı. Gerçekten de ertesi gün, Muhittin, cebindeki mektupla, İstanbul’a hareket etmişti.
Bu yaz, piyano sesinden ve onu çalanın yakınlığından, yoksundum. Çünkü, üç kız kardeşler, Ankara’ya taşınmışlardı. Onların yerine, Yengemin ahbapları olan, Tavşancıllı bir aile taşınmıştı. Onların konuşmaları, o yöreye özel ve şiveleri farklıydı. Bizim kızlar, Onları sevmelerine rağmen, konuşmalarını taklit ederek alay ederlerdi. Anlaşılan, insanları Ti ye almak, Onların karakteriydi. Ayrıca, hazır cevap olmakla da övünürlerdi. Hiç bir lâfın altında kalmak istemezlerdi. İyi veya kötü, muhakkak, cevaba, cevapla karşılık vermeleri gerekliydi sanki. Bu yüzden, Bazen babaları ve bilhassa, ağabeyleri Erdemle ters düşer, Onları kızdırırlardı.
Geceleri, yer yatağında, salonda yatıyordum. Dayım yatağından kalkar, salonda dolaşırdı. Seneler önce başlayan nefes darlığı, artan bir şekilde, hâlâ devam ediyordu. Acaba, doktora gitmiyor muydu? Acaba , bunun çaresi yok muydu? Sıkıntıyla dolaştığını görüyordum, O benim uyuduğumu zanneder, ben de uyurmuş gibi davranırdım, ama gerçekten, çok üzülüyordum.
Okulun, yani devletin verdiği kıyafetlerle, artık, üstüm, başım düzgündü. Galiba, kendime, biraz da güven duygusu gelmişti.
Dayım, yine bana, fabrikada iş bulmuştu. Sabah gidip, akşam geliyordum. Bazen, oralarda Erkan’a da rastlardım. Klor fabrikasında, laborant olarak çalışıyordu. Karşılaştığımızda, sanki bir yabancıymışım gibi davranır, burun kıvırır, geçer giderdi. Galiba bir işçi parçasıyla görünmek, Onu utandırıyordu.
Bir akşam üstü, iş dönüşü, yengem çarşıya gitmemi istemişti. Kıyafetlerimi değiştirerek, alış verişi yapıp gelmiştim. Birden, çiçekleri sulamak aklıma gelmiş, fakat, bu arada ayakkabılarımı ıslatmıştım. Kendi, kendime, küfür edip söylenirken, Duvarın üzerinde oturmakta olan Erkan, her zamanki alaylı tavırlarını takınmış, bana lâf atmaya devam ediyordu. Ayakkabılarımı ıslatıp söylendiğimi görünce,
-Ayakkabı senin neyine gerek, sana çıplak ayak yaraşır, ya çıplak ayak dolaşacaksın ya da çarıkla. Çarıkları, gömdüğün yerden çıkarıp, ne zaman köyüne döneceksin, merak ediyorum,” demez mi? Artık Onun acımasız ve alay eden tavırlarından bıkmıştım ve belki de bir birikimin neticesi,
“Senin, dinine, imanına” diyerek suratına, aniden bir yumruk aşk ettim. Neye uğradığını şaşırdı. Galiba burnu kanıyordu. O da bana vurmaya başladı. Yengem ve Tavşancıllılar aramıza girip ayırmaya çalıştılar. Onunki, 120 kiloluk bir vücuttu. Altında kalsam, belki de beni ezerdi. Ceketimi, bıraktığım yerden kaptığım gibi, bahçe kapısından dışarıya fırladım. Yengemin arkamdan,
--Hayvan herif! Neredeyse, çocuğu öldürecektin” diyen sesi kulaklarımda yankılanıyordu.
Bu defa, ok yaydan çıkmıştı. Kendime hakim olamamıştım. İlk aklıma gelen Dayımdı. Ona ihanet etmişim gibi geliyordu. Peki, bundan sonra ne yapacaktım, nereye gidecektim. Sokaklarda, serseri gibi dolaşırken, hava da kararmıştı. Aklıma, ne okul, ne de köy gelmişti. Bir müddet için, Muhittin’in yanına, İstanbul’a gitmeyi düşündüm. Ama, sokaklarda dolaşırken saatler geçivermişti. Bu sefer aklıma Belediye geliverdi. Orada, bekleme odasında bir kanepe vardı, geceyi orada geçirebilir, sabah olunca, bir çare düşünürdüm.
10 ATLATILAN TAHLİKE
Bu düşüncelerle, Belediye binasına doğru yürüdüm. Zabıta memurlarından biri, orada nöbetçiydi ve beni de tanıyordu.
-Bu gece, burada, kalmak istiyorum, bekleme odasında, nasıl olsa bir kanepe var, şöylece uzanır yatarım, dedim. Memur, merak etmiş gibi,
-- Peki, ama, neden Dayınlarda değilsin? Sorusuna karşılık,
-Erkan ile kavga ettik, Yarın , belki ,tekrar eve giderim, deyince,
--İyi öyleyse, kalabilirsin, dedi. Bekleme odasına girip kanepenin üzerine uzandım . Bütün düşünceler beynime hücum etmişti. Böyle ne kadar zaman geçti, bilmiyordum. Bir ara, dışarıdan, koridordan, sesler geldiğini duydum. Koridoru, loş bir ışık aydınlatıyordu. Şöyle doğrulup baktığımda, zabıta memuru ile bir itfaiyeci konuşuyorlardı. Daha önce ne konuştuklarını duymamıştım ama, şimdi zabıta memurunun sesini duyuyordum.
--Hayır, O kimsesiz çocuklardan değil, Belediyede Onu herkes tanır. Dayısı, burada güçlü bir insan, Bizim de amirimiz, sakın aklına kötü bir şey getirme, diyordu. Badema kulağıma sesler gelmez olmuştu. İkisi de , orada ayakta duruyorlardı, belki de alçak sesle konuşmaya devam ediyorlardı.
İçimi bir korku sarmıştı. Uykuya dalacağım diye ödüm kopuyordu. Bir an önce güneşin doğmasını Tanrıdan dilemeye başlamıştım. Uyumadığımı belirtmek için, zaman, zaman öksürük numarası yapıyordum. Nihayet şafak sökmeye başlamıştı. Şafak söker, sökmez, yavaşça, yattığım yerden doğruldum. İtfaiyeci görünmüyordu, zabıta memuru da, sandalyenin üzerinde kestiriyordu. Seksizce oradan ayrılarak, sabahın seriliğinde, istasyona doğru yürüyüp gittim.
Tren yolculuğu boyunca, hep , Dayımı düşündüm. Olanları öğrenince, kim bilir, ne kadar üzülmüştü. ”Yedir, içir, güven, hatta, eserim diyerek gurur duy, sonra da öz oğluyla kavga etsin! Olacak şey miydi?” Bu , itimadı, suiistimalden başka ne olabilirdi. “Öfke gelir , göz kararır, öfke gider, yüz kızarır” ata sözüne ne kadar uyuyordu bu durumum! Gerçi, Şişkonun, ne kadar acımasız , dalaş kan ve kinci yaradılışta olduğunu bilmeyen yoktu, ama Dayım ve Yengemi düşününce, hiç bir mazeret beni haklı gösteremezdi.
Kara köye varınca, bir kaç inşaat dolaşarak, Muhittin’i bulmuştum. Yine patron pozlarındaydı. İşçilere, bir şeyler tarif ediyor, sanki, mal sahibi ibişçesine emirler veriyordu. Torpilli olduğundan, Hasan Bey, Ona, kalfa yardımcılığı ve puantörlük görevi vermişti. Beni görünce şaşırdı,
--Ne işin var senin burada, dedi.
--Erkanla fena halde kapıştık, bu sebeple evden kaçtım. Bir daha oraya dönmek istemiyorum, dedim.
--Peki, ya Dayı? Onun iyiliğini nasıl unutacaksın?
-Onu hep hatırlayacağım.
-Peki, Şimdi ne yapacaksın?
-Bir müddet, seninle kalırım. Belki de çalışacak bir iş bulurum. Okullar açılınca da Bilecik’e dönerim. Muhittin bir müddet sessiz kaldıktan sonra,
--Burada kalamazsın, doğru, dürüst yatacak bir yer bile yok. Ben, burada, inşaatta yatıyorum. Sen en iyisi, Yasemin ablana git. Seni sevdiğini söylüyordun. Belki yaz boyu, orada kalmana müsaade eder, bel ki de seni İzmit’e götürüp, Şişman ile barışmanı sağlar! Ha , ne diyorsun?
Geri dönmeyi artık hiç istemiyordum. Böyle bir davranıştan sonra, Onların yüzüne nasıl bakabilirdim. Fakat Yasemin ablaya gitme fikri bana cazip gelmiş, yeni bir ümit vermişti.
--Haklı olabilirsin, hemen şimdi, oraya gidiyorum, nasıl olsa, yerlerini, yurtlarını biliyorum.
-Al şu 20 lirayı, yanında bulunsun, belki lazım olur.
Hayret! İlk defa bana para veriyordu Benim kazandıklarımı bile elimden alan insan, şimdi bana para veriyordu? Gerçekten de verdiği para işe yarayabilirdi. Gideceğim yerde, kabul görmezsem, okula, geri dönecektim.
E. BEŞİNCİ BÖLÜM
1.HOŞ BİR KARŞILAMA
Boğaz vapurunun Emin önünden kalktığını öğrenince, oraya kadar yürüyerek gittim. Bir talebe bileti, bir de simit alıp vapura girdim. Boğazın muhteşem güzelliğini, ilk seyahatimde beynime kazımıştım. Şimdi ise gözüm oralara bakıyor, fakat bir şey görmüyordu. Kafamda bin bir düşünce vardı.
Yokuşu tırmanırken, kendi, kendime konuşuyor, mücadele ediyordum. “ Acaba, beni nasıl karşılayacak,! surat mı asacak? Belki bir sürü de sual soracak! Acaba, gitsem mi? Yoksa, dönsem mi? Adımlarımda tereddüt vardı, zaman, zaman yavaşlıyordum. Sonunda, kararlılıkla—“Hadi oğlum, cesaretini topla! İyi karşılanmazsan, bir gece kalır, okula dönersin. Orası, hasret duyduğun aile ortamı değil, ama senin sığınabileceğin bir yuva.”
Eve yaklaşırken, başımı kaldırıp üst kata, pencerelere şöyle bi baktım, kimse görünmüyordu.
Bahçe kapısı açıktı, bahçeye çıkan merdivenleri adımlarken, yukarıdan, kahkaha sesleri duyuluyordu. Kapının madenî tokmağını bir kaç defa vurdum, bir müddet sonra, merdivenlerden inen cılız bir ayak sesi duyuldu. Bir kız çocuğu, kapıyı açtı. Bu tanımadığım, zayıf, çelimsiz bir çocuktu. O da beni tanımadığı için, yukarıya sesleniyordu.
--Anne! Bir ağabey geldi, seni istiyoo.. Sonra da Yasemin ablamın başı pencereden göründü. Benim olduğumu anlayınca
--AA.!. Yusuf gelmiş! Gel, gel, yukarı çık!. Yukarı çıktım. Merdiven başında beni bekliyordu. “ hoş geldin” dedi ve beni kucakladı , yanaklarımdan öptü Karşılayışı, çok candan ve samimi idi. “ Koca delikanlı olmuşsun “ diyerek, şaşkınlığını belli etmemeye çalışıyordu. “ Seni hangi rüzgar attı “ Bu soruya, Rüzgar değil, fırtına attı “ demek isterdim ama , deyememiştim. Ben görmeyeli, ceylan gibi, ince ve narin yapısı, biraz kalınlaşmaya başlamıştı. Galiba, şişmanlıyordu. Ama güzelliği, hâlâ, o şahane güzellikti.
--Hadi gir içeri, arkadaşlarla oturmuş, sohbet ediyorduk . Koca salona girdiğimizde, karşılıklı iki kanepede oturan üç kadın gördüm. Gözlerini dikmiş , merakla bana bakıyorlardı.
--Bu delikanlı, akrabam, daha doğrusu, babamın akrabası oluyor, adı da Yusuf, okuyor. Her birinden çıkan,
--Hoş geldin, sesleri duyuldu ama, gözleri, hâlâ üzerimde idi. Anlaşılan, daha fazla şeyler öğrenmek istiyorlardı. Artık, Onları kahkahaya boğan konu unutulmuş, konu ben olmuştum.
Kadınlardan biri sarışın, kırmızı ve geniş suratlı, ablamla aynı yaşlardaydı. Diğerleri, daha yaşlıydılar. Biri esmer, iri yapılı, gözlerinin altı morarmış, diğeri zayıf, ufak, tefek, buğday renkliydi. Konuşmalarından, birbirleri ile samimi oldukları anlaşılıyordu. Ben, kanepenin bir köşesine oturdum. Ya yokuş çıkmaktan, ya da sıkıldığımdan, yüzüme ve vücudum e ateş basmıştı.( Zaten, oldum olası, yabancı insanların içinde sıkılmışımdır.)
Ablam, Onların ne kadar meraklı olduklarını bildiğinden olmalı ki, daha fazla açıklama ihtiyacı duyarak,
--Yusuf, babamın, öz dayısının oğlu, Köyde üçe kadar okumuş, İzmit’e geldiği zaman , babam ,Ona sahip çıkarak, ilk okulu tamamlamasına yardımcı olmuş, şimdi ise, Bilecik’te parasız yatılı olarak okuyor.....
Ben söze karışmadan, anlatılanları dinlemekle yetiniyordum. Demek ki, ablam, benim durumumu takip ediyor, her şeyi biliyordu.
Bir müddet sonra, yine eski konularına dönmüşler, konuşurken, anlaşılan , zamanı unutmuşlardı.
--Neredeyse vapur gelecek, biz artık kalkalım, sözleriyle, misafirler ayağa kalktılar ve salonun kapısına doğru yürümeye başladılar. Ablam, merdiven başında, Onları uğurlarken, hepsine, isimleriyle hitap ediyordu. Ben de bu sayede, üçünün de ismini öğrenmiş oluyordum. Sonra, salonun penceresine gelerek, Onlara el salladı. Onlar da bekler gibi, dönüp, dönüp pencereye bakıyorlardı. İkisinin evi, zaten sokağın karşı tarafındaydı. Kendine akran olanı ise, yukarı doğru yürüyüp gitmişti.
Misafirleri uğurladıktan sonra, ablam, misafirlerin oturduğu yerleri düzeltmeye koyuldu. Bir taraftan da,
--Halise, kızım! Yusuf ağabeyine bir bardak çayla, kurabiyelerden getir, diye sesleniyordu.
-Bu da kimin nesi? Daha önce görmemiştim, soruma karşılık,
-Bu çocuğu, evlatlık olarak aldık. Aynı zamanda, Gülcan’a arkadaş olur diye düşündük.
Ne zaman soru yağmuruna tutulacağım diye merak ediyordum, bunu geciktirmek için,
-Abla, bu kadınlar, kim,? Diye sordum
-Onlar, çok sevdiğim, komşularımız. Gelin geldiğimden bu yana , beni hiç yalnız bırakmadılar. Sık, sık böyle toplanır muhabbet ederiz, Onlar , bana böyle yakınlık göstermeselerdi, kendimi çok yalnız hissederdim. burada zaten yapılacak fazla bir şey de yok ki!.
Lezzetli kurabiyeleri yiyip, çayı yudumlarken, soru yağmuru da yağmaya başlamıştı.
--Şimdi, anlat bakalım, geliş sebebini? Eğer dediğin gibi, gezmeye gelseydin, babam, seninle, bi şeyler gönderirdi. Yoksa Ondan habersiz mi geldin? Artık kaçış yolu yoktu Nasıl olsa, gerçeği öğrenecekti. Durumu, anlatmak mecburiyetinde kalmıştım.
--Erkan ile kavga ettik. Bahçede, birbirimize girdik. Galiba, attığım yumrukla, burnu kanıyordu. Ben de evden kaçtım.
--Hay ALLAH, neden yaptın böyle bi şey? Onun ne kadar, huysuz ve hırçın olduğunu biliyorsun. Sen bari uymasaydın Ona!
--Kavga ettikten sonra pişman oldum ama.!
--Neyse, olmuş bi kere. Enişten gelince, Onunla konuşurum, belki İzmit’e gider, aranızı bulmaya çalışırım.
--Hayır, abla! Geri dönmek istemiyorum. Artık eskisi gibi olmaz, Dayıma, Yengeme ne yüzle bakarım?.
-Ama, babam çok üzülür, sana güveniyor, hatta, seninle gurur duyuyordu. “Altı çocuğumdan hiç biri, o veya bu sebeple, okuyamadı, ama, Yusuf okuyacak” diyordu.
--Onu üzdüğümü, hatta, nankörlük ettiğimi biliyorum . Bu sebeple çok, çok üzülüyorum. Ama ne dönebilirim, ne de yüzlerine bakabilirim.
Bu arada, kapı çalınmış, Halise, açmak için koşmuştu....Tahta merdivenlerin, ağırlık altında, gıcır, gıcır ses çıkardığı duyuluyordu. Bir müddet sonra, salona uzun boylu, yakışıklı, bir erkek girdi. Beni görünce, merak etmiş gibi, bir ablama, bir de benim yüzüme baktı. Ablam,
--Hoş geldin Aydın bey, bu delikanlı, daha önceleri, sana sözünü ettiğim, babamın akrabası, Yusuf¸. Bizi ziyarete gelmiş, dedi.
--Yaa!.. öylemi , hoş geldin, delikanlı., diyerek bana doğru bir adım attı. Ben zaten ayaktaydım, Ona doğru hamle yapıp elini öpmek istedim, öptürmedi, elimi sıkmakla iktifa etti. Benim elim, sinirden, stresten ne kadar soğuksa, Onun ki de o kadar sıcaktı. Bir elinde gazete(AKŞAM) vardı. Onu bırakmadan, tuvalete doğru yürüdü. Anlaşılan, okuması bitmemişti.
İlk görebildiğim kadarıyla, kibar bir hali vardı. Kırk- kırk beş yaşlarındaydı. Yüzünün rengi, biraz mat ve şekli uzuncaydı. Saçları kırlaşmış, alnı , oldukça açılmıştı.
Akşam yemeğine oturduğumuzda, bana sorduğu bir kaç soru hariç, fazla konuşmamıştı. Daha ziyade, ablam konuşuyor, günlük işlerden, ziyarete gelen misafirlerden bahsediyordu.
Aydın bey, bu gün, öğle yemeğinde neler pişirmişler, şirkette neler yediniz? Sorusuna karşılık, sanki, hatırlamakta güçlük çekiyormuşçasına, yediği yemekleri, ağır, ağır saydı. Kelimeler, ağzından, dirhemle çıkıyordu.( Bu soru ve cevap, badema, her akşam devam edecekti.)
--Yemek çeşidi bulmakta güçlük çekiyorum, ne pişirmeli bilmem ki? Yusuf , senin istediğin bi şey var mı ? Gülcan, sen ne istiyorsun, kızım?.... Yemekteki konuşmalar, bu mealde devam edip gidiyordu, ve aşağı, yukarı akşam yemeklerinde yalnızca, bu çeşit konuşmalara şahit olacaktım.
Yemekten sonra, enişte bey, Gülcan ile ilgilenip, biraz sevip okşadıktan sonra, kitaplıktan bir kitap alarak okumaya başlamıştı. Benim için, çocukların yattığı bahçe tarafına bakan odada , bir yer yatağı hazırlanmıştı . Halise’nin gözleri, daha sofradayken kapanmaya başlamıştı. Gülcan’ın gözleri ise fal taşı gibiydi, yatağa gitmek istemiyordu. Bulaşıklar yıkanmış, işler bittikten sonra, yatma zamanı gelmişti ki, biz yatmaya giderken, Enişte Bey, hâlâ , oturduğu kanepede, okumaya devam ediyordu.
2 . ESKİ BİR KONAK
Ev konak gibiydi. Belki, gibisi fazlaydı. Oturulan katta dört büyük oda, bir de boydan, boya uzanan, büyük bir salon vardı. Odalardan birini yemek odası olarak kullanıyorlardı. Buraya, bir bölme ilavesiyle, uydurma mutfak yapılmıştı. Eski konaklara mahsus büyük mutfak, aşağı katta, kiracılara bırakılmıştı. Aşağı kata inen, çift taraflı ahşap merdiveni, renkli camekânlı, büyük kapılar ayırıyordu. Yaşanan kata, bahçe tarafından, ayrı bir ahşap merdivenle çıkılıyordu. Üç odanın Yani Deniz tarafına bakan yatak, çeşme üstündeki misafir ve bahçe tarafındaki yemek odasının ve sofanın çift kanatlı büyük kapılarıyla tuvalet koridorunun kapısı, salona açılıyordu. Bahçe üzerindeki odanın kapısı ise, merdiven başındaki, sofaya açılıyordu. Kapılar ve döşeme tahtaları, (muhtemelen çerçeveler) ıhlamur ağacından yapılmıştı. Devamlı , fırçalanarak temizlendiği için tahtaların renkleri kehribar sarısı gibi, tertemizdi. Salona, bir kaç, renkli, desenli büyük kilim serilmişti.
Evde akar su yoktu. Su, sokakta bulunan çeşmeden, kovalarla taşınır, büyük, toprak küplere, büyük kaplara biriktirilirdi. Kullanma kapları ise, hep muslukluydu. Küplerin ve diğer kapların üzerleri, tertemiz , beyaz bezlerle örtülüydü. Ayrıca üzerlerine de tahta kapaklar konulmuştu.
İlk sabah, erken uyanıp, salona girmiştim ki, ablamın, benden önce kalktığını gördüm.
--Madem erkencisin, çabuk, tuvalet işini hallet.! Geç kalıpta, orayı eniştene kaptırırsan, bir saat beklersin, ..dedi.
Gerçekten, söylediği doğruydu. Enişte Bey, mahut yerde, bir saate yakın kalıyor , kahvaltıyı, bir bardak sütle geçiştiriyor ve hızlı adımlarla, iskelenin yolunu tutuyordu. Sabahlarını, bu minval üzere ayarladığı anlaşılıyordu.
Biz kahvaltı ederken kapı çalındı. Uflaya, puflaya, yaşlı bir kadın çıkageldi. Burnunun kenarında, iri bir beni vardı. Sabah, sabah, bu da kim diye düşünürken, ablam açıklama yaptı.
--Kayın validemin yadigarı, Kaynanam, buraya gelin gelirken, Onu da yanında getirmiş, ölünceye kadar da hizmet etmişti. Şimdi yaşlandı, bazen bizde kalıyor, bazen de oğluna, torununa gidiyor, Eski günlerin ve kaynanamın hatırına buraya istediği zaman gelip , istediği kadar kalıyor.
. 3. GÜZEL BİR HAMİ
Kahvaltıdan sonra, ablam, bir ara,
--Gece, enişten ile konuştum, İzmit’e gitmeme gerek kalmadı. Burada kalman için anlaştık. Bidayette, biraz, muhalefet etti, ama, neticede, Onu ikna ettim. Zaten, babam, “Bana bi şey olursa, Yusuf’a sahip çık, O , benim eserim olacak” demişti. Her ne olursa olsun, Onun yine aynı düşüncede olduğuna eminim. Bunu, eniştene de söyledim, O da kabul etti...., dedi.
Bu habere çok sevinmiştim. Yine tutunacak bir dalım olmuştu. Teşekkür etmek istedim, fakat O, buna fırsat vermeden,
-Haydi bakalım iş başına! Yapacak çok işimiz var, ev temizlenecek, su taşınacak, yukarı bahçeden, biraz da çalı, çırpı toplayıver, çamaşır yıkarken, kazanın altını tutuşturmak için lazım oluyor, dedi.
Temizlik ve çamaşır için yardımcı kadın gelmekle beraber, kendisi de kadınla birlikte çalışmaya alışmıştı. Bazen de bu gün olduğu gibi, bu gibi işlere, kendisi soyunuyordu. Ben de elimden geldiği kadar Ona yardım edecektim. Yediğim ekmeğin karşılığını, az da olsa vermeliydim.
Temizlik, Onun en büyük tutkusuydu. Önce misafir odasından başlanacak, koltuklar, sandalyelerin tozu alınıp temizlendikten sonra dışarı salona taşınacaktı. Maksat, oda süpürülürken, üzerlerine toz konmasın dı. Sarı süpürge, aslında, temizlikten ziyade, tozları ayağa kaldıran bir aletti. Süpürge işi bittikten sonra, sabunlu (Arap sabunu ) su ile silme işlemi başlardı. Pencerelerin bazı çerçeveleri seyyardı. Onlar çıkarılır, sabunlu su ile fırçalanır, sonra camlar silinirdi. Silme işi merdivenlerde son bulurdu. Giriş kapısının dış tarafı da, muhakkak, su ve süpürge ile yıkanıp temizlenirdi. Dışarısı temiz olursa, evin içi de temiz olur düşüncesindeydi. Tabii, kilim ve halıları, bahçede, bir ipe asmak ve sopa ile döverek temizlemek ve tozlarından arındırmak da unutulmayacaktı. Bilhassa böyle günlerde su taşımak, temizliğe su yetiştirmek oldukça zordu. Bütün bu işlerin yapılması, kolay değildi. Ev koca bir berhaneydi, iş neredeyse, akşama kadar sürüyordu. En sonunda da, taşıma, ve ısıtma su ile , tuvalet aralarında, banyo yapmaya sıra geliyordu.
Aslında, yemek pişirmek de, bulaşık yıkamak da bir işkenceydi. O kadar geniş mekâna mukabil, yemek odasından bir bölme ayrılarak, uydurma bir mutfak yapılmıştı. O daracık yerde, maltızda yemek pişirmek ve bulaşık yıkamak bir işkenceydi. Arada bir yardım etmek maksadıyla, bulaşıkları ben yıkardım ve ne kadar sıkıntı çekildiğini bilenlerdendim....Büyük konaklara mahsus, geniş bir mutfak alt katta var olasına, vardı da, kiracılar kullanmaktaydı.
Enişte Bey, eve bir ekmek bile getirmezdi. Vaktiyle öyle alıştırılmıştı. Bu alışkanlığını değiştirmemiş ve değiştirmeye de hiç niyeti yoktu. Bu sebepledir ki, evin alış veriş işleri de ablama aitti.
Ablam, komşu kadınlarla, bostanlardan sebze, kasaptan et almak maksadıyla, taa.. Akbabaya giderdi. Orada, her şey çok daha ucuzdu. Bostan sahipleri, “ bostana girin, istediğiniz gibi toplayın “derlerdi. Salatalığın körpesi, patlıcanın en siyahı, domatesin olgunu ve kırmızısı, fasulyenin ayşesi tercih edilirdi. Et de okka ile satılır, istenilen yerden kesilip verilirdi. Öğle sıralarında, Karakulak suyu başma gidilir, orada piknik yapılır, akşama doğru da , sırtlarında , ellerinde yük, güle oynaya, eve dönülürdü. Bu, Onlar için hem gezi, hem de ticaret oluyordu . Bazen, ben de bu gezi ve ticarete katılırdım. Bütün bunlara rağmen, yine de pazara gitme ihtiyacı doğduğunda, evden oldukça uzak , kasabanın yokuşlu bir sokağında kurulan pazara gidip alışveriş yapma görevi bana aitti. Bir piliç, 25 kuruştu.
. 4. ENİŞTE BEY
Bazı Pazar günleri, Enişte beyle , motor iskelesine gider, oradan denize girerdik. Deniz tertemizdi. Yüzen balıkları, berrak suda, zevkle seyrederdim. O çok güzel yüzer ve kulaç atardı. Bense, doğru , dürüst yüzme bilmiyordum. Yüzerken, bana, müstehzîyâne baktığını hissederdim. Açıkça alay edemiyordu, galiba, terbiyesi buna müsait değildi.
Yürüyüşü çok seviyordu. Bir nevi hobisi gibiydi. (Daha sonraki yıllarda da şahit olacağım gibi) Cumartesi eve geldikten ve biraz dinlendikten sonra,
--Şöyle bi Polonez köye kadar gidip geleyim, diyerek, kıyafetini değiştirir , ayağına lastik pabuçları geçirir , ablam da , Onun için ( giysi ve çamaşırlarını havi ) bir çanta hazırlardı. Enişte bey de sessizce çıkıp giderdi. Orası, çok uzak olmasına rağmen, sorduğumuzda,
--Orman içlerinden kestirme yollar biliyorum, diye cevap verirdi. Genellikle Pazar günü, ikindiye doğru, eve dönerdi. Tuvalet arasında, banyosunu yaptıktan sonra, anlaşılan rahatlar, eline bir kitap alarak okumasına devam ederdi.
Akbaba’da, babasından miras kalmış , fındık bahçeleri vardı. Bir gün, “ birlikte gidelim “ diye teklifte bulundu. Her ne kadar, kestirmeden gittikse de yol oldukça uzundu. Belki, 10-15 km. vardı. Köy çocuğu olduğum halde, Ona ayak uydurmakta zorluk çekmiştim. Üstelik, dönüş yolunda, bir de koşu teklif etmez mi? Delikanlılığa yediremeyip kabul etmiştim. Mezarlıklara yakın, düz, toprak bir yoldu. 200 metre ilerde, bir hedef tespit ettik. Oraya kim önce varırsa, O kazanacaktı.
--Bir, iki, üç, sözüyle ileri atıldık. Bacakları uzun ve süratliydi. Kendimi, o kadar zorlamama rağmen, bir at başı kadar da olsa, benden öne geçmiş ve kazanmıştı.
Kitaplığında çok kitap vardı. Akşamları, daha çok, Osmanlı tarihi olmak üzere, devamlı, okurdu. Beni mahcup duruma düşürmek istediği zaman, tarihten sualler sorardı. Zaten, en çok konuştuğumuz, ortak konumuz tarihti. Tarihi sevmeme , çoğu konuları, tarihleriyle bilmeme rağmen, bazen hatırlayamadıklarım oluyordu. İşte o zaman, müstehzîyâne tavrını takındığını fark ederdim. (İlerde, bu kütüphaneden ben de istifade edecek bilhassa, eski Türkçüye merak sararak,, çat, pat öğrenecek ve Reşat Nuri’nin Akşam Güneşi adlı romanını okuyacaktım)
Evde bulunduğu süreler, çok az konuşurdu. Ailece görüştükleri, üç arkadaşı vardı. Mahallenin muhtarı, Spor kulübü başkanı ve bir avukat. Onlarla buluştuklarında, konuşacakları konular çok oluyordu. Demek ki, evde fazla konuşmamasının nedeni, “siz ne biliyorsunuz ki, sizinle ne konuşayım,” tavrıydı.
Ev ile ilgili konularda, konuşan daha ziyade, ablamdı. Ama, ablam, bu konuma gelebilmek için, yıllarca sabır göstermiş, çile çekmişti. Kaynanası, en ufak bir şeye dahi, Onu karıştırmaz, her şeye kendisi karar verirdi. Sofrada bile, her şeyin iyisini ve çoğunu oğlunun yemesini ister, oğlu da ona uyardı. Kulakları ağır işitirdi. Buna rağmen, ablam ona yardım etmeyi sürdürürdü. Enişte bey, pek bi şeye karışmaz, her şeyde olduğu gibi, ilgisiz görünürdü. “Ne haliniz varsa görün” der gibiydi. .. Kaynanası rahmetli olduktan sonra , ablam, ancak, evinin kadını olabilmişti
Enişte bey, ancak, istendiği, hatırlatıldığı zaman, evin yiyecek masrafları için para bırakırdı. Cüzdanından para çıkarırken, arkasını döner, uygun gördüğü parayı kütüphanenin önüne bırakıverirdi. Ablam da onuruna yediremediği için ne bıraktığı paranın ne maaşının miktarını sorardı. Enişte bey, cimri miydi? Tutumlumuydu? Pek bilinmezdi. Ama, eşinin kıyafet ve ayakkabı alırken en iyisine karar vermesine pek de sesi çıkmazdı.
Gülcan’ı , herhalde çok severdi, Gülcan, uslu, tombul, kınalı saçlı, kimseyi üzmeyen bir çocuktu., Ama, Ona, ilgisini, sevgisini pek göstermezdi. Belki de ilk çocuğunu aldırtmak hususunda, eşine baskı yapmasının bir ezikliği vardı içinde. Neyse ki, ablam, Onun muhalefetine rağmen, çocuğunu doğurmakta kararlı davranmış ve fikrini değiştirmemişti.
Son zamanlarda, ablamın şişmanlığı, daha doğrusu, hamileliği açıkça belli olmaya başlamıştı. Bu konuda, ne ben , kendisine bir şey soruyordum, ne de kendisi bir açıklama yapıyordu. Yalnız bir gün Gülcan’a,
--Bir kardeşin olsun ister misin? Diye sormuş, küçük kız da” Hayır istemiyorum “ demişti.
. 5.ORTA SONDAYIM
Artık, okula dönme zamanı gelmişti. Bir aya yakındır buradaydım. Ev işlerine yardım, sokaktaki çeşmeden su taşıma, alış veriş, kışlık odunları, sobaya girecek şekilde kesme ve yerleştirme, yukarı ve aşağı bahçenin tanzimi derken, dışarıda, yevmiye ile çalışmaya pek fırsat bulamamıştım. Okul harçlığı İçin, İzmit’te kazandığım on beş lira ile Muhittinin verdiği yirmi lira vardı. Yasemin ablam, ayrılırken cebime biraz harçlık koydu ve
--Her ay, az da olsa, sana bir kaç kuruş göndereceğim,, dedi. O ‘ da kira gelirine güveniyordu. Rahmetli annesinden miras kalan bir dükkan, İzmit’te, kirada idi. Bana sarılıp, vedalaşırken,
--Unutma! Artık, benim himayemdesin, tatilde, yine buraya geleceksin, deyerek, benim moralimi ve güvenimi tazelemişti.
Tren, İzmit’in içinden geçerken, acı, acı düdük öttürdü. Geçmiş, kafamda, tekrar canlandı. Kendimi, hâlâ, suçlu hissediyordum. Belediye binası görünüyordu, ama, başımı çevirip, o tarafa bakamadım. Sanki, dayım, pencereden, işaret parmağını sallayarak,” Sana kucak açmakla hata etmişim. Sana güvenmekle, yanılmışım” diyecek. Daha neler, neler söyleyecekti. Bu gidişle, suçluluk duygusu, bende, uzun müddet devam edecekti
6. BAŞ MÜMESSİLLİK
Artık, üçüncü sınıftaydık. Baş mümessil, üçüncü sınıf talebeleri arasından seçiliyordu. Seçilecek kişi, Talebeler tarafından sayılan ve sevilen biri olmalıydı. Bu sene, Elmas seçilmişti. Doğaldır ki, davranışları ve atak tavırları, daha da keskinleşmişti. Ama, bu beylik uzun sürmedi. İki ayın sonunda, baş mümessillik, Ondan alınıp bana verilmişti. Bazı avantajlarına rağmen bu, oldukça ağır ve mesuliyet isteyen bir görevdi. Ben, disiplini seven bir insandım. Merasimlerde olsun, yemekhane, yatakhanede ve mütalaa sırasında olsun gürültü, patırtı ve uygunsuz davranışlara, sanki, bir askermişim gibi, pek müsaade etmezdim. Tabii, disipline uymayanları yola getirmekte, nadiren de olsa zorlandığım oluyordu. Bu konuda, idarenin, ne kadar acımasız olduğunu bildiğimden, mümkün olduğu kadar, hadiseleri, oraya aksettirmemeye çalışıyordum.
7. ÇAM FİDANLARI
Zaman ne kadar çabuk geçiyordu. Ocak, şubat derken mart ayına gelmiştik.
Okulun arazîsi oldukça genişti. Doğuya bakan tarafta, meyilli, geniş, boş bir arazi parçası mevcuttu. Buralara, bir kaç fidan dikilmiş, kimi tutmuş, çoğu kurumuştu. Kurumuşların yerine yenilerini dikmek, boş sahaları da çam fidanlarıyla doldurma fikrimi, hem baş mümessil sıfatı, hem de, köyde, zorunlu olarak katlettiğim ağaçların kefareti olur düşüncesiyle, tabiat hocamıza, öneri olarak sunmuştum. Bu önerim, önce hocamız, sonra da idare tarafından olumlu karşılanmıştı. Çok geçmeden, bu iş tahakkuk safhasına konuldu. Önce, mezkur arazide, fidan dikilecek yerlerin çukurları, bütün talebeler tarafından hazırlandı. Bu iş ders saatleri dışında, daha ziyade, yatılı öğrenciler tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra, kamyonlar, kazmalar, kürekler, çuvallar derken, nihayet kumanyalar hazırlandı. Bir Pazar günü, biz, son sınıf talebeleri, bir kaç öğretmen dağlara doğru yola koyulduk. Şarkılar, türküler, taşlı topraklı , virajlı ve yokuşlu yollardan geçerek bir köye geldik. Burası, UZUN ÖMER İN doğduğu köydü. (Abbaslı). Hani, şu ,İstanbul, Eminönü’nün Nimet ablanın gişesinde M. P. Bileti satan, herkese şans dağıtırken, kendi şanssız olan, boyu iki küsur metre, ayakkabısının ölçüsü 56 no: olan Uzun Ömer in köyü.
Köylülerin, meraklı bakışları arasında, hocalardan biri, kamyondan inerek, Onlarla konuştu ve yanlarına, köylülerden bir rehber alarak yola devam ettik. Rehber önde, konvoy arkada, yüksek, ormanlık bir düzlüğe ulaştık. Etrafta, henüz erimemiş karlar vardı. Hemen kamyonlardan yere atlayarak, kazma kürek işe giriştik. Ancak, çam fidanlarını sökmek, köklerindeki toprakları muhafaza etmek, taşımak, dikileceği yeri hazırlamak maharet isteyen bir işti. Bu hususu, hocamız da biliyordu, köy çocuğu olarak , ben de biliyordum. Her şeyden önce, fidanları söküp, çıkarmadan önce, mevcut yönünün işaretlenmesi gerekiyordu ki, dikerken farklı bir yönde olmasın. Çıkarılan fidanların topraklı kökleri bir çuval içinde taşınmalıydı. Bütün talebeler, bu yönde uyarılmış, ve iki saat içinde , istenilen miktarda, küçük çam fidanları hazırlanmıştı.
Artık, piknik yapma sırası gelmişti. Gruplar oluşturuldu, kumanyalar dağıtıldı, herkes, konuşa, şakalaşa, azıklar , büyük bir iştahla yenildi, üzerine, buz gibi kaynak suları içildi.
Sıra, oyunlara ve spor etkinliklerine gelmişti. Öğretmenler, önce, Saim ile Elmasın güreş tutmasını istediler, mırın, kırın edince de zorladılar. Elmas, atak tabiatı icabı, kendinden emin görünüyordu. Saim ise, Ondan daha iri yapılıydı, fakat, hareketleri, davranışları ağırdı. Zorlu bir mücadele başlamıştı. Saim, kolay, kolay yerinden sökülmüyordu. Öğretmen ve öğrencilerin teşvik ve bağırışları arasında, Elmas, bir putunu bulup, Saim’i yere devirmiş, sırtını da yere getirmişti. Güreşin galibi belli olmuştu, Elmas, zafer kazanmış kumandan edasıyla etrafına gururla bakıyordu. Bu defa hocalar,
--Sıra sende, Yusuf ! diye sesleniyorlardı. Arkadaşlar da “haydi, Yusuf ağabey, haydi “ diyerek alkış tutuyorlardı. Acaba., öğretmenlerin maksatları ne ola ki,.? Beni sona bırakmışlardı.
--Kim galip gelirse, okulun şampiyonu, O olacak , diyorlardı.
Elmasla, benim aramda, taa, ilk karşılaştığımızdan bu yana, gizli bir sürtüşme vardı. O, herkese, liderlik taslıyordu. ama, bana bunu kabul ettirememişti. Üstelik, bazı arkadaşları da himayeme almıştım, Onlara da diş geçiremiyordu. İkinci sınıftayken, Hüseyin, Saim ve benim, iyi ahlaklarımızdan dolayı, karma sınıfa seçilmemiz ve hele bu sene, Ondan alınıp, BAŞ mümessilliğin bana verilmesi de Onda büyük bir infial yaratmıştı. Bunu , her haliyle belli ediyordu. Anlaşılan, şimdi, kozların paylaşılması sırası gelmişti. Bu nedenle ve büyük bir hevesle, benimle güreşmeyi kabul etmişti. Benden , bir - iki santim daha uzundu. Ancak, ben de bir hayli kilo almıştım. Kendimi, güçlü hissediyordum. Ayrıca, köydeyken, yaylada, epey güreş eksersizleri yapmıştım. Etem amca, bana, güreşin püf noktalarını, oğluyla, pratik yaptırmak suretiyle öğretmişti. Bunlara güvenerek ve biraz da mecburen, güreşi kabul etmiştim. Aksi takdirde, Baş mümessil olarak, hiç bir öğrenciye söz geçiremez olurdum. Bu arada, öğretmenler sabırsızlanıyorlardı. Nihayet, spor hocamız,
--Haydi! Gelin şöyle ortaya, ben, başla deyince, başlayacaksınız, talimatını verdi.
Her ikimiz de, bir kaç hamle ve güç denemesinde bulunmuş,, fakat, bir netice alamamıştık. O’da , ben de , bu işin zor olacağını anlamıştık. Bağırışlar, teşvikler hep benden yana idi ve moralimi yükseltiyordu. Bu moral destekle mi, yoksa Onun ikinci güreşi olmasından mı ? Her neyse, bir pundunu bulup, Onun paçasından yakaladım ve göğsümle de , tüm gücümle, yüklenerek Onu yere çaldım. Aniden, Onun sırtı yere, bana da alkış gelmişti.
Elmas, şaşırmış gibiydi. Biraz da mahcup olmuş ve kızarmıştı. Ama, bende, her hangi bir böbürlenme görmeyince, ve üstelik, elimi uzatarak,
--Sen, zaten yorulmuştun, deyince, rahatlamıştı. Bu hadiseden sonra, Elmasın, tavrı değişmiş ve dostluk gösterisi başlamıştı. Bu dostluğumuz, okul bitinceye kadar da sürmüştü.
Çam fidanlarını, neşe ve sevinç içinde nakletmiş, daha önceden hazırlandığından, yerlerine, ertesi günü, fazla yorulmadan dikmiştik. Her talebenin beş fidanı vardı, Haftada bir sulamak Onlara aitti. Bu bakım işlemi, biz okulu bitirinceye kadar sürmüştü. Okul tatil olunca da bu iş müstahdeme kalacaktı. (Acaba, fidanlardan kaç tanesi hayatını idame ettirebilmişti? Bunu, hep merak etmeme rağmen, sonraki yıllarda, bir defa Bilecik yolundan geçmek kısmet olmuş, fakat soğuk ve karlı bir geceye rastladığı için, hiç bir şey görememiştim.)
8. BİR ZİYARET----BİR NASİHAT
Artık, haziranın ilk haftasındaydık. Tabiat hocamız, Tarım İl Müdürlüğüne müracaat ederek, onlara bağlı bir fidanlığın ziyareti için müsaade almıştı. Ancak, hava anormal derecede soğuk ve üstelik kar yağıyordu. Böyle bir havada, böyle bir gezi olacak şey değildi, ama ne yazık ki önceden programlanmıştı. Bizi, genç bir ziraat teknisyeni karşıladı. Meyve ağaçlarını ve fidanlarını, tek, tek göstererek, bize tanıttı. Bunların içinde, çok aşina olduklarımız da vardı, ilk defa görüp tanıdıklarız da.
Bu ziyaretimizde, iki şey belleğimde yer etmişti. Bu iki şeyi, hayatım boyunca, zaman, zaman hatırlayacaktım. Birincisi; haziran ayına gelmemize rağmen, soğuk ve kara dönüştüren bir hava. İkincisi ise: Ziraat teknisyeninin söylediği, yakındığı husus:.
-Siz, siz olun, lise tahsiliyle yetinmeyin, Liseden sonra, ne yapıp edip, yüksek tahsilinizi tamamlayın. Ben, kendimi, misal olarak veriyorum. Yüksek tahsil yapmadığım için çok pişmanım. Bazılarından , bilir, bilmez emir alıyor, iyi netice vermeyeceğini bilmenize rağmen, onun emirlerini uygulamak mecburiyetinde kalıyorsunuz. Üstelik, bir de , horlanıyor, aşağılanıyorsunuz, demişti.
Mahut geziyi takip eden günlerde, epeyce arkadaşımız, hazırlıksız yakalandıkları için, hastalanıp, okula iki yüz metre uzaklıkta bulunan devlet hastanesine yatmışlardı. Bunların içinde,--çocukluk değil mi?,--Güzel hastabakıcıların sevdasıyla, yatan çılgınlar da vardı.
9.. BİTİRME İMTİHANLARI
Birinci ve ikinci sınıflar için, tatil süresi , Biz son sınıflar için ise, bitirme sınavları heyecanı başlamıştı. Artık, gece, gündüz hummalı bir çalışma içine girmiştik. İkili, üçlü gruplar halinde, bir ağacın gölgesine oturup, geçmiş dersleri tekrarlıyorduk. Sözlüler için, her derse girişte, heyecanımız dorukta oluyor, sınıftan dışarı çıkınca, rahat bir nefes alıyorduk. Matematik hariç, diğer bütün dersler için, kendime güvenim vardı. Matematik hususunda, kan kardeşim, M, Emin, o ufak, tefek boyuyla, çalışmalarımda, bana yardım ediyordu.
İmtihanlar, Allaha şükür, sona ermişti. Şimdi, iki şeyi, endişe ve merakla bekliyorduk. İmtihan sonuçları- aldığımız notlar- ve liseye, nerede ve hangi okulda devam edeceğimiz.
Baş mümessil olduğum için, okulu pek iyi derece ile bitirdiğimi, diğer arkadaşlardan önce öğrenme şansına sahip olmuştum. Neticede, devam edeceğimiz lisenin ismi de, çok geçmeden açıklanmıştı. Gideceğimiz okul, İstanbul’da, Haydarpaşa lisesiydi.
Haydarpaşa’da okuyacağım için çok sevinçliydim. Hem İstanbul’un şöhreti, hem de sevdiklerime yakın olmak beni mutlu edecekti.
Okuldan ayrılmadan , son akşam yemeğine, sevdiğimiz öğretmenlerden, bir kaçı iştirak etmişti. Birer konuşma yaparak, bizlerle, gurur duyduklarını belirtmişlerdi. Daha fazla çalışmamızı, ahlaklı ve hak yolundan ayrılmamızı öğütlemişlerdi.
Nihayet, müdür muavini,
--Sizlerle ilgili,- aldığınız notlar dahil-- her türlü bilgiyi, yeni okulunuza, en kısa zamanda göndereceğiz. Kayıt için, okulunuza uğramayı ihmal etmeyin sakın, diyerek, bizlere son sözünü söylemişti. Hem hocalarımızla, hem de diğer arkadaşlarımızla, vedalaşmamız sırasında, duygulu dakikalar yaşamıştık, Sevdiğimiz arkadaşlardan, birer imzalı resim almış, Onlara birer de resim vermiştim. Hele kan kardeşim, M. Emin, resminin arkasını kendi kanı ile duygulu sözler yazıp imzalamış,
--Seni hiç unutmayacağım, Yusuf ağabey diyerek, boynuma sarılmıştı. Ben de , bilhassa Onu ve diğer sevdiğim arkadaşlarımı, hiç unutmayacaktım.
Ertesi günü, hazırlığımızı yapıp , erkenden yola çıktık. Bolu’lu ve İzmitli arkadaşlarla , aynı vagonda yer kaptık. Geçirdiğimiz imtihan stresini , geleceği konuşarak üzerimizden atmaya çalıştık. Saim ve Selahattin Arif iye’de, Necdet, İsmail ve Kulaksız Fikret İzmit’te trenden inerek ayrıldılar. Bense, Haydarpaşa’ya kadar, geçmişin gölgesinde, geleceğin umudu ile yola devam ettim.
F.. ALTINCI BÖLÜM
1..MİGREN BAŞ AĞRISI
Tren, tramvay, ve vapur yolculuğundan sonra, eve giden yokuşu tırmanmaya başladım. Bahçe kapısından içeri girdim, Merdivenlere adımımı atmamla birlikte, yukardan gelen bir feryat, bir inleme sesiyle irkildim. Kapıyı, yine evin evlatlığı açtı. --Bu ses de ne? dediğimde,
--Annem hasta, cevabını verdi. Merdivenleri, ikişer, ikişer tırmandım, ses yatak odasından geliyordu. Destursuz, çeri girdim. Yasemin ablam yatağındaydı, beline kırlentleri dayamış başını da bir yemeni ile bağlamıştı. Elleriyle, şakaklarını ovarken, hem çırpınıyor, hem feryat ediyordu. Bu görüntüye, daha önce de şahit olmuştum. Anlaşılan, yine başı -migreni--tutmuştu. Bu durumda, yapılacak, fazla bir şey yoktu. Bu ıstıraba, muayyen bir müddet katlanmak mecburiyetinde idi. Migren denilen baş ağrısı, çok ıstırap verici bir şeydi. Mide bulantısı, bazen, hat safhada olurdu. Genellikle, kendinden veya parmak yardımıyla, istifra eder, neredeyse, bayılacak duruma gelir, bir müddet sonra sakinlerdi. Ama, bu hal, bazen, üç- dört saat, bazen de, yirmi dört saat ve daha uzun sürebilirdi. Hangi doktora gidildiyse, migren teşhisi konulmuştu. Henüz, bunun çaresi bulunmamıştı. Bu hastalık, hassas ve duygusal yapıda olan insanlara musallat oluyordu. Bir - iki çeşit ilaç vermişlerdi. Ağrı geleceği zaman, belirtileri , ( ki bazen kolda uyuşma gibi) fark edilip, bu ilaçlardan biri alınırsa, faydası oluyordu. Aksi takdirde, alınan ilaçlar da fayda etmiyor, ağrı seyrini takip ediyordu. En çok da şakaklarda ve ense kökünde, şiddetini gösteriyor, tahammül edilmez ağrılara sebep oluyordu. O esnada, insan, “ölsem de, bir an önce bundan kurtulsam” düşüncesinde bile olabiliyordu.
Bu müzmin baş ağrısı geçtikten sonra, ablam, sanki hiç bir şey olmamış gibi, normal yaşamına döner, canlı, hareketli, enerjik bir insan olup çıkardı.
Baş ucuna gelip, seslendiğimi duyunca, zorlukla gözlerini aralayarak,
--Aman Yusuf! İyi ki geldin, hemen, bana bir doktor çağır, diyebildi.
Doktorun dispanserde olduğunu biliyordum. Her çağrılışında gelirdi. Koşar adımlarla, geldiğim yoldan geri döndüm. Doktoru bulur, bulmaz,
--Aman doktor,, ablamın yine migren krizi tuttu, sizi çağırıyor , dedim. Doktor, haklı olarak, ablan da kim? Sorusunu sorunca, kim olduğumu açıklamak mecburiyetini hissettim. Aslında, beni tanıyordu, demek ki, unutmuştu.
--Hemen geliyorum, diyerek, çantasını hazırlamaya başladı. Yokuşu uçar gibi tırmanırken, Doktorun, bana bir an önce yetişmesini istiyordum, ama nafile, arkama baka, baka bir hâl oldum.
Yatak odasına girdiğimizde, ablam, kendine çeki, düzen vermiş, dağınık saçlarını taramış, önceki perişan hali kalmamıştı. Üzerinde, sarı bir gecelik vardı, sırtını kırlentlere dayamış bekliyordu.
Doktor, önce , çantasından bir şırınga çıkarıp, enjektörü, madenî kabının içine koyarak,
- Şunu, bi kaynattıralım, dedi. Sonra, Onun, nabız ve tansiyonunu ölçmeye başladı.
--Nabız çok zayıf, tansiyon da düşük, verdiğim ilaçları almış mıydınız? Bu arada, sterilize edilen enjektör getirilmişti. Çantasından bir ampul çıkardı, keserek, içindekini enjektöre çekti ve hastasının kolundan bir iğne yaptı.,
--Biraz sonra rahatlayacaksınız, üzülmek, ve yorulmak yok, diyerek, alışkın bir davranışla, odadan çıkıp gitti.
Gerçekten, on dakika içinde, ablam, rahatlamış bir vaziyette, uykuya dalmıştı.
2. YASEMİN’İN YAŞAMI
Baş ucunda oturmuş, Onu beklerken, odanın ortasındaki salıncak gözüme ilişti. Telaş içinde, anlaşılan, ona dikkat etmemişim. Hemen, geçen seneyi hatırladım. “Doğru ya! Hamileydi, dedim,” kendi, kendime. Ama, O, bu konuda, bana bir şey yazmamıştı. Ben de , yazdığım mektuplarda, sormayı uygun bulmamıştım. Şimdi ise, salıncağın içinde, çocuk yoktu. Neredeyse,, on aylık olmalıydı, acaba, kız mıydı, erkek mi? şimdi Neredeydi?
Bu arada, düşüncelerim yine, geçen sene daha iyi tanıma fırsatı bulduğum ve geçmişini anlatacak kadar kendini bana yakın hisseden ablamın üzerinde odaklaşmıştı.
Felek, O’NA ilk darbeyi, annesinin ölümüyle vurmuştu. Annesi, doğum yaptıktan sonra ince hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar yasakladığı için anne sütünü bile tadamamıştı. İnek sütü ile Onu beslemeye çalışmışlardı. Daha yaşına basmadan, annesini kaybetmiş, haminnesinin ( anneannesi) şefkatli kollarında kalmıştı. Babası, esarette iken de, Ona, haminnesi bakmıştı. Üstelik, Millî Mücadele yıllarıydı ve büyük babası , annesinden bir müddet sonra öldüğünden haminnesi de dul kalmıştı. Babası ikinci defa evlenince, iki evi olmuştu. Ne de olsa birisinde üvey ana vardı. Annesi olarak bildiği kadının üvey olduğunu, ancak, yuvaya giderken öğrenmiş, küçük idraki, durumu kabul etmediği için de bayılıvermişti.
Daha kendisi, anne bakım ve şefkatine muhtaçken, ilk doğan olamasa bile, ikinci doğan kardeşinden başlamak üzere, dört- beş kardeşinin bakımını üstlenmiş, yedirmiş, içirmiş, temizlemişti. Kardeşlerine bakarken, bir hatası görüldüğünde, küçüklüğüne bakılmadan, kafası, demir kapı tokmaklarına vurularak cezalandırılmıştı. Her hangi bir ihtiyacının karşılanması için, doğrudan babasına değil, üvey anasının vasıtasıyla, istemeyi öğrenmişti.
Babası, durumu, aşağı, yukarı biliyordu. Bu sebeple, ana okulundan sonra, kızını, yatılı, Fevzi- Âti Lisesine (ilk okuldan başlayan) kaydettirmek istemiş, bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Fakat, Felek, çirkin yüzünü, ikinci defa göstermiş, Fevziye Lisesi, bir gecede, yanıp, kül olmuştu. Dolayısıyla, ancak ilk okula gidebilmiş, devamına imkân tanımamışlardı.
Badema, on beş yaşına gelinceye kadar, haminnesine gittiğinde, el üstünde tutulmuş, baba evine geldiği zamanlarda ise ev işlerinde yardımcı ve kardeş bakımını üstlenmeye devam etmişti.
Kader, tekrar ağlarını örmeye başlamıştı. Birden bire hastalanmış, muayene neticesinde, apandisit teşhisi konulmuştu. Babası, hemen Onu, İstanbul’a götürmüş, Meşhur dr, cerrah Kara Kemal tarafından ameliyat edilmişti. Babası, kızını , bir hafta, on günlük nekahet devresini geçirmek üzere, Kurbağalı dere kenarında oturan, dul kız kardeşinin yanına bırakmıştı. Evin üst katında, halasının kızı oturuyordu. Ablası (ki Ona abla diyordu) kocasıyla beraber bir şirkette çalışıyordu. Bir gün, Şefini, akşam yemeğine davet etmişti. Şefi, tesadüfen veya öğretili olarak, kendisini görüp beğenmişti. Fakat, bizimkinin, bu tertipten haberi yoktu.
İyileşip, İzmit’e döndükten bir müddet sonra, halasının kızı ile kocası, babasını ziyarete gelmişlerdi. Hoş- beşten sonra, nihayet baklayı ağızlarından çıkarmışlar. hali, vakti , yerinde, tahsilli, yakışıklı, şef pozisyonundaki bir insanın damat adayı olmak istediğini bildirmek için gelmişlerdi. Babası ve üvey annesi için, bu teklif, bulunmaz bir fırsattı. Başımızdan bir nüfus azalsın diye mi, yoksa , başka bir maksatla mı ? Her ne ise, bu teklife, olumlu yanıt vermişlerdi. Ona ve anneannesine usulen sormuşlar, fakat Yasemin’in isteksizliği ve itirazı, kabul görmemişti.
İki yıl süren nişanlılık devresinden ve yaşının mahkeme yoluyla büyütülmesinden sonra, gönlünün pek de istemediği, yakışıklı, kendinden, 15-20 yaş büyük bir insanla evlenmek üzere,, gözyaşlarına mani olamayarak, nikah masasına oturmuştu. Haminnesi ile babasının , anlaşmazlığa düşmelerini önlemek için, onlardan, doğru , dürüst çeyiz bile istememişti.
Gittiği gurbet elinde, kendisini, kulağı ağır işiten bir kaynana karşılamıştı .Daha ilk haftadan itibaren,” Seni oğluma karı ettirmem . Benim oğlum aslan gibi, Sen ise çıvan gibisin, Ona layık değilsin,. Zaten, ben yeğenimi gelin olarak alacaktım,“ diye tutturmuştu. Koca konakta, kocasının ilgisiz tutumu ve kaynanasının haşin tavrıyla, baş başa kalmıştı. Allah’ tan ki, komşu kadınlar çok iyi insan olduklarından, Onu yalnız bırakmamışlardı. Onlarla beraber, Akbabaya, alışverişe gider, zaman, zaman da akranı olan arkadaşıyla, vapurla Kara köye, oradan da Beyoğlu’na sinemaya giderlerdi. Yegane eğlencesi buydu. İyi ve şık giyinmesini severdi. Bilhassa şık ve pahalı ayakkabılara düşkündü. Onlar da küçük, mütenasip ayaklarına çok uygun düşerdi. Yaşadığı yer, boğaz kenarında bir kasaba olmasına rağmen, vapurdan inip evine giderken, gıpta ve beğeni ile bakan gözler Ona çevrilirdi. Vücudu ve bacakları mütenasip, yüzü ve gözleri çok güzeldi. Yürüyüşü ise bir ceylan gibi ahenkliydi.
Yaşamı, böyle tek düze geçerken, ilk çocuğuna hamile kalmış, kocası,” bebeği aldıralım” diye tutturmuştu. Kendisinin direnci ve doktorların tavsiyesine uyularak, ilk çocuğunu doğurmuştu. Neyse ki, çocuk iştahlı ve usluydu, Onu büyütürken, hiç sıkıntı çekmiyordu. Ancak, bir gün, çocuk terbiyesi yüzünden, kaynana tokadına maruz kalmıştı. Kaynanası ile olan münakaşalarında, kocası,
--Anamla iyi geçinirsin düşüncesiyle, seninle evlendim, diyebilmişti. Yaşlı kaynanası hastalandığında, her şeye rağmen merhamet ve ilgisini eksik etmemiş, senelerce bakımını üslenmişti. Artık kaynanası tuvalete gidemez lazımlık kullanır olmuştu. Bir defasında Onu temizlerken normal olarak yüzünü buruşturmuştu. Bunu gören kaynanası “Eşek gibi bana bakmak mecburiyetindesin” diye feryat etmiş , ayrıca lazımlığı, ayağıyla, odanın ortasına devirmiş “ Şimdi temizle bakalım” diyerek, zalimliğini ölünceye kadar sürdüreceğini göstermişti.. Ablam, ancak kaynanası öldükten sonradır ki, evinin kadını olabilmişti.
Bu arada, haminnesinin hastalık haberi gelmişti. Çocuğuyla, İzmit’e koşup gitmiş, Küçük Gülcan’ı babasının evinde bırakarak haminnesiyle ilgilenmeye başlamıştı. Dayısı ne de olsa bir erkekti, bekardı, yaşlı annesiyle beraber yaşıyordu. bir kadın elinin bakımına gerek vardı. Ama bu uzun sürmeyecekti. Bir gün, haminnesinin gözü kaymıştı, bunu fark eden yaşlı kadın, torununa” sen git, biraz istirahat et “ demiş, torunu da gerçekten çok yorgun olduğundan, Onun teklifine uymuştu. istirahat için yan odada uzanmışken, bir an dalmış akabinde bir rüya görmüştü. Evin önüne bir çift öküz arabası yanaşmış, içinden temiz, uzun, beyaz kıyafetli misafirler çıkmıştı. Misafirler:”bir emanetimiz var, Onu almaya geldik” dediklerinde, hemen gözlerini açarak, içeri koşmuş, haminnesinin ruhunu teslim edişine şahit olmuştu. İşte, en büyük acılarından birini, o gün yaşamıştı. Çok sevdiği insandan, en büyük desteğinden mahrum kalmıştı. Kendini çok yalnız ve kimsesiz hissetmişi.
İlk çocuğunu doğurduktan beş yıl sonra, ikinci çocuğuna hamile kalmıştı. Acaba, ikinci çocuğunu doğururken, ne gibi olumsuzluklar yaşamıştı.?
Hasta başında, hâlâ, düşüncelerim sürüyordu: Genç kızlığından beri, bu menhus baş ağrısını çekiyordu. Böyle kaç kriz atlatmıştı. Kriz sonrasında, yine hareketli, enerjik, ve titiz yaşantısına başlayacaktı. Çalışmak ve temizlik, en büyük tutkusuydu. Bir işe başlayınca, bitirmeden bırakmaz, dinlenmek bilmezdi. Yemekleri de, çok lezzetli ve temiz yapardı. Herkese, bilhassa, yaşlılara ve fakirlere karşı, aşrı merhameti ve sevgisi vardı. Yaşlı, yaşlı komşular, güya kaynanasını ziyarete gelir, fakat Onun tutum ve hürmetkâr davranışı dolayısıyla çok sever ve takdir ederlerdi. Yalnız kendi akraba ve tanıdıklarına değil , kocasının akrabalarına da kol kanat gererdi. Bunlardan biri de kaynanasının akrabası beş çocuklu Dayı Dede idi. ( ki memleketinde çok zenginken, kendine özgü bazı buluşlarına patent alamamış, sarf ettiği meblağın karşılığını alamayınca da iflas etmişmiş.-)- Dayı Dede, ailesiyle birlikte ,taşı toprağı altın olan İstanbul’a göç etmiş, fakat bir türlü iş bulamamıştı. Bu sebepten ailesiyle birlikte çok müşkül durumda kalmıştı. Kocası ve kaynanasının karşı koymalarına rağmen, Yasemin ablamın merhamet duyguları ağır basmış, kocası ve kaynanasına ısrar ve baskı yapmak suretiyle, Konağın en alt katını boşalttırarak , yedi nüfuslu akrabayı oraya yerleştirmişti. Zaman, zaman Onların aç olduklarını düşünerek üzülmüş, icabında, yememiş, yedirmişti. Yine Kocasına tekrar, tekrar rica ederek, Dayı Dedenin kızına , çalıştığı şirkette bir iş bulmasını sağlamıştı. Onların, her türlü derdine çare olmaya çalışmıştı. Bu yüzden de, sanki, Onlar kaynanasının akrabası değilmiş gibi, Onun tarizlerine maruz kalmıştı....
Bazen, bana sorardı,
--Yusuf, bir sevgilin, sevdiğin bir kız var mı? Bu soruya karşılık, ben de,
--Evleneceğim kız, senin gibi, sana benzer ve senin davranışında olsun, istiyorum, derdim.
-Evlendikten sonra, karımı, senin yanına göndereceğim, staj yapsın, bilhassa, güzel yemekler yapmasını öğrensin , istiyorum.
Ben, hasta başında , bu düşüncelere dalmışken, bir yandan da Onu gözlüyordum.
Yavaş, yavaş gözlerini açtığını gördüm. Sanki, derin bir uykudan uyanmıştı. Ama, hâlâ üzüntülü görünüyordu. Bu hali, öncekilere pek uymuyordu.
3. DAYIMIN ÖLÜMÜ
Merakım ağır basmıştı, sordum:
--Hayrola, abla! Baş ağrın geçmedi mi? Neden, böyle üzüntülü görünüyorsun ? Üstelik, ağlıyorsun? Aniden, boynuma sarılarak,,
--Babasız kaldım, Yusuf! Babam rahmetli oldu. Artık, üzülme sırası bana gelmişti.
-Ne zaman öldü? Neden ve nasıl öldü? Benim niye haberim olmadı?
--Biliyordum ki, sen, bitirme imtihanlarını vermekteydin. Senin zihnini, allak bullak edecek böyle bir haberi vermekten imtina ettim. Bir de, Erkanla, aranızda olanları düşündüm. Ayrıca, annemle konuştuk, sana bildirmemeye karar verdik,
--Peki, uzun süre mi hasta yattı?
--Hastalık siroza çevirmişti. Son zamanlarda, çok acı çektiği için, doktorlar, biraz rahatlasın diye, morfin ve benzeri ilaçlar vermişlerdi. Bunlar , biraz da alışkanlık yaratmışlardı. İlaç masrafı yüzünden, annemle araları bozulunca, hasta haliyle, benim yanıma kadar gelmişti. Bir müddet, bizde kalmış, fakat daha sonra evini özlemişti. Bu özlemini sezince, İzmit’e giderek, annemi getirmiş, aralarını bulmuş ve İzmit’e geri göndermiştim. Ne yazık ki, çok yaşamadı ve ölüm haberi geldi. Haber bana geç ulaştığından , maalesef, cenazesine bile yetişemedim Bensiz kaldırmışlardı. Ancak, kabrine kapanıp göz yaşlarımla ıslattıktan sonra biraz teselli bulabildim. Bütün dinî görevleri yerine getirdikten sonra, bir müddet, Onları yalnız bırakmadım . Buraya döneli, ancak, bir kaç gün oldu.......
Ablam anlattıkça rahatlıyordu, ama benim, acım ve üzüntüm artıyordu. Dayımın yaptığı iyiliğe karşı, kendimi, vefasız ve nankör bir insan olarak görüyordum. Üstelik, ablama, hastalığı sırasında, “Yusuf, benim eserim olacaktı, artık Ona sen sahip çık, elinden tutmaya devam et” demişti. Bunu duyunca, hıçkırıklarımı tutamadım, evin bir köşesine kaçarak, göz yaşlarım kuruyuncaya kadar ağlamaya devam ettim.
Bir ara, merdiven tarafından gelen bazı sesler duydum . Bunların arasında, çocuk sesleri de fark ediliyordu. Ablamın komşusu, Gülcan’ın sevgili Cici annesi, Begüm hanım, alı, al, moru, mor merdivenlerden ,söylene, söylene çıkıyordu. Yüzünün, esmer teni, kızarmış ve terlemişti. Kucağında taşıdığı çocuk, ablası gibi kızıl saçlıydı ve ağladığı her halinden belli oluyordu. Kadının söylenmesinden anlaşıldığına göre, Gülcan kadar uslu değil, çetin cevizdi . Gülcan, bir hayli, büyümüştü. Küçük kız ise neredeyse, bir yaşında görünüyordu. Ve odaya girer girmez, “anne “ diye, karyolaya doğru atıldı. Dengesini bulup yürümeye çalışıyordu. Annesi de “ Gel benim güzelim,” diyerek, Ona kollarını açmıştı.
Demek migren krizi gelmeden önce, çocuklar, komşu Begüm hanıma gönderilmişti.
4. MÜSRİFLİK ÖRNEKLERİ
Bu yaz tatili süresince, yengem ve kızların biri gelip, biri gidiyordu. Dayım öldükten sonra, sanki, rahatlamış gibiydiler, ama, para sıkıntısı çekiyorlardı. Fakat, yine de, üzüntülü görünmek, teselliye ihtiyaçları olduklarını hissettirmek istiyorlardı. Kızların, bilhassa Çiğdem’in asıl arzusu, biraz, gezip, eğlenmekti. Maltepe’de oturan bir kız arkadaşı vardı. Ailesi çok zengindi. Mısırla ilgileri olduğu, oradan altınlar geldiği söyleniyordu. Çiğdemin bu arkadaşı, su gibi para harcıyordu, bizimki de aynı şeyleri yapmak istiyor, bunu tahakkuk ettirebilmek için de her gelişinde , ablasından para istiyordu.
Menekşe ise, daha ziyade, süse, süsüne düşkündü. Hep iyi ve yeni şeyler giymek isterdi. Ablasının giyeceklerini, uymasa da giymek ister, Ona rahat vermezdi. Ama, ablası, herhangi bir iş yapmasını istediği zaman, yan çizer, pek iş yapmasını sevmezdi.
Artık, yengem dahil, kızların benimle arası düzelmişti. Zaten hepsi de, Erkanın huysuzluğundan şikayetçiydiler. Daha, babasının ölümü üzerinden 15-20 gün geçmeden, annesinden, bisiklet almasını istemişti. Annesi, parasızlıktan şikayet ettiğinde ise, “ ben anlamam, Babam muhakkak para bırakmıştır, hisseme düşen paradan, bisiklet almanı istiyorum” diye tutturmuştu.
Şimdi, babasının yükünü omuzlayan, yalnızca Erdem’ di. Çalışmasının karşılığı olarak aldığı parayı, ev için, kardeşleri için harcıyordu. Ama , aldığı paranın harcamalara yetişmesine imkan yoktu. Çünkü, kardeşleri, babalarının zamanındaki tantanayı sürdürmek istiyorlardı. Babadan, herhangi bir maaş bağlanmayınca, genç bir teknisyenin aldığı ücret, bu masrafları karşılamaya yetmiyordu. Kahvaltıda yenen peynir bile, müsrifliğin bir göstergesiydi. Yarım kilo beyaz peynir, bir tek sabah kahvaltısında bitiveriyordu. Belki, bitmiyordu, ama , sofrayı kaldırmaya üşendiklerinden, öylece bırakıp kalktıklarından, artan peynirler, kedinin ve köpeğin midesine gidiyordu. Bu yüzden, Erdem, ablasına yazdığı mektuplarda, bu durumdan şikayet ederdi.
Ablası ise, iyi bir yemek pişirse, kardeşlerini düşünür, yemekte, iştahı kaçardı. Bazen, Onları düşünerek, ağladığı bile olurdu. Baba evinin üst katları , halen kira getiriyordu. Ne kiradan, ne de mirastan herhangi bir hak talep etmemişti. Rahmetli annesinden kalan dükkanın kirasını da Onlara bırakmıştı. Üstelik, misafir olarak gittiği veya Onların buraya geldikleri zaman da eli üstlerinden gitmiyordu.
Enişte bey, bu geliş, gidişlere karşı duyarsız gibiydi. Hareket ve davranışlarında bir değişiklik görülmüyordu. Zaten, duygu ve hislerini belli etmeyen biriydi. Yengem ve kızlar, Ona hayrandılar. Onlara ve çoğu kimseye göre, çok efendi, eşi bulunmaz bir insandı. Ama, Onun, kendi yaşantısında bir değişiklik olmamıştı. Hafta sonlarında, yalnız başına yürüyüşe çıkmalar, Polonez köye gitmeler devam ediyordu. Orada, bir kadınla ilişkisi olduğuna dair dedikodu, ablamın kulağına kadar gelmişti. Ablam, acısını içine gömmeyi bilmişti ki, komşu kadınlarla bir araya geldiği zamanlar, yine gülüyor, kulaklara hoş gelen, gevrek kahkahasını atıyordu.
5. YİNE BİR GÖNÜL İŞİ
Ablam, geçen sendeki gibi, zaman, zaman , bana takılmaktan duramıyordu.
--Bu sene, okulda, kaç kızın gönlünü yaktın? Bir mi, beş mi? Ben de Ona, gönül maceralarımı anlatırdım. Ama, en çok Mualla’nın öyküsü aklında kalmıştı ve tavsiyelerine devam ederdi.
--Anlaşılan, yaşadıkların geçmişte kalmış. Biraz da , buradakilere, komşu kızlarına bak, diyerek, isimlerini sayardı.
Saydıklarının hepsini tanıyordum. Hiç biri, bana göre, daha doğrusu, değer yargılarıma uygun değildi. “Her yiğidin gölünde yatan aslanın farklı olması doğaldı”. Ben de , her şeyden önce, Onların, gözlerinin, açık renk olasını tercih ederdim, Buna rağmen, alt kattaki kiracının kızı ( evlatlığı) bana, biraz farklı gelmişti. Ablam söyledikten sonra dikkat etmiştim. Galiba, benden, bir- iki yaş büyüktü. Vücudu düzgün, bacakları muntazam, siyah saçlı, kara üzüm gibi gözleri vardı. biraz da zayıf ve zarifti.
Artık, çeşmeden su taşırken, bahçede çalışırken, sokaktan eve gelirken, gözüm, hep, o tarafa, Onların pencerelerine kayar olmuştu.
Buraya geldikten ekiz on gün sonra, okula gidip, kaydımın gelip, gelmediğini öğrenmek istemiştim. Bu nedenle, Üsküdar’a uğrayan bir vapura, oradan da tramvaya binerek, Haydarpaşa lisesinin önünde indim. Bina, muhteşem büyüklükteydi. Bahçesi, yüksek duvarlarla çevrilmişti. Önce, bakımlı geniş bahçesinden, sonra da çift kanatlı, ahşap kapısından geçerek, geniş koridorlara ulaştım. Okul idaresinin bulunduğu yeri, sorarak öğrendim. İlgilere, adımı ve soy adımı söyledikten sonra, Bilecik’ten, kaydımın gelip, gelmediğini sordum. Evraklarım gelmiş ve kaydım yapılmıştı. Ancak, “hangi branşı tercih ettiğimi “ sorduklarında, “Edebiyat,” cevabını vermiştim. Ayrılırken, “okullar açılmadan, bir kaç gün önce gelirsen iyi olur” tembihinde bulunmuşlardı.
6. SİMİTÇİ DÜKKANI
Okula kaydımın yapıldığını öğrendikten sonra, geri kalan tatil süremi, bir yerde, çalışarak değerlendirmek istiyordum. Ablam, konuyu Enişte Bey’e açınca, O’da , bana, aziz arkadaşı, muhtarın dükkanında, bir iş bulmuştu.
Simitçi dükkanı, vapur iskelesinin karşısında, küçük bir yerdi. Burada, yalnız simit değil, pofça, kurabiye gibi şeyler de satılıyordu. Muhtar amca, sabah namazından çıktıktan sonra, dükkanı açıyor, henüz, fırından çıkan, mamulleri alıyor ve ben gelinceye kadar satışa devam ediyordu. Görevi, ben devir aldıktan sonra, ancak, akşam üstü, saat 1700- 1800 de geliyordu.
Bu iş, oldukça, hoşuma gitmişti. Dükkana, değişik insanlar gelip gidiyordu. Boş kaldığım vakitlerde de, caddeden geçen insanları izlemek, bana zevk veriyordu. Ancak, kıyafetlerinden, hâl ve tavırlarından, fakir oldukları anlaşılan insanlar geldiklerinde, mazim gözümün önüne geliyor, hem kendi, hem de Onlar namına üzülüyordum. Öyle veya böyle, burada çalışmak suretiyle, hem tecrübe edinmiş, hem de bir kaç kuruş okul haçlığı kazanmıştım. Dolayısıyla, yaz tatilimi değerlendirdiğim için memnundum ..
Okulun açılacağı tarih belli olmuştu. Bir, iki gün önce okula gitmem gerekiyordu. Okul açılıp, dersler başlamadan gitmeliydim ki, yatakhanede yerimi bileyim, yemekhane ve kütüphane ve sınıfları göreyim düşüncesindeydim. Evden ayrılırken, Yasemin ablamın, “ hafta sonları da buraya gel, bizimle geçir” demesi, beni çok sevindirmişti.
Hafta sonlarında, sağa, sola gitmek, arkadaşların peşine takılıp eğlenmek, para , hem de epeyce para isteyen bir işti. Öyle harcayacak fazla para da bende olmadığına göre.... Ayrıca, burası, koskoca bir şehirdi, her türlü olumsuzluklar söz konusu olabilirdi. Bu sebeple, ablamın teklifi, bana daha uygun ve cazip gelmişti. Nihayet, vapur 3 kuruş. Tramvay 2,5 kuruştu. Yani, on kuruşla , oraya gidip, gelmek mümkündü. Okuldan çıkmayıp, devamlı kalsam, bu sefer de, hapis hayatı yaşıyormuşum gibi, psikolojik bir etkisi olacaktı. Halbuki, Bilecik’te, hafta sonu yaşamı farklıydı. Bir kaç arkadaş bir araya gelerek, grup oluşturur,, kendimizi (Mevsim uygunsa) kırlara, tarlalara atardık. Hem koşar, hem de, doğanın nimetlerinden, çağla, ayva ceviz gibi, istifade ederdik. İstanbul’da böyle bir imkân olmadığına göre, ablamın teklifine sevinmiştim. Üstelik, şimdi, bir de gönül işi vardı, Ayça!
Tekrar, iki kanatlı, büyük ahşap kapıdan içeri girdim. Talebelerin girdiği kapı ile öğretmen ve idarecilerin girdiği kapı ayrıydı. İlk işim, idari büroya uğrayıp , geldiğimi haber vermek oldu. Katılışımı not aldıklarını, ancak, yemek için, bir gün sonraki tablodod’a ilave edebileceklerini, ama , akşam yemeğini yiyebileceğimi söylemişlerdi. Ayrıca, üç gün sonra, bahçede, okulun açılış töreni yapılacağını belirtmişlerdi. Yatakhane ve yatacağım yeri öğrendikten sonra, akşama kadar, vaktimi değerlendirmek için, İstanbul’a ilk ayak bastığım yer olan Fener yolu’na gitmeye karar verdim. Orada, köylülerden bir kaçını bulacak, sohbet edecek, havadis alacaktım. Bu düşünceyle, tramvaya atlayıp oraya gittim. Nitekim, komşumuz, Daldalın Osman ile Huylu Osman, kahvede, oturur buldum. Beni görünce, sevinmişlerdi. Masada yer açıp, çay ikram ettiler. Benim talebe olduğumu, okuduğumu biliyorlar, belki de gurur duyuyorlardı. Nede olsa, köylerinden çıkarak, bu seviyeye kadar okuyabilen ilk çocuk bendim. Davranışları, bu kanımı doğruluyordu. Aslında, ilk olmanın gururunu ben de duyuyordum. Konuşma sırasında, Muhittin ile İbrahim ağabeyimi nerede bulabileceğimi sordum. Muhittin, karabatak gibiydi. Nerede olduğu bilinmiyordu. Ama, İbrahim ağabeyimi, Selami Çeşmenin orada görmüşlerdi. “İstersen Onu gör “ dediler. İbrahim ağabeyimi, hakikaten, severdim. Ana bir baba ayrı olmasına rağmen, Onu, muhittin’den daha fazla sever, hürmet ederdim. Her zaman, İstanbul’a gelip, gidenlerden değildi. Yağmurun az düştüğü, mahsulün az olduğu durumlarda, bir kaç kuruş kazanmak maksadıyla gelirdi. Onu göreceğim için sevinçliydim. Hat boyu , Selami Çeşmeye doğru yürümeye başladım. Onu tahmin ettiğim yerde, fıstık çamının altında uzanmış, dinlenirken buldum. Beni görünce, mavi gözleri güldü. Kaç senedir, birbirimizi görmemiştik. Şimdi, karşısında, pejmürde kıyafet yerine, düzgün kıyafetli, biraz da büyümüş olarak, beni görünce, şaşırdığı belliydi. Ellerini öpmek istedim, öptürmedi, sarılıp, kucaklaştık.
Anlatacak çok şey vardı. Ben anlattıkça da,
--Aferin, Yusuf! Aferin kardeşim, diyordu. Okuyan bir kardeşinin olması, belli ki Onu sevindiriyordu. Konuşmalarımız sırasında, Dayımın öldüğünü duyunca, çok üzülmüştü. Çünkü, Onu, tanıyor, benim için yaptıklarını biliyordu.
Kendisinin, buraya, çalışmaya gelme sebebini de,
--Bu sene, köye, çok az yağmur düştü. Tarlalarda mahsul olmayacağını anlayınca, bunu telafi maksadıyla, buraya geldim. Eh! Borçları ödeyecek bir kaç kuruş da biriktirdim, Allah bereket versin, diyerek açıklamıştı. Köyden havadislere gelince: Annem, yine, midesinden şikayetçiydi. Kardeşim Celâl büyümüş, koca delikanlı olmuştu. Nadire nin, bir kızı daha olmuş, Kendisi de karısını boşamış, Geredeli hocanın kızıyla evlenmişti. Bir oğlu, bir de kızı olmuştu.
Ağabeyimin bu sözleri, beni mazime sürüklemişti. Daha çok acılar, Acı ve eziyet çeken insanlar ve daha az sevgiler!....
Akşam üstü, ayrılırken” lazım olur” diye, bütün itirazıma rağmen, elime 10 lira tutuşturmuştu. Sarılıp, öpüştükten sonra, “Ben de bir kaç gün içinde, köye döneceğim” demişti.
Gece, okulda, değişik bir ortamda ve değişik bir yatakta uzanmış yatarken, düşüncelerimde, hâlâ, mazinin sahneleri yer alıyordu ve bir türlü uyutmuyordu. Yatakhanede, benim gibi, erken gelen bir kaç arkadaş daha vardı ki, Onlar konuşa, konuşa çoktan uykuya dalmışlardı.
7. LİSE’DE TALEBE VE ÖĞRETMENLER
Eylülün on beşiydi. Sabah erkenden, talebeler ve öğretmenler , sökün etmeye başlamışlardı. Bütün öğretmen ve öğrenciler, iç avluda toplanmıştık. Her sınıfın, bir sınıf öğretmeni vardı. Muhtemeldir ki, birinci sınıf öğrencileri, benim gibi, hangi sınıfta okuyacaklarını bilmiyorlardı. Sınıf öğretmenleri, ellerindeki listelerden, öğrencilerinin ad ve soy adlarını, megafonla okuyarak, bir sıra halinde toplamaya çalışıyorlardı. Bu arada, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencileri de yerlerini almışlardı. Avlu , o kadar kalabalıktı ki, insan kendini, bir ordu sahasında sanırdı. Kargaşa, bağırma, çağrışma, derken, ancak, saatler sonra, sınıflar oluştu ve hep bir ağızdan, istiklal marşının söylenmesiyle, resmen , okul açılmış oldu.
Artık, öğretmenlerin eşliğinde, gruplar, muhtelif merdivenlerden çıkmak suretiyle, sınıflarına girmeye başlamışlardı. Gürültü, patırtı, görülmeye değer bir manzaraydı. Bir an geldi ki, artık, herkes sınıflarına girmiş, gürültü ve patırtının yerini, sessizliğe bırakmıştı.....
Sınıflar, an fi şeklindeydi. Böyle bir sınıfı, ilk defa görüyordum .. Sınıfımız çok genişti ama, 50-60 da talebe vardı.
Fen yerine, edebiyat kolunu seçmiştim. Fen dersleriyle, bilhassa, matematik ve fizik dersleriyle, başım hoş değildi. Bu sebeple, Bilecik’ten gelen bazı arkadaşlarla ayrı düşmüştük. Selahattin, Necdet, Ali Duran Şinasi ile aynı sınıfta idik. Bizim sınıfta kız talebe yoktu. Onlar, karma sınıfta okuyorlardı. Bizim sınıfta ve okulda, bizden çok daha büyük talebeler vardı. Bizim sınıf, paralı, parasız ve neharî olarak okuyan öğrencilerle karışıktı. 50- 60 kişi olunca, birbirimizi tanımakta güçlük çekiyorduk.
Okulun, bu ilk gününde, hocamız, teker, teker ayağa kaldırarak, isimlerimizi, memleketimizi, hangi okuldan geldiğimizi, leyli mi, nehari mi , paralı mı, meccani mi ? sorularıyla, bizleri, biraz olsun tanımaya çalışıyordu. Güya, bizler de, birbirimizi, böylece tanıyacaktık. Ama, hoca dahil, acaba, kaç kişiyi aklımızda tutabilmiştik ki? Birbirimizi tanımamız, belki de sene sonunu bulacaktı. Hele diğer sınıflardaki öğrencileri de nazarı itibara alırsak, buna ömür yetmezdi. Okul dışında birisini görsek “ göz aşinalığı var, ama nereden” diye , kendi, kendimize soracaktık.
Günler geçtikçe, dersler ilerledikçe sınıf arkadaşlarımızla, öğretmenlerimiz hakkında, daha çok bilgi ve farklı kanaatlerimiz oluşmaktaydı.
Bizim sınıfta, öyle tipler vardı ki, Sabah, ilk derste boy gösterdikten sonra, ortadan yok olurlardı. Akşamları ise, sanki otelde yaşıyorlarmış gibi yemek yemeye ve yatmaya gelirlerdi. Böylelerine, biz, “ Gece kondu” adını takmıştık. Bu tipler, genellikle, paralı okuyanlardı. Sınıflarını geçemez, çift dikiş giderlerdi. Çift dikişle de tutunamayanlar, Anadolu Lisesine kapağı atarlardı. Anadolu lisesinin, böyle, çaka, çaka başı dönmüş paralı talebeleri sınıf atlatmakta , ün yapmış olduğu söyleniyordu.
Öğretmenleri de, tanımakta, zorluk çekiyorduk. O kadar çok sınıf, o kadar çok öğretmen vardı ki! Bahçede dolaşırken, bazen, öğretmen mi? Öğrenci mi, ziyaretçi mi? Birbirine karıştırıyorduk. Bizden üst sınıflar, biraz da bilgiçlik ve üstünlük taslar gibi, bazı hocaları, uzaktan göstererek,
“—Bak, şu gördüğünüz, sıfırcı Naciye, biyoloji hocası; Su ise, Boncuk Ömer, Spor hocası, aynı zaman da müdür muavinlerinden biri.; şu, uzun boylu, kara, kuru, Kasap Ekrem, coğrafya hocası. Talebeleri doğramakta, yani sınıfta bırakmakta üstüne yok; şu da Fransızca hocası, PASSE”! O da , öbüründen farklı değil ya!
Okulda çok hoca olmasına karşın, konuşmaları ve davranışlarıyla, bizim üzerimizde iz bırakanlar, sekiz, onu geçmezdi. Örneğin:Coğrafya hocamız dindar bir insandı. Tanrının varlığını kanıtlamak için, sık, sık misaller verir, Kâinatın yaratılışından, karınca ve arıların yaşantısından, uzun, uzun bahsederken,
--Etrafınızdaki her şeye bakın, bakmak kafi değil, görün. Üzerinde düşünün ve ibret alın. O zaman, Tanrının varlığını, içinizde hissedeceksiniz, derdi.
Fransızca hocamız da, Fransa ve İtalya’yı, genel olarak Avrupa’yı dolaşmış, görmüş, geçirmiş bir insandı. Onun, ders harici konuşmaları da bu memleketlere aitti. Dersi kaytarmak için, ısrarla, gördüğü yerleri anlatmasını isterdik. O’ da, maksadımızı bildiği halde, yarım saat, Paris’i , Eiffel kulesinin Madenî yapısı, 300 m. Yüksekliği ile , Fransızlar için bir övünç anıtı olduğunu , İtalya’daki , Piza kulesinin eğriliğini, mermer merdivenlerinin, yüzyıllar boyu, ziyaretçi ayakları altında, aşınmışlığını; Venedik’i ve gondollarını, SAN Marco meydanını; Kabri adasını, mavi mağaranın görülmeye değer güzellikte olduğunu, ballandıra, ballandıra anlatırdı. Bu arada, Fransızca kelimeler ve sözler eklemeyi de unutmazdı.
Sıfırcı Naciye, biyoloji hocamızdı. Kısa boylu, etine dolgun, çok güzel bir kadındı. Laboratuar derslerinde, bilhassa, insan anatomisi üzerinde durur, erkek cinsel organının ne kadar muhteşem bir şey olduğunu, ciddi bir eda ile anlatırdı. Biz de, gizli, gizli, birbirimize bakar, gülerdik.
Boncuk Ömer ise, bütün talebeler tarafından sevilen, Kısacık boyuna rağmen, biraz da korkulan spor hocamızdı.
8 HAYDARPAŞA LİSESİ
Günler ilerledikçe, etrafımı ve bilhassa, okulumu, daha fazla tanımaya başlamıştım.
Bu muhteşem binayı, ilk defa, 1944 yılında görmüştüm. O sıralar, ilk okulu bitirmiş, askerî orta okula girmek istiyordum. Okula girmek .girebilmek için ilk şart, sağlık raporu almaktı. Bu sebeple, Haydarpaşa, askerî hasta hanesine sevk edilmiştim. İşte o zaman , Önünden geçerken, bu binayı görmüş, büyüklüğü, beni, hayrete düşürmüştü. Adını, daha önce, İzmit’teyken duymamın rolü de vardı bunda.
Dayım , büyük oğlunu , okuması için, paralı olarak, Haydarpaşa Lisesi’ne göndermişti. Erdemin halası , Kuşdili çayırının yanında oturuyordu. Yani, okula yakın sayılırdı. Hafta sonları, evci olarak, halasının yanına çıkıyordu. Kalamış, moda, adalar, derken, İstanbul’un mesire yerlerini gezme imkanı bulmuş, Derslere de gereği kadar vakit ayıramamış, önem de vermemişti. Üstelik, bir de babasının okul taksitlerini ödemeyeceğini anlayınca, okumayı yarıda bırakıp, İzmit’e dönmüştü. İşte, Haydarpaşa lisesi hakkında, ilk kulak dolgunluğum, Erdem ağabeyden dinlediklerimdi O zamanlar, burada okuyacağım, aklımın köşesinden bile geçmemişti.
Binanın içine girdikten sonra, insanın merakı ve hayranlığı bir kat daha artıyordu.
Bina hakkında sorup öğrendiklerime gelince: Bina Almanlar tarafından inşa edilmiş. Yapımına, Abdülhamit zamanında,1893 yılında başlanmış, 1903 yılında bitirilmiş, 1897 Osmanlı- Yunan harbinde büyük başarı gösteren Haydar paşanın ismini yad etmek bakımından Onun ismi verilmiş. Mektebi-i tıbbiye-i şahane’ye tahsis edilmek suretiyle tıp fakültesi olarak 1933 yılına kadar, bu maksatla kullanılmış, Tıp fakültesi Beyazıt ‘a taşındıktan sonra da, Atatürk’ün emriyle, 1936-1937 yılında, Haydarpaşa Erkek lisesi olarak öğretime açılmış...Aradaki yıllar süresince de Öğretmen okulu olarak kullanılmış.
Bina, deniz kenarına kadar uzanan büyük bir arazi üzerinde inşa edilmiş, , ancak bilahare, deniz doldurularak , Haydarpaşa rıhtımı ve limanı inşa edilince, denizden uzaklaşmış. Bina Şekil olarak girintili çıkıntılı, Barok tarzında inşa edilmiş, bir sanat eseri olarak değerlendiriliyordu. Binanın ortasında boşluk bırakılmıştı . Bu boşluk, binanın, iç taraftan da ışık almasına imkan veriyor, ayrıca, zemini, gezinti ve spor etkinlikleri için kullanılıyordu.
Bina, 9mt. Yüksekliğindeki tavanlarıyla, dört katlı ve muhteşem görünüyordu. Deniz tarafından görünüşü ile, kara, yani, Kadıköy—Üsküdar yolu tarafından görünüşü şekil ve yükseklik olarak farklıydı. Binanın deniz tarafında, köşelerde, iki şer ortada da iki tane olmak üzere, tam altı tane kulesi vardı. Ortadaki kuleler üzerine, uzaklardan görülebilecek şekilde saatler yerleştirilmişti. Çatıda, kulelerin etrafında, beton tarasalar bulunmaktaydı .. İstanbul’un her tarafından, bu kuleler görüldüğü gibi, bu taraçalardan da Saray burnu, Sultan Ahmet, Çamlıca ve adaların şahane manzaraları gözler önüne seriliyordu.
Vaktiyle deniz tarafından dan da girilebilen binanın, esas giriş kapıları kara yolu tarafındaydı. Bu kapılara geniş , havuzlu bir bahçeden geçilerek ulaşılıyordu. 3 tane , geniş ve yüksek ikişer kanatlı, ağaçtan, oymalı ve süslü kapısı vardı. Giriş katında, İdari bölümler geçildikten sonra, sınıfların bulunduğu koridorlara ulaşılıyordu. Sınıflar uzun koridorlar boyunca( ki bir koridorda, dokuz sınıf vardı,) yerleştirilmişti. Koridorlar, o kadar geniş ve uzundu ki, zil sesiyle, sınıftan çıkan öğrenciler, kış günlerinde, teneffüs vakitlerini burada geçirip hava alabiliyorlardı. Koridorlar sayesinde, talebeler, yağmurdan ve kışın soğuğundan korunuyorlardı. Binanın ortasındaki boşluğa açılan geniş pencereler, bu boşluk sayesinde, mükemmel aydınlanıyordu.
Alt katlarda, yemekhaneler, 5 adet mutfak, çamaşırhane , hamam ve laboratuarlar vardı. Üst katta, yatakhaneler, son katta ise ne maksatla kullanıldığı, hâlâ belli olmayan, pek çok mekân vardı. Binanın altında, maksadı bilinmeyen dehlizler, geçitler mevcuttu. Bu dehlizlerin, Karaca Ahmet mezarlığına kadar uzandığı, vaktiyle, tıp talebelerinin, mezarlardan kadavra çalarak, üzerinde inceleme yaptıkları, söyleniyordu. Şimdi ise, bütün dehlizler, demir parmaklıklı kapılarla, kapatılmıştı. Buna rağmen, bizim Gece Konducular, bir yolunu bulup, bu dehlizler vasıtasıyla, okulu asmayı beceriyorlardı.
8. GÖZDE PEŞİNDE
Artık, hafta sonlarını, iple çeker olmuştum. Aslında, Ayça ile aramızda, tam olarak, bir gönül bağı oluşmamıştı. Bakışlar, tebessümler şeklinde, başlangıç safhasından ibaretti. Ama, nedense, hafta sonuna doğru, garip bir heyecan sarıyordu içimi. Hele, Cumartesi, son dersin, biran önce bitmesini, Hocanın, dersi fazla uzatmamasını isterdim. Bazen, öğle yemeğini yemeden, tramvay durağına koştuğum olurdu. İskelede , vapur beklemek ise, bana azap verirdi. Vapura binince, derin bir nefes alırdım. “ İşte beni Ona götürecek, köpüklü, beyaz at “ derdim. Vapur, her iskeleye uğrayıp, yolumu uzattığında, “ zamanımı çalıyor “ diye, kaptana söylenirdim. Acaba, bendeki, bu heyecan ve telaş niçindi? Bir tebessüm, bir göz süzmesi için miydi?
Kış geçip, ilk bahar geldiği zaman, bir Cumartesi günü, aklıma esmiş, Halama, ziyarete gitmiştim. Tesadüf bu ya, orada, Çiğdem de vardı. Eh! Öz halası değil mi, İstanbul’a gelmiş, Ona da uğramış olabilirdi? Meğer işin aslı başkaydı. Çiğdem, hasta olan Ümmühanı ziyarete gelmiş, ziyaretten sonra, İzmit’e dönmeyip, halasında kalmaya karar vermişti.
Ümmühan, Haydarpaşa, İntaniye, hastanesinde yatıyor, dedi. Bu sözü duyduğumda, yüreğimin burkulduğunu Onu görmek arzusuyla, yandığını hissettim. Uzun zamandır, Onu ne görmüş, ne de , doğru dürüst haber almıştım. Sesim titreyerek sordum,
-Durumu nasıl,? Yoksa çok mu hasta?
-Onu iyi gördüm, daha iyi bir bakım ve tedavi için yatırmışlardı. Gerçekten, hemşireler, yakın ilgi gösteriyorlar, hiç olmazsa, emin ve bilgili ellerde, İzmit’e rahat olarak dönebilirim. Diyerek, muhtemelen beni, belki de esas kendini, teselli etmeye çalışıyordu. İkisi, hem akraba, hem de iyi arkadaştılar. Ne kadar üzülse, yeriydi. Benimse, ütopyamdı O ! Pazar günü, Ümmühan’ın ziyaretine gitme kararıyla, halamlardan ayrılıp, okula döndüm. Dönerken de , gözüm hastanedeydi., Tramvay, İntaniye’nin hemen yakınından geçiyordu ve bizim okula çok yakındı.
Bu defa, yüreğim, Ümmühan için çarpıyordu. Yüreğimde kabuk bağlamakta olan bir yara varken , şimdi, bu yara tekrar deşilmişti. Ayrıca, hastalık durumunu da merak ediyor ve üzülüyordum. Acaba, Ona gidersem, beni nasıl karşılayacaktı. Ziyaret etmem doğru mu olacaktı? Gizli duygularımı, Ona ne kadar değer verdiğimi anlayacak mıydı? İzmit’teyken, sözler değil, gözlerim bir şeyler söylemek istemiş,, ama , O, gözlere bile geçit vermemişti. Belki de, gurur ve tenezzül meselesiydi. Eniştesinin, ilk okuldaki, fakir bir akrabasıydım çünkü. O kadar!
Acaba, şimdi, sevgiye, aşkıyla çarpan bir kalbe, ihtiyacı var mıydı? Gözlerinde, bir parıltı, bir sıcaklık görebilir miydim?
Bu duygularla, ( Hastanenin önünde satılanlardan) bir demet çiçek alarak, Pazar günü, öğleden sonra, hastaneye gittim. Hemşireler, balkon tarafını gösterdiler. Hava ılık ve güneşliydi. Hastanenin güney cephesi, boydan, boya balkondu. Hastalar, balkondaki şezlonglara uzanmışlar, güneşleniyorlardı. O’ da , hastalar arasındaydı. Yanına vardığımda, gözleri kapalıydı. Bir an, tereddüt edince, yanındaki hasta,
Uyumuyor, seslenin, dedi. Benim seslenmeme gerek kalmadan, gözlerini açtı. Güzel, şahane gözleri, biraz, gölgelenmişti. Beni, karşısında görünce şaşırdı.
--Aaa..! Yusuf, sen misin,? dedi. Ben de,
-Tanımayacaksın diye korkuyordum, neyse ki, korktuğuma uğramadım, diyerek, güya, espri yaptım.
Tebessüm ederken, bembeyaz dişleri, meydana çıkmıştı. Çekine, çekine,
-Nasılsın, Ümmühan,? Burada olduğunu, dün, Çiğdem’den öğrendim.
--Ben de, onun için şaşırmıştım. Benim, burada yattığımı nasıl öğrendin, diye. Bana gelince,
--Şimdi, daha iyiceyim , burada, bize daha iyi bakıyorlar.
Ne konuşmalıydım, acaba? Böyle durumlarda da, konuşma becerim fazla değildi. İzmit ve oradakilerden başka, müşterek konumuz, hemen, hemen yok gibiydi. Onlardan bahis ederek, Onu yormak uygun olmayacaktı.
--Bizim okul çok yakın, burada olduğunu bilseydim, daha önce, ziyaretine gelirdim, diyerek, suskunluğumu bozdum.
--Biliyorum. Senin, Haydarpaşa lisesinde okuduğunu, Çiğdem söylemişti. Zaten, ben de çok olmadı buraya geleli. Böyle bir cevap duyunca sevindim. Demek ki, benimle ilgili, bazı şeyleri biliyordu. Daha fazla kalarak, Onu yormanın anlamı yoktu. Acil şifalar dileyerek, biraz da , içimden atamadığım hüzünle, hastaneden ayrıldım.
Okula doğru yürürken, zihnim, hep, Onunla meşguldü. Elimde imkân olsa, Onun için, neler vermez, neler yapmazdım ki! İsteklerimin sınırı yoktu.
Ne yazık ki, parasızlık ve Onu rahatsız ederim endişesiyle, ziyaretime, bir müddet ara vermiştim. Onu tekrar görmek istediğimde ise, uzaklara, taa, Yakacık taraflarında, Süreyya Paşa, Prevantoryumuna nakledildiğini öğrenmiştim. Benim için, oralara gitmek , bir hayal, bir Ütopya peşinde koşmaktan farklı olmayacaktı. Bunun için her şeyden önce, para ve zaman lazımdı. Bu sebeple, sükutu hayale uğramış ve meyus olarak, okula dönmüştüm.
9... 18 LT.LİK GAZ TENEKELERİ
Okullar kapanmış, lise birinci sınıfını geçmiştim. Ne yazık ki, orta okuldaki başarımı, burada gösterememiştim. Notlarımın çoğunluğu, orta dereceden ibaretti. Kilolarımı da kaybetmiştim. Bana , bir haller olmuştu. Eğer, orta okuldan , bilgi bakımından güçlü gelmemiş olsaydım, belki de, bazı derslerden, eylüle ikmale, kalabilirdim. Beni bu hallere koyan sevda mıydı? Yoksa, kara sevda mıydı?
Eve gittiğim zaman, ablam, düşünceli olduğumu, hemen, fark etmişti. Onun gözünden de, hiç bir şey kaçmıyordu. Yaşantımın hemen, her safhasını biliyordu. Ayçe ile olan ilgimi de, bir ara, bunun, kesintiye uğradığını da. Beni üzgün ve düşünceli görünce,
--Yine ne oldu ki, böyle durgun görünüyorsun.?
--Bir işe girmek , okul harçlığı için, biraz para kazanmak istiyorum, diyerek sorgusunu başka yöne çekmek istemiştim. Ümmühan konusunda, fazla konuşmak istemiyordum,
--Eniştene bi söyleyelim, sana iş bulacak, belki, bir tanıdığı vardır.
Gerçekten, tatilin ilk haftası geçmeden, bana, iş bulunduğu müjdesi verilmişti. Deniz kenarında, bir motor iskelesi vardı. Mavnalarla gelen gazyağı , sahildeki depoya taşınıyor, orada depolanıyordu. Gazyağı, hem aydınlatmada, hem de mutfakta kullanılan ve zor bulunduğu için kıymetli olan bir yakıttı. Çalıştığım yer, ana depo durumundaydı. Hem mavnalarla gelen gaz tenekeleri, buraya taşınıyor, depolanıyor, hem de buradan, satış yapıldığından, , kamyonlara ve mavnalara yükleme işleri eksik olmuyordu. Gaz tenekeleri, 18 litrelikti . tenekenin üstünde, ancak üç parmak girecek büyüklükte, kalın telden , tenekeyi taşıma maksadıyla yapılmış bir kulp vardı. Yani, 18 litrelik tenekeyi, iki veya üç parmakla kaldırıp, 200-300 m. Mesafeye taşımak gerekiyordu. Zaman, zaman dinlenme payı da olsa, sabahtan, akşama kadar teneke taşımak, yorgunluk bir yana, parmaklar için, büyük, çok büyük bir eziyet ve işkenceydi. Tenekeyi taşırken, her ne kadar, sağ elden sol ele , sol elden sağ ele geçirmek suretiyle parmakları dinlendirmek mümkünse de, genel olarak, yük ve baskıdan, parmakların kan devranı azalıyor dolayısıyla morarıyor ve bazen de mahut tel tarafından kesilerek kanıyordu . Böyle kanamaya, biraz da benim elimin durumu sebep oluyordu. Avuçlarımın derileri bu mevsimde, hala soyulmaya dolayısıyla incelmeye devam ediyordu. Üstelik, bu eziyete, temmuzun sıcağı, gazyağı kokusunu teneffüs etmek mecburiyeti ve pisliği ilave edilirse, bu işin ne kadar zor olduğu anlaşılırdı.
Uzaktan bakanlar için, bu işin zorluğunu anlamak mümkün değildi .Onlar için , neticede , taşınan bir gaz tenekesi idi, işte o kadar! Bu işin zorluk ve pisliğinden, benden başka şikayetçi olanlar da vardı. Çalışırken, giysilerim de leke ve pislik içinde kalıyordu. Üstelik, gazyağı kokusu da cabasıydı. .Onları temizletmek veya yıkatmak da ablama kalıyordu. Halbuki, bir tulum giyme imkanı olsaydı, ne kadar iyi olurdu. İşe başlarken onu giymek, işten sonra çıkarmak Ama böyle alışkanlıklar henüz insanlarda yer etmemişti.
Bütün bu zorluklara, parmaklarımın patlamasına, kanamasına, sızım, sızım sızlamasına rağmen, çalışmaya tatil süresince devam ettim. Çünkü, bu kanamaların geçici olduğunu düşünüyordum. Asıl kanama, asıl yara ise kalbimdeydi. Ümmühan’ın ciğerleri, benim ise, kalbim hastaydı. Acaba, Onunki, iyileşir miydi? Benimki için ise, hiç ümit yoktu. Ümit etmek için bir sebepte yoktu. Önümde o kadar belirsizlikler vardı ki! Okulu bitirmem için, daha iki sene gerekiyordu. Bitirsem, ne olacaktı. Gerçi, lise mezunu olmak, 1940 lı yıllarda, oldukça avantajlıydı., ama iş bulunacak mıydı? Çünkü, üniversiteye gitmeyi, hayal bile edemiyordum. Ne ile, hangi imkanla, okumaya devam edebilirdim. Liseden sonra, iş bulabilsem bile, ancak, kendi karnımı doyurabilirdim. Gerçekte, benim istediğim bu değildi ki! Gönlüm, kendime bile itiraf edemediğim şeyler istiyordu. Bu arzu ve istekler ise hayaldi, gerçekleşemeyecek bir hayal!
Bütün bunlara rağmen, aklım ve mantığım, her şeyi unutup,, okul devresini kazasız bitirmemi emrediyordu. Yangına körükle değil, onu soğutacak, söndürecek bir yol bulmalıydım. Bu da derslere, kendimi vermekle, dört elle sarılmakla mümkündü. İşte, lise ikinci sınıfa bu düşünce ve kararla başlamıştım.
10. . İKİ SEVDA- BİR GÖNÜLDE
Hafta sonları, yine, ablamlar’a gitmeye devam ediyordum. Bazen, Enişte Beyle aynı vapurda karşılaşıyorduk. O, her zaman, üst güvertede, açık yerde oturuyordu. Elinde, akşam gazetesi, açık ve rüzgarlı olan güvertede, yol boyunca, gazete okumaya devam ediyordu. Gelip, yanına oturduğum zamanlar,
--Ooo.!! .Sende mi buradasın? Ne var, ne yok, diye bir kaç kelime konuşur, sonra gazetesine gömülürdü. Gide, gele, göre, göre bıkmış olmalıydı ki, etrafına pek bakmazdı. Halbuki, boğaz manzarası, kadın ve kızlar dahil, zevk alınacak o kadar güzellikler vardı ki! Acaba, vapurla, her gün, gidip, gelsem, ben de mi öyle ilgisiz olurdum ki?
Üsküdar’dan bindiğim vapur, genellikle Çengel Köye uğrar,, kıyıya çok yakın, Kuleli, Askerî Lisesinin çok yakınından geçerdi. Bazen, üniformalı talebeleri, kıyıda veya bahçede dolaşırken görür, gıpta ile bakardım, Askerî orta okula girememem, hala, yüreğimde bir ukde olarak kalmıştı. Kan kardeşimin kabul edilmesine, her ne kadar sevinmişsem de, beni, okula kabul etmemelerini haksızlık olarak görüyordum.
Hafta sonları, her eve gelişimde, Ayça’yı, pencerede, görür olmuştum. Öyle, orada dikilmiş, beni beklediği belliydi. Bazen, enişte bey, beraber eve gelirken, bu durumun farkına varır, bıyık altından güler, sanki, bize, “ Sizi gidi acemi aşıklar,”diyormuş hissini verirdi.
Gönül bu ya!- Nasıl gönülse! Ümmühan’dan ümidimi kesilmeye yüz tutunca , yine Ayça’ya meyil etmeye başlamıştı. Sanki, gönlüm ikiye bölünmüştü. Bir tarafta gerçek; Ayça, diğer tarafta, hayal,; Ümmühanı. Ayça, acaba, bu durumu biliyor muydu veya hissediyor muydu? Hareketleriyle, beni, kendine çekmeye çalışıyordu.
Bir zaman sonra, bunda da muvaffak olmuştu. Artık, Pazar günleri, havalar güzel olduğunda, bazı yerlerde, buluşmaya başlamıştık. Her ne kadar, sokak çeşmesinden su doldururken, yan yana ve göz, göze geliyorsak da, ilk buluşmamız, evin üst tarafındaki, fındık - incir bahçesinde olmuştu. Burası, Onların katından görülmeyecek kadar yüksek, oturduğumuz kattan görülmesine de, ağaçlar mani oluyordu.
Amfi gibi, set, set olan bu bahçede, fındık ağaçları mey anında, incir ağaçları da vardı. Bu bahçenin tanziminde, epey emeğim geçmişti. Ekimin ilk haftasında, güneşli, güzel bir havaydı. Ağaçların üzerinde, Hâlâ, tek, tük incirler görülüyordu. Bir kısmı da buruşmuş gibiydi. Onlardan birkaç tanesini toplamaya başlamıştım ki, yavaş, yavaş Ayçanın, bana doğru yaklaştığını fark ettim. Demek ki, benim bahçeye çıktığımı görmüştü. Epey yaklaşınca, ilk söze başlayan O oldu.
--İncirlerin üzerinde, kiracıların da hakkı olmalı, değil mi? Böyle söylerken, üzüm gibi, kara gözlerinin içi gülüyordu. Biraz da, gelirken, sanki, süslenmiş gibiydi, çünkü, üzerinde gördüğüm, ev kıyafeti değildi.
--Tabii , gel, beraber toplayalım, sonra, yarı, yarıya bölüşürüz. Senin uzanamadığın dalları, bana bırak, diye cevap vermiştim. İşte orası, ellerimizin tutuştuğu, nefeslerimizin, birbirine karıştığı ilk yerdi. Ne yazık ki, ne kadar ağırdan alsak da, ağaçta fazla incir yoktu. Bu sebepten, bu ilk beraberliğimiz fazla uzun sürmemişti. Ama, gelecek hafta sonu için, kasabanın en yüksek yerindeki kayalıklarda buluşmak üzere sözleşmiştik. Arzumuz hilafına, geldiği gibi, sessizce, ilk ayrılan da kendisi olmuştu. Götürdüğü incirler de, yapraklara sarılı, , 10-15 taneyi geçmiyordu. Götürdüğü, sadece incirler değil, kalbimden de bir şeyleri , alıp gitmişti.
Hafta sonunu, daha doğrusu, ikinci buluşma gününü, iple çekiyordum. Allah vere de, içerde ve dışarıda, hava durumu kötü olup bir aksilik çıkarmasaydı.! Hava iyi olursa, tepedeki kayalıklara , kötü olursa, sinemaya gitmeye karar vermiştik. Benim tercihim, tepedeki kayalıklardı.
Benim evden çıkmam nispeten kolay olurdu da, O, ne bahane bulacaktı acaba?, Sözleşirken, bunu hiç düşünmemiş, sormamıştım.
Ekim ayının, güneşli, oldukça sıcak bir Pazar günüydü. Malum, Enişte Bey, yürüyüş tutkusuyla, evde yoktu. Ablam, iki kızıyla, haşır, neşirdi. Onlara banyo yaptıracak, üstlerini, başlarını temizleyecek, Gülcan’ı, pazartesi günü için, okula hazırlayacaktı. Sabahtan, Ona gerekli yardımı yapmıştım ki, öğleden sonrası için, boş kalabileyim .. Nitekim,
--Hava güzel, şöyle bi tur atıp geleyim, dediğimde, şüpheli bakışlarını, üzerimde hissettim. Gerçeği bilmiyordu, ama, belki de bir tahminde bulunuyordu.
-Gittiğin yerde fazla oyalanma! Çabuk gel, diyerek müsaade ettiğini gösteriyordu. Evden çıkarken, yüksek sesle,
--Ben gidiyorum, fazla gecikmem, dedim ki, maksadım, aynı evde yaşadığımıza göre, Ayçanın beni duymasını sağlamaktı.
Yavaş, yavaş mezarlıklara doğru yürüdüm, tepeye, en kestirme yol, mezarlıktan geçiyordu. Kayalıklara yaklaşırken, acaba, gelecek mi? Nasıl gelecek? diye merak ediyordum. Gelirse, beni, nerede daha iyi görebilir, nerede durmalıyım diye düşünürken, Bir anda, Onu karşımda görünce şaşkına döndüm. Hayretle,
--Nasıl geldin? Ne zaman geldin? Diye sormadan edemedim.
-On beş dakika oldu geleli, evden nasıl çıktığım ise sır. Neyse, sana açıklayabilirim.
--Bu işi, dünden ayarladım. Dün eve gelirken, beni pencerede gördün mü? Gerçekten görmemiştim. Biraz da bozulmuştum galiba!.
--Hayır görmedim.
--Göremezdin, çünkü, evde yoktum. Mezarlığın karşısında, bizimkilerin, aziz dostları oturuyor. Cumartesi günü, Onlarda kalmak istediğimi söyledim. Onların tek kızı, benim arkadaşım, O, aynı zamanda benim sırdaşım. İkimiz ayarladık bu işi. Hatta, O, seni buraya gelirken, görmüştür bile. Çünkü, merak ediyordu. Seni, Ona tarif ettim. Bunları, Onun ağzından duyunca, rahatlamıştım artık, şimdi, büyük bir kayaya yaslanarak, yan, yana oturup, kuşbakışı, kasabayı, paşa bahçeyi, Yeni köyü, Tarabya’yı, boğazın şahane güzelliğini seyredebilir, el ele tutuşarak, bu güzelliği, içimizde hissedebilirdik. Önümüzde, sanki, büyük bir havuz vardı. Şahane güzellikleri de, havuzun etrafında, kıyılarında. Burası, asudeydi, rüzgarın esintisinden başka, ses duyulmuyordu. Sanki, Adem ile Havva gibi yalnızdık.
Artık, birbirimizi tanıma zamanı gelmişti. Önce ben, kısaca, geçmişimden söz ettim. Beni dinlerken, gözlerinin buğulandığını fark etmiştim. Sıra Ona gelince:
Onun hayatı da, benimkinden, pek farklı değildi. Ancak, çocukluğu, çok iyi geçmişti. Kastamonu’da yaşıyorlardı. Babası, ticaretle uğraşıyordu. Annesi, zengin bir ailenin tek kızı ve mirasçısıydı. Miras olarak, bağlar, bahçeler ve apartmanlar kalmıştı. Ayçe’nin her istediği yerine getiriliyordu. İlk okulu bitirdiği zaman işler değişmişti. Babası, bir sevgili bulmuş, önce, saf, temiz duygulu annesinden umumî vekaletname almış, sonra neredeyse, bütün malları üzerine geçirtmişti. Çok geçmeden de annesini boşayarak, mallarını satmış ve sevgilisiyle, terk-i diyar etmişti. Ancak, oturmakta oldukları evin tahliyesi için, mahkeme karırıyla, haciz memurları geldiğinde durumdan haberdar olmuşlardı. İşte çile, o zaman başlamıştı. Annesi, bileziklerini, altınlarını satarak, geçimlerini sağlamaya çalışmıştı Ayça, 12-13 yaşlarındayken, annesi, bu acı ve ihanete tahammül edemeyerek rahmetli olmuştu. Kimsesiz kalan Ayça’ya de, halen yanlarında kalan akrabaları, babasının akrabaları sahip çıkmıştı Onların da üç çocuğu vardı. Ama, ikisi, ince hastalığa yakalandıkları için, havası temiz bir yer aramışlar, bu sebeple, buraya taşınmışlardı. Azda olsa, memleketten para gelmeye devam ediyordu. Akrabalarının yanında, Onlara iş görmek suretiyle, hayatını idame ettiriyordu. Allah razı olsundu, Onlar da olmasaydı, yalnız başına, ne yapar, nasıl yaşardı. Zalim babası, kendisini, hiç aramamıştı.
Bir taraftan hayat hikayesini anlatıyor, bir taraftan da, o eski günleri, tekrar yaşarmışçasına, gözlerinden, yanaklarına, iplik gibi yaşlar süzülüyordu.
Biz buraya ne maksatla gelmiştik. Müşterek acı ve dertler, bizi ne hale getirmişti! Önümüzdeki şahane manzara, bir sis perdesine bürünmüş, artık görülmez olmuştu. Zevklerimiz, şevklerimiz acıya dönüşmüş meyus olmuştuk. Demek, bizi birbirimize yaklaştıran, ortak duygularımız, daha ziyade, bu acı ve çilelerdi. Bu gerçekleri içimizden atmak mümkün müydü?
Şimdi, iki sevgiliden ziyade, sanki yıllarca, birbirini tanıyan, iki dost gibiydik. Birbirimizin dertlerini paylaşmış, bir hayli de rahatlamıştık. Aşk ve sevgi sözleri, yerini, teselli sözlerine bırakmıştı. İkimiz de, yerimizden sanki, dayak yemiş gibi kalktık. Yan yana, patikadan yürürken, söyleyecek söz bulamıyorduk. Onu, duygu ve düşünceleriyle, arkadaşının evine kadar götürmüş, Ben de çok üzgün olarak, eve dönmüştüm.
Daha sonraki hafta sonlarında da, bilhassa güzel havalarda, ayça ile, böyle buluşmalarımız olmuştu. Genellikle, Paşa Bahçe rakı fabrikasının yanındaki denize nazır tepede, çamların altında buluşuyorduk. Buraya kadar, bazen otobüsle, bazen de yaya olarak gelir, çamların altında oturur muhabbet eder, veya hiç konuşmadan, boğazın güzelliğini seyrederdik. Onun yanında olmaktan büyük zevk alırdım. Onun da aynı zevki duyduğundan emindim, aksi takdirde, bu kadar yolu niye kat etsin, bu kadar zahmete niye katlansın ki?. Ancak, öyle zaman oldu ki, hafta sonları eve gelmem , dolayısıyla, buluşmamız da seyrekleşmişti.
11 . GEMİLERDE PUANTÖRLÜK
Lise üçüncü sınıfa geçtiğimde , aldığım karne, geçen seneye nazaran, daha iyi idi. Yani, iyi notlar çoğunluktaydı.
Yaz tatilinde, yine iş peşindeydim. Bu defa, Enişte Bey’in sayesinde, rahat bir iş bulunmuştu. Arkadaşı, TMO ( Toprak Mahsulleri Ofisi) de baş puantör olarak çalışıyordu. TMO’ nin merkez binası, Karaköy’de bankalar caddesi üzerinde idi. Ama, ben, büroda değil, gemilerde çalışacaktım.
1940, lı yıllarda, Türkiye, iktisaden, kendini, hâlâ toparlayamamıştı. Nüfus artıyor fakat üretilen mahsul, Türkiye nüfusunu besleyemiyordu. Henüz, makineleşme yoktu. Üretim sistemleri, hâlâ ilkeldi. Dolayısıyla, bilhassa, Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, muhtelif memleketlerden, buğday, nohut, mercimek gibi, hububat ithal ediliyordu. Satın alınan hububat, limanlara, gemilerle taşınıyordu. Nakliyatı yapan firmalar içinde, maalesef, Türkler azılıkta idi.. Çünkü, Türk ticaret gemileri yok denecek azdı.
İlk tecrübemi, Salı pazarı rıhtımına yanaşan bir gemide yaşamıştım. Cihat Ağabey, bana işi bizzat öğretmek için, meşgul olmuş, bana yardım etmişti. Dost ve arkadaşça davranışı hoşuma gitmiş, beni onurlandırmıştı. Cana yakın bir insandı.( Bu dostluğumuz, sonraki yıllarda da sürecek, rahmetli oluncaya kadar devam edecekti.)
Yabancı gemiler limana gelince, belli bir süre içinde, yüklerinin boşaltılması gerekiyordu. Aksi takdirde, adlaşmalara göre navlun ücreti cezalı olarak tahsil ediliyordu.
Hububat taşıyan nakliye gemilerinin ambarları göz , göz ayrılmış, buralara hububat doldurulmuştu. Böyle yüklenmesi bir nevi emniyet içindi. Aksi takdirde, hububatın geniş ambar içinde, bir taraftan diğer tarafa kayarak, geminin dengesini bozması ve batmasına sebep olması mümkündü.
Gemi ambarlarından, hububat çuvallara doldurularak, gemiye yanaşan, mavnalara taşınıyordu. Bu işi, geçici olarak tutulan, işçiler yapıyordu. Ben ve benim gibi, lise veya orta okul talebesi bir kaç arkadaş da, puantör olarak, bu taşınan çuvalları sayıyorduk. Puantörlerin içinde, kadrolu olan yaşlı başlı kişilerde vardı. İşin zamanında bitmesi bakımından, gece, gündüz üç vardiya halinde çalışmamız gerekiyordu. Ben, torpilli olduğumdan, genellikle gündüz vardiyasında çalışıyor, gece ise, geminin, uygun bir yerini bulup uyuyordum. Yeme, içme, her şey gemiye aitti. Gemi tahliye olduktan sonra, raporlar tanzim ediliyor, Baş puantör’e veriliyordu. Bilahare, karaya çıkıyor, ikinci bir gemi geliciye kadar serbest kalıyorduk. İkinci geminin ne zaman geleceği, önceden biliniyordu. Buna göre, arada uzun süre varsa, evlerimize gidebiliyorduk.
İşte böyle bir boşluktan yararlanarak, eve gittiğimde, Ayça ile bir kere daha buluşma fırsatı yakalamıştık. Yine buluşma yerimiz, ulu çam ağaçlarının altı idi. Burada, gözlerden uzak, Onun sıcaklığını duya, duya, uzun süre dertleşmiştik. Konuşmalarımızda, ne bir aşk, ne de vaat vardı. Hayalden ziyade, gerçeklere daha yakındık. İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur muydu ki? Gönüllerin de bunu istediğinden, artık tam olarak emin değildik. Üstelik, mal yok, mülk yok neye güvenecektik!. Buna rağmen, ayrılırken, tekrar buluşmak ümidimiz vardı. ( Bunun son buluşmamız olacağını ikimiz de bilemezdik ki. Kader, insanların yollarını nasıl birleştiriyorsa, öyle de ayırabiliyordu. Gemilerde çalışmam dolayısıyla, O yaz , ablamlar’a pek gelememiştim. Lise üçüncü sınıfa başladığım zamanda, derslerin sıkışıklığı, ve bitirme imtihanları derken, ayda bir veya iki defa hafta sonu eve gelebiliyordum. Ama eve yaklaşırken ne zaman pencereye baksam. Hayal gibi, Onu görürdüm. Liseyi bitirip tahsil için uzaklara gittiğimde, artık yollarımız, tamamen ayrılmış oluyordu. Seneler sonra, kendinden oldukça yaşlı ve bedence sakat bir insanla, evlendirildiğini duyunca, yüreğim cız etmişti. Üstelik, -- ablam sanki her şeyi biliyordum dercesine, Onun beyaz gelinlikle çekilmiş , kocasıyla dans eden fotoğrafını vermiş olacak ki, -- albümü her karıştırdığımda,Onun hiç de mutlu görülmeyen haline bakarak üzüntü duyacaktım. Onun mutlu olmasını ne kadar isterdim)
Baş Puantör çok çalışkan, titiz, aynı zamanda, vesveseli bir insandı. Her işin mükemmel ve çabuk olmasın isterdi. İşler, istediği gibi gitmezse, çalışanları, bayağı haşlar, kırardı. Kendisi olmadığı zamanlar, görevi, yaşlı bir insan olan yardımcısı alırdı. Yardımcısı, Onun kadar titiz davranmaz, daha hoş görülü olurdu.
O tarihlerde, en makbul şeylerden biri, yabancı sigaraydı. Gemi kaptanı veya yardımcısı, bunu bildiklerinden, geminin bir an önce boşaltılması için, iş bitiricilere, hediye olarak, karton, karton sigaralar, çikolatalar, bisküviler hediye ederlerdi. Bu arada, böyle hediyelerden, benim payıma düşen de oluyordu. Sigara içmediğim için, almak istemezdim, fakat “içmesen bile, tanıdıklarına verirsin “ diye beni, ikna ederlerdi.
Aradan zaman geçtikten sonra, bu defa gemi tahliyesine, Haydarpaşa limanında başladık, Bu sefer, hububat, mavnalara değil, silolara taşınıyordu. Burada iş biraz daha zordu, çünkü gemiden karaya, oradan da siloya taşınması işi oldukça zorlaştırıyordu. Üstelik gemiler, arka, arkaya gelmiş, iş sıraya binmişti. Geçici işçi bulmak da oldukça zaman isteyen bir işti. Dolaysıyla, Cihat Ağabey, üzülüyor, gemilerin peşi sıra gelmelerine de kızıyordu. Neden zamanında haber verilmiyordu?. Halbuki, daha şimdiden, 2 Ağustosta gelecek geminin haberini almıştı bile.
Haydarpaşa limanında üç hafta çalışmıştık. Yakın olduğu için, boş kaldığım günler, halamı ziyarete gidiyordum. Halam (Dayımın kız kardeşi) Kurbağalı dere kenarında, Ankara’da evli olan kız kardeşinin evinde oturuyordu. Kız kardeşine de bu ev , evlatlık olarak verildiği aileden kalmıştı. Halam, beni oldukça iyi karşılıyordu. Tabii, elim dolu gittiğim sürece, ne de olsa dul kadındı. Her hangi bir geliri yoktu. Genellikle, kadınların veya erkeklerin tamire ihtiyaç duyulan çoraplarını aynı renk ve kalitede ip veya yünle örmek suretiyle tamir ediyordu. Birileri, Onun bu işi yaptığını öğrenmiş olmalı ki bu gibi tamirlik çorapları toplayarak, sevabına Ona getiriyordu. Bir de camilerle, hocalarla, arası pek iyiydi. Galiba, bilhassa dinî gün ve bayramlarda, oralardan bazı menfaatler sağlıyordu. Ayrıca, İzmit’e gittiği zamanlar, veya ziyarete geldiğinde, ağabeyi, Ona çok destek oluyordu. Ama şimdi kardeşi rahmetli olduğuna göre, oldukça sıkıntı çekiyordu.
Küçük halamı da, Ankara’dan geldiği sırada, orada tanımıştım. Ablasının aksine sarısın, güzel, biraz da kibirli biri idi. İnsanlara, belki de bana, tepeden bakıyordu. Kibar bir hali vardı, sanki hanımefendi görünüyordu. Evlatlık verildiği aileden miras kalan bu evin alt katını ikiye böldürmüş, bir kısmında, kendisi yazları geldiğinde, kullanıyordu. Evin üst katını da, kiraya, yeğenine vermişti. Dul halamın bu kızı, Enişte Beyin şef olarak görev yaptığı şirkette, daktilo olarak çalışıyordu.
Apandisit ameliyatı sonrası, nekahet devresini geçirirken, şefini yemeğe çağırarak, yasemin ablamı görmesine ve evlenmelerine sebep olan , hala kızı, işte buydu. Herhalde, ablam, hala kızına müteşekkir olmalıydı? Ancak, bu hala kızı, çok şanslıydı.(Gerçi, sonraki yıllarda bu şansı devam etmeyecek, kocası genç yaşta öldükten, Mühendis olan tek oğlu , uçak kazasında Marmara’ya gömüldükten sonra, acılarla tek başına yaşlanacaktı) Kocası ve kayınvalidesi çok efendi insanlardı, kadir--kıymet bilen kişilerdi. Onu el üstünde tutuyorlar, bir dediğini, iki etmiyorlardı. Aynı zamanda, fedakâr ve misafirperverdiler. Asılları, Balkanlardan göç etmiş, zengin ve asil bir aileydi.
Dul halam da ilk evliliğini, Elazığlı , bir köy ağasıyla yapmıştı. Kocası, geçimsizlik nedeniyle, O’nu terk edip gidince, tek kızıyla, yalnız yaşamaya başlamıştı. Kızını okutmak için, eşin- dostun ve ağabeyinin yardımına ihtiyaç duymuştu. Öyle veya böyle, kızı okulu bitirdikten sonra iş sahibi olmuş ve Rumeli’den gelen bir göçmenle evlenmişti. Bu mozaik evlilikler neticesinde, halamın çok sevdiği erkek torunu, aynı zamanda , hem orta Anadolu, hem Rumeli hem de güney doğulu, olarak tamamen Türkiye’nin geçeğini , Türkiye’nin mozayık’ını yansıtıyordu.
Halamın kızı da, tabii ki, dul anasına , arada bir yardım ediyordu. Kendisi çalıştığı için , oğluna annesi ve kayınvalidesi bakıp yetiştiriyorlardı. Halamın kızı, annesinden gizli, teyzesine, ev kirasını bile ödüyordu. Annesi bunu duysa, kıyameti koparırdı. O, evde, parasız oturduğunu zannediyordu.
Küçük halam kibirli bir insandı. Kibirli olması, belki de zamanında, evlatlık verilmesinden kaynaklanıyordu. Hiç çocuğu olmamıştı., çocuklara bilhassa, bana davranışı da bundandı Dul halam, hava almayı, gezmeyi çok severdi. Bu mevsimde, kuşdili çayırı, cıvıl, cıvıl olurdu. Evinin önünden, dere kenarındaki yoldan, yüzlerce insan gelir geçerdi. Zaten ismi de, gezinti sokaktı. Dere de ise, su halen berraklığını kaybetmemişti., henüz kurbağalar ötmekte, sandallar dolaşmaktaydı.
(Daha sonraki yıllarda, halamların anlattıklarını da nazarı itibara alarak, ÇAYIR VE DERE hakkındaki hislerimi şu dörtlüklerle dile getirecektim.)
“Bir öykü doğadan, hazin ve gerçek.
Şükredelim ki, buluyoruz, bir yudum su, içecek!
Bir zamanlar bilinirdi, çayır ve derenin ünü,
Nasıldı çayır ve derenin , dünü, bu günü.?
.Kuşların ötüşünden almıştı, çayır adını,,
Piyasa yapardı orada erkeği ve kadını.
Giyilirdi, renkli feraceler ve kırmızı fesler,
Bülbüller öterken dururdu, konuşan sesler.
Yem yeşil çimenleri vardı, ağaçları uluydu.
Öyle bir devir ki, insanlar, padişahın kuluydu.
Civarda, aşı boyalı, beyaz renkli konaklar,
Akşamları, gazinolarda, duyulurdu serenatlar.
Faytonlarda göz süzen, güzel dilberler,,
Erkekler papyonlu, bastonlu, piyasa ederler.
Ünlü gazinolar vardı, kurbağalı dere boyunda,
Dolaşırdı balıklar, sandallar berrak suyunda.
Hafız Burhan okurdu, güzel, içli gazeller,
Dinlemeye gelirdi , taa.. Üsküdar’dan, güzeller.
Sandallar, insanlarla, hep sefer yapardı.
Gazinolar kapılarını, akşamları, çok geç kapardı.
Kuşdili çayırı, artık sarardı, soldu, kalmadı renkler,
Ağaç yerine, pazarcılar için dikildi demir direkler.
Kuşdili çayırının adı oldu şimdi, Salı Pazarı,
Yeşil doğaya değdi, kem gözlerin nazarı.
Yerel yönetimi iş yapar sandık, sanalı,
Kurbağalı dere şimdi oldu, açık su kanalı.
Yaz gelince, artık, çayır, çimen hiç olmaz
Derenin pis kokusundan, civarlarda durulmaz.
Pazar biter, döküntüler, tüm sahayı kaplar,
Gelin, görün, ibret alın, aziz ahbaplar!
Pazar dağılırken, trafik, çirkinlik görülmeye değer,
Avrupalı mıyız? Ne kadar uzak, ne kadar meğer?!
Çimenler dikelim, boş, her karış toprağa,
Özlemimiz, temiz havaya, yeşil yaprağa.
Çöp bidonları her zaman kapalı olsun!
Çöpler sokağa atılmasın, kapalı bidona konsun!”
Çayır ve derenin, o zamanki güzelliğiyle tatmin olmayan halam, Kalamış’taki gazinoları, ve modadaki deniz hamamını tercih ederdi. Beni görünce, vaktiyle Erdem ağabeye yaptığı gibi, kendisini, oralara götürmemi isterdi. Oralara, ya tramvayla, ya da sandal tutarak giderdik. Sandalcılar saatine fazla para istediklerinde,” Ayol! Şurada komşuyuz, Allah’tan korkun “ diyerek pazarlık eder ve Onları , istediği parayı vermeye razı ederdi. Bazen Kalamış’ta gazino da oturur, bazen de deniz hamamına giderek, oradan denize girerdi. Bazen de Fenerbahçe burnuna gider ,ağaçların altında dolaşarak hava alır, götürdüğümüz yiyeceklerle piknik yapardık. İşte o zaman, çok mutlu olur,” Allah, senden razı olsun” diye duasın eksik etmezdi.
Ne zaman halama gitsem, yaptıracak bir iş bulur, Ufak, tefek tamir işleri mey anında, bahçedeki kuyudan su çekip, çiçekleri sulamamı, bahçeyi sulayıp temizlememi isterdi.
Bi defasında, oraya gittiğimde, bahçeyi başkasının suladığını gördüm. Bu Çiğdemdi. Benim şaşırdığım gibi, O’da beni görünce şaşırmıştı.
-Burada ne işin var? Soruma karşılık, her zamanki, hazır cevaplılıkla,
- Asıl, senin, ne işin var? Seni burada göreceğimi hiç beklemiyordum. İzmit, bugünlerde çok sıcaktı. Biraz serinlemek istedim ve halama geldim, diye cevap verdi.
Halam, elimde paketler görünce pek sevinmiş, beni güler bir yüzle karşılamıştı. Ama, yine isteklerini sıralamıştı. Hazır, Çiğdem de varken, çok sevdiği torunuyla , Onları, moda plajına, oradan d a, kalmıştaki gazinoya götürmeliydim. Öyle de yaptım, aksi taktirde, burulması ve darılması boldu. Bu defa , Çiğdem Sayesinde, oldukça da zevkli vakit geçirmiştik. İşte böyle, Halamın , İstek ve emir yağdırmakta üzerine yoktu.
12. SÜPRİZ PİKNİK
Hububat teslim alacağımız üçüncü liman Derince idi. Zaten, geminin geliş zamanı, daha önceden biliniyordu. İşler ona göre ayarlanmıştı. Biz , ekip olarak trenle gidecek, gemiyi orada karşılayacaktık.
Rıhtımda gemiyi, sanki bir merasim havasında karşıladık. Gemiye çıktığımızda, kaptan, bizi oturma salonuna davet etti. Orada bize mükellef yemekler ikram ettiler. Bir ara Cihat Ağabey, “ Sakın ,bunlar, bize domuz eti yedirmiş olmasınlar!”, diyerek, endişesini dile getirdi. Yemekten sonra da, hepimize, daha doğrusu, puantör olanlara , karton, karton sigara, paket içinde çikolata ve bisküvi hediye ettiler. Ayrıca, Cihat Ağabeye orijinal ambalajında iki şişe viski vermişlerdi. Ben, sigarayı almak istemedimse de, Cihat Ağabey,
-Al, oğlun, al! İçmesen bile, sevdiklerine, tanıdıklarına hediye verirsin, diyerek, beni zorlamıştı.
Bu içki ve sigara konusunun, diğer gemilerde olduğu gibi, bizim işçilerle, gemi personeli arasında, değiş tokuş biçiminde, devam edeceğine şahit olacaktım.
Böyle, ağustos sıcağında, millet terlerken, biz, deniz üstünde, püfür, püfür, serinlikte görev yapıyorduk. Tabii, buğday çuvalı taşıyan , terleyen, işçiler müstesna. Onları ter içinde zorlanır görünce, mazimi, çektiğim sıkıntıları hatırlamazlık edemiyor, üzüntü duyuyordum.
Bu defa, gündüz vardiyasında çalışıyordum. Önümden geçen çuvalları deftere kayıt ederken, bir ara, gözüm, sahile ilişti. Birileri el sallıyorlardı. Dikkatlice bakınca, bana salladıklarını anladım. Aaa! Bunlar, Çiğdem ile Ümmühan’dı. Ben “ne yapacağım” diye şaşırıp etrafıma bakarken, Cihat ağabey, Hızır gibi, yanımda bitiverdi ..Onları, Cihat ağabey de görmüştü.
--Yusuf, galiba, misafirlerin var, dedi.
--Peki, şimdi ne yapacağım?
--Dur hele! Paniğe kapılma, Ben, içerde uyuyanlardan birini kaldırır, senin yerine koyarım, Sen de , daha sonra, Onun görevini üslenirsin, diyerek, içeri girdi ve gerçekten, dediğini yapmıştı.
Kızların yanına giderken, bir taraftan seviniyor, bir taraftan da mahcubiyet duyuyordum.
İkisi de, sahilde, gülerek beni karşılamışlardı.
--Hoş geldiniz, diyerek, tokalaştık. Sonra da ilk sözüm,
--Allah, Allah! Benim, burada olduğumu nereden öğrendiniz,? oldu. Çiğdem, alaylı bir tavırla,
--Yahu, sen, kendin söylemiştin, unuttun mu? Kadıköy de halamlarda. Gerçi, seni zamanında karşılayamadık, ama kusura bakmazsın artık !.
Söyleyecek söz yoktu. Bu, benim için, büyük bir sürpriz olmuştu. Hele, Ümmühanı getirmesi!
Çiğdem de, zaten öyle düşünmüştü. Ümmühan’a konuyu açmış, “ Gidelim, Yusuf’a bir sürpriz yapalım, hem de orada piknik yaparız demiş, O’ da her nasılsa, bu fikri kabul etmişti. Yanlarında, piknik sepeti de vardı. İlerde, ağaçların altında, çimenlik bir saha gözüme ilişti. Orayı işaret ederek,
--Siz oraya doğru gidin, ben, bir dakika, gemiye gidip, geleceğim, dedim. Maksadım, Çiğdem’e verilen hediyelerden, sigara, Ümmühan’a da çikolata ve bisküvi getirmekti. Çiğdemin, tanıdığımdan beri sigara içtiğini biliyordum. Nitekim, getirdiğim hediyelere, ikisi de sevinmişlerdi.
Gelişlerinden, yengemin de haberi vardı. Piknik sepetinde, yufkasını bizzat, kendisinin açtığı, şahane böreklerden koymuştu. Seneler sonra, o lezzeti tekrar tatma imkanını bulmuştum. Asıl lezzet ise, Ümmühan’ın, daha uysal ve yumuşak bakışlarıydı. Onu, görür, görmez, sönmüş, veya sönmeye yüz tutmuş ateş, yüreğimde, yeniden alevlenmişti. Sanki, korun üzerindeki külleri bir rüzgar gelip savurmuş, için, için yanan kor, meydana çıkmış, kalbimi yakar olmuştu. Artık, Onun, ateşini, sıcaklığını , benliğimde hissediyordum.
Gurup batıncaya kadar, vakit nasıl geçti, neler konuştuk? O’nu seyretmekten büyük zevk duyuyordum, Bazen, bir gonca kadar taze ve güzel, bazen de solmaya yüz tutmuş bir çiçek gibiydi. Onu , öyle hayranlıkla seyrettiğimin, Çiğdem de farkındaydı. Konuşmaya gelince, Galiba, daha ziyade, Çiğdem konuştu, Şaklabanlık etti. Biz, ikimiz de dinledik. Ümmühan, biraz, düşünceli, hüzünlü görünse de zaman, zaman gülmüş, eğlenmiş bir arada olmamızdan zevk almışa benziyordu.
Onları, istasyona götürüp, trene bindirdiğimde, güneş , güzel gurup batmak üzereydi, Tabii, benim gurubum da öyle! Şimdi yanımdan ayrılmış , yavaş, yavaş, İzmit’e doğru uzaklaşıyordu.
G.YEDİNCİ( SON ) BÖLÜM
1. BİR KOPYA HİKAYESİ
Okullar açıldı, artık son sınıftayız. Dershanemiz de değişmiş durumdaydı. Batıdan, doğu tarafındaki bir sınıfa taşınmıştık. Artık, sabahları, güneşin sıcaklığını duyuyoruz.
Orta okuldayken, son sınıfların özel bir önemi ve farkı vardı. Burada, öyle bir fark hissedilmiyor, Okul, öyle kalabalık ki, kim, kime, dum, duma misali!
En çok sıkıntı çektiğim, yine Fransızca dersleriydi. Orta okulda, üç sene, İngilizce okuduktan sonra, bana bu ders zor geliyordu. Aslında, lise ikinci sınıfın dersleri daha zor, üçüncü sınıfın derleri, nispeten daha kolaydı.
Askerlik hocası olarak, bir kur. Binbaşı, derse geliyordu. Güzel konuşuyor, dersleri güzel anlatıyordu. Üniforması ise, benim gözlerimi kamaştırıyordu.
Askerliğin, temel usul ve kaidelerinden, ordunun, görev ve sorumluluklarından, en küçük birlik olan takımdan, orduya kadar, teşkilatlanmayı izah ediyordu. Her birliğin kaç kişiden teşekkül ettiği, hangi rütbeli şahısların bu birliklere kumanda ettiği ve bunların, rütbe işaretlerini anlatırken, bazı belirli yerleri de “imtihanda gelebilir “ diyerek, işaret ediyordu. Askerliğe karşı, halen heves duyduğumdan, hocayı dikkatle dinlemeye özen gösteriyordum.
Nihayet, imtihan vakti gelip çatmıştı. Sorduğu sualler, benim için çok basitti. Takım, bölük, tugay gibi birliklerin kısaltılmış yazılışlarıyla, bu birliklere komuta edenlerin rütbe ve işaretlerini soruyordu.
Sorulan sorulara, kısa sürede cevap vermiş, dalgın, önümdeki sıraya bakıyordum k, bir anda , Binbaşının sesi, sınıfı çınlattı.
-Sen, sen kopya çekiyorsun! Diyerek, bana doğru geliyordu. Şaşırmıştım,
-Hocam, kopya falan çekmiyorum, soruların cevabını yazdım, bitirdim, dediysem de,
-Hayır, gördüm. Oraya bakıyordun! Ver şu kağıdını, sen de ver! Diyerek önümdeki arkadaşın kağıdını da almış, diğerlerini de toplayarak, sınıftan çıkıp gitmişti. Giderken de “,ikinizi de sınıfta bırakacağım “ diye tehdit etmişti.
İkimiz de şaşırmıştık, saygımızdan dolayı, doğru , dürüst itiraz da edememiştik. Sınıfın tümü de, hayretle bize, daha ziyade bana bakıyordu. Talebelerin yargı değerine göre, kopya veren kahraman, kopya çeken ise, yakalanırsa, suçlanacak kimse idi.
Bazı arkadaşların kopya çektikleri biliniyordu; bunlar, açıkça ve övünerek söylerlerdi. Ama, benim için kopya çekmek, gerçekten mümkün değildi. Yüzde, yüz zayıf not alacağımı bilsem bile, onurumu çiğnetirim endişesiyle, böyle bir şeye tevessül etmezdim. Şimdiye kadar da hiç, tevessül etmemiştim. Ki, askerlik dersi, sevdiğim derslerden biriydi.
Arkadaşım da, ben de meyus olmuştuk. Şimdi ne yapacaktık? Askerlik dersi, taa.. 15 gün sonra idi. O zamana kadar sıkıntı ve stresten, öbür derslere , nasıl çalışacaktık!? Üstelik, askerlik dersi, haftanın son dersiydi. Biz böyle, ne yapacağımızı şaşırmış çırpınırken, vakit geçmiş, talebelerin çoğu dağılıp gitmişti.
Bu arada, arkadaşın aklına bir fikir gelmişti.” Gidip, Onu bulalım, yalvaralım “ diyordu. Ben bu yalvarma fikrini onuruma pek yedirememiştim, ama O, ısrar ediyordu. Mecburen kabul ettim. Hemen, Hocamızı aramaya koyulduk, ama geç kalmıştık. Bütün öğretmenler dağılmışlardı. Yapılacak bişey kalmamıştı.
Hafta sonu, okuldan dışarı adımımı atmadım. İki türlü işkence çekiyordum. Sanki, hapisteymişim gibi hissetmiştim kendimi. Asker ve askerliğe karşı duyduğum heves ve hayranlığım, bir kırgınlığa dönüşür gibi olmuştu.
Pazartesi günü, ilk derse girerken, arkadaşımı gördüm, yüzü gülüyordu.—
--Ne o! Hayrola, iyi bir haber mi aldın?
--Bana göre iyi bir fikrim var, ama seni bilmem;
-Ne gibi, nasıl bir fikir, bu?
--Sabahleyin, doğruca, Boncuk Ömer hocaya gittim. Durumu anlattım; askerlik hocamızın adresini istedim. O’ da anlayışla karşıladı; hatta destek bile vaat etti. Hocamız, Üsküdar’da oturuyormuş ; bu gün derslerden sonra, oraya gitmeyi düşünüyorum. Sen de gel, beraber konuşuruz, daha iyi olur. Bana göre de, bu, iyi bir fikirdi. Kabul etmekten başka da çare yoktu.
Sora , sora adresi bulduk. Kapıyı, genç ve güzel bir kadın açtı. Durumu anlatınca,
--Hocanız evde yok; birliğinde, nöbetçi olduğu için, bu gece de gelmeyecek. Ama size, iyi bir haber verebilirim. Hocanız, imtihan kağıtlarını okurken, kendi, kendine söyleniyordu. Merak edip sorduğumda: “ Çocuklara haksızlık etmişim, imtihan kağıtları arasında bariz bir benzerlik yok; hatta, suçladığım talebenin verdiği cevaplar daha iyi “ diyerek hayıflanıyordu. Üstelik üzülmüştü de.
Bu haberi duyunca, bütün endişemiz dağılmıştı. Hocamızın hanımına teşekkür ederek, oradan, uçarcasına ayrılmıştık.
Neticede, hocamız derse geldiği zaman, yanlış zehabından dolayı, bizden özür dileyerek büyüklüğünü göstermiş oluyordu. Benim için en önemlisi, askerliğe karşı duyduğum sevgi ve güvenim geri gelmişti.
2. GARİP BİR ZİYARETÇİ
Kış geçmiş, artık, bahar aylarına ulaşmıştık. Bu aylar, bizim için, son gayretimizi sarf ederek çalışmamızı gerektiren aylardı. Sınıf geçmek için, yazılılar, sözlüler derken, sıra bitirme imtihanlarına gelecekti. Bitirme imtihanları, lise birinci ve ikinci sınıf derslerini de kapsıyordu. Bu nedenle, geçmiş derslere de göz gezdirmemiz gerekiyordu. Artık, Cumartesi, Pazar dışarı çıkmak yoktu.
Haydarpaşa lisesine geldikten sonra, bir kaç ziyaretçim olmuştu. Bunların arasında, Muhittin ve Fevzi Eniştem de vardı. Fevzi eniştem, Trakya’ da, Hadım köyde askerlik yapıyordu, Bir hafta sonu, izin alarak, taa oralardan beni görmeye gelmişti. Güler yüzlü, konuşmasını iyi bilen, efendi bir insandı. Bu ziyareti, beni çok memnun etmişti.
şimdi ise, derslerimizin yoğun olduğu, bir devrede, yengem, beni ziyarete gelmişti; hem de akşamın karanlığında. Beni, “ziyaretçin var” diyerek akşam yemeğinden çağırmışlardı. Merakla, bekleme odasına gitmiş, yengemi görünce hayret etmiştim., şaşırdığımı görünce,
--Karşı tarafta, bir arkadaşımın evinde kalacağım,; trenden, Haydarpaşa’da inince, yakın olduğunu düşünerek, seni görmek istedim, dedi. Oturup, bir müddet konuştuktan sonra, gitmeye kalkınca,
--Peki, yenge! Vakit geç ve karanlık oldu, korkmayacak mısın?
-Korkmasına, korkmam da! Ama, istersen, beni bırakıp geliver!.
-İsterim, ama nöbetçi hocadan izin almak gerekli.
-O işi bana bırak, ben hal ederim, diyerek, hocanın odasına girdi ve” izin aldım” haberiyle geri geldi. Akşamın serinliğinde, vapur iskelesine kadar yürüdük. Vapurdaki konuşmalarımız sırasında, Ümmühan’ın, bu defa, Heybeli ada sanatoryumunda yatmakta olduğunu öğrenmiştim.
Geç saatlerde, vapurla dönerken , üzüntü ve çeşitli duygular benliğime hücum etmişti. Kıyıda parlayan ışıklara, hayal görür gibi bakıyordum.
Onu, bir kere daha ziyarete karar vermiştim. Pazar günü, dışarı çıkma yasağımı kaldıracaktım. Bostancıdan mı, yoksa, Kara köy , adalar iskelesinden mi vapura binmeliydim? Adalar iskelesi, en uygunuydu. Artık, ziyaret için, çiçek alacak kadar da param vardı. Geçen yaz, çalışmamın semeresiydi bu.
Heybeli adaya ulaşınca, hasta hanenin yolunu sordum. Yokuşu tırmanırken, kalbim, küt, küt atıyordu. Acaba, çok mu hastaydı? Beni görünce, mahzun gözleri, biraz olsun gülecek miydi?
Sanatoryumun ilk girişinde, bir bank arkasında oturan görevliye Onun adını vererek sordum. İkinci katı tarif etti. Oradaki hemşire de, balkonu gösterdi.
Aynen, intaniye de olduğu gibi, yine güneşe bakan uzun balkonda, hastalar şezlonglara uzanmış güneşleniyorlardı. Bu defa, daha yanına varmadan, beni görerek el salladı. Çiçekleri alarak, kokladı ve,
--Burada olduğumu nasıl öğrendin, diye sordu.
--Halandan öğrendim.
--Nasıl, yani, İzmit’e mi gittin?
--Yok canım! Okula beni ziyarete gelmişti, o zaman söylemişti.
- Halam, ha! Seni ziyarete gelsin ! Hayret ettim doğrusu.!
--Peki, şimdi nasılsın? Nasıl hissediyorsun kendini? Doktorlar ne diyorlar?
--Burada yer bulmak, büyük bir şansmış; zaman, zaman böyle yerlerde, bakıma alınmam, temiz havaya ve iyi gıdaya gerek varmış. Gerçekten kendimi iyi hissediyorum. Burada bütün hastalara iyi bakıyorlar.
Gerçekten iyi görünüyordu. Sanki, yüzüne, yanaklarına kan gelmişti. Hele tebessüm edince, bütün güzelliği meydana çıkıyordu. Daha ne kadar bu güzelliği seyredebilirdim?
Biraz, Derince de yaptığımız piknikten,, Çiğdem’den, biraz benim okul durumumdan bahis açıldı. Konuşmamız oldukça uzamıştı. Onu fazla yormamam gerekiyordu. Yine acil şifalar dileyerek, ayrılmak zorundaydım.
Adaya giderken, vapurun ne kadar süratli seyretmesini istediysem, şimdi de o kadar yavaş dönmesini istiyordum. Bunu isterken , Kalbim Onunla geride kalmıştı. Ve Onun soluduğu havayı, biraz daha fazla teneffüs ederim düşüncesindeydim. İnşallah bu , O’nu son ziyaretim olmaz diye düşünüyordum.....
((Liseden sonraki devrede, İzmit’te, babaannesiyle, eski bir evde otururken iki defa daha Onu ziyarete gidecektim. Babası, üvey annesi ve iki kardeşi, babasının celeplik devrinin saltanatından sonra, Değirmen dere de oturuyorlardı. İzmit’te, (otelde kaldığımdan,) azamî bir veya iki gün kalabiliyordum. Bu ziyaretlerimdeki davranışları eskiye göre farklı ve samimi görünüyordu. Bazen otururken, dinlenme ihtiyacı duyar, yatak odasına giderdi. Benim de yanında kalmama müsaade ederdi. İşte böyle zamanlarda, ellerinin sıcaklığını, ellerimde hissettiğim de olmuştu. .Ama, o kadar, hiç, dudaklarından sevgi ve aşk sözü çıktığını duymamıştım. Bunlar benim için acaba yeterli miydi? (Nihayet kader, Ayça’yla olduğu gibi, Onunla da yollarımızı ayıracaktı. 956 yılında, Eskişehir’de, nikah masasında, nikah memurunun sorduğu soruya “ evet” dediğim saatlerde, ki yıllar sonra öğrendiğime göre, O da İzmir’de, akraba ve dostlarından uzakta, belki de yalnızlık hissiyle bir hasta hanede, Rahmet-i Rahmana kavuşacaktı. Onun ölüm haberini öğrendiğimde, içime çöken sonsuz acıyla, böylesi kaderin cilvesine lanet edecektim. Yine yıllar sonra, Tanrı , bir vesile yaratmak suretiyle, bir kere de olsa, O’nun kabrini ziyaret etmeme ve hiç olmazsa, baş ucunda bir fatiha okumama imkân verecekti)
2. BİR GAZETE İLANI
Haziran ayındaydık. Bitirme imtihanları başlamıştı. Hepimizi, bitirme imtihanlarının heyecanı sarmıştı. Ancak, burada, orta okuldaki gibi, arkadaşlar arasında, ders çalışırken, dayanışma yoktu. Herkes, kendi başına, bu işin üstesinden gelmek durumundaydı. Kimi, gece, sabaha kadar uyanık kalıp ders çalışıyor, kimi de -benim gibi- erkenden yatıp, dörtte- beşte kalkarak, açık zihinle, kitaplara dalıyordu.
Benim gibi kimsesiz olanların imtihanlar mey anında, bir endişesi, bir düşüncesi daha vardı. O da, imtihanları verdikten , lise diploması aldıktan sonra, ne olacağı kaygusuydu. Benim gibi kay gulu olanlardan biri de, orta okul arkadaşım, Sebenli Selahattin’di. Buraya birlikte adım atmıştık. Gerçi, Onun annesi ve babası sağdı; bu bakımdan benden şanslıydı, ama babası, küçük bir memurdu, oğlunu üniversitede okutma imkanı yoktu. Selahattin de bunu biliyordu. Bu sebeple, bir araya geldiğimizde, bu konulardan söz açar dertleşirdik.
Bitirme imtihanları, ikimizin de iyi gidiyordu Heyecanlar, her ders için, imtihana girip, çıktıktan sonra, biraz daha azalıyordu. Artık, bir, iki önemsiz ders kalmıştı.
Selahattin, bir gün gülerek, elinde bir gazeteyle, yanıma geldi. Ufak, tefek, esmerce, altın kalpli, biraz da heyecanlı bir arkadaştı. Orta okuldan kalma alışkanlıkla, bana ağabey demeye devam ediyordu. Yanıma yaklaştığında gözleri gülüyordu. Bu halin nedir diye sormadan, kendisi, anlatmaya başladı.
--Yusuf ağabey, bu gazetede, ikimizi de sevindirecek bir haber, bir ilân var.
--Yok canım! İş ilanı mı?
--Yok, öyle değil, bak okuyayım da bi dinle. Gazete ilanında şöyle diyordu:
UÇMAK İSTEYENLERE ÇAĞRI
Hava kuvvetlerinde bu güne kadar, pilot olarak görev yapanlar, Kara harp okulundan mezun olan, istekliler arasından seçiliyordu. Ayrıca Hava Okulunda eğitimden geçiriliyor, ondan sonra, pilot olabiliyorlardı.
Bu sene, ilk defa, Eskişehir de, Hava harp okulu açılacaktır. Hava kuvvetlerinin pilot ihtiyacı, badema, bu okuldan karşılanacaktır. Bu nedenle, sivil ve askeri okullardan, talebe alınacaktır. Okula kabul şartları, aşağıdadır.
1. . TC vatandaşı olmak,
2. . yıl içinde liseyi iyi derece ile bitirmek,
3. . 20 yaşından yukarı olmamak
Yukarıdaki şartlara uyan istekliler, doğrudan, Eskişehir’deki, Türk Hava kurumuna ait, İnönü planör kampına katılacaktır. Burada, planör uçuş ve paraşütle atlama kurslarını başarıyla bitirenler, ayrıca Ankara’da, Türk kuşuna ait tesislerde, motorlu uçak kurslarına tabi tutulacaktır. Burada da başarılı olanlar, son olarak, Eskişehir, Hava hasta hanesinden uçuşa elverişli olduklarını gösterir sağlık raporu alacaklardır.,
Bu ilanı okuduktan sonra, nihayet, Tanrının , bana, bir ümit ışığı daha yakmış olduğunu anlamıştım. Bu ışığın aydınlattığı yöne doğru yönelmek bana kalmıştı. İlk okulu bitirdikten sonra, haksız olarak söndürülen , askeri okula girme heves ve isteğim, tekrar şahlanmıştı. Selahattin de, ben de bu habere çok sevinmiş ve bu ümidin peşinde koşmaya karar vermiştik.
Şükürler olsun, okul bitmiş, mezun olmuştuk. Hava Harp okuluna girme istek ve kararımı, kiminle paylaşmalıydım? Yasemin ablamdan başka, bu konuyu konuşabileceğim kimsem yoktu. Konuyu Ona açtığımda, biraz bozulmuştu. Pilotluğun tehlikeli olduğunu biliyordu. Çok sevdiği, genç ve güzel, Halide ablanın pilot teğmen olan kocası, bir kaza sonucu şehit olunca, Onun senelerce göz yaşı döktüğüne şahit olmuştu. Bu sebeple benim için endişe ediyordu.
Ama bir kere karar vermiştim. Subay olmam konusunda ne kadar hevesli olduğumu biliyordu. Yapılacak başka bi şey yoktu.
Veda edip, oradan ayrılırken, Yasemin ablam pencerede, sanki beni askere yolluyormuş gibi- gerçekte öyleydi ya!- biraz endişeli, biraz da gurur duyar gibi arkamdan bakıyordu.
3. MECHULE DOĞRU
(BİR DÖNEMEÇ DAHA)
Selahattin’le, aynı trende buluşmuş, yol boyunca, hayal ve ümitlerimizi uzun, uzun konuşmuştuk. İnönü istasyonunda inip, İnönü kampına doğru yaklaşırken, kafamda bir sürü düşünce vardı. Acaba, zaman bana neler gösterecekti.? Ne çeşit hadise ve olaylar yaşatacaktı. Köyden yamalı pantolon, ayağımda çarıkla, yaya olarak çıktığım bu kader yolcuğuna, acaba, uçarak mı devam edecektim? Kaderim ve alın yazım acaba nasıl yazılmıştı? Herhalde, bunu kampa katıldıktan sonraki olaylar ve zaman gösterecekti.
YORUMLAR
Sofranın etrafına, bağdaş kurarak oturduk. Yere yayılı örtünün uçlarını dizlerimizin üzerine çektik; çatal- bıçak bilmiyorduk; zaten gerekmiyordu da. Yemeği ya tahta kaşık, ya da ekmek lokması ve iki parmak yardımıyla ağzımıza götürüyorduk. İyi ki tahta kaşığımız vardı ; aksi takdirde, çorbayı başımıza dikmemiz gerekecekti.
Anadolu' muzun örf ve adetlerini yansıtan harika bir yazı.Ben sizin yerinizde olsam bunları kitap haline getiririm.Mükemmel bir eser olur.
Çok duygulanarak ve etkilenerek okudum..Anadolu köylerininin müşterek yaşam tarzını ne güzel dile getirmişsiniz.
Elleriniz ve gönlünüz dert görmesin efendim.
Selam saygılar.